Makale

VAKIFLAR VE FİNANSMAN

İbrahim Ural
Din İşleri Yüksek Kumlu Başuzmanı

VAKIFLAR
VE
FİNANSMAN

Son on yıldan beri Aralık Ayı’nın ilk haftasında kutlanan Vakıf Haftası münasebetiyle, basının, kamuoyunun ve bir kısım aydınların bu konu üzerine eğilmesi kültür hayatımız üzerinde olumlu tesirler bırakmaktadır. Eskiden sadece tarihçileri ve hukukçuları ilgilendiren bir saha olarak görülen "vakıf" konusu, artık İslâm iktisatçılarının, sanat tarihçilerinin, sosyologların da yakın ilgi alanı olma yolunda bir gelişme göstermektedir. Sivil toplum, tabanda örgütlenmiş kitle ve küçültülmüş devlet sektörü deyimlerinin çok sık kullanıldığı günümüzde, artık pek çok hayır hizmetinin ve kültür faaliyetinin devlet imkanlarıyla değil, vakıf ve demek statüsündeki kuruluşlarca gerçekleştirilmesi sözkonusu olacaktır. Toplumumuzun hayatında ve yeniden yapılanmasında önemli değişikliklerin gündeme geleceği ikibinli yıllarda ekonomik hayatta; etkili özel sektör yanında, sosyal hayatta etkin vakıfların bulunması tabiîdir. Malazgirt Zaferinden sonra Anadolu’ya göç eden Türklerin yerleşik hayata intibak etmesinde -Ahilik kurumlarıyla birlikte- önemli fonksiyonlar ifa eden vakıflar, takriben sekiz, dokuz asır sonra Anadolu Coğrafyasında bir başka önemli değişimde daha etkin rol oynayabilirler. Özellikle İlmî- teknik araştırmalar ve -sosyal güvenlikle ilgili- hayrî hizmetler konusunda vakıfların malî katkılarına büyük ihtiyaç vardır.
Bilim, teknoloji ve sanat dallarında son asırda büyük atılımlar gerçekleştiren Batılı ülkelerin bu başarısında "Foundation" ve "Fon" adıyla bilinen kuruluşların önemli katkısı vardır. İslâm Dünyasında ise devlet organizasyonunun yetersiz, vakıf türü kuruluşlarında bu çeşit sahalara -fazla- ilgi duymadıkları bilinen durumlardır. Çağımızda İlmî araştırmanın yeterli sermaye ve finansmanla birlikte araç, gereç ve teknoloji altyapısına da muhtaç olduğu gerçeği herkes tarafından kabûl edilmektedir. Almanya’daki "Adenaur Vakfı" Alman toplumunun sosyoekonomik yapısıyla ilgili İlmî ve istatistik! araştırmalar yapmaktadır. İletişim ve enformasyon teknolojisindeki gelişmeler yeni güç odakları doğurmuştur.
Vakıfların İslâm ve Türk tarihinde ifa ettikleri fonksiyon sadece kişisel hayırseverlik duygusundan kaynaklanan yardımlaşma değildir. Günümüzde devletin resmî kuruluşlarınca yerine getirilen kamu hizmetlerinin çoğu, geçmişte vakıflarca ifa ediliyordu. Yeni ve genç nesillere hizmet veren eğitim-öğretim faaliyetlerinin çoğu vakıflarca yürütülüyordu. Tanzimat’a (1839) kadar Sıbyan mektepleri bile vakıflarca finanse ediliyordu. Sağlık hizmetleri, sosyal güvenlik ve yardımlaşma hizmetlerinin icrasında vakıfların önemli bir ağırlığı vardı. Şehreminliği ve belediye teşkilatının kurulmasından önce altyapı hizmetlerinin çoğu vakıflara aitti. Harp Sanayiini destekleyen vakıflar günümüzde Türk Silahlı Kuvvetlerini Güçlendirme Vakfı’nın fonksiyonlarına benzer hizmetler yürütüyordu. Vakıfların gönüllü katkıları ve takviyesi devlet kuruluşları için kolaylık sağlıyor, bütçe imkânları savunma ve güvenlik için harcanıyor, devletin (irsâdât) denilen tahsisatı da bazı önemli sahalara sürekli yatırım yapılmasını sağlıyordu. İrsâdât denilen tahsisatın devlete ait vakıf sayılıp, sayılmaması fıkıhçılar arasında ihtilaflıdır. Tercih olunan görüş; bunların sahih vakıf olmadığıdır. Ancak şurası da bir gerçektir ki, bu tür tahsisat belirti hayır hizmetlerine asırlar boyunca kaynak sağlamıştır.
Osmanlı Devletinin geri kalışı konusunda yorum getiren yazarların bazıları vakıf konusuna da değinmişlerdir. Bu gurup yazarlara göre, vakıflar toplum içinde bir tembeller zümresinin doğmasına zemin oluşturmuştur. Bu iddiaya göre, vakıf hayrât kurumla- rı İktisâdi hayata yönelik şahsî girişimciliği yok etmekte ve herkesi tembelliğe teşvik etmektedir, imâretleri gören halk çalışmayı terk etmektedir. Bir lokma bir hırtça felsefesiyle yetişen halk üretime ve kazanca yönelmeyip, hayır kurumlarına dayanmayı tercih etmektedir. Mustafa Akdağ’ın: "Türkiye’nin İktisadî ve İçtimâi Tarihi" adlı eserinde (C.1. sh. 128,129) bu görüşlerin etkisi görülmektedir. Ziya Gökalp’in: "Yeni Hayat - Yeni Yol" adlı kitabında da (sh. 35 - Ank. 1976 bsk.) buna benzer iddialar vardır.
İlk anda gerçekmiş gibi görünen bu çeşit iddiaların köklü ve derin bir araştırmadan mahrum olduğu görülmektedir. Bir kere; İslâm Di- ni’nin talimatının özünün insanları iffetli, onurlu ve müstağni kişiler haline getirmek olduğu inkâr edilemez bir gerçektir. Müminleri istemekten, dilencilikten hattâ çok suâl sormaktan men eden İslâm’ın temel değer ölçüsü olarak benimsediği toplumlarda asalaklığın hayat felsefesi olarak yaygınlaşması mümkün değildir. Öte yandan fütüvvet ve ahilik gibi teşkilatlanmış kültürlerin müslüman fertleri kendi kendine yeterli ve fedâkar - aksiyoner kişiler olarak eğittiği özellikle Osmanlı toplumunun böyle yetişmiş nesillere dayanarak geniş bir coğrafya üzerinde yaşadığı tarihî bir gerçektir. Vakıf kurumu serveti dondurmak demek değildir. Tam tersine, belirli bir kamu hizmetine ebediyyen tahsis etmektir. Bu tahsis muamelesinde durgunluk değil; hareket ve dinamizm vardır. Çoğunluğu gayrimenkul mallardan oluşan vakıf emlâk ve servetinde asıl olan işletilecek gelir elde edilmesi ve vakfiyyede öngörüldüğü şekilde harcanmasıdır. Mal ve servetin tedâvü- lü vakıflar konusunda asıl değildir.
Vakıfların finansman ve kaynak temini konusundaki en yaygın tatbikat şekli; para vakıflarının işletilmesinde belirginleşmektedir. Gerçi bu konu fıkıhçılar arasında tartışmalıdır. Paranın vakfedilmesini geçerli saymayan imam Birgivî ile bunun câiz olduğunu savunan Ebussuud Efendi arasındaki münakaşa meşhurdur. Uygulamada Şeyhülislâm Ebussuud’un görüşü benimsenmiş ve para vakıfları yaygınlaşmıştır. On- dokuzuncu asırda Evkâf-ı Hümâyûn Nezâretinin (Bakanlık) kuruluşundan sonra bellibaşlı il merkezlerde vakfedilmiş paralarla ilgili komisyonlar oluşturulmuştu. Vilâyetlerle ilgili sâlnâmelerde bununla ilgili bilgilere de yer verilmektedir. Olağanüstü durumlarda maddî yardım temini için kurulmuş olan: "Avârız" Vakıfları da -genellikle- para vakıflarından oluşuyordu. İstanbul’daki Avârız Vakıflarında hıfzedilen paraların çoğu, 93 Harbi sonunda İstanbul’a yığılan göçmenlerin ihtiyacını karşılamada harcanmıştır.
Fıkıhçılar vakıf paraların sermaye ve finansman aracı olarak kullanılmasında şu iki usûlü önermektedirler:
1- Mudârebe Şirketi Kurmak: Bu şirket türü kâr- zarar esasına göre kurulmuş bir emek-sermaye ortaklığıdır. Sermaye sahipleriyle işletici (mudarip) arasında tesis olunan şirket çeşididir. Kâr, kendi aralarında anlaştıkları nisbete göre taksim edilir, işletmeci her bakımdan güvenilir ve yeterli bir kişi olmalıdır. İslâm Dünyasında yeni bankacılık modeli arayışları sırasında yeniden gündeme gelen Mudârebe Şirketi; vakıf paraların çalıştırılmasında da en uygun tarzdır. Mütevelli (veya mütevelli heyet) güvenilir işletmecilere vakfedilmiş paraları sermâye olarak teslim edecek; elde edilen kâr vakfın amacı ve şartları istikametinde kullanılacaktır, imam Birgivî ve Çivizâde, Osmanlı tatbikatında vakıf paraların değerlendirilmesinde bu yolun fazla yaygınlaşmadığı görüşündedir. Hukuk Tarihçisi Doç. Dr. A. Akgündüz de aynı kanaattedir.
2- Fakirler İçin Kredi Sağlama (Bidâa): Vakfedilmiş nakidlerin (para) işletilme yollarından biri de mezkûr paraların fakir kişilere ve girişimcilere kâr ve fazlalık şart koşulmaksızın, kredi olarak verilmesidir. Para vakıflarının bazısında, bu konuda vakfeden kişinin bağlayıcı ifadeleri yer almaktadır. Karz-ı Hasen şeklinde verilmesi şart koşulmuş olan para vakıflann başka şekilde verilmesi câiz değildir. Ancak borç olarak vakıf paranın suistimal edilmemesi için yazılı se- ned olmak vb. şekillerdeki meşrü yollara başvurulabilir.
Günümüzde özellikle bu şartlarla tüketim ve ihtiyaç kredisi verebilecek para vakıflarına ihtiyaç vardır. Enflasyonun etkisinden korunmak için, borç olarak alman paranın dövize veya altına en- dekslenmesi de uygundur. Bazı meslek kuruluş- lannın kendi üyeleri için uyguladıkları; kur’a ile borç verme yöntemi sadre şifâ olacak nitelikte değildir.
1967 yılında çıkarılan (903) sayılı kanunun yürürlüğe girişinden sonra yurdumuzda pek çok vakıf kurulmuştur. Özellikle 1980 yılından itibaren yeni kurulan vakıf sayısında hızlı bir artış görülmektedir. Bu durum, bir yönüyle sevindirici olmakla birlikte, sözkonu- su vakıfların bazılarının mal varlıklarının, vakıf senedinde yazılı olan amaç doğrultusunda hizmet vermeye yeterli olmadığı bir vâkıadır. Yardım ve teberrûlar ek bir gelir kaynağı olarak düşünülebilirse de, bu garantisi olan bir çâre de değildir. Esasen yardım ve bağış toplamak vakfın temel esprisine (vermek, bağışlamak) de uygun değildir. Kuruluş senedinde vakfa bağlı şirket kurmayı öngören vakıflar, bu problemi aşabilme imkânına sahib olmaktadır. Liberalleşme ve özelleştirme programlarının uygulanıp, hayata geçirilmesinden sonra oluşacak yeni ortamda topluma hizmet sunacak özel ve sivil kurumlar önem kazanacaktır. Öteden beri toplumda saygın bir yeri olan vakıfların da etkin görevleri olacaktır. Sosyal güvenlik ve kültür sahasında hizmet verecek olan vakıfların toplum fertleri üzerinde yönlendirici ve belirleyici tesiri olabilir.
Yurdumuzda kurulacak vakıfların hizmet sahaları sınırlarımızı aşmıştır. Balkanlar, Kafkasya, Orta asya hizmet bekleyen yeni sahalardır. Doğu Türkistanlı göçmenlerin kurduğu "Türkistan Vakfı" bu konuda iyi bir başlagıçtır. Bu ülkelerdeki İslâm Kültür Mirasının korunması en önemli konulardandır. İstanbul’da bulunan "İslâm Tarih, Kültür ve Sanat Kurumu" (IRCICA) ile işbirliği yapılarak, bu ülkelerdeki İslâm Kültürünün ihyâsı konusunda ilk teşebbüsler başlatılmalıdır. Bu bölgelerde ticarî ilişkileri bulunan ihrâcatçı iş adamlarımıza ve müteahhidlerimize bu konuda önemli görevler terettüp etmektedir. Yeni kurulacak vakıflara, onların öncülük etmesi beklenir. Değişen toplum yapılanmasında, topluma götürülecek hizmetlerin de yeni durumların gerektirdiği şartlara uygun olmalıdır. Kitlelere yaygın eğitim sunan kurumların da bu gerçeği göz önünde bulundurması ve hizmet stratejisini buna göre tanzim etmesi tabiîdir. Toplumlardaki değişimin hızı artmaktadır.