Makale

RAMAZAN AYI VE EDEBİYATIMIZ

RAMAZAN AYI VE EDEBİYATIMIZ

Dr. Müjgân CUNBUR

Mübarek Ramazan ayının toplum hayatımızda daima kendine has önemli bir yeri olmuştur. Zaman zaman göz kamaştıracak kadar renkli olan bu muhteşem yer, Ramazan ayının mübarekliği ve orucun kudsiyeti ile Türk milletinin geleneksel konuk ve yardım-severliğinin birleşmesinin mahsulü ve neticesidir. Bu ayın çevresinde yüzyıllar boyu teşekkül edegelen âdet ve gelenekler, millî kültürümüz ve etnolojimiz üzerinde kolayca silinmeyecek izler bıraktığı gibi, edebiyatımızda da unutulmayacak sayfalar açmıştır. Bir kısmı yakın zamanlara kadar süre gelen Ramazan âdetlerinin tarih sayfalarında unutulup gitmesi, kalanların da yavaş yavaş eski parlaklığını kaybedip sönükleşmesi, üzerinde durulması gereken ve acı veren bir vakıadır.
Sıcak yaz gecelerinde sırtında aba ceketi, soğuk kış gecelerinde koyun postundan kara gocuğuyla, ellerinde feneriyle, kaim sopasıyla, mahallenin kilidi-küreği olan bekçiler ve o bekçilerin Ramazan gecelerinde ellerinde davulları, dillerinde destanlarıyla halka sahur vaktinin geldiğini haber verişleri artık uzaklarda kalmıştır:

«Hamd eyle daim Yezdan~a
Gark etti bizi ihsana
Onbir aydır hasret idik ,
Şükür erdik Ramazan’a.
Ramazan bize nur oldu,
Kalbimize sürur oldu.
Aç gözün hab-ı gafletten
Beğim vak-i sahur oldu.»

diyerek, davulunu dangırdatıp Ramazan’ın ilk gecesinin geldiğini müjdeleyen bekçi destanları, eski İstanbul Ramazanlarından günümüze kalan hâtıralardır. Ramazan’ın otuz gecesinde, otuz ayrı destan okunurmuş. Bir gece İstanbul camilerini medheden ve:

«Ar u gayret gütsem gerek
Türlü sohbet etsem gerek,
Bu gece size efendim
Camiler medhetsem gerek.

Ayasofya ibtidası
Cümleden. ulu biwısı
Onu ziyaret edenin
M ak bul olurmuş duası.

Sultan Ahmed hoşça cami
Onu,n da üçtür imamı}
I yd-i şerif günlerinde
Mü}minler eyler seyr anı.
Eser bdd-ı saba yeli
Sarıdır tuğranın teli}
Cemaati eksik olman
Sultan Bayezid-i Veli.
Cami-i Sultan Süleyman
Ribedel yapmış üstfidan
Bir yanı deryaya karşı
Boğaz için eyler seyran.
Davulumun bendi dardır
Söz bilmernek bize ardır}
Şekzade Camiinin de
Bir piruze taşı vardır.
Sultan Selim dilde destan
Alt yanında Çukurbostan}
Durağımız cennet olsun
İ çi dolu gül gülistan.

Yeni Cami gayet zarif
Her canibi olmuş latif}
Çepçevresi altun ile
Yazılmıştır Feth-i şerif.
Yeni cami K etenciler
Davulla gezer bekçiler,
Bir tarafı Gümrükönü .
Bir yanında Çiçekçiler.
Kayyumu kandilin yakar
M ahyasına alem bakar
Şadırvanın misli yoktur
Suyu Tuna’dan akar.
Sultan M e hemmed Camisi
Onun iki minaresi,
İ çinde bir devletli yatur
İ çi dolu nur türbesi.
Yaşa Ali Paşa yaşa
Tarihini yazmış ta~a,
· Cihanda bir cami yapmış
H ekimoğlu Ali Paşa.Davulcuğum da leinetli

Hep bekçüer sünnetli,
Cümle camiler içinde
Hazret-i Eyüb ziynetli.
Tamamına iver canını
Afv eyle varsa noksanım,
Bu kadarcık mazur olS’un
Benim devletli sultanım».

Terrıa§aya vardım anı
Seyr eyledim ol ünvanı
İsmini sual eyledi m
Dediler Nur-i Osmani.

diyen bekçi baba, Kadir gecesini bir başka destanla ışıklandırır:

«Çok şükür bugünü gördük
Yüzümüz yerlere sürdük,
H amdulillah sıkhat ile
Yirmi yedisine ~rdik.
Arif olanlar gezdiler
Bunda maarif düzdüler,
Bu gece Sultan Ahmedlde
Leylet ül-Kadr yazdılar.»

Bu gece Kadir kılındı
Mü)minler onda bulundu,
Hazret-i Hak kabul ede
Hayır dualar olundu.

Ramazan’ın son gecesi «Elveda ey mâh-ı Sultan elveda» diye son destanı okuyan bekçinin sesi, gerçekte eski halk edebiyatımıza Ramazan i ayının bir aksinden başka bir şey değildir. Yazarları unutulmuş, toplumun malı olmuş bekçi destanlarından başka, Ramazan gecelerinde kahvehaneleri sazlariyle, sesleriyle dolduran halk şairlerimizin semaî, koşma ve manîleri, bunlarda mısra-mısra, kıt’a-kıt’a yer alan Ramazan ve oruç bahisleri, bu mübarek ayın halk edebiyatımızdaki tesirlerinin şahitleridir. Folklorumuzun karagözleri, meddah hikâyeleri de var olmalarını, yaşayabilmelerini Ramazan gecelerine borçludurlar, denilebilir.

Ramazân-ı Şerifin divan edebiyatımızdaki etkisine gelince, bu tesir, halk edebiyatında olduğu kadar renkli ve çeşitli değildir. Bununla birlikte bu edebiyatta da «Ramazaniye» adı verilen değişik bir kaside tipinin doğuşunda bu mübarek ayın önemli rolü olmuştur. Cami ve minarelerin kandil ve mahyalarla donatılmış nurlu görünüşleri, iftar ve sahur vakitlerinin bereketli sofraları, divan edebiyatının kendine has mazmunlariy- le «Ramazaniye» lerin nesib veya teşbib denilen başlangıç kısımlarında dile getirilmişlerdir (1).
îstanbul Ramazanlarının, diğer şehirlerinkinden ayrılan bir özelliği vardır. Bu da «Hırka-i şerif» ziyaretleridir. Hazret-i Peygamber’den günümüze kalabilen bu mübarek ve mukaddes emanetler, İstanbul’un iki ayrı köşesini, yâni Topkapı Sarayı’ndaki «Hırka-i Saadet Dairesi» ni ve Fâtih ile Edimekapısı arasındaki «Hırka-i Şerif Cami’i» ni şeref Iendir- mektedir. Bunlardan Hırka-i Şerif Cami’indeki Hırka-i Peygamberi, her Ramazan’ın onbeşinden sonra halkın ziyaretine açılır. Bu, asırlar boyu süregelen bir âdet olarak Ramazan’m kopmaz bir parçası halini almıştır. Onsekizinci asrın tanınmış şairlerinden Nahifî Çelebi’nin işte bu «Hırka-i Şerif» için yazdığı kasidesi, sanki imam Busayrî’nin «Kaside-i Bür’e» sinin Türk edebiyatındaki küçük bir naziresidir, imam Busayrî’- nin bu tanınmış eseri, dinî edebiyatın bir şahaseri olarak günümüze kadar şöhretini devam ettirirken, Nahifî’nin bu güzel eseri «Divan» mm sayfaları arasında unutulup gitmiştir. Bu küçük kaside Sultân-ı Enbiyâ’- dan bir sultân-ı evliyâ olan Veys’el-Karanî’ye intikal eden Hırka-i Peygamber! üzerine yazılmış, samimî ve içe işleyen bir övgüdür:

«Hırka-i mukterem-i mefhar-i A.dem’dir bu
Hulle-i cennet-i firdevs ile tev’emdir bu
Leb-i ddab ile damanını takbil eyle
Hil’at-i dil-keş-i Sultan-ı Dü-alemdir bu
Ka’bedir zat-ı şeref-gU8ter-i Fahr-i alem
Ana puşide olan kisve-i a’zemdir bu
Eyle puşide dil ü cana libds-ı fahri
Mevsim-i ıyd-i meserret, dem-i hurremdir bu
. Yüz sürüp damen-i zişanına kanlar ağ la
Aşık-ı sadık-ı mahbub-i müsellemdir bu
Can-ı müştaka safa-bahş-i peyam-ı vıt;slat
Dil-i hasret-zedenin zahmına merhemdir bu

Aşık-ı sadık isen ey dil-i şuride eğer
Sana candan dahi efdal dahi akdemdir bu
Bezm-i alemde muhassıl hilel-i cennetden
Şeref-i kadr-i eelaliyle mu’azzemdir bu
Fefhar-i alemiyan Şah-ı Rüsülden Veys’e
Tuhfe-i menzilet-efruz-i mükerremdir bu
Zat-ı Veys’el-Karan1/ye nice bin halet ile
Bahş u ithaf olunan hil’at-i ekremdir bu
Dem-i can-bahş-i ziyaretde ulü’l-ebsare
Ba’is-i rij’at olan nükte-i mübhemdir bu
Can-ı şeydada bu bir neşve-i mahfidir ah
Dil-i şuridede bir halet-i mudgamdır bu
Eylemez herkese bu şahed-i can arz-ı cemal
Sanma her merdüm-i biganeye mahremdir bu
Ey N ahifi yürü sür şev k ile ruy-i siyehin
Mazhar-ı rahmet-i Mevla olacak demdir bu»

Topkapı Sarayı’ndaki «Hırka-i Sa’adet» e gelince, O’nun yakınlarında kıldığı bir teravih namazını, Kuşen Eşref Ünaydın şu satırlarla anlatıyor:
«Sütun gövdeleri arasında rüya hayaletleri gibi silikleşmiş küçük bir cemaat işte Teravihe kalktı. Her iki rekâtta bir, güzel sesli hâfızlar salâvat getirmeğe başladı... Öyle bir cûşiş içinde idim ki şu zamanda yaşar bir fânî olduğumu yavaş yavaş unutuyordum. Bilmiyordum ki hangi asrın Türküyüm ! Dirseğim yanımdaki Enderunludan daha vuzuhla Mısır fethinden donen yeniçeriye sürünüyordu. Duyduğum nefes, rükû! larda mafsalları çıtırdıyan buruşuk yüzlü akağadan ziyade Zigetvar’ı görmüş bir pîr gazinin soluğu idi. İmamın geçkin sesi Revan gününden : geliyor gibiydi. Her selâm verişte sanıyordum ki, dizinde teşbih, belindeki hançer bin zünup ve gururunun istiğfarı için mürakabeye varmış bir eski hakanla göz göze geleceğiz. Zira bu tayıfların hepsi buralarda, bu sehhar dehlizde bergüzâr-ı Muhammed’in yanı başında saf-beste idi.
O bergüzar ki, onu Türk milleti en civan demlerinde çılgın âşıklar gibi susuz çöller aşarak, demir kafalar devirerek kucaklamış ve Resûl, dudaklarının izhar buyurduğu arzunun şehrine yeni bir mâna halinde
getirmişti. Yeryüzünün tanıdığı en büyük rûh-i âmiriyetin vücuduna sarılmış, o tendeki ra’şelere sürünmüş Hırka-i Saadet’e bu kadar yakın 
durdukça ilk sahabeleri andım. Maddî tebcil ve şâhâne ruhaniyet payının en yüksek haddini bulmuş bu dairede kıldığımız Teravihi acaba onlar Hicaz yıldızları altında ve soğumağa başlamış kumlar üstünde Re~ sûl’ün etrafında ilk defalar ne taze bir vecdle edâ etmişlerdi.
İbadetimiz bir anber kokusu içindeydi. Bilhassa secde demlerinde bir su uzaktan, maveradan sesleniyor gibiydi. Bu koku bir gümüş buhurdandan geliyor. Bu su, somaki çeşmenin lülesinden boşanıyor ve arapkârî nakışlı bir mermer olukta sırma gibi akıyordu. Bununla beraber Hırka-î Muhammed’in eteği ucunda gûya Kevser’in sesini duyan ve cennetin kokusunu alan mü’minlerdik.
Müezzin: «Elveda yâ şehr-i Ramazan, elveda yâ şehr-i bereketi ve’l-ihsan» diye nida ediyordu..,».
Ruşen Eşrefin büyük bir vecd içinde bu teravihi kıldığı yıllarda, yeni Türk edebiyatının bir başka tanınmış siması «Hırka-i Saâdet» dairesinde dinlediği «Kur’ân-ı Kerim» i içe işleyen bir ifadeyle dile getiriyor: .
«... Yavaş yavaş sesin geldiği pencereye yaklaştık. Baktım; yeşil, yemyeşil, ruhanî yeşil bir daire. Pencereye arkasını vermiş, bir hafız, öteki âleme dalmış bir ruhun istirahatiyle okuyor; diğer bîr hafız da gözlerini yummuş bir köşede teşbihini çekerek bekliyor.
Rehberim Lûtfi Bey’e sordum :
— Hırka-i Saâdet’de ne zamanlar bu hatim indirilir?.. Lûtfi Bey gülümseyerek kulağıma dedi ki:
— Her gün, her saat!.. Dörtyüz seneden beri geceli gündüzlü bilâ fasıla!.. Yavuz Sultan Selim, Hilaf âtın alâmâtı olan Hırka-i Şerîf, San- cak-ı şerîf ve diğer emânât-ı mübârekeyi Mısır’dan İstanbul’a hatimler indirterek getirmiş; İstanbul’a vardığı gece, sarayda yüksek bir mevkie yerleştirmiş; mimarbaşı ve ustalar asıl tevdi olunacak makamı harıl harıl inşa ederlerken, sefer yorgunluğuna bakmaksızın ayakta beklemiş. O gece, geceli gündüzlü Kur’ân okunması için bir vazife tertip ederek, kırkıncısı bizzat kendisi olmak üzere kırk hafız tâyin eylemiş. îgte o gün- denberi bu âna kadar, bu dairede bir saniye tevakkuf etmeksizin Kur? ân okunuyor; bu hâfızlar el’an kırk kişidir. Dâima ikişeri nöbetleşe vazifelerini ifa ederler. Bugün de bu iki hafızın nöbeti dedi.»
Lûtfi Bey’den bu sözleri nakleden Yahya Kemal’dir. 1921 Şubatında yazdığı bu yazısını şöyle tamamlıyor:
«Bu gece, bu saat, ben burada bu satırları yazarken Hırka-i Saâdet Dâiresi’nde Kuran okunuyor. Siz, bu saat benim bu satırlarımı okurken, Hırka-i Saâdet Dâiresi’nde Kur’an okunuyor!.. Tam dörtyüz seneden beri de böyle fasılasız okunmuş... O gündenberi bu düşünce, bir saat 
rakkası gibi hâfızamda sallanıyor. İstanbul’da böyle bir makamın yanında dört asırdır durmamış bir Kur’an sesi olduğunu bilmezdim. Nice Türk’ler, hattâ nice İstanbullular da hâlâ bilmezler. Bu sarayın içinde dörtyüz senedenberi olmuş ihtilâller, hali’ler, kıtaller bu Kur’an sesini bir an susturamamış. Bu hâdiseyi idrak ettikten sonra, İstanbul’dan niçin çıkarılamıyoruz? Bu şüpheyi haleder gibi oldum...»
Bir Ramazan günü, mü’min ve Müslüman Üsküdar’ın sokaklarında gezen de yine Yahya Kemal’dir. «Atik-Valde’den inen sokakta» başlıklı şiirinde Ramazan maneviyyetiyle dolu, oruçlu kimselerin doldurduğu bir semtin tablosunu, böyle bir çevrede oruçlu olmayan bir kişinin duyduğu’ hüznü ve yalnızlığı, ilkini olanca ruhaniyetiyle, İkincisini olanca acılı- ğiyle çizip aksettirir:

«İftardan önce gittim Atik-Valde semtine,
Kaç def’a geçtiğinı bu sokaklar, bugün yine,
Sessizdiler. Faka,t Ramazan mdneviyyeti
Bir tatlı intiziira çevirmiş sükuneti;
Semtin oruçlu halkı, süzülmüş benizliler,
Sessizce çarşıdan dönüyorlar birer birer;
Bakkalda bekleşen fıkara kızcağızları
Az çok yakında sezdiriyor top ve iftarı.
M eydanda kimse kalmadı artık bütün bütün;
Bir top gürültüsüyle bu sahilde bitti gün.
Top gürleyip oruç bozulan lahzadanberi,
Bir nurlu neş’e kapladı kerpiçten evleri.
Ya Rab, nasıl ferahlı bu alem, nasıl temiz!
Tenha sokakta kaldım oruçsuz ve neş’esiz.
Yurdun bu iftarından uzak kalmanın gamı
Hadsiz yaşattı ruhuma bir gurbet akşamı.
Bir tek düşünce oldu teselli bu derdime:
Az çok ferahladım ve dedim kendi kendime:
((Onlardan ·ayrılış bana her an üzüntüdür;
Madem ki böyle duygularım kaldı çok şükür".»

Yahya Kemal’in bu şiiri, son devir Türk edebiyatında Ramazan’ı en güzel aksettiren parçalardan biri ve belki de birincisidir.
Edebiyatımızdaki, etnolojimizdeki, kısacası millî kültürümüzdeki akisleriyle Ramazan ayı toplumumuza asırlar boyu yerleşmiş bir değerler manzumesidir. Zaman ve çeşitli sebepler bu değerleri kısmen unutturmakta, kısmen kaybettirmektedir. Ne var ki ayrıldığımız değerler birer hâtıra olarak tarih sayfalarında, nesir olarak, nazım olarak edebiyatımızda yaşamaktadır. .