Makale

AHİDLERİN YERİNE GETİRİLMESİ

AHİDLERİN YERİNE GETİRİLMESİ

Prof. MUHAMMED TAYYİB OKİÇ

Yalan söylemek, bir sözü, va‘d veya ahdi yerine getirmemek, İslâmiyette en büyük suçlardan (kebâir) ve münafıklık alâmetlerinden sayılır. Hazret-i Peygamber, bir vesile ile, nifak alâmetlerinden bahsederlerken, yalan söyle­mek, va‘di yerine getirmemek, ahdi bozmak ve muhasamada doğruluktan çıkmış bulunmak gibi sıfatları münafıklıktan addetmişlerdir.[1] Kur’ân-ı’Kerimde ise, taahhüdüne sadık kalan bir kimse “birr” sahibi olanlar arasına idhal edilmiştir[2]. İslâm akidesini, ibadetlerim ve ahlâ­kını bir araya toplayan bu veciz âyet-i kerimenin tam nassı şöyledir:

“İyilik, bin, yüzlerinizi şark ve garb taraflarına döndürmek [ten ibaret] değildir. Velâkin iyilik [sahibi o kimsedir ki] Allah’a, Son güne, Meleklere, Kitaba ve Pey­gamberlere inanır; malını, Allah sevgisi için, yakınlarına, öksüzlere, yoksullara, yolda kalmış olanlara, dilenenlere ve esirlere [azad edilmeleri için] verir; namazını eda eder; Zekâtını Öder; taahhüd ettikten sonra ahidlerini yerine getirenlerle fakirlik [ile can ve mal kaybı], hastalık ve harp meşakkatlerine sabredenler, [işte] gerçek sadık ve [hakikî] muttaki bunlardır

Görülüyor ki, bu âyet-i kerimede sıralanan İslam prensipleri öyle büyük bir ehemmiyet arzediyor ki, bunların her biri ayrı birer etüd mevzuunu teşkil edebilir. İmanın, zikri geçen, beş aslı (Allah’a, Kıyamet gününe, Melek­lere, Kitaba, Peygamberlere inanmak), malın altı yerde infakı (yakınlara, öksüzlere, yoksullara, yolda kalmış olanlara, dilenenlere, esaretten kurtarı­lanlara maddeten yardım etmek), Allah’a karşı olan en büyük ve en mühim ibadet vecibesi, namaz ve dînî vergi (zekât müessesesinin dinî ve bilhassa İçtimaî ehemmiyeti o kadar büyüktür ki, ehemmiyeti üzerinde fazla Israr etmeye lüzum yoktur), üç çeşid ahidlere riayet edilmesi (dinî, maddî, askerî siyasî), üç nevi güçlüklere sabr edilmesi (fakirlik, hastalık ile can ve mal ‘kaybı ve harp meşakkatları) hususunda metanet ve sadakat gösterenler, bütün bu vecibeleri îfa etmek hususunda nefsini disipline edebilenler, Allah nezdinde hakikî “birr” sahibi, sadık ve muttald addedilirler.[3]

Bu âyet-i kerime, kıblenin Beytü’l-Makdis’ten al-Mascidu’l-Harâm’a tahvili üzerine, ehl-i kitab tarafından vaki olan itirazlar vesilesiyle nazil olmuştur.[4]

Gerçekten bir kulu Hak Tealâ’ya yaklaştıracak şey, iman ve ahlâk saha­sında gösterdiği iyiliklerdir (birr). Hakikî iyiliklerin başında iman gelir. İmandan sonra, imanın icap ettirdiği hayırlı işler yer alır (al-‘amalu’ş-şâlih). Hayırlı işlerin başında gelenler ise, maddî fedakârlıklardır. Maddî yardıma gelince, buna en müstahak fakir akrabadır, sonra öksüzler, yoksullar, ihti­yaçta bulunan yolcu, misafirler ve nihayet İslâmiyetin mühim bir prensibi olan esirleri hürriyete kavuşturmak gayesiyle yapılacak malî yardım gelir. Bunu takiben kulun Allah’a karşı olan dinî vecibelerinin en mükemmel bir şekilde yapılması yer alır: Namaz ve Zekât.

Nihayet “birr”in ahlâkî ve İçtimaî kadrosuna giren şeyler, taahhüdlere karşı vefâkârlık; mihnet ve meşakkatlara karşı sabır ve metanettir. Fakirlik (al-ba’sâ’), hastalık, can ve mal gaybı (ad-darrâ’) ve harb meşakkatlan (al-ba’s) maddî ve manevî güçlüklerin en ağırlarından oldukları için, daha hafif olanlara karşı daha da kolay sabr edilebilir.[5] Bu son iki sıfat, bir mü’minin ahlâkî durumunu en iyi bir şekilde göstermektedir. Harp meşakkatleri hakikaten en ağır güçlüklerden biridir. Bir mü’min, bu gibi ahvalde, hem dinî hem ahlâkî kuvvetini gösterebilecek durumdadır. Vakıa, Müslümanlık sulh sever bir dindir/Bir hadis-i şerif, harbi temenni etmemekliğimizi emreder. Fakat harp kaçınılmaz bir hale geldi mi, veya te­cavüze uğradık mı, artık onun meşakkatlerine metanetle ve kahramanca sabretmeliyiz.[6] (Düşmanla karşılaşmayı arzu etmeyiniz, fakat [zarurî olarak] onunla karşı­laşınca, sabrediniz). Harp cephesinde sabretmeyip cepheden kaçan bir kimse büyük günah (kabâir) işlemiş demektir. Kur’ân-ı Kerim bunu sarahaten yasak eder:[7]

(Ey iman edenler, kâfirlerle harpte karşılaştığınız zaman onlara arka çe­virmeyiniz). Hadis-i şerifde, en büyük günahlar arasında harp cephesinden kaçmak günahı tasnif edilmiştir.[8]

Verilen söze yani ahde sadık kalınması, dünya kanunlarının cezaları korkusundan ileri gelirse, hakikî “birr” sayılamaz. Bunun içten gelen bir manevî kuvvetten çıkması lâzım gelir. Allah korkusu, beşerî kanunlar kor­kusuna tekaddüm etmelidir.

Yukarıda zikredilen âyet-i kerimeden anlaşıldığı gibi, ahlâkî anlamdaki “birr” in başında ahidlere sadakat göstermek yer alır.[9] Verilen söz, ye­min, va’d, randevu, taahhüd ve buna benzer sair işlerde görülen kusurlar, ahde sadakatsizlik sayılır. Keza iki gurub, iki millet veya iki devlet arasında akdedilen anlaşma, mütareke, musalâha ve diğer ahidlerin yerine getiril­memesi, çok defalar büyük maddî ve manevî zararlara sebebiyet ve ahdi bozan tarafın siyasî ahlâkı hakkında kötü bir not vermektedir. Hakikî mü’minler, bu gibi hareketlerden sakınmalıdırlar. Zira bir anlaş­ma, bir ahid, mü’minleri o kadar bağlıyor ki, sözleşme müddetince ona sadık kalmasını icab ettiriyor. Aksi takdirde cezayı müstelzim bir suç işlen­miş oluyor. Ancak sözleşen taraflardan biri, bu sözleşmeyi nakzettiği tak­tirde, diğer taraf da bu sözleşmeyi münfesih addedebilir.

Ahıdler hususunda İslam şeriatı, din farkını gözetmiyor. Bir Müslime karşı olduğu gibi bir gayr-ı müslime, hattâ müşrike karşı olan taahhüd yerine getirilmelidir. Harp hukukuna dair bu prensip üzerinde Kur’ân-ı Kerim ısrar etmektedir: “Kâfir olanlara acıklı azabı müjdele; muahede yaptığınız ve sonra [taahhüdde] bir şey eksiltmeyen, aleyhinize kimseye yardım etmiyen müşrikler, bundan hariçtir. Onlara karşı ahde -müddetinin sonuna kadar- tam riayet gösteriniz. Allah müttakileri sever.”[10]

Allah nezdinde, yer yüzünde yürüyen canlıların en kötüsü o kimse­ler ki küfrederler -onlar imana gelmezler-; o kimseler ki onlarla muahede yaparsın, sonra her defasında ahidlerini bozarlar ve bundan sakınmazlar.[11]

Fakat emanete ve ahidlerine riayet edenleri, Kur’ân-ı Kerim felâhla tebşir eder.[12]

Hakikat şudur ki, ahd edenler, büyük bir mesuliyet altına girerler. Dolayısiyle bu mesuliyetten kurtulmak için yegâne çare, ahdi yerine getirmektir. Kur’ân-ı Kerim bunu sarahaten bize emir buyurmuştur.[13]

Ahdi bozanı, Hazret-i Peygamber tehdit etmiştir. ‘Abdullah İbn Mas’üd ile Anas Ibn Mâlik’in rivayet ettikleri bir hadise göre, ahde sadık kalmayan, Kıyamet gününde öyle bir şekilde damgalanacaktır ki, onu herkes tanıya­bilecektir. [14]

Bir muahedeye bağlı bulunulduğu müddetçe, muahedi öldürmek de yasaktır.[15]

Böyle bir suçu irtikâb eden bir mü’minin, cennet’ten mahrum olacağım Hazret-i Peygamber ihtar buyurmuştur.[16]

Bizanslılarla akdedilen bir sulhun hitamına yakın Muaviye, hazırlanıp ahdin inkizasısında hemen hücuma geçebilmesi için daha evvel hududu aşmış bulunuyordu. Fakat o anda, at üzerinde, sahabîlerden Amr İbn ‘Anbasa karşısına gelip:

(Allâhu Akbar, Allâhu Akbar, ahde vefa göster, sakın onu bozma) diye bağırıp, Hazret-i Peygamber’den duyduğu ve ahid müddetinin hitâmından evvel böyle bir harekette bulunulmaması icab ettiğine dair bir hadisi[17] nakletmekle, Muaviye’yi geri döndürmüştür. İslam kumandanları mezkûr İslâm prensibine uyarak düşmanlara verilen söze -öteki taraf ahdini bozmadığı takdirde- daima sadık kalmışlardır.

Bazı Hristiyan tarihçileri[18], İstanbul ve Bosna-Hersek fâtihi Sultan ikinci Mehmed’e, ahde riayet etmemek hususunda hücum etmişlerdir. Halbuki son Bosna kralı Styepan Tomaşeviç haraç hususunda verdiği taahhüde sadık kalmamış olmasıyle, Bosna fütuhatına girişilmesine sebebiyet vermiştir(1463). Fakat Mahmud Paşa, Fatih’e danışmadan, Klyuç kalesi muhasarasında krala, teslim olmak şartiyle, hayatını garanti etmek gafletinde bulunmuştur, Fatih ise, Mahmud Paşa’nın bu hareketini hiç de tasvip etmemiş, maiyetinde bulunan ve“Muşannifek” adiyle tanınan büyük âlim Ali al-Bistâmî’ye bu hususta istiftada bulunmuştu. Bu meşhur fakih:[19] ([akıllı] mü’min bir delikten [çıkan bir yılan tarafından] iki defa sokulmaz) hadis-i şerifine istinaden, kralın idamına fetva vermiş ve bu fetva üzerine kral da îdam edilmiştir.[20] Bu fetva Yaytse (Yayçe) kalesi kapısının üstündeki bir taş levhaya hak edilmiştir.[21]

Gerçekten hem Mahmud Paşa hem de Fatih, yüksek devlet menfaatlerini düşünerek böylece -birbirine zıd- hareket etmişlerdi. Mahmud Paşa bu ga­ranti ile savaşları kayıpsız durdurmuş, Bosna’nın istilâsını sağlamıştı. Zira kral, bu söz üzerine, bütün kalelerin teslim edilmesini emretmişti. Fatih ise, sözünde durmayan ve zulümleriyle Bosna’nın Bogumil dinine mensub asıl ahalisinin nefretini üzerine toplayan bir kralın tekrar ihanet etmeyeceğinden emin olmadığı için ihanetinin bağışlanmasına taraftar değildi. Fakat bütün bunlara rağmen yine de böyle nazik ve büyük bir dinî mesuliyeti icab ettiren bir meselede şahsî iradesiyle hareket etmemiş, büyük din alimlerine danışmak ve meşhur bir fakihin fetvasını celbetmek suretiyle -ve belki de üzülerek- böyle bir harekete tevessül etmiştir.

Türk arşivlerindeki tarihî vesikalar arasında, bilhassa Bosna serhaddindeki kumandanlara, mevcud sulh hükümlerine riayet edilmesi hususunda verilen birçok emirler, ahidlerin yerine getirilmesi mevzuunda ne kadar titiz davranıldığını açıkça göstermektedir. Bilâkis, karşı tarafın sık sık muahede­lere aykırı hareketlerde bulunduklarına dair misaller çoktur. Bu nevi misallerin, Hazret-i Peygamberin devrinden (meselâ müşrik ve Yahudilerle olan muahedeler) tâ zamanımıza kadar devam edegeldiği malûmdur. Bununla beraber, Müslümanlar, bu husustaki Hak Taalâ’nın ve Hazret-i Peygamberdin emirlerine itaat etmeye daima gayret etmişlerdir.


[1] Al-Buhârî, al-Câmi’u’ş Sahih, İstanbul, 1315 (IV, 69); Müslim, al-Câmi’u’s-Sahih, al-Kâhira 1374/1955 (naşru Muhammad Fu’âd Abdi’l-Bâkî), (1,78); Abü Dâwûd, as- Sunan (naşru Muhammad Muhyi’d-dîn Abdi’l-Hamîd), al-Kâhira 1354/1935 (IV,221

[2] Süratu’l-Bakara (II, 177)

[3] Tafsîru’l-Manâr, Mışr 1350, at-Tabatu’t-tâniya (II, 122). -Bu âyet-i kerimenin tef­siri için bakınız keza: Mahmüd ibn‘Umar az-Zamahşarî,al-Kaşşâf ‘an hakâ’ikit-Tanzil wa eUyünu’l-Akâwîl fi wucühi’t-Ta’wil (Tabkiku Mustafâ Husayn Ahmad), al-Kâhira 1373/1953 (I, 163-166); Muhammad ibn Carîr at-Tabarî, Gâmi’u’l-Bayân fî TafsIri’l-Kur’an (Tahkiku Mahmüd. Muhammad Şâkir- Ahmad Muhammad Şâkir), al-Kâhira 1374 (III, 336-356); Îsmâ’îl ibn Katir al-Kuraşî, Tafsîru’l-Kur’âni’l-Azîm, al-Kâhira 1376/1956 (I, 207-209); ’Abdullah ibn ‘Umar al-Baydâwî, Anwâru’t-Tanzil wa asrâru’t-Ta’vil, al-Kâhira 1329 (1,36);Abü Zakariyyâ Yahya ibn Ziyâd al-Farrâ’, Ma’âni’l-Kur’ân, Tahkîku Ahmad Yûsuf Nacâtî-Muhammad’Ali Naccâr, al-Kâhira 1374/1955 (I, 103-108.

[4] Tafsîru’l-Manâr (II, 109-110).

[5] Tafsîru’l-Manâr (II, 110-122).

[6] Al-Buhârî, al-Câmi’u’ş-Şahîh, İstanbul 1315 (IV,9,24); Müslim, al-Câmi’u’ş-Şahih, al-Kâhira, 1375/1955 (III, 1362); Abu Dâwüd, as-Sunan, al-Kâhira 1354/1930 (III, 42).

[7] Süratu’l-Anfâl (VIII, I5)-Bu âyet-i kerimenin tefsiri için bakınız: az-Zamahşarî (II, 161); al-Baydâwî (s. 236); İbn Katır (II, 293-295).

[8] Al~Bühârî (III, 195, VIII, 23-24); Müslim (1,92); Abu Dâvvüd (III, 46, 115); at-Tirmizi, as-Sunan, bi şarhi -Abl Bakr ibni’l-Arabi al-Mâlikî, al-Kâhira 1353/1934 (X, 193 - 194); an-Nasâ’i, as-Sunan, al-Kâhira 1348/1930 (VI, 257, VII,ııı.).

[9] Şunu da belirtmek icab ediyor ki, bütün akidler “ahd” mânasına gelir ve aynı hükme tabidir. Şu kadar var ki, bu gibi ahidler, nâmeşru (ma’siyet) bir karakteri taşıyamaz.

[10] Suratu’t-Tawba (IX, 3-4). Bu ayet-i kerimenin tefsiri için bakınız: az-Zamahşari (II, 191-193); al-Baydawi (s. 247); İbn Katır (II, 332-335).

[11] Süratu’l-Anfâl (VIII, 56). Bu kâfirlerle, müteaddid defalar müslümanlarla muahede yapıp, sonraları muahedeyi bozan Yahudiler kasdedilmektedir. Bakınız: Tafsîru’l-Manâr (X, 48); az-Zamahşarî (II, 179-180); al-Baydâwî (s. 243); İbn Katır (II, 320).

[12] Süratu’l-Mu’minîn (XXIII, 8). Bu âyet-i kerimenin tefsiri için bakınız: az-Zamahşarî (III, 1339); al Baydâwî (s. 451); Ibn Katır (III, 237-240). -Keza SûratuJl-Ma‘aric (LXX, 32). Bu âyet-i kerimenin tefsiri için bakınız keza: az-Zamahşarî (IV, 490-491); al-Baydâwî (s. 760); îbn Katır (IV, 421-422).

[13] Suratu’l-İsra’ (XVII,34). Bu ayet-i kerimenin tefsiri icin bakınız: az-Zamahşari (II, 518-519); al-Baydawi (s. 375); İbn Kesir (III, 390).

[14] al-Buhârî al-Câmi’u’ş-Şahîh (IV, 72); Abü Dâwüd, as-Şunan (III. 82); Ahmad ibn Hanbal, al-Musnad, al-Kâhira 1313 (II, 116, 126, III, 35).

[15] Abu. Dâwüd, as-Sunan (III, 81).

[16] Abu Dawud, as-Sunan (III, 83). Bakınız keza: al-Buharî al-Cami’u’s-Sahîh ( ıv ,65)

[17] Abu Dawud, as-Sunan ( III, 83 ); at-Tirmizi, as-Sunan ( VII, 76 )

[18] Meselâ: Dr. Vladimir Gorovic, Bosna i Hercegovina, Beograd 1925, s. 60.

[19] Al-Buhârî, al-Câmi’u’ş-Şahîh (VII, 103); Müslim, al-Câmi’u’ş-Şahîh (IV, 2295); Abü Dâwüd, as-Sunan (IV, 266); İbn Mâca, as-Sunan, Naşru Muhammad Fu’âd ‘Abdi’l Bâkı, al-Kâhira 1373/1953 (II, 1318).

[20] Dr. Safvet Beg Basagic, Kratka uputa u proslost Bosne i Hercegovine, Sarajevo, 1900, s. 17.

[21] Aynı eser, s. 17.