Makale

İLAHÎ AŞK VE AHMED YESEVİ

İLAHÎ AŞK VE AHMED YESEVİ

Prof. Dr. HAYRANI ALTINTAŞ
Ankara Üniv. İlahiyat Fakültesi Öğretim Üyesi


İslâm düşüncesinin ve onun içinde tasavvufun gayesi, kâmil insanı şekillendirerek Allahu Teâlâ ile bir ve beraber kılmaktır. Buradaki birlik, daha ziyade, psikolojik veya ruhî-zihnî bir beraberliktir. Asla ve kat’a, hulul veya itti- had manasında bir birlik değildir. Hululu iddia edenler, Islâm Tarihinde mülhidler olarak safdışı edilmişlerdir.
Tasavvuf, yukarıda sözü edilen psikolojik halin gerçekleşmesinde, takibedilen bir yol, tatbik edilen bir tekniktir. Tasavvuf bu manada, insana iç huzurunu temin etmekte, onu olması gereken tarzda şekillendirmektedir.
Bilinen hususları tekrar etmek yerine kısaca diyebiliriz ki, Ahmed Yesevî, Türk insanını, mevzu bahs edilen olgunluğa eriştirmek için, tasavvuftan faydalanır. Esasen bu olgun veya kâmil insan, Kur’an-ı Kerim’in "ebrar" veya "mukarrebûn" dediği insandır. Bir başka ifade ile ve Ahmed Yesevî’nin anladığı tarzda, "Allahu tealâyı seven ve O’nun da kendisini sevdiği İnsandır." Sevgili Peygamberimiz Hz. Muhammed Aleyhisselamın ağzından ifadelendirildiği şekilde, "Allah’ı seviyorsanız beni taklbe- diniz" tarzında formüle edilen muhabbetin timsali insandır.
Böylece, kemâlin en büyük işâretinin Allah aşkı olduğu açıkça anlaşılmaktadır. Çokiyi bilinir ki, aşkın yeri beyin değil, kalbdir. Kalb veya gönül, samimiyetin kaynağıdır. Aşk, bunun için makbuldür.
Tasavvufun ilk ve temel basamaklarından biri, zühddür. Zühd dünya ve onun isteklerinden geçmedir. Sonra ibadet gelir. Daha sonra mutasavvıf olunur. Ve nihâyet âşık olunur. Yani önce zâ- hid, sonra âbid olunur. Ama bu hallerde hep bir parça egoizm vardır. Zâhid kendi nefsini korumak, ona hâkim olmak için dünyadan uzaklaşır; âbid, nafile ibâdetlerle nefsini Allah Teâlâya yaklaştırmak ister. Âşıkda nefs tamamen hâkimiyet altına alınmış, varlığı âdeta kaybolmuştur. Âşıkda artık "ben" yoktur, sadece Sevgili’yi ifade eden "Sen" veya mutasavvıfların tabiriyle “O" vardır. Zira âşık, varolmak için, dünyevî benliğinde yokolmak mecburiyetindedir. O zaman gerçek varlığı bularak var olur. Yaratılışın sırrı budur.
Aşka ulaşmak, âşık olmak için, tasavvuf yolunu tutmak lazımdır. Tasavvuf hayatı, kemâli buluncaya kadar süren uzun bir mücadele devredir. Biyolojik ve psikolojik planda, şuurlu ve ısrarlı bir mücâdele başlar. Tasavvufta buna "rlyâzet" denir. Bu uygulamayı yapmayanlar gerçek mutasavvıf olamazlar. Bu devre çetin bir devredir. Açlık, uykusuzluk, bolca ibâdet ve oruç, bu uygulamanın bazı unsurlarıdır.
Ahmed Yesevî de aşk yoluna riyâzetle başlar;
"Blsmlllahla başlayarak hikmet söyleyip
Tâllplere İnci, cevher saçtım İşte.
Rlyâzetl katı çeldp, kanlar yutup
Ben defter-l sânl sözünü açtım İşte..."
Ahmed Yesevî, bu yolda nasıl seyr ü sefer eylediğini sık sık anlatır, bu yolda zikreder, Rabbinden her gelene şükreder, dünyada kendini rüsva eder ve yüca Allah’a ulaşmak ister:
"Zâldr olup, şaklr olup Hakk ı buldum;
Dünya ahlret haram kılıp ezip teptim;
Divane olup, rüsvâ olup candan geçtim,
Gamsız olup yer altına girdim İşte.."
Riyâzet, varlık bağına ulaşmak için başvurulan fedakârlıklar manzumesidir. Bu manzume içerisinde, arzular, emeller, sevenler, sevilenler terkedilir. Hatta terketme arzusu bile terkedilir. Eğer insanın içinde "O’ndan başka, yüce Allah’dan başka bir şey kalırsa hakiki aşk doğmuş olmaz. O’ndan gayrisini isteyen, mâsiva ile meşgul olan gerçek âşık olamaz. Ahmed Yesevî böyle olan sözde âşıklara temas eder:
"Aşk davasını bana kılma, sahte âşık,
Âşık olsan, bağrın İçinde göz kanı yok.
Muhabbetin şevki İle can vermezse,
Boşa geçer ömrü onun, yalanı yok...
Aşk bağını mihnet İle göğermezsen,
Hor görülüp şom nefsini öldürmesen,
Allah deyip İçine nur doldurmasan,
Vallah, blllah sende aşkın nişanı yok."
Halk içinde bir söz vardır: Aşk gözü kör eder, denilir. Bilindiği gibi, burada ifade edilmek istenen âşığın mihnet ve meşakkatlere göğüs germesidir. Sevgili sevenine neler göndermez. Ezalar, cefâlar, musnibetler, belâlar... böylece sevenin sevgisinin hakiki olup olmadığını anlamak ister. Âşığını dener, sınar. Kendini sevdiğini söyleyen âşığının bu aşkında samimi olup olmadığını görmek ister. Bu yüzden aşk hayatı dert hayatıdır. Ahmed Yesevî bu dertli hayatı yaşar. Ama ondan asla şikayetçi değildir:
"Aşk derdini dertsizlere demek olmaz,
Bu yolların engeli çok, geçmek olmaz,
Aşk cevherini her nâmerde satmak olmaz,
Habersizlerden aşk kadrini bileni yok..."
Ancak, bu kadar belâ ve musibetler kâfi bile gelmeyebilir. Sevgili sevenin kendisi için ölmesini veya ateşe atılmasını da isteyebilir. Ama bu hal gerçek âşıkda bir fütur hali ortaya çıkarmaz. Aşk insan hayatını kendi ren- giyle boyar. Her yerde ve her şeyde onun rengi müşâhede edilir. Aşk sevenin gönlünde yanan ve Allah Teâlâdan başka herşeyi yakıp kavuran ateştir. Ahmed Yesevî böyle bir aşkı dile getirir:
"Aşka düştün, ateşe düştün, yanıp öldün,
Pervane gibi candan geçip kor ateş oldun,
Dertle doldun, gamla doldun, deli oldun,
Aşk derdini sorsan, asla dermanı yok."
Kur’an-ı Kerim İbrahim Peygamberin aşkından söz ederek bu aşk uğruna ateşe atılışını ve gül bahçesine kalbolan kor ateşleri anlatır. Büyük şâir, üstad N. F. Kısakürek bu hali şu beyitle dile getirir:
"Rabblm, Rabblm bildim neymiş İşin Türkçesi
Senin aşkın ateştir, ateşin gülbahçesl"...
Ahmed Yesevî, Allah Teâlâyı gerçekten sevenlerin, tıpkı Hz. İbrahim gibi ateşe atılmaktan korkmayacaklarını ifade eder:
"Şevki, zevki muhabbetten
ay ân kıl sen,
Âşıklara aşk ateşinden beyan kilsen,
Hârlık, zarlık, meşakkati nişan kilsen,
Gerçek âşıklar ateşten
ne diye sakınsın."
Aşkın rengiyle boyadığı hayat öylesine tatlı, öylesine mutlu bir hayattır ki, hakiki âşıklar o hayattan memnun ve mesrurdurlar ve bir dem olsun ondan şikâyet etmezler. Aşk hayat kaynağıdır, iman onunla gerçekliğini bulur. Ahmed Yesevî de böyle konuşur:
"Kul Hâce Ahmed, aşktan katı belâ olmaz,
Merhem sürme, aşk derdine devâ olmaz,
Göz yaşından başka kimse şâhlt olmaz,
Her ne kılsan, âşık kıl sen Perverdigâr."
Belki de, Ahmed Yesevî’den ilham alarak, bir başka şâir mutasavvıf şöyle der:
"Ehl-i dil söyleyemez derdini hem derdi olan
âh’a bile
Belki ol sinedeki nale-i cangâha bile."
Ahmed Yesevî, zaman zaman aşk yolunun nasıl bulunabileceğini de sorar ve Yaratı- cı’ya yol bulmak ister:
"Şibli gibi âşık olup semâ kılsam
Beyazid gibi gece gündüz Kâbe’ye varsam
Kâbe içine yüz sürüp ağlayıp dursam
Bu iş ile yâ Rab, seni bulur muyum?"
Âşık her an Allah’ıyla beraber olmak ister, kendisini O’ndan uzaklaştıran herşeyden kaçıp O’nu bulmak ister. Bunun için çeşitli yollara başvurur. Kâh Mevlana gibi şiir okur, kâh Şiblî gibi semâ yapar.
Ahmed Yesevî, aşkın kuldaki "ben" düşüncesini yok ettiğini ve böylece Allah’a ulaşıldığını ifade eder:
"Aşkı değse, kavurup yandırır canı, teni,
Aşkı değse, viran kılar ben fikrini,
Aşk olmasa, tanımak olmaz Mevtam seni,
Her ne kılsan, âşık kıl sen Perverdigâr."
Aşkın kemâli, aşığın Sevgilide yok olmasıdır. O’nun için bütün âşıklar benliklerinden sıyrılıp kurtulmak isterler. Kendi varlıklarını Hak benliğinde yakıp bitirmeyi arzu ederler.
Benliğin yok olması, varlığın kendini yok edip bir başka varlıkta vücud bulması, bir başka ifade ile "fenâ fi’llah" veya "fenâ fi’l-mahbub" nasıl bir haldir ki, mutasavvıflar bundan büyük zevk almakta, hazların belki de en kutsalına dalarak kendilerinden geçmektedirler? Bu büyük zevk ve bu kutsal haz haline ulaşmak için mi hep vecd halini arzu ediyorlar? Bunun sırrı nedir? Açıklasalar anlamaz mıyız, söyleseler idrak mi edemeyiz? Bu sorularımıza Ahmed yesevî şöyle cevap verir:
‘Aşk sırrını beyan kılsam âşıklara,
Takat kılmaz, başını alıp gider dostlar,
Dağa, taşa başını vurup, kendinden geçip,
Çoluk çocuk, evden barktan geçer dostlar."