Makale

ESKİ TEHLİKENİN YENİ YÖNÜ

ESKİ TEHLİKENİN YENİ YÖNÜ

Doç. Dr. Yaşar KUTLUAY

Müslüman dünyasında ve bilhassa memleketimizde Batı Kilisesinin giriştiği geniş bir faaliyetin bulunduğu herkesçe bilinen bir ger­çektir. Özel surette yetiştirilmiş misyonerler hıristiyan olmayan ülkeler­de kendi dinlerini yaymak için kilise teşkilâtının geniş maddî imkânla­rından da faydalanarak, bıkıp usanmak bilmeyen bir inatla çalışırlar, yol­larında sebat ederler. Bu kimselerin, daha doğrusu teşkilâtın her din men­subu ülkeler ve milletler için özel metodları vardır. Yıllarca, bazan yüz­yıllarca denedikleri bir metodun verimli olmadığım gördükleri zaman da­ha yenilerini bulup onları tatbike koyulurlar, fakat her hâl ü kârda bu faaliyetlerini terketmezler.

Memleketimizde son iki yüzyıldır denedikleri özel okullar ve hasta­neler ile ihtiyaç bölgelerine gönderdikleri misyoner doktorların çalışma­ları gözle görülür bir kazanç getirmemiş, faaliyet gösterilen şehirlerde dinini bırakıp dâ hıristiyanlığa geçen müslümana rastlanmamıştır. Fakat asırlar süren çalışmaların boşa gitmiş olmasından fütur getirmemişler, eski metodlarının aksak tarafları ile yeni tatbik edilecekler üzerinde —or­ganları olan dergilerde— tartışmalara, münazaralara girişmişlerdir. Bu yayınlardan ancak eski metodları öğrenmek kabildir, yeni teklifler elbet­te gizli tutulmaktadır.

Yurdumuzda son aylarda yahut son birkaç yıldır girişilen çalışmala­rına bir göz atınca bahsedilen yeni metod ortaya çıkmaktadır. Buna göre hedef, din eğitimi görmemiş gençler, aydınlar ve doğrudan doğruya köy­lü halkımızdır.

Kabul etmek gerektir ki, hıristiyanlık yalnız din eğitimi görmemiş kimseler yahut geniş halk kitleleri değil, din adamlarımız tarafından da­hi lâyıkı ile bilinmemektedir. Dilimizde hıristiyanlığı gerçek mahiyeti ile anlatan İlmî ve ciddî bir eser yayınlanmamıştır. Din eğitimi yapan, din adamı yetiştiren okul ve müesseselerde hıristiyanlık Öğretilmemekte, esa­sen öğretecek kifayetli bilginlerimiz de ortalıkta gözükmemektedirler. Hıristiyanlık hakkında, gerek halkımızın, gerek din adamlarımızın bilgi­leri İncil’in tahrife uğramış bir kitap olduğu ve hıristiyanların teslisi ka­bul ettikleri gibi çok umumî esaslardır. Bundan başka, gerek İncil ve Ahd-i Atîk ve gerekse hıristiyanlık hakkında İslâmiyetin resmî, yani Kur’ânı görüşü kesinlikle ortaya konulmuş, öğretilmiş değildir. İslâmî görüşün kabul ettiği hıristiyanlık nedir, bugün mevcut olan hıristiyanlık nedir ve aralarındaki alâka ve münasebet konularım işleyen, dilimizde ya­zılmış eserler yoktur. Hele din eğitimi görmemiş aydınlarımız ve gençlerimiz henüz İslâmın esaslarını bilmediklerinden, bu esaslara yapılan hü­cumların mahiyetlerini, gerçek maksadlarını anlamaktan uzaktırlar.

Bahsettiğimiz hususlar ilk bakışta herkesin tesbit edebileceği basitlik ve açıklıkta olduğundan hıristiyan propaganda teşkilâtı tarafından da der­hal farkedilmiş ve yeni metod bu müşahedeye istinat ettirilmiştir.

Bir misal olarak “Hıristiyanlık hakkında çoğunluğun yaptığı yanlış görüşler” başlığı altında dağıtılan ve teşkilâtın İsviçre’deki merkezi tara­fından hazırlandığı ifade edilen iki sahifelik mektubu gösterebiliriz ki, şöyle başlamaktadır: “İncil değiştirilmiştir fikri Batı dünyasında dinsiz­ler ve Hıristiyanlığın tenkitçileri tarafından az çok kabul” edilmiş bulun­maktadır. Fakat bugün, Batı dünyasında tahsil görmüş bir kimsenin, bu çürük fikre başvurduğu çok az rastlanan bir şeydir. Dünyanın her köşe­sinde hâlâ, dinin aleyhinde yazılar yazan birçok münekkitler vardır ve din­sizlik çoğalmaktadır. Madem ki öyle, niye din aleyhine yazı yazan münek­kitler bu yukarıda söylenen ‘İncil değiştirilmiştir’ fikrini değiştirmişler­dir? Bu olayın çok basit olan cevabı şudur: İlim, Kurtarıcı İsa’nın ikibin yıl önce öğrettikleri ile elimizde bulunan İncil’in Öğrettiklerinin tamamen birbirinin aynı olduğunu ispatlamış bulunmaktadır. Evet, ‘Metne ait’ ten­kit ilmi hiç şüphe götürmez bir şekilde, İncil’in değişmemiş olduğunu te­yit ediyor.”

İfade nasıl başlamakta, nasıl devam etmekte ve ne sonuca varmak­tadır? Bir defa daha okunursa, bu, anlaşılır: “İncil değiştirilmiştir” fik­ri her ne kadar kabul edilmiş ise de bugün bunu kabul edecek kimse pek az bulunur. Niçin böyledir? Çünkü “Tenkit İlmi” hem de hiç şüphe götür­mez bir şekilde “Elimizde bulunan İncil’in öğrettikleri ile” Hazret-i İsa’nın öğrettiklerinin aynı olduğunu “Hiç şüphe götürmez bir şekilde” isbat et­mektedir. Kullanılan ifadeler, gerek burada gerek başka yerlerde böylesine elâstikîdir, yuvarlaktır. Münekkid gözü ile okumayan herhangi bir kimse ileri sürülenleri sâfiyâne kabul edebilir. Maalesef belirtmeliyiz ki bazı kabul edenleri de tesbit etmiş bulunmaktayız.

Halbuki Batı ilim dünyasında yapılmış çalışmalara kısaca bir göz at­mak, hem de paragrafta belirtildiği gibi, son yıllarda yazılmış eserleri gözden geçirmek, ileri sürülen iddianın ne kadar boş ve mesnetsiz olduğu­nu anlamaya kâfidir: Bilindiği gibi Hıristiyanlığın kutsal yazıları ikiye ay­rılır, birincisi Ahd-i Atîk, İkincisi de Ahd-i Cedîd’dir. Ahd-i Atık aslında Musevîliğin mukaddes kitabıdır ki büyük kısmı İbrânîce pek az bir bölü­mü de ârâmîce yazılıdır ve üç esas bölüme ayrılmıştır. Bunlar “Tora” (=Tevrât), “Neviîm” (=Nebîler) ve “Ketubîm” (= Yazılar) dir. Birinci bölümü teşkil eden ve beş kısımdan teşekkül eden “Tevrât” hem Musevîler ve hem de Hıristiyanlar tarafından Hazret-i Musa’ya vahyedildiği şe­kilde zamanımıza intikal etmiş kabul edilir. Biri, yahudi, diğeri Hıristiyan iki ilim adamı ise eserlerinde şu görüşü müttefikan müdafaa ve kabul ederler: “Mûsâ’nın bir kanun vâzıı olduğundan şüphe edilemez, fakat Tevrât’ın bugünkü metninden bir tek unsuru dahi ona irca etmek imkânsız­dır.”[1] Ahd-i Atîk’in Tevrat’tan sonra gelen bölümlerinin nasıl ya­zılmış olduğu hakkında da yine bir batılı kaynaktan aynen na­kilde bulunmak yolunu seçeceğiz: “Tevrat’ın kanunlarına tam riâ­yeti sağlamak üzere, ileri gelen ailelerin temsilcilerinden ve başında Büyük Kohen’in (=Baş Kâhin) bulunduğu Yetmişler Meclisini kurdu­lar. Bu meclis İsrail Devletinin yıkılışına kadar devam etti. Bunlar Kitab’ın eski karakterli harflerini değiştirip zamanlarına uydurdular. Gençleri yetiştirmek için dinî okullar açtılar. Bu okuldaki öğretmenlere ‘Soferîm’ (= Yazıcılar) denilirdi. Soferîm’in iki vazifesi vardı: Tevrat’ı açıklamak ve bunun cemiyet ve ferd tarafından tatbikim sağlamak. Soferîm, Tev­rat’ın beş kitabından başka nebilerin sözlerini de Kitab’a ‘ek’ olarak yaz­dılar ki isimlerini bu çalışmalardan almışlardır. Önce ilk peygamberler (Yeşu’, Hakimler, Samuel ve Krallar) sonra üç kitap (İşaya, Yeremya, Ezekyel) ve daha sonra da oniki küçük peygamber gelir (Hoşea, Amos, Yoeî, Obadya, Yona, Mika, Nahum, Habakkuk, Zafeniya, Haggay, Zekeriya ve Malaki). Bu arada, bazı müelliflere göre isrâilî olmayan yabancı asıllı bazı kitaplar da isrâilîleştirilerek kitaba eklendi”.[2]

Yahudi tarihinde ilk büyük itizal hareketi olan Şomronîm’in zuhuru­na sebep işte bu Soferîm’in faaliyetidir. Soferîm bir yandan gençlerin eği­timi ile meşgul olurken; diğer taraftan da yazdıkları yeni yeni “Kitab”ları Tevrât’a eklemeye, yazışım ve okunuşunu değiştirmeye başlamışlardı. Şomronîm ise sade bu ilâveleri değil, harflerin karakterlerinin değiştiril­mesini bile kabul etmiyorlardı. Nitekim Tevrât’larını eski şekliyle uzun müddet muhafaza etmişlerdir. Şomronîm’in Tevrat’ı (yani bugün ellerin­de bulunanı) ile yahudi ve hıristiyanlarm bugün ellerinde bulunan Tevrat arasında pek çok farklar bulunmaktadır ve bunların sayısı altı bine ulaş­maktadır.[3]

Kutsal kitaplarının birinci kısmı hakkında kısaca söylenenler ve ma­hiyeti bunlardır. İkinci kısım, yani Ahd-i Cedîd, yani dilimizde “İncil” adı ile anılanlar için söylenecekler de yukarıdakilerden farklı olmayacaktır. Ahd-i Cedîd’in talihi bir bakıma Ahd-i Atîk’den de kötü olmuştur. Nite­kim Tevrat’tan Malaki’ye kadar bütün Ahd-i Atîk koleksiyonunun mey­dana gelişi bin yıl kadar devam eden bir zaman içinde olmasına rağmen yahudiler, yani İsrailoğulları dinî yönden bir takibe uğramış değillerdi. Bu sebeple meydana gelen değişiklikler zamanın uzunluğu ve Soferîm’in çalışmaları yahut gayretleri yüzünden ortaya çıkmıştı. Halbuki hıristiyan­lık daha doğuşundan itibaren gizli faaliyette bulunmak zorunda kalmış ve daha ilk asırdan itibaren dejenere olma yoluna girmiştir. Bir Hıristiyan ilahiyat Profesörünün “Ahd-i Cedîd” başlıklı ansiklopedi maddesinde söylediklerinden alacağımız birkaç cümle bunu daha iyi belirtecektir: “Her ne kadar ilk yazmaların birçoğu, bilhassa Mısır’da bir papirüs koleksiyonu da bulunmuş ise de, Ahd-i Cedîd’in müellif tarafından yazılmış bir tek nüshasına dahi mâlik bulunmamaktayız... Elimizde sadece istinsah edilmiş nüshalar vardır, fakat bu kopyalarla asılları arasında kaç nüsha gelip geçmiştir bilememekteyiz. Genellikle bizim Ahd-i Cedîd’imiz ikinci asır sonunda yazılmış metinlerden intikal etmiş görünmektedir... Keysarya’lı Eusebius, dördüncü asrın başlarında Hıristiyan Kitablarını dört kıs­ma ayırmıştır: 1 — Muteber, 2— Şüpheli veya münakaşalı, 3 — Gayr-i mevsuk, 4 — Sapık.”[4]

Profesörün yazısında bahsedilen metinler ve ikinci asra kadar uza­nan Ahd-i Atîk nüshaları ise yunanca yazılmışlardır. İstanbul’da Kitâb-ı Mukaddes Şirketi tarafından yayılan Türkçe tercümesinin başında da “Es­ki yunanca aslına göre” kaydı bulunmaktadır. Halbuki dini ortaya atan Hazret-i İsa’nın konuştuğu dil yunanca değil arâmîcedir. Filistin ve civa­rında zamanımızdan yirmi asır önce yaşamakta olan İsrailoğullarının o de­virde kullandıkları dil yunanca değil arâmîcedir. Halka hitabeden kimse­nin, anlaşılabilmesi için, konuşulan dille hitabetmesi zarureti vardır. Arâmîce konuşan bir topluluğa ise yunanca hitabedilmesi muhaldir. Nitekim Hasret-i İsa’nın bu dili konuştuğuna yine bugünkü Incil şehadet etmekte­dir. Matta İncilinde yunanca metinde[5] “Isa, Eli Eli lama sa- baktani diye yüksek sesle bağırdı” şeklinde doğrudan doğruya Hazret-i İsa’nın dilinden nakilde bulunulmaktadır. Sahifenin altında verilen notta bu cümlenin daha önce Zebur’da[6] kullanılmış olduğu belirtilmek­tedir. Halbuki Zebur’da bu cümle arâmî değil İbranî şekliyle geçer: “Eli Eli lama ‘avaztanî”. Hazret-i İsa herhalde Allaha arâmî, halka yunan diliyle hitabetmiyordu. O hâlde sorulacak sual şudur: Yunan dil ve kül­türünün hâkim bulunduğu bölgelerde bulunan yunanca Ahd-i Cedîd me­tinlerinin asıl kaynakları, arâmî diliyle yazılmış olanları nerededir? Bah­settikleri “Modern Metin Tenkidi İlmi” bu hususta neler söylemektedir, söyleyebilirler mi? Metin Tenkidi ilmini ilgilendiren kısma kolayca cevap vermek kabildir: Bu ilim, asıl metni bulamadığı için bu konuda konuşmama yolunu ihtiyar ediyor ve tek cümle sarfetmiyor.

Maksadımız Eski ve Yeni Ahidlerin ilmî tenkidini yapmak, mahiyet­lerini açıklamak olmayıp sadece bilginlerin bu konudaki görüşlerini bir nebze olsun belirtmekti. Batılıların, yani yahudi ve hıristiyan fakat ilim haysiyetine sahip müelliflerden başka, onların görüşleri dışında bizi asıl ilgilendiren dinimizin, Kur’ân-ı Kerîm’in bu konudaki görüşleridir. Bu gö­rüşler bütün din bilginlerimizce malûmdur. Fakat bu kâfi midir? Bu kâfi olmayış iki sebeptendir: Birincisi, mâhiyetleri ne olursa olsun, İslâmî gö­rüş ne derse desin, geniş hıristiyan dünyasınca ve —bir avuç da olsa— mûsevîlerce kutsal kitap yahut kitaplar olarak kabul edilmektedirler. İkin­cisi, bahsettiğimiz tenkidler sadece mâhiyetlerine râcidir, bunların bir de muhtevâları vardır. Günümüzde hemen hiç bir şey bilinmeyen bu Kitap­ların muhtevaları, yâni her iki dinin, Yahudi ve Hıristiyanlığın “İlm-i Ke­lâmlarıdır. Bu ilmin batıdaki adı Dogma İlmi’dir. İslâmî esaslara hücum eden bu dinlerin mensuplarına cevap verebilmek, saldırılarını tesirsiz bı­rakabilmek için onların dayandıkları temelleri bilmek ve bu temellerin mü­nakaşasını yapabilmek gereklidir. Bu konularda ise dilimizde yazılmış, mübalâğasız, tek satır yoktur. O zaman ortaya yabancı dil bilme meselesi çıkacaktır. Bütün din adamlarımızın bu mevzuları araştırabilecek derece­de yabancı dil bilmeleri idealdir, ama ne yapalım ki, daha uzun yıllar da ideal olarak kalacaktır.

Batı Kilisesinin memleketimizde giriştiği, Önce İslâmî yıkıp sonra da yerine kendi dinini ikâme etme faaliyetine seyirci kalamıyacağımıza göre, müslüman olarak, din adamı olarak, Diyânet İşleri teşkilâtı olarak neler yapabiliriz?

Akla ilk gelen çareler olarak şunları tesbit edebiliriz: a) Yazılı veya sözlü propagandalarını teferruatı ile ele almak, b) Her birinde ileri sü­rülen görüşlere Kur’ân-ı Kerîm ve akla dayanarak cevaplar vermek. c) Mevcut din adamlarımızdan mümkün olduğu kadar çoğunu bir araya getirerek yahudi ve hıristiyan dinlerini öğretmek ve onlara bu iki din ile İslâmiyet arasındaki derin farkları anlatmak, mukayese yapmak. d) Her iki din ile İslâmiyetin tarihteki münasebetlerini ele alarak, bu münasebetlerin bugünkü durumlarını tesbit etmek...

Memleketimizi saran eski tehlikenin yeni yönü hakkında yazılacak çok şey vardır. Şimdilik bu kadarla yetineceğiz.



[1] Bak. A. Bentzen, Introduction to the Old Testament, C. I. p. 112 ve T. James Meek. Hebrew Origins, p. 37, Her iki eser de New-York’ta 1948 ve 1960 yıllarında basılmıştır.)

[2] (Bak. H. Hirsch Graetz, History of the Jews, C. I pp. 396-400 ve Robert H. Pfeiffer, Introduction to the Old Testament, p. 23. Yazarların ilki yahudi, diğeri hıristiyandır).

[3] (Bak, A. von Gal, Der Hebraisch der Samaritaner adlı eserinde bu farkları sayar. İki Tevrat arasındaki farklara işaret eden diğer bir eser de şudur: John W. Nutt, Fragments of a Samaritan Targum, metin kısmı pp. 6-65).

[4] P. Clifton Grant, New Testament, pp. 530-531, Encyclopedia of Religion içinde).

[5] (Bab. 27, 46).

[6] (Mezmur 22, 1).