KELİMELERİN DİLİYLE RAMAZAN
Osman KESKİOĞLU
İnsandaki duyguların en tatlısı, hiç şüphe yok ki, dinî ve kutsal duygulardır. Bunun içindir ki, mübarek Ramazan ayı, duygularımızın canlı bir ifadesi olan edebiyyatımızda kendine mahsus yeri almış, hürmet ve takdir görmüştür. Nice şair ve edipler, Ramazan hakkındaki ihtisas ve tahassüslerini nazım ve nesir halinde ifade etmişler, içlerinde dalgalanan tatlı duyguları cümlelere ve mısra’lara geçirmişlerdir.
Ramazan-ı Şerif, rahmet ve gufran ayıdır. Bundan kim faydalanmak istemez? Kimi eliyle, kimi diliyle iyilik etmeye çalışır. Şairler de bu rahmet denizinden kana kana içmek, gufran şelâlelerinde yunup arınmak için kalemlerine sarılırlar.
Şair Nazîm meşhur Ramazaniyyesinde:
Müjdeler ey mağfiret-cûyân ki feyz-i savm ile
Saimin her cürjnü bir âbisten-i gufran olur.
diyor. Vâsıf ta:
Bâd-ı gufrân-ı Hudâ kim seheri esdikçe
Gûya berk-i maâst dökülür misl-i hazân,
diyerek Ramazanda esen gufran rüzgârının tesiriyle günâh yapraklarının, hazâna ermiş gibi döküldüğünü söylüyor. Madem ki Ramazân-ı Şerifin, rahmet ve gufrânı, feyz-ü bereketi bu kadar boldur, öyleyse onu Hakk’a şükürler ederek karşılamak, mü’miıi kullara düşen bir borçtur:
Sad şükür gelen mân-i şerîf-i Ramazan’dır,
Hakkın niam-ı rahmeti mebzûl-i cihandır. (Vâsıf)
Evet, bu mübârek ayın gönlümüzde, evimizde, camiimizde, hayâtımızda, edebiyyâtımızda yeri çok başkadır. Kelimelerin dilinden anlıyan- lar, Ramazan’ı edebiyyatımızdan dinlesinler, kelimelerin imanlı sesine kulak versinler; işte o seslerden biri:
“Ramazan: Gözler bütün dikkatleriyle ufukları araştırır, göklerin esmerleşen maviliği içinde bir meleğin tek kaşı gibi ince, parlak bir kavis görünce koşuşurlar.”
“Bu senin mübeşşirindir, ey mübârek ibâdet ve gufran ayı! Gece ve gündüzün bütün didinmeleri ve gürültüleri üzerine örtülen siyah sükûn ve sükût perdesini, davulların sesi, seni müjdeleyerek yırtar. Tevekkül ve huşû’ ile dolu müslüman gönüllere, uzun hicranlardan sonra kavuşulan bir sevgili gibi gelişin ruhanî bir neşe serper. Büyük caddelerde, avîzelerinden dökülen nur şelâleleri kafeslerinden taşan yüksek, zengin konaklardan ücra mahallelerde, bahtı, cephelerinde kararan basık ve harap evlere, kulübelere kadar onbir ay uyuklayan müslüman gecesi kımıldar, uyanır, ilk canlı müsâmeresine başlar...”
“Konsüllerden, piştahtalardan mercan, kehriba, sedef, akîk, necef, kuka, sandal, Ödağacı teşbihler; dolaplardan, sandıklardan, mihraplarının çiçekleri secdelerde temas eden alınlarm hararetiyle solmuş, işlemeli seccadeler çıkar...”
“Ak sakallı, nur yüzlü ihtiyarlar, onbir aylık gafil günâhların, şeytan iğvâlarının keffâretine hazırlananlara, koynunda mağfiret getiren sevgili aya gülümserler. Kadınlar bu “Onbir ayın Sultanı’nı” kirpiklerinde heyecanlar damlayan gözlerle karşılarlar. Çocuklar, toprak yalnız onlar için cennet olan küçük melekler, pencerelere, kapılara koşuşurlar, sokaklara dökülürler, mini mini pembe kulakları, gâh uzaklarda uğuldayan, gâh yakınlarda gümbürdeyen davul seslerine asılıdır...”
“Büyük câmilerin avlularında, medhallerinde altın, gümüş kamçılarının ipek püsküllerinin renk renk parıltısı gözleri kamaştıran teşbihler, dua kitapları, misvaklar camekânlara dizilmeye, dinin kaynağı olan uzak ve sıcak beldelerin esrarlı rüzgârlarını ruhlara estiren çiçek yağları ve baharat kokuları uçuşup yayılmaya başlar.”
“Şerefelerinde kandilleriyle altın bilezikli kollar gibi göklerdeki Hilâline doğru uzanan minarelerin arasında mütefekkir başlan andıran vakur kubbelerin lisân-ı hâli, sana kavuşmanın sevinciyle yanar: Merhaba yâ Şehr-e Ramazan, safa, geldin yâ Ramazan!..”
Celal Sâhir’in bu satırları, her mü’minin gönlünde yaşattıklarına ve içinde yaşadıklarına tercümandır.
Ramazan, teravihiyle, salât-ü selâmlariyle, mukabeleleriyle, sahuriyle, iftâriyle onbir ayın sultanı olmuştur. Salât-ü selâmlarla kılman teravih namazı bu mübarek aya başka bir bereket, ayrı bir kudsiyet katar. İşte eski şâirlerden Vâsıf, mü’minleri saf saf olup teravih namazına durmaya dâvet ediyor:
Mağfiret-hân olalım hüzn ile şeb tâ be-seher,
İdüp ihlâs-ı derûn ile teraviha kıyam.
İşte yeni ediplerimizden Ruşen Eşref de, Topkapı Sarayında Hırka-i Saadet Dairesi yanında, Ramazan’m kudsî havası içinde kıldığı teravih namazını ve o esnadaki duygularını şöyle anlatıyor:
“Sütun gövdeleri arasında rü’yâ hayaletleri gibi silikleşmiş küçük bir cemaat, işte teraviha halktı. Her iki rek’atta bir, güzel sesli hafızlar salevât getirmeye başladı... Öyle bir cûşiş içindeydim ki şu zamanda yaşar bir fâni olduğumu yavaş yavaş unutuyordum. Bilmiyordum ki hangi asrın Türkü’yüm. Dirseğim yanımdaki Enderûnludan daha vuzuhla Mısır fethinden dönen Yeniçeriye sürünüyordu. Duyduğum nefes, rukû’larda mafsalları çıtırdayan buruşuk yüzlü Akağa’dan ziyade Zigetvar’ı görmüş bir pîr gazinin soluğuydu. İmamın geçkin sesi Revan gününden geliyor gibiydi. Her selâm verişte sanıyordum ki, dizinde teşbih, belindeki hançer bin zünûb u gurûrunun istiğfarı için mürâkabeye varmış bir eski hâkanla gözgöze geleceğiz. Zira bu tayfların hepsi buralarda, bu sehlıâr dehlizde bergüzâr-ı Muhammedin yanı başında saf-best idi.”
“...Maddî tebcil ve şahane rühâniyet payının en yüksek haddini bulmuş bir dairede kıldığımız teravihi, acaba onlar, Hicaz yıldızları altında ve soğumaya başlamış kumlar üstünde Resûl’ün etrafında ilk defalar ne taze bir vecdile edâ etmişlerdi.”
“İbadetimiz bir amber kokusu içindeydi. Bilhassa secde demlerinde bir su, uzaktan, mâverâdan sesleniyor gibiydi. Bu koku bir gümüş buhurdandan geliyor, bu su somaki çeşmenin lülesinden boşanıyor ve Arapkârî nakışlı bîr mermer olukta sırma gibi akıyordu. Bununla beraber Hırka-i Muhammed’in eteği ucunda gûya Kevser’in sesini duyan ve Cennet’in kokusunu alan mü’minlerdik.”
“Müezzin: El-vedâ yâ Şehre Bamazan, El-vedâ yâ Şehre’l-bereketi vel-ihsân! diye nida ediyordu...”
Birinci yazının sonunda: Merhaba yâ şehre Ramazan nidasında mübarek aya kavuşmanın sevinci var. İkinci yazının sonundaki: El-vedâ yâ Şehre Ramazan!.. hitabında da bu rahmet ve gufran ayından ayrılmanın hüznü saklı...
Ramazan, işte böyle teravihiyle, salât u selâmiyle, ezan ve Kur’aniyle bizim içimizdedir. Arkasından Tekbîr ve Tahlilleriyle Bayram gelir. Bu münâsebetle de:
“İçimde dalgalı Tekbîri en güzel Dinin”
diyen Yahya Kemal hatıra gelir. “Ezan ve Kur’an” unvanlı yazısiyle mü’minleri sevindiren Yahya Kemal, bu vadide nice güzel yazılar vermiştir. En son Dinin en güzel mâbedi olan Süleynmniye’de Bayram Sabahı’nı anlatırken:
Gördüm ön safta oturmuş nefer esvablı biri,
Dinliyor vecdile tekrar alınan Tekbîri.
diyerek bize takdim ettiği vatan erlerini, Ezan ve Kur’an yazısının sonunda da unutmuyor. Vatanın sahibi olan erleri. Millî Mücâdele’nin bu kahraman evlâdlarını şu tatlı hitâbiyle taltif ediyor:
“Ey Eskişehir’in, Afyonkarahisar’ın, Kars’ın askerleri! Siz bu kadar güzel iki şey için döğüştünüz.”
Ezan, Kur’an, Ramazan ve Vatan, bu kelimelerin hepsi Türk’ün ruh ve beden yapısını teşkil eder. Onun için her şâirimiz bunları dile getirmiştir. Yahya Kemal’in Atîk-Valdeden inen sokakta, oruçlu mü’min kişileri ve iftar vaktinin manevî hazzını anlatan şiiri, şiirin ibadeti gibi ise, Süleymaniye’de Bayram Sabahı da ibâdetin şi’rîyeti denebilir. Gökte kanat, yerde ayak sesleri duyulur. Bu mâbede cemaatla beraber ervah da dolmaktadır. Vatan evlâtları Allah’ın huzurunda durmaktadır:
Dili bir, gönlü bir, imânı bir insan yığını
Görüyor varlığının bir yere toplandığını,
Büyük Allah’ı anarken bir ağızdan herkes,
Nice bin dalgalı Tekbîr oluyor tek bir ses.
Bu tekbîr seslerine top sesleri de karışıyor ve muhteşem bir Bayram oluyor. Her müslüman şehirde ve beldede duyulan bu seslerdir.
Gökte top sesleri var, belli, derinden derine,
Belki yüzlerce şehir sesleniyor birbirine.
Ne kadar duygulu, engin ve mübarek bu seher...
Bayram sabahı Camide bütün bir tarih toplanmıştır ve bir araya toplanan cemâat îmân nuru içindedir, Bayramın bu kudsî havasından kim feyz almak isterse Yahya Kemal’le beraber şu mısraları okuyarak saflara buyursun ve Hakk’ın dîvânına dursun:
Ulu mabdde karıştım vatanın birliğine,
Çok şükür Tanrıya, gördüm, bu saatlerde yine
Taşıyanlarla beraber bulunan ervâhı.
Doludur gönlüm ışıklarla bu bayram sabahı.