Makale

BU DEVLET EBEDİDİR

Rıza AKDEMİR/ Emekli Vali

BU
DEVLET
EBEDİDİR

Türk milleti, Osmanlı’nın “Nlizam-ı Âlem” davasının tek temsilcisi olan kudsiyetine ve bin “Devlet-i Ebed Müddet” olduğuna asırlar boyunca inanmış. Akdeniz’i bir Türk gölü haline getirerek üç kıtaya hakim olmuştu.
İmparatorluğun yıkılışına sebep olan Cihan Harbi’nde ve sonrasındaki istiklâl Savaşı’nda da, iste bu neslin çocukları yine tarihî şan ve şerefine layık kahramanlık destanlarını bir daha yazdı!
Bu destanın yazılısında en büyük etken ise, bugün daha çok ihtiyaç duyduğumuz “iman ve inanç bütünlüğü, birlik-beraberlik duygusu ve vatan sevgisi” değil miydi?
Bu sayıda “Tarihi Akışı İçinde Din ve Medeniyet”
İsimli kitabından bir bölümü sunduğumuz Prof. Dr. Osman Turan, 1914 yılında Trabzon’un Çaykara ilçesinde dünyaya geldi. Tarih tahsilini Ankara Dil ve Tarih Coğrafya Fakültesi’nde yaptı. Aynı fakültede doçent ve profesör oldu. 1954 yılında Demokrat Parti’den Trabzon milletvekili seçildi. 1960 yılındaki talihsiz hükümet darbesi üzerine diğer milletvekilleri ile birlikte Yassıada’da 16,5 ay tutuklu kaldıktan sonra beraat etti. Türk tarihine, özellikle Selçuklular devrine, Türk ve İslâm kültürüne ait pek çok kitabı, yüzlerce makalesi olan Prof. Dr. Osman Turan, İstanbul’daki evinde İlmî çalışmalarına devam ederken geçirdiği bir beyin kanaması neticesi, 1978 yılı Ocak ayında fani hayata veda etti.
Prof. Dr. Osman Turan, Türkiye’de medenileşmenin, batılılaşmanın yanlış anlaşıldığını, milletin dili ve kültürü ile bir çıkmaza sokulduğunu ısrarla belirtmiştir.
“Türkiye’de Komünizmin Kaynakları” adını taşıyan eserini her münevver dikkatle okumalıdır. Hatırasını saygıyla anıyor, mekânının cennet olmasını diliyoruz.
“Osmanlı imparatorluğu mil- IT, İslâmî ve İnsanî ideallerin öyle harikulâde bir terkibidir ki, Türk mütefekkirleri ve milleti asırlarca onun kuruluş; yükseliş ve devamlılığını bir mûcize saymış ve ihtişamlı yapının mukaddes temellere dayandığına inanmıştır. Nitekim, XVII. asır bir inhitat devri olduğu halde, Koçi Bey: “Bu devlet-i Al-i Osman öyle bir devlet-i azimedir ki, bütün din ve devlet düşmanları yek-dil (birlik] olup hucûm etseler biemrillah cümlesine cevap vermek âshan [kolay] dur” diyebiliyordu. Bu asırda imparatorluğun azametini, medeniyetini ve kıtalar üzerinde mevcut nizâmını canlı bir tablo halinde tasvir eden büyük seyyâh Evliya Celebi ile hayranlıklarını yazan AvrupalI elçilerin ve seyyâhların müşâhedeleri de Koçi Bey’in tercüman olduğu bu millî görüşte hiç bir mübalağa bulunmadığını gösterir. Bu sebepledir ki, Türk milleti ve mütefekkirleri “Nizam-ı âlem” dâvâsının bu tek temsilcisinin kudsiyetine ve bir “Devlet-i Ebed Müddet” olduğuna asırlar boyunca inanmışlardı. Bu inanç bir temenni ve duadan ibâret değil idi. Nitekim Osmanlı tarihçileri ibn Haldûn’un, her varlık gibi, devletlerin de doğuş, yükseliş ve nihâyet inkırazlarının mukadder olduğuna dair nazariyesine bağlı bulundukları halde, Osmanlı imparatorluğunun bunun dışında kaldığından ve bir istisna teşkil ettiğinden emin idiler. Zira onlar İslamiyet’in her asırda bir Müceddid-i din ile yükseleceğine dair hazreti Peygamberin bir hadisi ile, bu inançların sağlam bir temele dayandığına kani bulunuyorlardı. Çünkü onlar İslâmiyet ile imparatorluk kaderinin bir olduğuna onunla birlikte kıyamete kadar yasayacağına o kadar inanmıştı ki, Osmanlılar dışında dinin muhafazası ve varlığı düşünülemiyordu. Nitekim imparatorluk XIX. asrın birinci yarısında Sultan Mahmut devrinde dâhili ve harici, o derece müthiş büyük düşmanlar ve buhranlar karşısında beşer takati üstünde bir irâde ile inkırazı önlemeğe çalışırken, umumî inanca göre bu devlet “Devlet-i Âli- ye-i Muhammediye” idi ve bu sebeple de “bekası âyât-ı semaviye ile sâbit” bulunuyor; İslâmiyet ile Türk İmparatorluğumun aynı kadere bağlı olduğundan şüphe edilmiyordu. Kanuni Sultan Süleyman devrinde İstanbul’a gelen ve bir kaç yıl Türkiye’de kalan Alman elçisi Busbecq, saltanat ihtirasları ve cihan pâdişâhı’nın devleti ve “Nizâm-ı Alemi” korumak için oğlu Mustafa’yı feda etmesi karşısında, İstanbul’da umumî efkârın su kanaatte olduğunu söylüyordu: “Müslümanlar Osmanlı hânedânı sayesinde ayakta duruyorlar. Hanedan yıkılırsa din de mahvolur. Bu sebeple hânedânın, din ve devletin selâmeti ve bekası evlâddan daha mühimdir” diyorlardı.
Osmanlı hânedânının takriben iki asır boyunca dâhi pâdişâhlar yetiştirmesi, büyük ilim, din ve siyâset adamlarının onun etrafında kaynaşması, ahenkleştirilen tarikatler ve gaziler ile birlikte maddi manevî bütün kuvvetlerin birleşmesi üç kıtaya, denizlere ve sayısız milletlere hakim Osmanlı İmparatorluğu’nun bir İlâhî emir olduğu ve “Nizâm-ı Âlem” in de bu sayede kaim bulunduğu inancını kuvvetlendirmiştir. Onuncu pâdişâhtan sonra gelen sultanlar arasında, kuvvetli, normal ve zayıfları bulunmakla, idarede bazı bozukluklar baş göstermek- le ve medeniyet üstünlüğü Avrupa’ya geçmekle beraber Osmanlı Cemiyeti, Tanzimat’tan sonra bir avuç züppe aydınlar müstesna hiç bir zaman, mânevî ve ideolojik üstünlük duygusunu kaybetmemiştir. O derecede ki, imparatorluk yıkılışına sebep olan Cihan Harbinde ve istiklâl Savaşı’ndan tarihî şan-ü şerefine uygun kahramanlık destânlarını bir kere daha yazmış ve onun nesli Türkiye’yi kurtarmıştır.
Osmanlı pâdişâhlarının “Nizâm-ı Âlem” dâvâsının baş temsilcisi bulundukları için “Zıl- lu’l- Allah fi’l Âlem” (Allah’ın yer yüzünde gölgesi) ve “Halife-i Resûlüllah” sıfatlarını taşımaları, “El-Müeyyed min indillah” (Allah tarafından teyid edilmiş) olduklarına inanılması artık tabiî idi. Zirâ Türk-islâm mefkûresine, yani Seriat’a ve Osmanlı kanunlarına göre pâdişâhlar ve İmparatorluk dünyada İlâhi irâde ve adalete dayalı bir nizâmın dâvâcısı olduklarına inanıyor; bunu imkân nisbetinde gerçekleştirmek istiyorlardı. Bununla beraber pâdişahları kötülemek his ve hevesine kapılanlar, bu ünvanları pâdişâhların ihdâs ve icbar ettiklerini söylüyorlar ve bu sayede kendi istibdâd ve gurûrlarını artırdıklarını ileri sürüyorlardı. Fakat Osmanlı padişahları bu sıfatlarla din ve mukaddesata, kazara saygısızlık gösterse bile bu azamet devrinin uleması ve din adamları buna müsamaha edecek kadar küçük insanlar değildir ve sanıldığı gibi bir mânâ asla düşünülmemiştir. Nitekim “Padi- sâh-ı âlem penâh” olan bu büyük pâdişâhların, şeriat ve kanunların bekçisi olan Seyhül-İslâm ve din âlimleri karsısında, bazan en mühim teşebbüs ve kararlarından vaz geçtikleri malûmdur. Bu da ulu hakanların elbette istibdâd ve keyfi idareleri ile değil, İslâmiyeti ve Nizâm-ı Âlemi korumakta başlıca vazifenin kendilerine ait bulunduğuna inanmaları ile alâkalıdır. Bu kud- si vazife ve icraâtları dolayısıyladır ki, Osmanlı Pâdişâhlarının bir kısmı evliya sayılmış veya halk efkârında II. Sultan Abdul- hamid misalinde olduğu gibi bazı pâdisahlar “Yedi Evliya” kudretinde düşünülmüştür ki bu inanç, ahlâk, fazilet ve hizmetleri bakımından büyük devlet adamlarının bu dinî mertebede görülmeleri tabiidir. Manevî sukut ve tarih şuurunun bozulması neticesi olarak, son zamanlarda, ecdâda karşı girişilen saygısızca isnat ve propagandalara karsı diğer görüşlerimizi belirtmeye ve hataları düzeltmeye çalışacağız."