Makale

DİN DUYGUSU VE ÎMAN KUVVETİ

DİN DUYGUSU VE ÎMAN KUVVETİ

Sâkib YILDIZ

İnsanı çeşitli yönleriyle inceliyen ilimler, genel olarak onu iki ayrı bölümde mütalâa eder Bu bölümlerden biri, insanın fizikî (maddî) yönü, diğeri de rûhî (manevî) yönüdür. Maddî yönüyle insan, bir bedene sa­hip olan, doğan, büyüyen, sonunda ölen bir yaratıktır. Onu asıl ölümsüz kılan, hayatla olan münâsebetlerini düzenleyen, akıl ve düşünce sahibi yaparak insan olma vasfını kazandıran, manevî yönüdür. Biz, insanın manevî yönü üzerinde duracak, inanç sahasını teşkil eden “Din Duygu­sundan söz edeceğiz.

Umumî mânâda din deyince aklımıza Yüce Varlığa gönülden bağlan­ma, O’na îman etme gelir. Bu îman insanları mânen kuşatan, yapacağı işlerde kendilerine doğru bir istikamet veren kuvvettir. Cenâb-ı Hak in­sanları diğer canlılardan ayrı olarak bu gerçeği duyabilecek üstün bir kabiliyette yaratmıştır. İnsan gördüğü her hâdisenin nedenleri üzerinde düşünen, sebeblerini araştıran, onlar üzerinde akıl yürüten bir mahlûk­tur. Bunu yapmadıkça bir türlü huzura kavuşamaz, çünkü hâdiseler kar­şısında ilgisiz kalamaz. Eşyanın aslına ve mahiyetine nüfuz etmeğe ça­lışır. Hiç kimseden yardım görmese, ona öğreten ve telkin eden olmasa, akıl ve mantığını kullanarak yaratılmasının, varolmasının sebeblerini araştırır, nihayet olgunlaşan düşüncesiyle Halikı (Yaratanı) nı bulur, yüzünü O’na çevirir ve O’na kulluk eder. Kâinatta canlı-cansız her şeyin yaratıcısı olan Allah’ı tanıyıp O’na bağlanmak, O’na ibâdet etmek ihtiyacını duyar. Bu ihtiyaç, kendini bilen her insanın yapacağı kulluk görev­lerinin en başta gelenidir.

İşte buradan hareketle, yaratılışın ilk gününden beri insanoğlunda “Din Duygusu” nun doğuştan (fıtrî) olduğu gerçeğine varabiliriz. Tari­hin hangi devrinde olursa olsun, insanlar bu duygudan uzak kalamamış, fikrî seviyelerine göre dinî bir hayat yaşamışlardır. Ancak bu dinî yaşa­yışta ibâdet, çeşitli şekillerde tezahür etmiş, ma’bûd-u Hakikî olan Al­lah’a yapılması lâzım gelirken düşüncelerindeki farklar ve hayat görüşleri sebebiyle taşlara, ağaçlara, hayvanlara, velhasıl kendilerinden üstün görerek korktukları canlı veya cansız her şeye karşı yapılmıştır. Bu hal, insanların hakikatten uzaklaşıp sapık duygulara kaydıklarını gösterir.

İşte o zaman bu ayrılıkları ortadan kaldırmak, onları tek bir din et­rafında toplamak için Cenâb-ı Hak kendi aralarından emirlerini tebliğ eden Nebiler ve Resûller gönderdi. Bunlar yeryüzüne hidâyet getirdiler. İnsanlara zamanlarının en mükemmel hayat ve cemiyet nizamını öğrettiler. Bu nizamın temeli, önce Allah’a ve Peygamber’ine, sonra da, fiil ve davranışlarını O’nların çizdiği esaslara göre düzenliyerek ölümden son­raki hayat olan âhirete îmandır.

Bakara sûresinin 213. âyeti: “insanlar bir tek ümmetti. Allah nebi­leri (peygamberleri) müjdeci ve uyarıcı olarak gönderdi, insanların ih­tilâfa düşecekleri hususlarda aralarında hüküm vermek için onlarla bir­likte doğru olan Kitab indirdi. Kitab verilenler, kendilerine belgeler geldikten sonra, aralarındaki ihtiras yüzünden o (kitab hakkı) nda ihtilâfa düştüler. Allah îman eden kimseleri kendi irâdesi ile hakkında ayrılığa düştükleri gerçeğe ulaştırdı. Allah kimi dilerse onu doğru yola iletir.” demekte ve Nahl sûresinin 36. âyetinde de: “And olsun ki, her ümmete Allah’a kulluk edin, kötülüklerden sakının diyen peygamber göndermi­şizdir. Allah içlerinden kimini doğru yola eriştirdi, kimi de sapıklığı hak- etti. Yeryüzünde gezin, peygamberleri yalanlıyanların sonlarının nasıl olduğunu görün” denilmektedir. Bu âyet-i kerîmelerden anlaşıldığına gö­re hidâyete erenler Allah’a, vahiy yolu ile O’ndan gelen emir ve yasakla­ra uyarak îman, etmişler, bir kısmı da bunların karşısında olarak kabul­den yüzçevirmişlerdir. Tarihin her devrinde durum böyle olmuştur, hat­tâ zamanımızda bile böyle devam etmektedir.

Demek ki, gerçek din apaçık ortada iken, insan eski alışkanlıklardan, atalarına bağlılıktan kurtulamıyor. Ruhuna yereden değişik şekillerde­ki duygulara körükörüne saplanarak mânevî karanlıklar içinde bocala­yıp duruyor.