KUR’AN NASLARINI ANLAMAK GAYESİYLE KUR’AN ÜZERİNDE YAPILAN İNCELEMELER
“Kur’ân’ı gereği gibi düşünmüyorlar mı?”
Müfessirlerden büyük bir ekseriyet, Kur’ân naslarını, kesin olarak sâbit olan hadîs-i şeriflerden başka bir şeyle mukayyet olmadan, tefekkür ve teemmül yoluyla anlamaya yönelmişlerdir. Onlar, bazı Sahâbenin görüşleri karşısında, bunlardan, kendi mantıkî düşünüş tarzlarına uyanları seçerler ve bu görüşlerin bazısını diğerlerine tercih ve tafdil ederler. Tâbiîn’in reylerine gelince: Onlar kendilerini bu görüşlere tâbi olma durumunda görmezler. Kur’ân âyetleri karşısında iyice düşünüp onu gereği gibi anlamak hususunda, daha sonraki devirlerde gelen müfessirlerin fikir ve görüşlerinden nasıl faydalanıyorlarsa, Tâbiîn’den olan müfessir- lerin görüş ve düşünüş tarzlarından da öylece faydalanırlar. Bu konuda İmâm-ı A’zâm Ebû Hanîfe (Allah ondan râzı olsun) der ki:
“Resûlullah (S.A.V.) den gelenlerin başımız üstünde yeri var. Sahabeden gelenleri seçeriz. Tâbiîn’den gelenler ise; onlar da fikir sahibi —düşünen— insanlar, biz de...”
Müfessirler, Kur’ân-ı Hakîm’in âyetlerini teemmül ve tefekkür konusunda, bizi, âyetler üzerinde iyi düşünmeye ve tefekküre teşvik eden:
“Kur’ân’ı —hâlâ— iyice düşünmüyorlar mı? Yoksa kalplerine (kat kat) kilitler mi vurulmuştur?”[1]
“Onlar Kur’an- (hala) gereği gibi düşünmüyorlar mı? Eğer O, Allah’dan başkası tarafından olsaydı, mutlaka onda birbirini tutmayan çok şeyler bulurlardı.”[2]... gibi birçok Kur’ân âyetlerine istinad etmektedirler. Şüphesiz Hak Teâlâ Kitabını, insanlara rahmet, takvâ sahiplerine hidâyet için göndermiş ve O’nu, âyetlerini gereği gibi düşünmeleri, nasihatlerini iyice anlamaları ve yüce hedeflerini idrâk etmeleri için açıklamıştır. Nitekim Hak Teâlâ:
“(Kur’ân) âyetlerini inceden inceye düşünsünler ve tam akıl sahipleri ibret alsınlar diye sana indirdiğimiz, feyiz kaynağı bir kitaptır.”[3]
“Bunlar, apaçık olan bir kitâbın âyetleridir.”[4] buyurmuştur.
O’nu Araplara, işiten ve okuyanların anlayabilmeleri için Arap diliyle inzal ettiğini;
“Gerçekte biz, onu, (mânâsına) akıl erdiresiniz diye Arapça bir Kur’ân olarak indirdik”[5] mealindeki âyet-i kerîmesiyle bildirmiş ve apaçık olan âyetlerin üzerinde gereği gibi düşünüp onu iyice anlamıyanları, kalbleri perdelenerek İlâhî nûra karşı kapanmış olarak vasfetmiştir. Daha sonra da, tefekkür ve teemmül yoluyla Kur’ân’dan kolayca ibretler alınabileceğini hatırlatarak;
“Hamdolsun ki Biz Kur’ân’ı düşünüp ibret almak için kolaylaştırdık, ibret alan var mı?”[6] buyurmuştur.
Ömer İbnü’l-Hattâb (R.A.), Câhiliyet devrindeki, İslâm’a karşı ısrarlı düşmanlığına ve Müslümanlara karşı şiddet kullanmasına rağmen, o câhil ve haşin halinde Kur’ân-ı Hakim’den bâzı âyetleri dinler dinlemez, Kur’ân’ın apaçık âyetleri önce kulağına çarparak onu sarsmış, sonra kulağından kalbine inerek kalbini veb ütün varlığını ışıklandırmış ve onu bir halden diğer bir hale çevirmiştir. Allah, kalbini İslâm’a açmış, o da Müslüman olmuştur. Bu hâli gören inkârcı ve inatçı müşrikler, Kur’ân-ı Kerîm’in insan duygulan ve akıllar üzerindeki tesirini anladılar, büyük toplulukların onu dinlemesine mâni olmak için ellerinden gelen herşeyi yaptılar ve:
“O küfür edenler: Bu Kur’ân’ı dinlemeyin, O’nun hakkında yaygaralar, gürültüler yapın. Belki (böylece ona) galip gelirsiniz, dediler.”[7]
Kur’ân’ı işitenleri, ondan yüz çevirmeleri için de, “Kur’ân sihirdir. O bir şiirdir. Eski nesillerin masallarıdır.” gibi hezeyanlar yaydılar.
Hâkim, İbn-i Abbas’dan şu sözleri nakletmiştir:
“Velid îbn el-Mugîre, Peygamber (S.A.V.)’e geldi. (Peygamberimiz) ona Kur’ân okudu. Sanki o yumuşadı. Onun bu hâli Ebû Cehl’e haber verildi. O da, hemen (Velid bin Mugîre’ye) gitti ve: “Yâ amca! Senin milletin, Muhammed’e gitmemen ve onun sözünden yüz çevirmen için, sana verilmek üzere mal toplamak, istiyorlar.” dedi. O da “Kureyş bilir ki ben, onların hepsinden daha çok mala sahibim.” diye cevap verdi. Ebû Cehil: “O halde, onu kerih gördüğüne dair milletine ulaşacak bir söz söyle.” dedi. Mugîre oğlu Velid: “Ne söyleyeyim? Vallahi, sizin içinizde benden daha iyi şiir bilen, onun nevilerinden anlayan, cinlerin de şiirlerine vâkıf olan bir kimse yok. Vallahi söylediğiniz sözler, bundan (Kur’ân’dan) hiçbirine benzemiyor. Ve vallahi —onun söylediği— sözlerde başka bir tatlılık ve güzellik var. Sözünün yukarısı da aşağısı gibi tesirli ve verimli. Muhakkak ki o yükselecek, onun üstüne, hiçbir şey yükseltilemiyecek. Ve o, altında kalanları mutlaka ezecektir.” dedi.
Ebû Cehil: “Senin milletin, onlara bunu söylemene râzı olmazlar.” deyince, “O halde bırak beni düşünmeyin.” dedi. Düşündükten sonra: “Bu, sihirbazlardan öğrenilip nakledilen bir sihirdir.” dedi. Bu hâdise üzerine şu âyet-i kerîme nâzil oldu:
“Çünkü o, (Kur’ân hakkında ne diyeceğini) düşündü, taşındı, ölçtü biçti. Hay kahrolası! Ne biçim ölçtü biçti! Tekrar kahrolası, nasıl Ölçtü Öyle! Sonra baktı (ne söyleyeceğini düşündü). Sonra suratını astı, kaşlarını çattı. En sonra (Hakk’a) sırt çevirdi ve büyüklük tasladı da: “Bu, sihirbazlardan öğrenilip nakledilen bir sihirden, bir insan sözünden başka birşey değildir.” dedi. Onu Cehenneme sokacağım Ben...”[8]
Utbe ibn-i Rebîa, “Fussilet” sûresinin ilk âyetlerini işitince meyletti... Ona milleti “Sende ne haberler var, ya Ebâ Velîd?” diye sorunca; dedi ki: “Bendeki haber şu: Öyle bir söz işittim ki, Vallahi ömrümde ona benzer bir söz asla işitmedim. Vallahi o, ne bir şiir, ne bir sihir, ne de bir kehânettir.”
Peygamberimiz Kur’ân’ı, kalbleri yumuşatan, fikirlere ufuklar açan, nefislere haşyet veren, düşündürücü bir sesle okurlardı. Sahâbeleri ve Tabiîn de Hak Teâlâ’nın,
“Kur’an’ı açık açık, tane tane oku”[9] emrini ve:
“Allah, Peygamber için Kur’ân’ı güzel sesle açıktan tegannî etmesine izin verdiği kadar hiçbir şeye izin vermemiştir.” hadîsine uyarak, Peygamberimiz’in okuduğu tarzda okurlardı.
Hrıstiyan tabibi Masergûye, Ebû’l-Hoh’un Kur’ân-ı Hakîm âyetlerini tilâvetini işitti ve gözlerinden yaşlar boşandı. Ona: “Allâh’m Kitabı okununca, onu tasdik etmediğin halde nasıl ağladın?” dediler. “Beni ağlatan, hüzün ve yanıklıktır.” diye cevap verdi.
Biz şunu da biliyoruz ki, Kur’ân-ı Kerîm’de vârit olduğu üzere, Kurân’a meyleden cin taifesi, onu düşünerek dinleyip mânâsını anlar anlamaz îman etmişlerdir. Hak Teâlâ bu hâdiseyi şöyle anlatıyor:
“Hani cinlerden bir tâifeyi Kur’ân-ı dinlemek üzere sana yönetmiştik. Onlar, huzura gelip dinlemeye hazırlanınca, birbirlerine; “Susun, (dinleyelim)” demişler. (Okunması) bitirilince de, a’zâb ile korkutucular olarak kavimlerine dönmüşlerdi. (Varınca) Ey kavmimiz! Gerçekte biz, Mûsâ’dan sonra indirilmiş olan, kendinden öncekileri tasdik eden, hakkı ve doğru yolu gösteren bir kitap dinledik, dediler.” ve kavimlerine yeni dîni, müjdelediler.”[10]
Kur’ân-ı Kerîm’i düşünmeden okuyanlar veya mânâsını teemmül etmeden dinleyenler ise, Allah’ın emrinden yüz çeviren ve bu konudaki âyet ve hadîslerden gâfil kişilerdir. Çünkü Hak Teâlâ:
“Kur’ân okunduğu zaman derhal onu dinleyin ve susun ki, Allâh’ın rahmeti ile esirgenmiş olasınız.”[11] buyurmuş, Buhârî’nin Saîd El-Hudrî’den rivâyet ettiği hadîste de, Peygamberimiz (S.A.V.):
“Bu ümmet de (Bu ümmetten demedi) öyle bir kavim (zümre) türeyip çıkacak ki; onlar namaz kılmakla beraber namazınızı, oruç tutmakla beraber, orucunuzu aşağı ve bayağı görürler. Kur’ân okurlar, ama okudukları, gırtlaklarından ileri geçmez. Okun yaydan çıktığı gibi, bunlar da dinden çıkarlar.” buyurmuştur.
O halde, Kurân’ı düşünerek ve anlayarak okumamak, karşılığı olmayan bir dilekten veya sesi tescil etmekten ibaret kalır. Allah’ın apaçık olan âyetleri üzerinde gereği gibi düşünüp onu anlamanın ve ondan ibret almamanın günâhı da o kimseye âit olur.
Bir zat, İbrahim el-Nehaî’ye:
“Ben Kur’ân’ı her üç günde bir hatim ederim.” dedi. O da, “Keşke O’nu, ne okuduğunu anlamak suretiyle her otuz günde bir hatmedesin.” diye cevap verdi.
İçtihad, İslâmî teşri’ esaslarından bir esas olduğuna göre, Kur’ân-ı Kerîm âyetlerini anlamakta ve hadıs-i şeriflerin delâlet ettiği mânâları kavramakta tefekkür ve düşünceye yer vermeden içtihad edebilmeye imkân yoktur. Şeriatın hükmünde içtihad eden müçtehid, içtihadında isâbet etse veya hatâya düşse, her iki halde de mükâfat görür. İçtihad etme vasıf ve imkânları olduğu halde bunu yapmayan, gözlerini kapayan ve karanlıkta bocalayan kimseye benzer. İşte bunun içindir ki, fakirlerin imamları, kendilerine tabî olanları, üstadlarının sözleriyle amel etmeden önce, o hükümlerin delillerini incelemeye davet etmiş ve onları kör bir taklîd yolunda yürümekten men etmişlerdir. Nitekim, İmâm-ı A’zâm Ebû Hanîfe: “Delilimi bilmeyen kimseye, sözüm ile fetvâ vermesi harâm olur.”, İmâm Mâlik: “Re’yime bakıp inceleyiniz. Çünkü o dindir.”[12] İmâm Şâfiî, talebesinden birine: “Ey Ebâ İshak! Söylediğim her söze uyarak beni taklîd etme. Kendin de kendin için onlara bakıp incele. Çünkü o, dindir.”, İmâm Ahmed ibn-i Hanbel ise: “Dîninizden olan şeyleri incelediniz. Çünkü ma’sum (hatâdan masun) olmayan kimseleri taklîd etmek mezmumdur. Kuru taklîdde, basîret körlüğü vardır.” buyurmuşlardır.
Gerçekte Ehl-i Sünnet ve Mu’tezîle, bu konudaki birçok âyetlerin delâletine istinad ederek, ma’rifet ve nazârın[13] vacip olduğu husûsunda ittifak etmişlerdir. Bunun için, bir delile dayanmadan, başkasına uyan mukallidin kusurlu olduğunda da oy birliğine varmışlardır.
(Devamı gelecek sayıda)
[1] Muhammed (Aleyhisselâm) Sûresi, âyet: 24.
[2] Nisa Sûresi, âyet: 82.
[3] Sâd Sûresi, âyet: 29.
[4] Yusuf Sûresi, âyet: 1.
[5] Yusuf Sûresi. âyet: 2.
[6] Kamer Sûresi, âyet: 17.
[7] Fussîlet Sûresi, âyet: 26.
[8] Müddesir Sûresi, âyet: 18 ilâ 26.
[9] Müzzemmil Sûresi, âyet: 4.
[10] Ahkaf Sûresi, âyet: 29-30
[11] A’râf Sûresi, âyet: 204.
[12] Yâni, sözüm dînî bir hükmü ifâde etmesi bakımından dinden bir cüzdür. Çünkü dînî hükümler, dîni meydana getirir.
[13] Düşünerek incelemek.