İSLÂM DİNÎ İÇİN REFORM BAHİS KONUSU OLAMAZ
Fahri KUTLUAY
Son beş on yıldır, aydın, yarı aydın veya bilgin geçinenleri saran belli başlı konulardan en önemlisi din konusudur. Kimimiz, dinde reform yapmak lâzımdır diye yırtınır; kimimiz de haklı olarak bu yırtınanlara gayet kesin bir karşılık verip; din deforme olmamıştır ki, reform yapmağa ihtiyaç duyulsun, der.
Reform taraftarı olanlar din mefhumunda bir şeyler bulmak ve hem de bunu kolayca elde etmek heves ve isteğine kapılmışlardır. İstiyorlar ki, namaz gibi, oruç gibi İslâm Dininin yapılmasını farz yani zarurî kıldığı ibadetlerin yerine, arzu ve hevese dayanan bir şeyler koyup, bunun üstüne de reform etiketini takarak kendilerinde birer inkılâpçı hüviyeti tevehhüm etsinler.
Görmemek kabil değildir ki toplum, son yıllarda herşeyin kolay tarafını aramak hastalığına tutulmuştur. Beş-on gün çalışıvermekle en çetin sanat dalında başarının meyvelerini toplamak isteğindedir. Meselâ şiir mi? Daha dilin gramerini, inceliklerini, kaidelerini, diğer dillerle münasebetini ve bağlantılarım bellemeden ve iyice hazmetmeden oturup şiir yazmak istiyor. En fenası, şiirde bulunması gereken bütün özelliklerden yoksun, acaip bir şeyi şiir diye ortaya sürmeye kalkıp, bunu bastırıp dağıtmaya cesaret ediyor. Bunun gibi, din deyince de, onu, daha bilmeden, anlamadan, öğrenmeden, ilkin ona dil uzatarak yermeğe yelteniyor. Zoruna gelen tarafını kolaylaştırmak istiyor, her yönünü kendi arzusuna göre istihale ettirmeğe çalışıyor. Buna bir misâl vereceğim ki oldukça yaygındır:
Din, namazı emretmiştir ve namaz dinin direğidir, denildiğini de duymuştur amma, namaz onun zoruna gitmektedir. Çünkü, namaz için ilkin iç’te ve sonra dış’ta bir temizlik lâzımdır. Lâzımdır amma, ne içinde ve ne de dışında, öylesine bir temizlik sağlamaklığın mümkün olmadığını anlamıştır. Temizliğin bilhassa iç’te, görünmeyen taraflarını sakladı farzedelim. Dış temizliğin saklanamıyacak tarafları var. Bundan başka gerekli bilgiler var. Kur’ân-ı Kerîm’den her namazda okunması zorunlu âyet ve sûreleri bellemek var. Hele bunların anlamlarını da Öğrenerek Allah’ın huzurunda Kur’ân dili ile kulluk edebilmek daha çok zoruna gidiyor. O halde ne yapmalı? REFORM, diyor.
Reformcuları çok dinledim. Namaz kılmak çin Kur’ân-ı Kerîm okumaklığın şart olduğunu öğrenince “Ben bilmediğim bir dilden okumaktan ise, Allah’a kendi öz dilimle hitabı daha doğru bulurum” diye fetvayı bastırıyor. Hele bunların çoğu bir tekerleme uydurarak kendi kendim aldatmak ve çevresindekileri de bu aldanışa ortak etmek için uğraşıyor: “Benim kalbim temizdir. Kalbim temiz oldukça namazın ve şâir ibâdetlerin bana taallûku yoktur.” diyebiliyor. Bu inancın ve bu saplanışın koyu bir bilgisizlikten ve gafletten ileri geldiği meydandadır. Çünkü Allah, Kur’ân-ı Kerîm’de “Cinleri ve insanları bana ibadet etsinler diye yarattım” demektedir. İslâm Dîninin Müslümanlara yapılmasını emrettiği, ihmal ve terkedilmesini câiz görmediği ibâdetler arasında namaz birinci dereceyi alır. Bu ibâdetin ne reforma ne de herhangi ta’dil ve te’vile tahammülü yoktur. Kalbini ne ile yıkarsa yıkasın ve hangi ölçüde temiz olursa olsun, bir Müslümanı namazdan hiçbir şey muaf tutamaz. îslâm Dîninin esaslarına hakkıyla inanmış ve Islâmiyetin gerçeklerini kavramış bir Müslümanın, Tanrı huzuruna durup da yürekten yakarışındaki yüce duyguları hakkıyla ifadeye kelimelerin kısır anlamı yetişmez. Belki bir ayna kadar saf bir gönlün dupduru ve engin hisleri tercüman olabilir.
Lâkin îslâm Dîni, dâima gelişme, dâima ilerileme, dâima yükselme esaslarına ve prensiplerine yer verir. Hiç şüphe edilmeden söylenebilir ki, dünyada resmen tanınmış dinler arasında İslâm Dîni kadar yeniliğe, ileriliğe değer veren bir din daha yoktur. .İslâm dîninin doğuşunda, insanı derin derin düşündüren, o kadar büyük bir nükte vardır ki: Peygamberimize ilk indirilen Kur’ân âyeti “OKU” emri ile başlamaktadır. Sâde bu kelime, İslâm Dîninin okumaya, öğrenmeye, yâni bilgiye verdiği değer ve önemin derecesini göstermeye yeter sanırım. Dünya üzerinde hergün artan ve artmakta büyük bir hızla devam eden bilimsel araştırmalar ve buluşlar ile paralel olarak biz Müslümanların da dinsel anlayışımızda zamanın îcablarına cevap verecek bir gelişme ve genişleme elbette gereklidir. Din adamlarımızın, dîne hizmet etmekle görevli “Hayrat Hademesinin” idrâk ve anlayışında, bilim yoluyla bir REFORM yapmaklığın zamanı çoktan gelmiş ve geçmiştir. Kesin olarak anlaşılmalı bilinmelidir ki, İslâm Dîninde ne yobazlık vardır, ne de taassub. Hele cehâletin aslâ yeri yoktur. Bu yönde samimî olarak ilkin kendi kendimize ve sonra da biribirimize içimizi açarsak, gerçek durumumuzun yüz ağartıcı olmadığını bütün çıplaklığı ile görürüz. Geri kalmış bir ülke olduğumuzu anlarız.
Bu durumdan milletçe ve topyekûn kurtulmak ve kalkınmak gerekirse, Ankara Üniversitesi İlâhiyat Fakültesinden, İslâm Enstitüsü Öğretim üyelerinden, Diyânet İşleri Başkanlığı Müşavere Heyetinden ve memleketin tanınmış din ve ilim adamlarından meydana gelecek seçilmiş bir içtihad müessesesi veya içtihad heyeti, bin yıl önce Bağdad’ın kapatılan içtihad kapısını tekrar açmalı ve “Zamanın değişmesinden dolayı değişecek hükümler” işini çözmelidir.
Rahmetli büyük Türk şair ve düşünürü Mehmed Akif’in elli yıl önce yazdığı ve elli yıldanberi din adamlarımızın bütün bir gönül birliği ile okumakta devam ettiği ve fakat gerçek anlamını kavrayamadığı şu mısraları beraber bir kere daha okuyalım:
Ya açar nazm-ı Celil’in bakarız yaprağına,
Yahut üfler geçeriz bir ölünün toprağına.
İnmemiştir hele Kur’ân bunu hakkıyla bilin;
Ne mezarlıkta okunmak, ne de fal bakmak için.
*
* *
Doğrudan doğruya Kur’ân’dan alıp ilhamı,
Asrın idrâkine söyletmeliyiz İslâmı.
Kuru dâvâ ile olmaz bu, fakat ilm ister,
Ben o kudrette adam görmüyorum, sen göster!..
Evet din adamlarımız elli yıldanberi yukarıdaki ilk dört mısraı ezberden okumakta devam etmişler ve fakat bir çoğu da, Kur’ân-ı Kerîm’i yine mezarlıkta okumaktan ileriye gidememişlerdir. (Memnunlukla belirtmelidir ki, son zamanlarda az da olsa bir gelişme var).
Asrın idrâkine gelince: gökteki yıldızlarda araştırma yapmak için yıllardır peykler fırlatılırken, biz Kur’ân’dan aldığımız ilhamı, Süleyman Çelebi’nin yüzyıllar öncesi yazdığı Mevlid’den daha öteye götüremedik. Halbuki böyle mi olmalıydı?