Makale

BAŞKALARININ HESABINI SİZDEN SORMAZLAR

ELEŞTİRME

BAŞKALARININ HESABINI SİZDEN SORMAZLAR

Mev’iza

Bismi’liahrr-rahmani’r-râhîm

«Ey İman edenler! Başkalarının hesabını sizden sormazlar; siz kendinize bakınız!»

Mealini naklettiğimiz Hitâb-ı İlâhî, doğrudan doğruya biz Müslümanla­ra âit iken, yazıklar olsun kî, hiç birimiz o emri yerine getirmiyor; en kıy­metli zamanlarmuz, o, nefsimizi murakaba altında bulundurmakla geçecek saatlerimiz, günlerimiz, hattâ ömürlerimiz hep başkalarının hatâsını araştır­makla, başkalarının fenalığım sayıp dökmekle heder olup gidiyor.

Gerek İslâm cemiyetinin, gerek o cemiyetten bir ferdin hayrı için teklif edilen işlere karşı: (Neme lâzım! Ne üstüme vazife!) cevâb-ı miskînânesini atalar sözü gibi aynen tekrar ediyoruz; Cennetlik vücudumuzu azıcık yor­mak şöyle dursun ağzımızı bile açmıyoruz da meselâ Ahmet’in, Mehmet’in hareketlerini muâhazaya gelince, olanca faaliyetimizi, olanca talâkatimizi; sarf etmekten asla geri durmuyoruz!

Yeryüzünün dörtte üç bölüğünü kaplayan Müslümanların yine dörtte üç bölüğü hiç bir eser-i hayat göstermiyor. Bu bîçârelerin hayat âlemine, şüûn-u âleme (dünya işlerine) afal afal bakan gözleri (ne gelenden habe­rim var, ne gidenden haberim!) mealini ne açık bir beyan ile anlatıp duru­yor. Geride kalan azlığın fırıl fırıl dönen nazarları ise başkalarının nekâisiyle (kusurlariyle, eksiklikleriyle) uğraşmaktan baş alıp da bir kerecik olsun kendi muhitine, kendi şahsına, dönmüyor! Hülâsa, ekseriyet tefritin, ekalli­yet ifratın kurbanı olup gidiyor.

Müslümanlık fıtrî din, İlâhî din, hem en son İlâhî din olmak îtibâriyle bir itidal dini iken, nasıl oluyor da bizler hiç mutedil bir hatt-ı hareket tâkib edemiyoruz? Bunun cevâbı pek kolaydır: Çünkü Müslüman nâmı altındaki cemâatin çoğu İslâm’ın aslından ve dosdoğru şeklinden alabildiğine gafil. Dünyâda, ukbâda bizi insanların en mes’ûdu sırasına geçirmeyi kâfil olan böyle bir dîni cehlimize kurban ettik; hâlâ da ediyoruz. Yazıklar olsun...

İslamiyet’i şimdiki hâline getirince artık hiç birimizde uyanıklıktan eser kalmadı; Ahlâk-ı fâzılanın (değeri yüksek ahlâkın) ismini bile unutmak derekelerine düştük. Evet, haydi mâzîden ibret almıyoruz: Çünkü gözümüzle görmedik. Haydi zamanımızda, fakat başka iklimlerde yaşıyan dindaşları­mızın felâketine bakarak kendimize gelmiyoruz: Çünkü zavallıların kayna­yıp gittiği adem girdapları bizim denizlerimizden uzakta bulunuyor. Lâkin şu bizim kendi gözümüzün önünde geçen, kendi başımızın üstünde dönen fâcialardan olsun ibret almak yok mu?

Müslümanlar pek iyi bilmelidirler ki, bizi dört taraftan çeviren felâket­te her ferdin, evet, istisnasız her ferdin bir mes’uliyet hissesi vardır. Eğer herkes gerek kendi nefsine, gerek Hâlık’ına, gerek dindaşlarına, vatandaş­larına karşı îfâ ile mükellef bulunduğu vazifeleri ihmal etmiş olmasaydı bu musibetler, bu belâler, kaabil değil başımıza gelmiyecekti.

Başkalarını muâhaze edivermekle kimse vicdanının huzûrunda mes’ûl olmaktan, mahkûm olmaktan kurtulamaz. Biz dört sene evveline gelinceye kadar geçen zamânı susup oturmakla; şu dört seneyi de oturup muttasıl söylemekle heder ettik. Efradının bütün âzası atalete mahkûm kalarak yal­nız çenesi işleyen bir millet elbette yaşıyamaz.

Biz şâir milletlerden o kadar geri kalmışız ki, aradaki mesafeyi tayy edebilmek[1] için her fert uhdesindeki vazifeden başka bir de fedâkârlık hissi ile mütehassis olacak idi. Heyhat! Bizler o vazifeyi bile külliyen ihmâl etük. Büyük, küçük bütün efrâdın vazifesi muâhezeye, intikâda (Tenkide) münhasır kaldı.

Memleketin en hâmiyetli, en dirâyetli, en doğru düşünen, en doğru söyleyen, mahdut bir kaç evlâdına münhasır kalmak şartiyle muâheze ve intikad, millî selâmetin yegâne çâresi olabilirse de bu hak taammüm ettiği (umûmîleştiği) gibi o devâ, salgın bir hastalık kadar büyük rahneler açar. Nitekim açtı. Şimdi hayât-ı milleti kökünden sarsan içtimâi hastalıklar için­de en dehşetlisi, musâb olduğumuz intikad hastabğıdır. Eslâf[2] «Söz aya­ğa dürmesin!» derler, hem bu sükûttan pek korkarlarmış. Ancak onlar bir çok mütefekkir kafaları da ayak sırasında görürlermiş. O şiddet pek fazla idi. Lâkin hiffetin (hafifliğin) bu kadarı da aynı akıbeti husûle getirir. Nite­kim getirdi. Şimdi yapılacak şey bundan böyle olsun, ağzımızı değil, gözü­müzü açarak, kusurlarımızı yakından görerek onlan ikmale; Allah’a, ibâdullâh’a (Allah’ın kullarına) karşı mükellef olduğumuz vazifelerimizi hakkiyle îfâya çalışmaktır. Ye’sin mânâsı yoktur.



[1] Uçar gibi sür’atle geçebilmek.

[2] Atalar.