CAMİLERE KİTAP VAKFI
Dr. Müjgân CUNBUR
Millî Kütüphane Genel Müdürü
İslâm dininin hukukî ve hayrî müesseselerinin başında hiç şüphesiz vakıf müessesesi diye adlandırdığımız tesisler gelir. Peygamberimiz’in kutlu çağından bağlıyarak yakın tarihlere kadar İslâm memleketlerinde yayılıp süratle gelişen bu müessese, en seçkin ve en güzel Örneklerini Türklerin hâkim oldukları ülkelerde vermiştir. Sosyal ve kültürel dayanışma ve yardımlaşmanın en olgunlaşmış ve en sürekli örneğini veren vakıf müessesesinin, kitap ve kütüphane vakıfları en çok işleyen dalını teşkil etmişlerdir. Kur’ân-ı Kerîm’siz bir câmi ve mescid tasavvur edilemiyeceğine göre, ilk kitap vakıflarının câmi ve mescidlere yapıldığı şüphesizdir. Çünkü “Kur’ân-ı Kerîm” in nüsha ve cüzlerinin câmi ve mescidlere vakfı, yalnız aydınlar arasında değil, halk arasında da çok yayılmış ve çok benimsenmiş bir gelenekti. Ve bu gelenek İslâm’ın ilk günlerinden son devirlere kadar devam edegelmiştir. Kadın olsun, erkek olsun bütün müslümanların gerek ölmüşlerinin, gerekse öldükten sonra kendi adlarını hayırla andırmak istemeleri, okuyanlardan bir “Fâtiha-i Şerife’” beklemeleri “Kitâb-ı Mübin” vakfının başlıca ve en mâsum âmilidir.
Müslümanlıkda “Kitâbu’llah”a gösterile gelen saygı zamanla hudutlarını genişletmiş, bütün kitaplara şâmil olmuştur. Bunun başlıca sebebini, İslâmî ilimlerin “Kur’ân-ı Kerîm” e dayanmasında, daha doğrusu ondan doğmasında aramak gerekir. Müslümanlık okumayı, okutmayı, öğrenmeyi, öğretmeyi ibâdet derecesinde terviç eden tek dindir. Müslümanlıkta kitaba ve ilme gösterilen saygı, Tanrı’nın buyruğuna ve Peygamberimiz’in şerefli sözlerine dayanır.
Tanınmış hadîs rivâyetçileıinden İbn-ü Abbas’dan nakledilen bir hadîs-i şerîfte “Kitapla ilim iki kardeştirler, kıyamet gününde sâhiple- rinin boyunlarına takılacak zincirlerdir” buyrulmuştur. Hazret-i Peygamber’e kitap ve ilmin sahipleri için neden zincir olacağı sorulduğunda, “ilgililerden, isteklilerden saklandığı müddetçe, yâni ilim öğretilmedikçe, kitap okutulmadıkça kıyâmet gününde sâhiplerinin boyunlarına zincir gibi takılacağını” açıklamışlardır. Bu büyük hüküm, İslâmın ilk çağlarından itibaren gerek halk arasında, gerekse ilim ve eser sâhipleri üzerinde te’sîrini göstermiş olmalıdır.
Hadîs-i şerîf halk arasında te’sîrini göstermiş, evlerde bulunan “Kur’ân-ı Kerîm”lerin okunmadan, okutulmadan ve hattâ dinletilmeden kapalı bırakılmasının günah olacağına îmân edilmiştir, işte “Kur’ân-ı Kerîm” nüsha ve cüzlerinin mescid ve câmilere bağışlanmasının ikinci sebebini bu inanışta bulmak kaabildir. Hadîs-i şerîf’in bilginler ve yazarlar üzerindeki te’sîri daha başka olmuş, onlar da eserlerini isteyenlerin okuması, isteyenlerin istinsah etmesi için eserlerinden bir nüshayı bulundukları şehrin veya mahallenin câmi veya mescidlerine bırakmayı âdet edinmişlerdir. Bu konudaki en eski bilgi ve belgeyi Kûfe’li dil bilginlerinden Ebû Amr Şeybânî vermektedir.
Câmilere kendi eserlerini bağışlayan İslâm bilginlerine bir Örnek olarak tanınmış tarihçi İbn-ü Haldun’u gösterebiliriz. İbn-ü Haldun “Kitâbü’l İber” adını taşıyan gerek hacim, gerekse muhtevâ bakımından büyük eserini Fas’taki Karaveyn Câmi’ine bağışlamış ve câmideki hâfız-ı kütüp uygun gördüğü takdirde eserin değeri kadar bir rehin karşılığı, iki ay süreyle okuyucunun evine ödünç olarak verilmesini de şart koşmuştur.
En son ve en seçkin dînin temel yasalarından biri olarak ibâdetin, ilim ve kitaptan ayrılmayacağı düşüncesi ilk asırlardanberi topluma hâkim olmuştur. Kitap ve ilim de ibâdetten ayrılmayınca dînimizin esâs ibâdet müesseseleri olan mescid ve camiler, çevreleri için aynı zamanda kültür ve ilim yuvaları hâline gelmişlerdir, İslâmın ilk yıllarında, mescid ve câmilerin müslümanlar için tek âmme müessesesi olduğu, dînî, idârî ve içtimâi her mes’elenin oralarda halledildiği bilinmektedir. Bu ibâdet yerleri aynı zamanda İslâmî eğitim ve öğretim faâliyetinin de tek merkezi idiler. Medreselerin kurulmasıyla öğretim işi bir dereceye kadar câmi ve mescidlerin üzerinden alınmış ise de, bu ibâdet yerleri yine de halk eğitiminin başlıca mektepleri sayılmış, halkı dînî ve ahlâkî yönden yetiştirme faâliyetlerine devâm etmişlerdir, ilk asırlarda mescid ve medreseleri bir birinden ayırmaya pek de imkân yoktur. Çünkü birinde ibâdet yapıldığı kadar, okunan hutbelerle, verilen mev’ize ve derslerle o nisbette de eğitim ve öğretim yapılmakta, diğerinde öğretim ve eğitim yapıldığı nisbette ibâdete de yer verilmekteydi.
Kitapsız eğitim ve öğretim olamıyacağına göre, câmi ve mescidlere tek veya birkaç kitap hâlinde başlayan bağış ve vakıflar, zamanla yüzleri, binleri bulmuş, bu bağışlanan kitaplarla câmilerde ilk zamanlarda kitap dolapları, bir süre sonra kitap köşeleri teşekkül etmiş ve bu sûretle “Câmi kütüphaneleri” dediğimiz İslâmın ilk genel, bir bakıma ilk halk kütüphâneleri doğmuş ve kurulmuştur. Bağışlar arttıkça, hele toplu kitap vakıfları yapıldıkça câmi içinde bir bölüm, bir revak altı, yâhud başlı başına bir oda kütüphâne hizmetine ayrılmaya başlamış, daha sonraki yüzyıllarda ise câmi bitişiklerinde müstakil kütüphâne binâlarının inşâ edildikleri görülmüştür.
Medîne ve Mekke câmilerinde zengin kitap kolleksiyonları mevcuddu. Bilhassa Fas ve Tunus’taki büyük camiler ayni zamanda kütüphaneleriyle de meşhurdurlar. Tunus’taki Zeytûne Câmi’inde büyük bir kütüphâne bulunduğu gibi, burada Harîrî’nin “Makaamat”ı da okutulmaktaydı. Bağdat’taki Nizâmiye Câmi’inde bir kütüphâne mevcuddu ve devrin sayılı bilginlerinden İsfarâ’înî bu kütüphanenin hâfız-ı kütübiydi.
Ancak Câmi kütüphaneleri en büyük gelişmeyi müslüman Türk ülkelerinde göstermişlerdir. XII. Yüzyılda Yakut’un “Mu’cem ül-bül-dan” adlı eserinde Merv’de bulunduğu bildirilen 10 kütüphaneden dördü câmi kütüphânesidir. Bunlardan biri oniki bin cilt kitabı ihtiva eden Aziziye kütüphanesidir. Sultan Sencer’in şerbetçibaşısı Azîzü’d-din Ebûbekir tarafından kurulmuştur. İkincisi Kemâliye Kütüphanesi, üçüncü Şerefü’l-mülk Müstevfî Ebû Sa’d Muhammed b. Mansûr’un câmi indeki, dördüncüsü Nizamü’l-mülk el-Hasan b. îshak’m câmiindeki kütüphânedir.
Meyyâfarikîn’da ve Diyarbakır (eski adıyla Âmid) daki büyük câmi kütüphâneleri ise Diyarbakır Emîrinin veziri Şeyh Ebû Nâsır Menazî tarafından te’sis edilmişlerdir.
Bu kütüphaneler yalnız Müslümîn denilen halka değil, ayni zamanda ehlü’l-ilm denilen öğrencilerin istifâdesine de açık bulundurulmakta idiler. 972 de inşâsı biten Ezher Câmiinin revakları altında kurulan kütüphâne, daha çok talebeler için teşkil edilmişti.
Câmilerdeki kitap kolleksiyonları daha ziyade “Kur’ân-ı Kerîm” ve Kur’ânî ilimlere dâir eserleri ihtivâ etmekteydi; bunlar yanında tamamlayıcı mâhiyette mantık, felsefe, hey’et, hendese, mûsikî, tıp, kimya gibi ilimlere âid eserler de bulunmaktaydı. Câmiler yalnız namaz vakitleri açılan ibâdet yerleri değil, bütün gün müderrislerin, talebelerin, hâfızların, müstensihlerin, yabancıların ve halkın yararlandığı canlı ve hareketli irfan ocakları idi.
Câmi kütüphânelerinin en güzel örnekleri Osmanlılar zamanında Anadolu’da, Rumeli’de ve İstanbul’da kurulmuştur. Bunların en önemlileri ayrıca tanıtılacaktır.
Câmilere kitap bağışı, kitap vakfı yüzyıllar boyu devam etmiş, gelenekleşmiş güzel bir âdetti. Câmilere kitap vakfetmekle Peygamberimiz’in hadîs-i şerifindeki okutulmak ve öğretilmek emri yerine getirildiği gibi, mü’minlerce, vakfedilenlerin okunmasiyle Allah’ın ilk ve büyük emri, “OKU” emr-i İlâhîsine de uyulmuş oluyordu.