Makale

HAZAN RÜZGÂRLARI

HAZAN RÜZGÂRLARI

ABDULBAKİ İŞCAN

Düşkünüm ben alacakaranlık içerisinde parlayan yıldızların saçtığı nura. Düşkünüm ben sarp kayalarda açan kardelenlerin ne-feslerindeki sıcaklığa. Tutkunum ben uçma vakti gelmiş minik kuşun kanat çırpışına, korku ve sevinçle karışık hislerine. Tarlalarda boy atmış ekinlerin olgun başaklarına tutkunum.
Bu tutku ve düşkünlüğüm bazı zamanlarda yalnızlığa, bazı zamanlarda da kalabalıklar arasında dolaşmaya meylederek, karmakarışık duygular girdabına salıverir beni.
Kalabalıkların tenhalaştığı anlarda, evlerin ışıklarının teker teker karardığı, ay ve yıldızların ziyasını fazlasıyla hissettirdiği zamanlarda, saatin tiktak sesinin beynime vargücü ile vurduğu dakikalarda nedense hep ölüm aklıma gelir. ,
Vaktin gece yanlarını bir hayli aştığı saatlerde her zaman olduğu gibi üzerime bir hüzün çöker ve yalnızlığın verdiği korku ile ben hep ölümü düşünürüm. Sessizliğin çığlıkları, karanlığın haykırışları, yalnızlığın kopardığı kızıl kıyamet, bana çaresizliği, acizliği ve hayatın kaçınılmaz gerçeğini hatırlatır.
Geçen günden arda kalanlar, çoğu zaman görünmez bir yağlı urgan olur boynuma dolanır, boğazımı sıkar, nefes almakta güçlük çekerim. Bazen bir dağ olur omuzlarıma biner, olduğum yere çökertir beni. İki büklüm bir halde altında ezilirim, doğrulmak için gözyaşı dökerim. Bazen de bir ateş olur işlediğim günahlar, tepeden tırnağa yakıcı sıcaklığını hissettirir, ben de mahcubiyetimden eririm.
Çocukken yaptığı uçurtmaları, tenha yerlerde uçurur, onunla ta yükseklere havalanır, yine onunla yalnızlığın keyfini çıkarırdım. Sağa sola sallanan uçurtmamla coşar, ona bağırarak şiirler okur, türküler söylerdim. Rüzgarın etkisiyle ipini koparıp elimden kaçtığında adeta benden bir şeyler söküp alır, neşem, mutluluğum da onunla uçup giderdi. Sonra bir söğüt ağacının gölgesine oturur, hüzünlenir, uçurtmama ve onun gitmesi ile içine düştüğüm yalnızlığa sitem ederek, çocuksu namelerle ağlardım.
Her zaman olduğu gibi insanlardan ve diğer tüm canlılardan kaçmaya düşkünüm ben bu saatlerde.
Gecenin karanlığında penceremden sokaklarda dolaşan, fosforlu gözleri ile beni ürperten kedilerin miyavlamalarını işitince veya dışarılarda gezinen birilerinin varlığını hissedince, neden beni yalnız bırakmazlar diye öfkelenirim ve o öfke ile yalnızlığın ve hüznün ayak seslerini pür dikkat beklerim.
Bir tarafım bu benim, hep hüznü seçer. Issızlığa doğru yönelerek, tüm varlıklardan uzaklaşarak, ucu bucağı görünmeyen okyanusların; bazen karanlık, bazen de ay ışığı ile parlayan suları üzerinde avare bir çöpün haline imrenerek hep yalnızlığı sever.
Bazen kaçar gibi yapıyorum bu duygulardan. Ama kaçmadığımı, kaçmanın taklidini yaptığımı anlıyorum. Bedenim kaçıyor fakat ruhum, düşüncelerim yine yalnızlıkla, hüzünle kalıyor.
Nedir bu hüzün, nedir yalnızlık? Kalabalıklardan kaçmak ne derece gerekli? Matmazel Noraliya (Nuriye Hanım)’nın dediği gibi, hüzün kara bir duvar mı, benlik mi?
Hüznü belki de ilk defa Peya-mi Safa’nın Matmazel Noraliya adlı romanında okumuş, belki de ilk defa o zaman anlamıştım: ’7a Rabbi! Derunumu her dem tazyik eden bu derin hüzün nedir? Seninle benim arama giren karanlık duvarların gölgesi midir? Onu nasıl yıkıp senin nuruna kavuşayım. Bu karanlık duvar nedir?"
Narin bir meyva ağacı gibi erken ve de coşkulu esen rüzgarlarla döktüm ben çiçeklerimi. Bir başka bahara o tazeliği ile çıkar mı, bir başka baharda çiçeklerini yeniden açar mı bilmem.
Bir tarafım ise hep kalabalıkları seçer.
Yalnızlığın ve hüznün kelepçelerinden kurtulup, tenha köşelerin ıssızlığından kaçıp, kafamda cirit atan gulyabanilere cılızca haykırıp, insanlarla kaynaşmak isterim. Bana da bir yer açın; dökülmüş çiçeklerime bakmadan, dilimdeki yalnızlık türkülerine aldırmadan beni de aranıza alın, derim.
Bir tarafım coşkun kalabalıklarla oradan oraya koşar, bir tarafım kalabalıkları uğurlayarak "siz gidin, ben sonra gelirim" der.
Bir tarafım "durun kalabalıklar bu cadde çıkmaz sokak" diye feryad eder, bir tarafım gelen-geçenin eteğinden tutarak "haberin var mı öleceğinden?" diye sorar.
Bir tarafım yalnızlıktan ve hüzünden uzaklaşmalı, korkup kaçmalı diyor. Bir tarafım kalmalı diyor, yalnızlığı ve hüznü sevmeli.
Bir tarafım ömrün basamaklarını hızlı hızlı tırmanıyor ve yaşlılığa adım adım yaklaşıyor. Bir tarafım gittikçe çocuklaşıyor, uçurtmalar yapıyor.
Bir tarafım dünya nimetlerine sımsıkı sarılmakta, bir tarafım ipini koparmış uçurtmamla uçup gitmekte.
Bir tarafım neşelidir, kahkaha atar, bir tarafım söğüt ağacının gölgesinde devamlı ağlar.
Hazan rüzgarları ile döktüm ben çiçeklerimi.
Denizi dalgaları ile, gülü dikeni ile sevdiğim gibi; yalnızlığı korkuları ile, kalabalıkları da umutları ile sevdim.
Uslandım ben artık, kalabalıklardan, bağrışıp çağrışmalardan ve yalnızlıktan korkmuyorum. Bazen aniden yağan kar taneleri ile, bazen de bahar rüzgarları ile döktüm ben çiçeklerimi. Tufanlardan, dondurucu soğuklardan hatta ok gibi yağan yağmurun altında yaşamaktan bile korkmuyorum.
Ben şimdi fırtınaları, patlayan volkanları, kalabalıkları ve onların kahkaha ve hüzünlerini yalnızlıkla harman yaptım, onlarla beraber yaşamayı öğrendim.