Makale

AKABE HADİSESİ Hicret ve Getirdikleri

AKABE HADİSESİ
Hicret ve Getirdikleri

Hazırlayan:

Hüseyin ALGÜL
Bursa Yüksek İslâm Enstitüsü İslâm Tarihi öğretim Üyesi

GİRİŞ:

Hakk’ın sesi, sırat-ı müstakim üzere yürüyen insanların dili, mücahitlerin cihadı, âlimlerin gayretleri, mürşitlerin kurtuluşa davet eden çağrıları, tarih boyunca zalimler ve bâtıl zihniyet mensupları tarafından susturulup engellenmek istenmiştir. Hakk’ın fedaileri olan peygamberler, susturulmak istenen haki­kat yolcularının başında yer alırlar. Sonra da peygamberlerin da­vetinden, tebliğinden, ihlasından ve fedakârlığından kaynak­landığı ölçüde âlimler ve mürşitler; bu çileden, bu ıstıraptan nasiplerini alırlar.

Ve hiç kuşkusuz zulümlerin en bağnazına, işkencelerin en dayanılmazına, Hz. Muhammed (s.a.s.) ve onun çileli müminleri uğramıştır. .

Hakk’a dostluk, O’nun adını yüceltmek için güçlüklere kat­lanmayı gerektirir. Hakk’a dostluk mertebesi, böylesine büyük fedakârlıkları göze aldıran bir serden geçiştir. Hakk’ın dostları arasına katılmanın en kestirme yolu ise, O’nun yoluna çağıran li­dere, rehbere bağlanıştır... Hakk’ın dostları arasına yükselmek için en büyük yol gösterici olan Hz. Muhammed (s.a.s.) in sesine kulak vermek, onun çağrısını cân-ı gönülden tasdik etmek, sa­vunmak, yaymak, yaşamak ve yaşatmak icabeder.

31

Zulmün temsilcileri, şirk düzeninin gözü kapalı savunucuları, zihinleri gerçeğe örtülü; doğruyu araştırma, muhakeme kabiliye­tinden yoksun, cahiliye geleneklerinin tutsağı, nüfuzlarını yitir­me korkusuyla sarsılan azgınlar; Ebu Cehiller, Ebu Lehebler, Ümeyye bin Halefler, Velid bin Muğîreler, Ukbe bin Ebî Muaytlar, Hakem bin Ebi’l-As’lar, gözümüzün nuru, gönlümüzün süru­ru Efendimiz (s.a.s.) Hazretleri başta olmak üzere, Bilallere, Am- marlara, Sümeyyelere, Suheyblere, Habbabîlere, Ebu Fükeyhelere, Lübeynelere, Zinnire, Nehdiyye ve Ümmi Abislere daya­nılmaz işkenceler yapıyorlardı. (1)

Kur’an-ı Kerim’in ifadesiyle “Verilen nimetlerin kadrini bil­mez, alçak ve düşkün, hayra engel, zalim ve günahkâr; kaba, ha­şin, ilâhî ayetlere karşı inatçı” (2) olan sapıklar, yalnız bedenlere yönelen işkencelerle yetinmiyorlar, âlemlere rahmet olarak gönderilmiş olan Peygamberlerin Sultanı Efendimiz Hazretlerine, “Büyücü, şair, sihirbaz, mecnun ve benzeri” iftiralarla sataşıyor­lar, ona hemen inanmak büyüklüğünü gösteren altın nesle de “Bir avuç aldanmışlar topluluğu” diye hitap ediyorlardı. Gafiller top­luluğu, kendisi gibi olmayanların nurlu yolunu aydınlatan ayetlerin ruhundan habersiz bulunuyorlardı. (3)

Bu şekildeki teşebbüsleriyle puta tapıcılar, Müslümanların azimlerini zayıflatmak, haykıran direnişlerini kırmak istiyorlardı.

Fakat bütün bu teşebbüslerinde ortaya koydukları yıldırma ve susturma çabalarının boşa gittiğini gören müşrikler, her gün yeni saldırı biçimlerini gündeme getiriyorlardı. Bunlardan biri de Peygamber Efendimizi; ‘mal-para ikramı, reislik, hükümdar­lık’ gibi dünyevî imkânlar sunarak davasından vazgeçirme te­şebbüsü olmuştur. (4) Bu da insan nefsine yönelen bir saldırıdır.

(1) İbn Hişâm, I, 339: Taberî, II, 218; İbn el-Esîr, II, 71; Mevâhib Tercümesi, 39; A. Cevdet Paşa, Kısas-ı Enbiya, I, 77; Şibli, I, 187; M. Hamidullah, İslam Peygamberi, I, 80 vd.

(2) Hz. Peygamber’e ve ilk inananlara işkence ve İftira edenlerle ilgili ayetlerden bazıları: Müddessir, 11-16; Hıcr, 90-93; Kalem, 10-13.

(3) İbn Hişâm, I, 288 vd.

(4) İbn Hişâm, I, 314; Taberî, II, 217; İbn el-Esîr, II, 70. Peygamberimize dünyalık teklifini götüren Utbe bin Rebîa idi. Efendimiz (s.a.s.) onu dinledik­ten sonra, “Fussilet, 1-6 ayetlerini okuyarak cevap vermiş, Kureyş’in en şöh­retli şairlerinden olan Utbe bunları dinleyince, hiç bir şey söylemeyerek çı­kıp gitmiş, dışarıda kendisini bekleyenler rengini sararmış görünce, “Muhammed Utbe’yi de büyülemiş!” demişlerdi.

Fakat onlar Efendimiz Hazretlerinin ve ona inananların nefis esaretinden kurtulmuş hür-imanlılar olduğunun farkında değil­lerdi. Ve bu sebeple geri çevrilen teklifleri önünde şaşkınlıktan donup kalmışlardı. İnsanlığın çığırından çıkan ahlâkını düzelt­mek, kara ve denizleri kaplayan fesadı ortadan kaldırmak ve yeryüzünde İslâm’ın zaferini temin etmek, Hakk’ın adını yüceltmek davasından daha kutsal bir davanın olamayacağını cahiliye dü- zeninin muannitleri anlayamıyorlardı.

Yeşeren ağaç dibine, kabuğunu yırtan çekirdeğe ve tomurcuktan fışkıran filize kezzap döken; bahara, bahar yeşilliğine daima hasret kalacaktır. Öyle bir hasret ki, mahşer nizamı kuru­lunca, “...Keşke toprak olsaydık, keşke dünyaya döndürülseydik de yararlı işler yapsaydık.” (5) diyecekleri, işin işten geçtiği âh-ü enin altında ezilen bir nedamet! Belki ancak mahşer nizamı kurulunca ve gerçeğin sillesini yüzlerinde acımasız bir şekilde hissedince uyanacak fakat uyanışları işe yaramayacak olanlar, gafletten uyandırıcı ve hatalardan uyarıcı olan Hz. Peygamber’e saçma sapan isnatlarda bulunuyorlar, o bahtiyarlık yıldızının ışı­ğını ‘karanlık’ diye ilân etmeye çalışıyorlardı. İdrakten yoksun bu zavallılara göre tevhidin nurlu yolunda hizmet yarışına çıkan­lar, ‘karanlıkta bocalayanlardı’. Şirk ve isyan gibi manevî pis­liklerin içinde yuvarlanmayı en kutsal gaye bilen müşrikler, as­lında kendi ahmaklıklarına imza atıyorlardı.

KÖRLER VE GÖRENLER

Kör gönüller, âmâ gözler, basar sahibi basiretsizler bilmiyor­lardı ki, “ışık ışıktır, nur nurdur; aydınlatır, nurlandırır”. Nur saçan insan, hiç “karanlık dağıtan olur mu?” Aydınlıkta yüreğini nurla yıkayanlar hiç “bir avuç aldanmışlar topluluğu” diye nite­lendirilebilir mi? Fakat etrafını saran nurun ortasında, küfür zırhıyla kaplandığından zulmet çemberini kıramayan ve iman to­humunu çimlendirip bahar coşkusunda fışkırtma istidadına sahip bulunmayanlar, nuru zulmete mahkûm etmek istiyorlardı. Hâlbuki karanlık aydınlığı boğmak için değil; nur karanlığı yenip aşmak, aydınlatmak için vardır; hilkat ve fıtrat hiç tersine dön- dürülebilir mi?

(5) Nebe, 40.

Ve fecrin alâmetleri belirmiştir! Böyle iken güneşin doğuşu engellenebilir mi? Öğle aydınlığını karanlık diye ilân edenlerin gözüne ve sözüne itibar olunur mu? Hiç güneş balçıkla sıvanır mı? Bahar müjdecisi bülbül şakıdıktan sonra çiçeğin açmasına, ağacın yeşillenmesine engel olmak mümkün mü? Nitekim engel olunamamıştır. Hz. Hatice’ler, Ali’ler, Ebu Bekir’ler, Zeyd İbn Hârise’ler, Talha’lar, Zübeyir’ler, Abdurrahman İbn Avf’lar, Os­man İbn Affan’lar, Ebu Zer’ler, Ammar’lar, Yâsir’ler, Bilal’ler, Sümeyye’ler şakıyan bülbülün, (Hz. Peygamber’in) çevresinde çi­çekler olup açarak önlenemeyen baharı süslemişlerdir. Ve zaman, altın neslin (ashabın) şahsında unutulmaz, kıyamete kadar da unutulmayacak iman ve fazilet çiçekleriyle donatılmış ebedî ba­harını yaşamaktaydı...

ZALİMİN AKLI

Zalimin aklı yok değil! Onun da aklı var ama doğruya, iyiye, hayra değil; eğriye, kötüye ve şerre ayarlanmış! Ve şerrin salta­natını ayakta tutmak için zalimlerin feda etmeyecekleri şey yok! Yukarıda işaret olunduğu gibi bu uğurda onlar; mallarını, parala­rını bile elden çıkarmaya hazır görünüyorlardı. Savaştıkları insa­nı hükümdar yapmayı göze alabiliyorlardı. Her önemli işte onun görüşünü almayı, uyulması gereken bir kanun hâline getirmeye rıza gösterecek oluyorlardı. Hamza’nın tokadını Kâbe önünde yiyen Ebu Cehiller, küfür kalesinden bir burç daha yitirmemek için çalışıyorlardı. Fakat akla gelmedik imkânların ölçüsüzce vaat olunuşu ve gereğinde kendilerini ölçüsüzce horlanmaya rıza göstermeleri dahi Hz. Hamza’nın İslâm’a girişine engel olamı­yordu. Cahiliye düzeninin aldatıcı asalet iddiaları ile kin duygu­ları tahrik olunan Ömer, iman bülbülünü öldürmek için gittiği evde Müslüman olarak Hz. Ömer mertebesine yükseliyordu. Her gün renk ve nitelik değiştiren engelleyici- yıkıcı plânlar, tedbirler ve uygulamalar peş peşe ortaya çıkarılıyordu. Hz. Peygamber’e, “ışığını söndür” diyorlardı. İlâhî ışık söndürülebilir miydi? Allah’ın Rasûlü dahi kendisine indirilene ilk inanan kul­du. O, “Abdühü ve Rasûlüh: Allah’ın Rasûlü ve kulu” idi. (6) Ve

O, peygamber olarak kendisine Kur’an-ı Kerim’i indirene kul olarak inanmaktan mutluydu. Müşrikler, cahiliye töresini de zorlamayı denediler.

(6) Bkz. Bakara, 235. ayetin meal ve tefsiri.

34

Bu amaçla Rasulüllah’ı himaye eden amcası Ebu Tâlib’e, yeğenini davasından vazgeçirmek üzere başvurdular. Amca, yeğene meseleyi aktardığında yeğen (Hz. Peygamber) şöyle diyordu: “Değil dünyanın bütün güzelliklerini; bir elime Ay’ı, bir elime Güneş’i verseler davamdan yine de vazgeçmem.” (7)

Bu büyük azim, bu yüce dava ve kutsal gaye Peygamber’inin mücadelesi karşısında şirk düzeninin azgınları, acaba ne kadar dayanabileceklerdi? Tarih her büyük başarıda insan unsuruna birinci derece önem verildiğini gösteriyor. Puta tapıcıların kuru kalabalığı, mücadelede maddî araç-gereç üstünlüğü; O’nun bü­yük insan ve iman gönlü önünde erimekten kendini kurtaramaya­cak, insanlık en büyük inkılaplardan birine şahit olacaktı. Hz. Peygamber’in azmi, tevhit mücadelesindeki akıllılığı, plancılığı, sabır - sebatı ve sarsılmaz metaneti, aklıselim sahiplerinin iman potansiyelini ateşliyordu. İman ateşiyle dirilenler, hedefe doğru sarsılmaz adımlarla koşuyorlardı.

Şerha şerha yarılmış, “Bir damla rahmet yok mu diyenler, rahmet sağanağına kavuşunca, şükür bu günümüze! Bir damla isterken deryaya ulaştık!” diyerek alınlarını secdeden kaldıramayanlar günbegün çoğalırken, hakikat kervanıyla saadet yolculuğuna çıkanların hareketine, ‘mal-mülk ve saltanat’ gibi dünyalıklarla engel olmak mümkün müdür? Şirkin alâmeti; ma­nada katı, insafsız ve inkârcı; madde planında ise haris, çıkarcı, bencil ve azgın olmaktır. Mümin ise, mana hazzına erince mad­deye esir olmak gibi bir köleliği, bir zilleti seçer mi? Şayet İslâm ile Cenab-ı Hakk’a teslim olunmayacaksa, et ve kemik yığınından ibaret gibi görünen insanın saygı değerliğinden ne eser kalır? Şayet hayat yolunda Hz. Muhammed (s.a.s.) takip olunmayacak­sa, “eşref-i mahlûkat, ahsen-i takvim ve nüsha-i kübrâ: Yaratılmışların en şereflisi, en güzel ölçüde yaratılanı, kâinatın şaşmaz nizamının kâmil örneği” olarak halk olunan insan, bu sır ve ince­likleri nasıl koruyacaktır?

Yönetici plânında despotluk ve yönetilen plânında köleliği teklif eden cahiliye düzeninin direkleri, İslâm’ın diriltici nefesiyle sarsılıyordu. İnsanlık imanın bahşettiği engin hürriyete, kölelik­ten efendiliğe koşuyordu.

(7) İbn Hişâm, 314; Taberî, II, 217; İbn el-Esir, II, 76 vd.

İKTİSADİ ABLUKA

Şeytanî zekâ, şerrin emrinde maddenin köleliğinde düştüğü bataklıktan kurtulamayarak dalâlet yumağını sarmaya, zulüm ağını örmeye devam ediyor. Ve Peygamberimizle ona inanan - bağlanan altın nesli açlığa mahkûm ederek davalarından dön­dürmek için yeni bir yöntem uygulamaya başlıyorlardı. Haşim oğulları ve inananlarla her çeşit ilişkiye son verecekler; kız alıp vermeyecekler; alış-veriş yapmayacaklar, görüşüp-ko­nuşmayacaklardı... İslâm tarihçilerinin eserlerinde, “Kureyşlilerin antlaşma kâğıdı, iktisadi abluka, cemiyetten tecrit ve boy­kot” gibi ifadelerle anılan bu kararın maddelerini pekiştirmek için yazıp Kâbe duvarına astılar. Müslümanlar üç yıl boyunca çok sıkıntılı günler geçirmişlerdi. (8)

Fakat şeytanın emrindeki müşrik ve inkârcı zekânın anlaya­madığı veya anlamak istemediği husus; iman yeşilinin, ne yapılır­sa yapılsın sarartılamayacağı idi. Ve iman yeşili; sert kayalardan süzülerek kök salmış, gövde atmış, şimdi de dal ve yaprak ver­meye başlamıştı. Çiçeklenip meyve vereceği günler yakındı. Bu mesut atinin hayali ile kendinden geçmiş serden geçti -fedai- mücahit olan altın neslin emellerini yıkmak kabil miy­di?

Müşrikler maddi ve psikolojik bütün işkence ve caydırma yöntemlerini deniyorlar; Müslümanların azimlerini bu yollarla kırmak, metanetlerini sarsmak istiyorlardı. Ardı arkası kesilme­yen acımasız işkencelerin birbiri ardınca devam ettiğini gören Peygamberimiz, peygamberliğin beşinci yılında ashabının Habeşistan’a göç etmesine müsaade ettiler. (9)

“Rabbimiz Allah, Nebimiz Muhammed” demekten ve “insan­lığa huzur ve saadet getirmeye çalışmaktan” başka bir amacı ol­mayan müminler, doğup büyüdükleri öz yurtlarından ediliyor­lardı. Fakat gurbette bile rahat bırakılmıyorlardı. Habeşistan’a Mekkeli müşrikleri temsilen giden iki elçi, Müslümanların ülke dışı edilmelerini istiyorlardı. Fakat hükümdar tek taraflı karar vermenin uygun olmayacağının idraki içinde, Müslümanların li­deri Cafer İbn Ebî Tâlib’i dinledi.

(8) İbn Hişâm, I, 280 vd.

(9) İbn Hişâm, I, 344; Taberî, II, 231 vd. ; İbn el-Esir, II, 76 vd. ; Şibli, I, 172 vd.

Bu zatın İslâm’ın kendilerine kazandırdığı faziletli dünyalarını savunması fevkalâde ibretler­le doludur. Diyor ki: “Ey Habeş Hükümdarı! Biz cahil bir mil­let idik. Putlara tapardık, lâşeler yerdik. Ahlâksızlığın her tür­lüsünü işler, komşularımıza fenalık etmekten çekinmezdik, öz kardeşlerimize haksızlıkların her türlüsünü reva görürdük. Kuvvetlilerimiz zayıflarımızı ezerlerdi. Bu sırada içimizden biri çıktı. O’nun asaletini, doğruluğunu, namusluluğunu hepimiz bili­yorduk. O, bizi Müslümanlığa davet etti. Bize, puta tapıcılıktan vazgeçmeyi öğretti. Kan dökmekten sakınmayı tavsiye etti. Bize doğruluğu gösterdi. Hepimizi, öksüzlerin malına saldırmaktan menetti. Komşularımızı el, namuslu kadınlarımızı dil tecavüzünden kurtardı. Bizi; namaza, niyaza, oruca, zekâta davet etti. Biz de O’na inandık. Puta tapıcılıktan ahlâksızlıktan vazgeçtik. Bun­dan dolayı kavmimiz bize düşman kesildi. Bizi dinden döndürmek ve tekrar dalâlete saptırmak istedi.” (l0) Cafer, (r.a.) peşinden Meryem Suresi’nden birkaç ayet okudu. Hükümdar, Müslüman­ları himaye etmeye karar vermişti. Fakat Mekke’deki gibi şirkin Habeşistan’a uzanan iki temsilcisi, orada da gündeme yeni saldı­rı ve isnatlar getiriyorlardı. Güya Müslümanlar, Hıristiyanlık hakkında kötü düşünüyor, acayip fikirler ileri sürüyorlardı. Bu şekilde müşrikler, hükümdarı, dinî açıdan harekete geçirmek ve hiddetlendirerek Müslümanları kovdurmak istemişlerdi. Fakat Cafer’in Peygamberimizden aktardığı, “Hz. İsa Allah’ın Kulu, Peygamberi ve Kelime’sidir.” sözü, Müslümanları yine kurtarmış­tı. Görüldüğü gibi, mücadele gurbette de devam ediyordu.

Acaba günümüz Müslümanları, Müslümanlığın hangi ateş çemberlerinden geçerek, hangi dehşetli kasırgaları aşarak, tufanları atlayarak ve ölüm imtihanlarından geçerek kendilerine ulaş­tığını düşünüyorlar mı? Müslümanlar, İslâm’ın birkaç yıl içinde ve büyük bir rahatlık içinde yeryüzüne yayılıverdiğini mi sanı­yorlar? Müslümanlar, İslâm’ın sanat, edebiyat, şiir, estetik, dü­şünce ve ilimde, günümüzde hayatı tanzim eden esasların kaynağı mertebesine gelivereceğini mi sanıyorlar?

AKABE BEY’ATI

Mekkeli müşrikler âlemlere rahmet olarak gönderilen pey­gambere gönüllerini açıp, hidayete ermedeler.

(10) İbn Hişâm, I, 356; Şibli, Asr-ı Saadet, I, 176.

Medineliler ise yıllar boyunca sürüp giden Buas Savaşlarında baharı gelmeyen ıstıraplı bir mevsim yaşamaktaydılar. Sonu gelmeyen kanlı sa­vaşlar onları iyice sarsmış, yaşamaktan bezdirip usandırmıştı... Neydi başlarına gelen Ya Rabbi! Evs ve Hazreçli genç kızların düğünleri garip, küçük çocuklar öksüz, yeni nikâhlanan gelinler dul kalıyordu. Nice bahadırlar bir hiç uğruna heba oluyorlardı. Şehrin iktisadî zenginliğini elinde bulunduran sakinlerinden Yahudiler ise kabileler arası rekabeti, kavgayı tahrikten geri dur­muyorlardı.

Evs ile Hazreç nihayet, Mekke yakınında Akabe’de Hz. Muhammed’in rahmet dolu sıcak ikliminde buluştu. Mustarip ruh­lar, acılarını dindirecek bir manevi iklime artık kavuşmuştu. Peygamberliğin onuncu yılında idi, bir Hac mevsiminde Pey­gamberimiz (s.a.s.) Mekke’ye dışarıdan gelenleri, İslâm’a davet için şehir dışında Akabe denilen yerde bulunuyordu. Medineli (Yesribli) Hazreç Kabilesinden altı kişiyle karşılaştı. Onlara Kur’an-ı Kerim’den ayetler okudu. (11) İslâm’a davet etti. Birisi : “Biz Evs aleyhine Kureyş’ten yardım almaya ve onlarla ittifak yapmaya gelmedik mi? Niye bu kişinin yanında takılıp kalıyo­ruz?” derken; diğeri, “Bu zat herhalde Medine’deki Yahudilerin zuhurundan bahsettikleri peygamber olsa gerek. İnanmakta biz onları geçmeliyiz.” diyordu. Esad İbn Zürâre ise okunan Kur’an ayetlerinin o kadar tesiri altında kalmıştı ki, ne Buas Savaşı ne Kureyş’in ittifakı ne de Yahudilerle rekabet onu ilgilendiriyor­du. O, İslâm’ı zihninde şekillendirmeye başlamıştı bile. Kafileye ağırlığını hissettirdi ve şehadet getirerek Müslüman oldular. Bel­li ki, davet edildikleri bu yeni yolda bir saadet vardı ve daha ilk dakikalarda bu saadetin sıcaklığını kalplerinde hissetmeye baş­lamışlardı. Hasbihâl devam ederken dediler ki: “Milletimiz iç savaş sebebiyle çok kötü bir durumdadır. Cenab-ı Hak belki se­nin sayende milletimizi böyle bir iç savaştan ve darmadağınıklıktan kurtarır. Biz hepimiz yeni inancımız istikametinde çalışa­cağız. Ve şu anda kabul ettiklerimize biz de onları davet edece­ğiz.”

(11) Akabe’de ilk Müslüman olan altı kişi: Esad İbn Zürâre, Râfi İbn Mâlik, Avf İbn Hâris, Utbe İbn Âmir, Ukbe İbn Âmir, Haris İbn Abdullah’tır.

Hz. Peygamber’in ilk karşılaşmada bu zevata okuduğu ayetlerden bazı­ları: İbrahim, 35-52.

Medinelilerle bu ilk karşılaşmadan sonra peygamberliğin 11. yılında I. Akabe; 12. yılında ise II. Akabe bey’atları gerçekleşiyordu. Böylece on, on bir ve on ikinci peygamberlik yıl­larında Efendimiz Hazretleri Medinelilerle üç mülâkat yapmış, bunların son ikisinde bey’at da edilmişti.

Birinci Akabe bey’atında şu sözler ant olarak verilmişti : “Allah’a hiç bir şeyi ortak koşmayacağız. Hırsızlık etmeyeceğiz. Çocuklarımızı açlık korkusuyla öldürmeyeceğiz. Kendiliğimizden uyduracağımız yalan dolanlarla hiç kimseye iftirada bulunmaya­cağız. Hiç bir hayırlı işte muhalefet etmeyeceğiz...” (12)

İlk bey’attan sonra Medinelilerin isteği üzerine Peygamber Efendimiz, Hz. Mus’ab İbn Umeyri onlara, İslâm’ı öğret­mesi ve oradaki İslâmî faaliyetleri düzenlemesi için muallim ve mürşit olarak gönderdi. Bu zat, Esad b. Zürâre (r.a.) ile beraber bir sene içinde Medine’de öyle bir çalışma yaptılar ki, İslâm’ın sesini duymayan kalmamıştı. Çoğu Müslüman olmuş, çoğu taraftar ve yakınlıkduyar hâle gelmişti. Öyle ki, Mus’ab’ın faaliyetlerini duyup da gadap ve hışımla öldürmek üzere ellerinde ok ve mızrak koşup gelenler, onun tatlı-şefkatli, duygulu ve ba­şarılı daveti önünde eriyor ve Müslüman olarak dönüyordu. (13)

Mus’ab (r.a.), peygamberliğin on üçüncü yılında 75 Müslüman’la birlikte Hac mevsiminde sözleşilen yerde buluş­mak üzere Mekke’ye geldiler ve aynı günlerde meşhur İkinci A­kabe Bey’atı cereyan etti. Bu bey’atta başlıca şunlar konuşulmuş­tu:

Peygamberimizin amcası Abbas topluluğa şöyle dedi : “Bi­liyorsunuz ki, Hz. Muhammed (s.a.s.) şimdi memleketinde ve ailesinin himayesindedir. Size kavuşmak için Mekke’yi terk etmek istiyor. Vaatlerinizi yerine getirebileceğinize ve O’nu himaye ede­bileceğinize inanıyorsanız, sorumluluklarınızı üzerinize alınız. Aksine kavmini terk ettikten sonra O’nu bırakıp gidecekseniz, O’nu davet etmekten şimdiden vazgeçmeniz daha iyidir.”

(12) İbn Hişâm, II, 73; Taberî, II, 242, İbn el-Esir, II, 101; M. Âsım Köksal, Hz. Muhammed ve İslâmiyet (Mekke Devri), 340 vd.; M. Zekâi Konrapa, Peygamberimiz, 139 vd.

(13) İleride Ensar’ın ileri gelenlerinden olacak olan Sa’d İbn Mııaz elinde mızrakla Mus’ab Bin Umeyr’i öldürmeye gelmiş fakat onun Zuhruf, 1-9 ayetlerini sükûnetle okumasından sonra Müslüman olmuş, kabilesini de Müslüman etmişti.

Medineliler: «Sözlerini anladık fakat Peygamber’in bizzat bizimle konuşmasını istiyoruz.» dediler. Bunun üzerine Peygamberimiz (s.a.s.) onlara Kur’an-ı Kerim’den bazı ayetleri onlara okudu. İslam’ı yeniden açıkladı. Cenab-ı Hakk’a ortak koşmama­larını, namazı kılmalarını, zekâtı vermelerini hatırlattıktan sonra, “Kendim için isteğim; Allah’ın Rasulü olduğuma şahitlik etme­niz; kendinizi, çocuklarınızı ve kadınlarınızı esirgeyip koruduğu­nuz şeylerden beni de esirgeyip korumanızdır.” dedi.

Medineliler Peygamberimizin bu teklifine karşı, “Şüphesiz Seni hakikatle birlikte gönderene yemin ederiz ki, biz himayemiz altındakileri nasıl koruyorsak, Seni de öyle koruyacağız.” dediler.

Medinelilere bu kararlarının bütün dünya ile harp etmek de­mek olabileceği bildirilince, kararlarından vazgeçmediler. İrade­lerinde hiç sarsılma olmadı. Ancak içlerinden biri bir sual sordu: “Ey Allah’ın Rasûlü! Bizim bölgemizdeki Yahudilerle aramızda bir antlaşma vardır ki, şimdi onu feshedeceğiz. Biz bunu yaptık­tan sonra siz de ileride Allah’ın inayeti ile muvaffak olunca, bizi bırakıp kendi kavminizin yanına döner misiniz?”

Sevgili Peygamberimiz (s.a.s.) Hazretleri gülümseyerek şöy­le cevap verdiler:

“Sizin kanınız benim kanımdır... Ben sizdenim siz de bendensiniz. Kiminle dövüşürseniz ben de onunla muharebe ede­rim. Kiminle sulh yaparsanız ben de onunla sulh ve musalaha yaparım.” (14)

Rasûl-i Ekrem (s.a.s.) nefislerini, evlâd-ü iyalini nasıl sakı­nıyorlarsa, kendisini de aynı şekilde koruyacaklarını, sakınacak­larını taahhüt etmek üzere Medineli Müslümanlardan bey’- at is­tediğinde içlerinden biri, “Bunun karşılığında ne var ya Rasûlellah” deyince, Efendimiz Hazretleri, “Cennet var!” buyurdular. Bunun üzerine bey’at ettiler.

Peygamber Efendimiz, anlaştığı ve İslâm’la kaynaştığı bu seçkin topluluktan Hazreç Kabilesi için dokuz reis, Evs için üç reis ve Mus’ab İbn Umeyr Hazretlerinin Medine’deki İslâm dave­ti vazifesinde en büyük yardımı yapan ve onu evinde misafir eden Esad bin Zürâre Hazretlerini “Reisü’r-Rüesâ (reislerin rei­si)” unvanıyla tayin etti.

(14) Hamidullah, İslâm Peygamberi, 1, 102.

Böylece Efendimiz Hazretleri henüz kendisi başlarına geçmeden evvel onları kendi aralarında bir teş­kilât bünyesinde toplamış, tesanütü temin etmişti. Bu hareke­tiyle Peygamberimiz Medinelilere; İslâm’ın teşkilât ve disiplin, itaat ve saygı, yardımseverlik ve bağlanış dini olduğunu anlatmış oluyordu.

Ertesi gün bu olayların söylentisi Mekkeli Kureyşlilere ulaş­tığında, birkaç kişilik delege topluluğu gelerek Kureyşliler aley­hine yapılan bir ittifakın vahim sonuçlar doğuracağını tehdit yollu söylediler. Müminler sessiz kalmayı tercih ettiler. Müminlerin Peygamber (s.a.s.) e yaptığı bey’atten habersiz olan kafi­ledeki gayrimüslim Medineliler ise böyle bir iddiayı kesinlikle reddettiler. Bu reddediş onlarda, Kureyş aleyhine bir ittifakın olmadığı intibaını uyandırdı. Bu yüzden geri döndüler. Ancak it­tifakın olduğu kesin olarak Kureyşlilerce öğrenilince, Medineliler takip edildi. Hatta kervandan arkada kalan bir Medineliyi yakalayıp işkence ettiler. Fakat o da dostları tarafından kurtarıl­dı. (15)

İslâm’a giren Medineli ilk altı kişi ve daha sonra ilk inanan­ların rûhen sıhhatli, şecaat sahibi, yüksek karakterli, güvenilir kimseler olduğu tarihçiler tarafından kaydolunmaktadır. Mekke’­de İslâm’ı ilk kabul edenlerin de aynı nitelikleri taşıdığı hatırlan­malıdır. Anlaşılıyor ki, İslâm’ı; akl-ı selim sahibi, güvenilir, rûhen sağlam, zihnen sıhhatli kişiler ilk önce kabul etmektedir. (16)

ENSÂR’IN MUHACİRÛN’A GÖNÜLDEN UZATTIĞI DAVET KÖPRÜSÜ

Akabe; bir anddır, bir taahhüttür. Allah’a dönüş, Peygam­ber’e bağlanış, günahlardan vazgeçiş, hayırlara koşuş için yürek­ten verilmiş bir sözdür.

Akabe, yeni Müslüman olan Ensar’ın, önceki Müslümanlara ruh ve gönüllerinden uzattıkları davet köprüsüdür.

(15) Akabe bey’atları ile ilgili geniş bilgi için bkz. İbn Hişam, II, 73; Taberî, I, 242; İbn el-Esîr, II, 101 vd.; Buharı, V, Hicret bâbı; Tecrid Terc., X, 81 vd.; Kısas-ı Enbiya, I, 112; Hamidullah, İslâm Peygamberi, I, 100 vd.; M. Âsım Köksal, Hz. Muhammed ve İslâmiyet (Mekke Devri), 338 vd.; M. Zekâi Konrapa, Peygamberimiz, 130 vd.

(16) Hamidullah, İslâm Peygamberi, l, 99.

Akabe; kendi canları, aile yakınları, malları ve namusları gi­bi Allah’ın Rasulünü koruyacaklarına dair Ensar’ın verdiği na­mus sözüdür.

Akabe; Evs - Hazreç düşmanlığının İslâm kardeşliğine dönüş­mesi gerçeğidir.

Akabe; Evs - Hazreç ve mazlum muhacirler arasındaki din kardeşliğine dayalı ölümsüz tesanütün temeline konulmuş harçtır.

Müşrikler neden korkuyorlardı? İslâm kardeşliğinden! Onla­rın korkuları, İslâm’ın ruhlarda meydana getirdiği alevdendi. Yukarıda belirttiğimiz gibi Akabe bey’atlarını haber alır almaz Kureyş, Medine’ye dönmekte olan Müslümanları takibe koyul­muşlardı. Neden? Çünkü onlar Mekke’de bir avuç Müslümanın dayanışma içinde ne büyük bir kuvvet oluşturduklarını görmüş­lerdi. Sümeyye Hatun ile Yâsir Hazretleri canlarını feda etmiş fakat Cenab-ı Hakk’ı ve O’nun sevgili Habibini inkâr etmemiş­lerdi. Bilâl-i Habeşi Hazretleri kızgın kumda sürüklenip, çöl sıcağında ağır kayalar altında ezilirken, “Allahüekber-Lâilahe- illallah Muhammedün Rasûlüllah” dediğini görüp duymuşlardı. Ebu Zer el-Ğıfari Hazretleri şiddetle dövüldüğü halde, kalkar kalkmaz yüzündeki kanı şöyle bir sildikten sonra, Hakk’a imanın yüceliğini ve şirkin çirkefliğini korkusuzca haykırmıştı. Müşrikler bunu işitip görmüşlerdi. Suheyb-i Rumî Hazret­leri körükte alevlendirilmiş ateş üzerine yatırılıp sırtı ateşle dağ­lanıyor, servetine el konuluyor fakat bütün bunlar, hak yoldan onu çeviremiyordu. Habbab b. el-Eret Hazretlerini kor üzerine yatırmışlardı, üstüne de biri çıkıp tazyik ediyordu. Fakat o in­kâra yönelmiyordu. Bu iman abidesine tanık olmuşlardı. Abdul­lah b. Mesud Hazretleri Müslüman olduktan sonra bir gün Ha­rem-i Şerifte Rahman Sûresi’ni okumaya koyulmuştu. Müşrikler ona sataşıyordu, o sataşmalara rağmen Hz. İbrahim makamındaki­ kıraatine devam etmişti. Nihayet sûrenin okunması tamamlandı. «Sadakallahülazîm» dedi. Evine yöneldiğinde, ağzı yüzü kan re­van içinde kalmıştı. Müşrikler; azmin, kararlılığın, cesaret ve bağlılığın bu canlı örneklerini yakından görmüş bulunuyorlardı.

Bu cesur ve inançlı topluluk, Medine’deki Evs ve Hazreç; kaynağını İslâmî enerjiye dönüştürürse, Mekkeli müşriklerin hâ­li nice olurdu? İşte müşrikler bundan korkuyorlardı.

Müslümanlıkla doğacak din kardeşliğinin meydana getireceği büyük kuv­vetten korkuyorlardı.

Akabe; “Müşriklerin, Allah ve Peygamber düşmanlarının, İslâm nizamının hasımlarının” kardeşlikten korktuklarının İslâm tarihindeki belgesidir.

Akabe’nin her çağın Müslümanlarına olduğu gibi günümüz Müslümanlarına da mesajı şudur: “Kardeş olun, aranızda kardeş­lik şuurunu kuvvetlendirin, tesanütünüzü artırın, birbirinizle kucaklaşın, kin gütmeyin, hasetleşmeyin, cepheleşmeyin, birbirini­ze sırt dönmeyin ki, düşmanlarınız korksun!”

Akabe’nin mesajını daha kısa bir ifade ile şöyle ortaya koy­mak mümkündür: “Kardeşliğinizi kuvvetlendirin, İslâm’ın düş­manları korksun!”

Akabe, İslâm tarihinde; devlet olmanın, büyümenin, kuv­vetlenmenin, teşkilatlanmanın sembolü olan Hicret’in temelidir. Hicret ağacının köküdür. Akabe, gurbette ikinci vatanin doğuşu­nu Müslümanlara hazırlamıştır...

GURBETTE YENİ VATAN: MEDİNE

Mazlum Müslümanlar, Efendimizin, “Artık sizin hicret ede­ceğiniz şehrin iki kara taşlık arasında hurmalık bir yer olduğu bana gösterildi.” dediği Medine’ye, haksızlık ve işkenceden insan­ca ve İslâmca yaşamak umuduyla göç ediyorlardı. (17)

Bir yandan Akabe’de Rasûlüllah’a söz verilirken, diğer yandan Müslümanlar Medine’ye hicret ederken ve düşmanların tehditle­ri en dayanılmaz derecelere tırmanırken, Peygamber Efendimiz Mirac’a mazhar kılınarak bir manevi ihtifal üzere melekût âle­mine, Cenab-ı Hakk’ın huzuruna götürülmüş ve birtakım sırlar kendisine gösterildikten sonra aynı şekilde geri getirilmiştir. Mirac; Peygamberimizin, dayanılmaz sıkıntılar arasında dahi İslâm’ın gelecekteki başarısından ümidini kesmediği günlerde, bu ümidin canlılığını ve doğruluğunu takviye eden bir ulu ayet olarak Hak Teâlâ’dan gösterilmiştir. (18)

(17) İbn Hişâm, II, 73; Taberî, II, 242; İbn el-Esir, II, 101; Buhari, V, 71.

(18) Buhari, V, 66; İbn Hişâm, II, 46; Taberî, II, 260; Tecrid Terc., X, 72 vd.; İbn Sa’d, I, 213 vd.

İZANSIZLIK VE TERCİHLER

Ne izansızlık! Küfrün gözü kör! Şirk en büyük zulüm! Hiç saadete çağırana kılıç sallanır mı? Düştükleri bataklıktan kurtar­mak için uzatılan el kesilir mi? Fakat küfür; karanlık, şirk, zulüm ve kâfir zalim, müşrik hain!

Müslümanlar; izansızlığın, irfansızlığın, zulmün, hıyanetin acımasızlığı karşısında doğup büyüdükleri, havasını teneffüs edip suyunu içtikleri, öz yurtlarından gizli gizli, korka korka kaç­maya mecbur kalıyorlar, mecbur bırakılıyorlar. Şirkin çirkin yü­zü mü? İslâm’ın saadetli hayatı mı? Kararmış bir kalp mi, yoksa aşk mı, nur mu, parlayan bir fazilet mi? Gazap mı, tebessüm mü? Putlara kölelik mi, Allah Teâlâ’ya kulluk mu? Ve bu tip bir köle­likteki ruhî, aklî, zihnî esarete körü körüne rıza mı? Allah’a kulluktaki derin hürriyete erişip, bütün his ve bilgi kuvvetlerini bağımsızlığa kavuşturmak mı? Mazluma şamar mı, zulme karşı çıkış mı? İşte Müslümanlara işkence edenlerle yurtlarını dahi terk etmek mecburiyetinde kalan Müslümanların tercihleri!

II - ADIM ADIM HİCRET

MÜŞRİKLERİN PEYGAMBERİMİZİ ÖLDÜRME TEŞEBBÜSÜ

Müslümanlar birer ikişer kafileler hâlinde Medine’ye hicret etmeye başlamışlardı. Şehirde bazı yaşlı ve hasta Müs­lümanlar, bir de Nebiyy-i Muhterem (s.a.s.) ile Ebu Bekir ve Ali (r.a.) kalmış bulunuyordu. Müşrikler Akabe’de Ensar’ın, “Ey Allah’ın Rasûlü! Mallarımızın mahvolması ve ileri gelenle­rimizin öldürülmesi pahasına çoluk çocuğumuzu nelerden ko­ruyorsak, seni de koruyup müdafaa edeceğimize yemin ederiz.” tarzındaki bey’atlarından haberdar olmuşlardı. Efendimizin de hicret ederek Medinelilerin başına geçmesi hâlinde Müslümanla­rın güçlenmesini ve başlarına iş açabileceğini hesaplıyorlardı. Bu mülahaza ile Peygamber Efendimize ne yapacaklarını görüş­mek üzere bir araya geldiler. Toplantıya katılanlar arasında; Utbe b. Rebia, Ebu Süfyan b. Harb, Cubeyr b. Mut’im, Hâris b. Amir, Nadr b. Hâris, Ebu’l-Buhteri b. Hişâm, Hakim b. Hizam, Ümeyye b. Halef, Ebu Cehil b. Hişâm ve daha başkaları vardı. Bazıları Peygamberimizin hapsedilmesini, bazıları uzak diyarlara sürgün edilmesini teklif ettilerse de birinci görüş, “Medinelilerin gelip kurtaracağı”;

İkinci görüş ise, “Peygamberin sözlerinin bü­yük tesir gücüne sahip olmasından dolayı Arapların onun etra­fında toplanarak bir kuvvet meydana getireceği ve sonunda Mek­ke’ye hücum edecekleri” gibi gerekçelerle kabul edilmedi.

Ebu Cehil ise, “Her kabileden kılıcı olan bir gencin, onun evini kuşatmak üzere bir araya gelmesini ve çıkarken hep beraber sal­dırarak bir suikastla öldürmelerini” teklif etti. Bu teklif oy birliğiyle kabul edildi. (19)

-

HİCRET İZNİ

Böylece azılı İslâm düşmanları, âlemlere rahmet olarak gön­derilen Efendimiz Hazretlerinin pak vücudunu ortadan kaldırma­yı plânlamışlardı. Şu kadar var ki, insanlığın, Efendimiz Hazret­lerinin önderliğine ihtiyacı vardı, bu sebepten yaşamalıydı. Hak Teâlâ Hazretleri Habib-i Ekrem’ini koruma kararını Cebrail (a.s.) ile bildirmişti. Efendimize, hicret izni verilmiş aynı zamanda Ebu Bekir (r.a.) ile beraber hicret edeceği vahyolunmuştu. Ni­tekim mutadı olmayan bir zamanda (öğle vakti) Peygamberimiz, Hz. Ebu Bekir’e hicret için hazırlık yapmasını söylediği zaman adına Kur’an-ı Kerim’de işaret edildiğini öğrendiği için sevincin­den gözyaşı döküyordu. Hz. Ebu Bekir İslâm’ın ilk gününden bu yana gösterdiği fedakârlık ve hizmetlerle bu sevinci, bu müjdeyi hak etmişti. Daha önce Kur’an okumaktan ve namaz kılmaktan engellendiği için Habeşistan’a hicret teşebbüsünde bulunmuşken yolda eski dostlarından İbnü’d-Dağine’nin, “Senin gibi topluma hizmet aşkı ile dolu olan bir insanın yurt dışına çıkmaya mecbur bırakılması akıl alır şey değildir. Haydi, geriye dön, ben seni hi­mayeme alıyorum.” demesiyle geri dönmüş; Kur’an okuduğu ve namaz kıldığı için tekrar rahatsız edildiğinde, Kureyş’in baskısı ve himaye edenin, “Bu şartlar altında himayeden vazgeçmek zo­runda kalacağını” ifade etmesi üzerine, “Bana Allah’ın himayesi yeter.” diyerek, Hz. Peygamber’in yanından -ne olursa olsun- ay­rılmamaya yemin eden Ebu Bekir (r.a.), dostluğunun mükâfatını, hicret yollarında Efendimize arkadaş kılınmakla görüyordu. Bir başka dost Hz. Ali (r.a.) ertesi sabah belki de kanlı bir boğuşmaya sahne olması muhtemel olan Rasûlüllah’ın yatağına giriyor.

(19) İbn Hişâm, II, 124 vd.; İbn Sa’d Tabakatu’l-Kübra, 1, 227 vd.

Efendimiz Hazretleri ise Yasin suresinin başından itibaren, ‘Fehüm lâyubsirûn’a kadar olan ayetlerini okuyarak ve bir avuç kum tanecik­lerini, evini kuşatmış olan canilerin başına serperek çıkıp gidi­yordu. Caniler derin bir uykuya dalmışlar ve Efendimizi göre­memişlerdi. (20)

.

PEYGAMBERİMİZİN HZ. EBU BEKİR İLE

YOL HAZIRLIĞI VE MAĞARADA ÜÇ GECE

Hz. Âişe der ki: “Biz Rasûlüllah ile Ebu Bekir’in sefer levazımını çarçabuk hazırladık. Her ikisi için bir dağarcık içinde bir miktar azık düzenleyip koyduk. Ağzı bağlanacağı sıra, Ebu Be­kir’in kızı, kardeşim Esma belinin kuşağından bir parça yırtıp ayırdı da onun dağarcığının ağzını bağladı.” Bu cihetle Esma’ya, “Zâtü’n-nitakayn: İki kuşaklı” denildi. Sonra Rasûlüllah (s.a.s.) ile Ebu Bekir (evimizin arkasındaki bir pencere deliğinden çı­kıp) Sevr Dağı’ndaki bir mağaraya (bir perşembe günü cuma gecesi) ulaştılar ve orada üç gece gizlendiler. (21) Her gece yanlarında Ebu Bekir’in oğlu Abdullah gecelerdi. Abdullah maharet­li, çabuk anlayışlı, enerjik bir gençti. Seher vakti Rasûlüllah ile Ebu Bekir’in yanından çıkar, Mekke’de gecelemiş gibi Kureyş ile sabahlardı. Abdullah, Rasulüllah ile Ebu Bekir hakkında Kureyş müşriklerinin hilelerinden işittiği şeyleri öğrenir, karanlık basın­ca da gelir, Rasûlüllah ile babasına haber verirdi. Ebu Bekir’in kölesi Âmir Bin Füheyre, o civarda bol sütlü sağmal koyun ot­latır ve akşam olduktan bir süre sonra Rasûlüllah ile Ebu Bekir’e getirirdi. Onlar da sağıp taze süt içerek geceyi geçirirlerdi. O süt kendi sağmallarının sütü idi ve içine kızgın taş konularak ısıtılmış (ve bir derece pişirilmiş) idi. Gecenin sonunda ise Âmir Bin Füheyre, koyunlarını alır yaymaya götürürdü. (22)

MEKKE’DE KOPAN BÜYÜK FIRTINA

Bu sıralarda Mekke’de ise büyük bir fırtına kopmuştu. Çün­kü Peygamber Efendimizi öldürmek amacıyla evinin etrafında sabaha kadar bekleyen caniler, Efendimizin dışarıya çıkmadığını hayretle gördüler. Sabahleyin içeriye girip baktıkları zaman ise yatakta yatanın Hz. Ali olduğunu anladılar. Rasul-i Ekrem’i ya­tağında bulamayınca, avını bekleyip de eli boşa çıkan avcının asabi ruh hâli içinde Mekke’yi arayıp taramaya koyuldular ama bulamadılar.

(20) Buharî, V, 71-78 (Hicret babı), Hayatü’s-Sahabe, 416.

(21) Aynı kaynak, V, 71-78.

(22) Aynı kaynak, V, 71-78.

Bulana mükâfat olarak o devir için büyük bir servet sayılan yüz deve vadettiler. Bunun üzerine da­ha çok, mağdur ve mazlum zümrelerin oluşturduğu İslâm’a sem­patisi olan az kişi dışında her meslek ve sınıftan müşrikler, Rasûl-i Ekrem’i yakalamak için aramaya koyuldular. Bu arama işi­ne zengin müşriklerin de katılışı, bu işin sadece vadedilen yüz de­ve için değil, aynı zamanda bilerek yani ideolojik mahiyette (kasten) yapıldığını gösteriyordu. Yani ortada iki davanın kav­gası vardı, bâtıl ve hak mücadele ediyordu. (23)

MÜŞRİKLERDEN BİR GRUP MAĞARAYA YAKLAŞIYOR

Nihayet bir grup müşrik, ayak izlerini takip ede ede mağara­ya kadar gelmişlerdi. Hatta eğilip mağaranın giriş yerinden dik­katle baksalar belki de göreceklerdi. Bu durum o kadar barizdi ki, Hz. Ebu Bekir ürperdi ve heyecanlanmaktan kendini ala­madı. Rasûl-i Ekrem’e şöyle seslendi:

-Ya Rasulallah! Yaklaştılar, bizi görecekler!

Rasulüllah güven veren bir tavırla şöyle cevap verdiler:

-Korkma, tasalanma! Allah bizimle beraberdir.

Kur’an-ı Kerim’de Cenâb-ı Hak bu olaya şöyle işaret buyurmaktadır:

“Eğer siz ona (Rasûlüme) yardım etmezseniz (hatırlayın o zamanları ki) kâfirler, onu Mekke’den çıkarıp hicretine sebep oldukları zaman bizzat Allah, ona yardım etmişti. (Yine de) O, yardımını esirgemez. Öyle bir anki; Rasûlüllah ancak ikinin ikincisinden ibaretti. (Hak’tan başka yardımcısı yoktu.) O za­man onlar (Sevr Dağının tepesindeki) mağaradaydılar. Pey­gamber o vakit arkadaşına, ‘Tasalanma! Allah hiç şüphesiz bi­zimle beraberdir.’ diyordu. Allah, o arkadaşının üzerine (kalbine) kuvve-i maneviyesini indirmiş, Habibini görmediğiniz manevî ordularla teyit etmiş, kâfirlerin kelimesini (küfürlerini) alçaltmıştı. Allah’ın kelimesi ise çok yücedir. Allah mutlak galiptir, yegâne hüküm ve hikmet sahibidir.” (24)

(23) İbn Hişâm, II, 129 vd. İbn Sa’d, l, 227 vd. Şibli I, 199, M. Hamidullah, İslâm Peygamberi, l, 107.

(24) Tevbe, 40; Enfal 30. ayette de Efendimiz aleyhine alınan öldür­me kararına işaret edilir.

O ıssız gecede mağarada karanlıklar ortasında Peygamberi­mizin, öldürülme korkusuyla sıkıntı içinde kalan Hz. Ebu Bekir’e karşı, “Mahzun olma! Allah bizimle beraberdir.” diyen Efendimi­zin hiç bir hüzün şâibesini tecviz etmeyen itminanı ve ilm-i şühudu, metanetine ilâhî bir kuvvet! İstikbale dair bu emin bakış ve Allah’ın himayesinde kendini emniyette hissediş ne icazkâr bir müjdedir. Öyle kutsal bir hüzünle gönlü sızlarken, bu müjde­yi derhal tasdik ile ilâhî desteğe mazhar olan Sıddık’ın kalbinde­ki sadakat ve iman ne kadar derin bir sadakat ne kadar yüksek bir iman! Ve o anda hakka’l-yakin tecelli eden ilâhî beraberlik ve nâzil olan Rabbani destek, ne ezeli bir hakikat ne ilâhî bir nusrettir! (25)

KILAVUZ DEVELERİ GETİRİYOR

Rasûlüllah ile Ebu Bekir Efendilerimiz Mekke’de iken yol kılavuzluğunda maharetli olan Abdullah b. Ureykıt adındaki ki­şiyi para karşılığında tutmuşlardı. Hâlen müşrik olan bu kişinin doğruluğuna itimat ederek Rasûlüllah ile Ebu Bekir, develerini de ona teslim etmişler ve üç gece sonra Sevr Dağı’nda buluşmak üzere sözleşmişlerdi. Bu kişi develerle beraber üçüncü gecenin sabahında Sevr Dağı’na gelmiş bulunuyordu. Kafileye Âmir bin Füheyre de katılmıştı. Kılavuz, yolcular için sahili takip ederek Medine’ye doğru yola koyuldu.

KUDEYD’DE İÇİLEN SÜT

Ebu Mabed’in ikamet etmekte olduğu Kudeyd’de bulunan çadırın yanına geldiklerinde kafile oradan hurma gibi yiyecek bir şeyler satın almak ihtiyacını duymuştu. Ebu Mabed yoktu. Atike Ümm-i Mabed yiyecek bir şeyin olmadığını bildirdi. Orada görü­len bir koyundan sorulunca da Atike, “Yürümeye dahi mecali ol­mayan, sürüye uymayan sütsüz bir koyundur.” cevabını veriyor­du. Fakat Rasûl-i Ekrem izin isteyerek sağmaya başladı. Sağmak­ta olduğu kap dolmuştu. İlk önce Atike’ye ikram etti, sonra kafiledekilere, sonra da kendisi içmişti. İkinci defa sağıp içtiler, herkes doymuş bulunuyordu. Peygamberimiz tekrar sağarak içi süt dolu kabı kadına teslim etti.

(25) Tefsiri İçin bk. Elmalılı, IV. 2546 vd.

Ümm-i Mabed’ den rivayet olunur ki, “O koyun Hz. Ömer’in halifelik zamanında meydana ge­len kuraklık yılına kadar yaşadı. Yeryüzünde hayvanlar yiyecek bir şey bulamazken, biz onu akşam sabah sağardık.” diyor. Dünya in­sanlığına müjde ve umut götüren Efendimiz Hazretlerinin müba­rek elinin değdiği koyunun, sahiplerine verdiği bereketi de tarih böyle kaydediyor. (26)

SÜRÂKA’NIN TAKİBİ

Yolcular Ebu Mabed’in çadırından, Kudeyd bölgesinden ha­reket edip Benu Mudlic arazisinden geçerken Sürâka Bin Cü’şüm; bunların başlarına Mekkelilerin ödül koyduğu kişiler olmasın­dan şüphelendi ve atına binerek onları takip etti. Onlara iki defa yaklaştı. Fakat ilkinde atının ayağı sürçüp kapaklanırken, ikinci­sinde ise kumlara saplanıp kaldı. Bu uyarıcı işaretlerden dehşe­te düşen Sürâka affedilmesi için yalvarıp yakardı ve hatta hima­yelerinde olduğuna dair bir de yazı istedi. Kafileyi takip edenle­ri geri çevireceğini söyledi. Sözünde durdu ve hayatı boyunca sadık bir mümin olarak yaşadı. (27)

BÜREYDE’NİN MÜSLÜMAN OLUŞU

Peygamber Efendimiz Kuba’ya ulaşmadan evvel Amim’e var­dığında, Büreyde b. Husayb yakınlarından 70-80 kişilik atlı ile kafileye yetişmiş bulunuyordu. Bu süvari grubu Hz. Peygamber’i tutup getirene 100 deve verileceğini biliyorlar ve “İşte avımızı ya­kaladık, ödülü biz hak edeceğiz.” diye düşünüyorlardı. Kâinatın Efendisi, mürşitlerin sultanı Hz. Muhammed (s.a.s.) Hazret­leri hiçbir şey yokmuşçasına gayet sakin bir şekilde kafile ile tanışıp konuşmaya başladı ve onların Benu Eslem’den olduğunu öğrendi. Peygamberimiz sözün bazı yerinde Hz. Ebu Bekir’i de sohbete katarak endişesizliğini hissettiriyordu. Aman Yarabbi! Ödüle konmak amacıyla orada bulunan Büreyde sanki asıl mak­sadını unutmuştu. Kendisiyle böylesine sıcak bir hasbihalle ilgilenen Efendimiz Hazretlerine, ‘Ya sen kimsin?’ diye sormaktan kendisini alamadı. Peygamberimiz de cevaben, “Ben Abdül Muttalib’in oğlu Abdullah’ın oğlu Muhammed’im ve Allah’ın Rasûlüyüm.” cevabını verdi ve İslâm’a davet etti.

(26) İbn Sa’d, Tabakat, l, 230.

(27) Buhârî, V, 71-78 (Hicret bâbı), Tecrid Tercemesi, X, 103 vd.

Vakti saati gelmiş, Büreyde’nin göğsü İslâm’a açılmıştı. O ve adamları şehadet getirerek Müslüman oldular.

Yatsı namazını Peygamberimiz yeni Müslümanlarla beraber kıldı. Herhalde kalplerin en büyük ve en geniş biçimde değişik­liğe uğramasının tarihteki en büyük örneklerinden birisi Büreyde’nin Müslüman oluşudur. Yakalamak istediği insanla beraber Peygamberimizle birlikte namaz kılan Büreyde, Meryem Suresi’nin baş tarafından bir kısmını, o gece Peygamberimizden ezberlemiş bulunuyordu.

Kafilenin şu anda bulunduğu yer, Medine yakınlarıydı. Sa­baha çıkılınca Büreyde, “Ey Allah’ın Rasûlü! Yanında bir bayrak olmadan Medine’ye girmen uygun olmaz.” diyerek sarığını çıkar­dı, mızrağının ucuna bağladı, Medine’ye girinceye kadar Peygam­berimizin önünde onu taşıyarak yürüdü.

Büreyde Hazretleri, Benü Eslem’in Sehm Kolundan olup ha­yatı boyunca, “Allah’a şükürler olsun ki, Sehm Kabilesi hiç güçlük çıkarmadan Müslüman oldu.” diye şükrederdi. (28)

KUBA’YA VARIŞ

Uzun ve yorucu bir yolculuktan sonra (29) nihayet Peygam­ber Efendimiz ve Hz. Ebu Bekir Medine’nin üç kilometre kadar yakınında bulunan Kuba’ya ulaşıyorlardı. Efendimizin ve Hz. Ebu Bekir’in üzerinde beyaz maşlahlar vardı. Bunları yolda kar­şılaştıkları, Şam’dan ticaret kervanıyla dönmekte olan Zübeyir b. el-Avvam Hazretleri vermişti. (30)

Medineli Müslümanlar, Peygamberimizin Mekke’den yola çıktığını duymuşlar ve her gün kuşluk vaktinden öğle sıcağı basıncaya kadar Harre mevkiinde şerefli yolcunun teşrifini bek­liyorlardı. Bir gün bir Yahudi, kendisine ait bir iş için yüksekçe bir kuleye çıkıp uzaklara baktığında Peygamberimizin beyazlar giymiş olarak geldiğini görmüştü.

(28) M. Asım Köksal, Hz. Muhammed ve İslâmiyet (Mekke Devri), 386 vd.

(29) Kafile yolculuk süresince; Sevr, Asfan, Amac, Kudeyd, Benu Mudlic, Harar, el-Mürre, Lıfk, Mâce, Zülgadâdin, Zükaşd, Cedaced, Ecred, Abazid, eI-Fahar, Elârec, Benü Eslem, Elaber, Rim, Kuba, Medine güzergâhını takip etmişti.

(30) Buhari, V, 71-78 (Hicret bâbı).

Bu muhteşem manzarayı sak­lamaya güç yetiremeyen Yahudi; yüksek sesle şöyle bağırmaktan kendini alamadı:

Ey Arap topluluğu! Beklediğiniz o devletliniz işte geliyor!

Bu sesi işiten bütün Müslümanlar silahlarına sarılarak he­men evlerinden çıkıp Efendimizi karşılamaya koştular ve Harre denilen kara taşlık yolunda ona kavuştular. Tekbir sedaları or­talığı kaplıyor, tam bir bayram sevinci içinde Medineliler büyük hoşnutluk izhar ediyorlardı. Efendimiz kendisini karşılayanlarla birlikte Medine’nin sağ tarafındaki Kuba cihetine doğru yürüdü. Nihayet Efendimiz Hazretleri yanındakilerle be­raber Harise oğullarından Amr b. Avf ailesinin yurdunda idi ve onlardan biri olan Gülsüm b. Hidm’in evinde misafir olmuştu. Kuba’ya giriş Rebiulevvel ayının bir pazartesi gününe rastlıyor­du. (31) Bundan üç gün sonra da Hz. Ali Kuba’ya ulaşmış bulunu­yordu. Ensâr; hoş geldin, için Kuba’ya akın ediyor, Efendimize itaat ve bağlılıklarını tazeleme fırsatını buluyorlardı.

KUBA MESCİDİNİN İNŞASI

Peygamber Efendimiz, aslında dinlenmeye son derece muh­taç olduğu yorgun zaman diliminde orada kaldığı on dört gününü istirahatle değil, Kuba Mescidini yaptırmakla geçiri­yordu. Kuba Mescidinin inşasına başlanırken Peygamberimizin Harre denilen yerden taş getirttiği ve eliyle temeli attığı rivayet edilir. Peygamberimizin temele attığı taşın yanına Hz. Ebu Be­kir’in taş yerleştirdiği, Hz. Ömer’in onun yanına, Hz. Osman’ın onun yanına; gerek Kuba’lı Müslümanların gerekse daha önce hicret edenlerden Medine’de bulunanlarla Ensar’dan hoş geldine gelenlerin de elleriyle o hat üzerine taşları yerleştirdikleri riva­yet olunur. Peygamberimiz bu Mescid’de bizzat çalışmış ve en ağır taşları kucaklayıp yerleştirmiştir. Kuba Mescidi yapılırken Ensar’ın şairlerinden Abdullah bin Revaha, “Mescitlerin inşasın­da çalışmaya koyulanlarla ayakta veya otururken Kur’an oku­yanlar ve geceleri uyku ile (gafletle) geçirmeyenler felah buldu­lar.” mealinde bir recez söyledi.

(31) Aynı kaynak V, 711-78.

Peygamberimiz de onun son kelimelerini tekrarlamakta idi. (32) “Tâ ilk günde temeli tak­va üzere kurulan mescit” (33) mealindeki ayet-i kerimede geçen mescid-i şerifin, ‘Kuba Mescidi’ olduğu rivayet edilir.

Kuba Mescidi, çok mübarek bir mescid olup, İslâm tarihinin yükselme devri öncesinde ve bütün anlamıyla bir dönüm nokta­sında kurulduğu için pek değerli hatıraları sinesinde taşımakta­dır. Bu mescidin yapılışı insanlık tarihinde benzeri görül­meyen bir toplumsal ve siyasî olayın gerçekleşmesinin (İslâm’ın bütün kurumlarıyla yükselmesinin) başlangıcı oldu. Bu mutlu ve vaat olunan gayeyi sezen Efendimiz Hazretlerinin zekâsı, İslâm dünyasının ilk secdegâhı olmak şerefini kazanan bu mübarek mescidin yapılmasını hızla gerçekleştirdi. Peygamberimiz (s.a.s.) bu Mescidin yapılmasında bir işçi gibi çalıştı. Bu şanlı ve şerefli çalışmaya katılanların gözleri önünde, İslâm’ın mutlu geleceği canlanıyordu. Bu mescid hakkında Hak Teâlâ, temelindeki tevhid mefkuresine işaret eder ve burada namaz kılanların ihlaslı, iyi niyetli ve muttakilerden olacağına işaret eder: “Muhakkak ki bu mescid ilk gününden itibaren takva ve tevhid temeli üzerine ku­rulmuş (böyle devam edegelmiş) tir. Habibim! Bu mescitte se­nin namaz kılman çok doğru ve hayırlıdır. Bu mescitte, temiz­liği ve nezaketi son derece seven muttaki bir cemaat vardır. Al­lah da çok temiz ve faziletli olanları sever.” (34)

KUBA’DAN MEDİNE’YE HAREKET

Peygamber Efendimiz (s.a.s.) artık Kuba’dan Medine’ye doğru hareket etmeye niyetlenince ana tarafından akrabası yani dayıla­rı olan Neccar Oğullarına haber gönderdi. Neccar Oğulları, Ensar ile birlikte silahlanıp geldiler, kervanın etrafını çevirerek, «Buyu­runuz, düşmanlarınızdan emin ve dostlarınız da size itaatkâr ola­rak develerinize bininiz!» dediler. En önde Peygamberimiz (s.a.s.) O’nun arkasında Hz. Ebu Bekir ve iki yanlarında Ensar ile Neccar Oğulları olduğu halde, muhteşem bir kafile hâlinde Medine’ye yöneldiler.

(32) M. Asım Köksal, Hz. Muhammed (s.a.s.) ve İslâmiyet Medine Devri

I, 10.

(33) Tevbe, 108.

(34) Tevbe, 108.

HZ. PEYGAMBER’İN İLK CUMAYI KILMASI

Kafile, Salim b. Avf Oğullarının yurduna vardığında Ranûna Vadisinin ortasındaki Cuma Mescidi’nin yerinde Efendimiz Haz­retleri hutbe îrad ederek Cuma namazını kıldı. Bu, Peygamberimizin Medine’de kıldığı ilk Cuma namazıdır.

Nebiyy-i Muhterem (s.a.s.) Efendimiz ilk Cuma hutbesinde ayağa kalkıp Hak Teâlâ’ya lâyık-ı veçhile hamd-ü sena ettikten sonra şöyle buyurmuştu:

- “Ey insanlar! Sağlığınızda ahiretiniz için tedarik görünüz, hazırlık yapınız. Muhakkak bilirsiniz ki, ahiret gününde herke­sin başına vurularak çobansız bıraktığı koyunundan sorulacak. Sonra da tercümanı ve perdedarı olmaksızın Cenâb-ı Hak, ona bizzat diyecek ki, ‘Sana benim Rasûlüm gelip de tebliğ etmedi mi? Ben sana mal verdim, sana lütuf ve ihsan ettim, sen kendin için ne hazırladın?’ O kimse dahi sağına soluna bakacak, bir şey gör­meyecek. Önüne bakacak cehennemden başka bir şey görmeyecek. Öyle ise her kim ki, kendisini -bir yarım hurmayla bile olsa- ateşten kurtarabilecek ise hemen o hayrı işlesin. Onu da bulamazsa, bari kelime-i tayyibe (hoş sözler) ile kendini kurtar­sın. Zira böyle bir iyiliğe, on mislinden yedi yüz misline kadar sevap verilir. Selâm, Allah’ın rahmeti ve bereketi üzerinize ol­sun!”

Nebiyy-i Muhterem Efendimiz sonra kalkarak ikinci hut­bede şöyle buyurdular:

-“Allah’a hamdolsun, Allah’a hamdederim ve O’ndan yar­dım isterim. Nefislerimizin şerlerinden ve kötü amellerimizden Allah’a sığınırız. Allah’ın doğru yola yönelttiğini kimse yanlış yola saptıramaz; Allah’ın saptırdığını da kimse doğru yola yöneltemez. Şehadet ederim ki, Allah’tan başka hiç bir ilâh yoktur. O, birdir ve ortağı yoktur. Kelâmın en güzeli Allah’ın Kitabı’dır. Her kim ki, Cenâb-ı Hak onun kalbinde Kur’an’ı müzeyyen kılar­sa, kâfir iken onu İslâm’a girdirirse ve o kişi de Kur’an’ı, başka sözlere üstün tutar - tercih ederse... İşte o kimse felâh bulur. Doğrusu Allah’ın Kitabı, kelâmların en güzeli ve en beliğidir. Allah’ın sevdiğini seviniz, Allah’ı cân-ü gönülden seviniz, Al­lah’ın Kelamından ve zikrinden usanmayınız. Allah’ın Kelamından kalbinize sakın sıkıntı gelmesin. Zira Kelâmüllâh; her şeyin en üstününü ayırıp seçer.

Amellerin hayırlısını, kulların seçkin­leri olan peygamberlerin kıssalarını (başlarından geçen olayları) zikreder. Helâl ve haramı açıklar. Artık Allah’a ibadet ediniz ve O’na hiç bir şeyi ortak koşmayınız. O’ndan hakkıyla sakınınız. Sözünüz, işinizi teyit etsin. Aranızda Allah’ın Kelâmını ölçü ala­rak birbirinizi sevip sayınız. Muhakkak bilmelisiniz ki, Allah Teâlâ ahdini (verdiği sözü) bozanlara karşı gazap eder. Allah’ın selâmı üzerinize olsun!” (35)

MEDİNE’YE GİRİŞ

Medineliler, Efendimizin Kuba’dan şehirlerine gelmesini hasretle bekliyorlardı. Kafile şehre girerken sanki yer yerinden oynamıştı. Bütün halk toplanmış, giriş yolunun iki ta­rafında sıralanarak Efendimizi karşılıyorlardı. Bütün kabile reis­leri, kadınlar ve çocuklar onun şehre girişini görmek için bir araya gelmişlerdi. Daha evvel Mekke’den göç eden Müslümanlara bağrını açan Medineli Müslümanlar (Ensar) şimdi de Hz. Peygamber’e gönüllerini açıyorlardı. O gün, Medineliler için ha­yatlarında hiç rastlanmayan bir şenlik ve bayram günüydü. Ço­cuklar, ‘hoş geldiniz, hoş geldiniz’ diyerek şenlik yapıyorlar, Habeşliler kılıç oyunları gösteriyorlar, kadınlar damlar üzerinde birbirinden güzel şiirler söylüyorlar, mini mini masum kızlar tat­lı tatlı manzumeler okuyor ve def çalıyorlardı. Şu anda tarihin kaydettiği en büyük kardeşliğin temelleri atılıyor ve yüz yıllar­dır birbirinin canına kıyan Medine’nin yerlisi Evs ile Hazreçliler, Mekke’den göç edenlerle beraber Peygamber Efendimizin çevresinde el ele vererek kuvvetlerini birleştiriyor­lardı. Öte yandan Peygamberimizin akrabası olan Neccar Oğul­larının kızları, “Biz Neccar Oğullarının kızlarıyız, Muhammed’e yakınlık ve hısımlık ne mutlu” diyorlar; Benu Neccar, “Dayınızın evine buyurunuz.” diyerek Peygamberimizi taşımakta olan Kusva adlı devenin ipine yapışıyorlardı. Herkes o şerefli insanı misafir etmekte çok istekli davranıyordu. Efendimiz ise devenin ipinin serbest bırakılmasını işaret ediyordu. Peygamberimizin devesi önce ileride yapılacak olan Mescid-i Nebi’nin kapısına rastlayan yere çöktü sonra kalkıp biraz gitti.

(35) İlk Cuma hutbesinde Efendimiz Hazretlerinin nasihatleri için bk. İbn Hişâm, lI, 139, vd.; İbn Sa’d, I, 134 vd.; Tecrid Terc., X, 112; Kısas-ı Enbi­ya, I, 123; M. Âsım Köksal, Hz. Muhammed ve İslâmiyet (Mekke Devri), 393 vd.

Nihayet Halid b. Zeyd’in evinin karşısına çöktü, sonra tekrar kalkıp ilk çöktüğü yere yeniden çöktü ve bir daha kalkmadı. Peygamber Efendimiz buraya, akra­basından kimin evinin daha yakın olduğunu sorunca, Halid b. Zeyd (Ebu Eyyub el-Ensarî) Hazretleri, kendi evinin yakın oldu­ğunu söyledi. Bunun üzerine ev hazırlandı ve Efendimiz (s.a.s.), Hz. Ebu Bekir ile beraber Ebu Eyyub Hazretlerinin evine misafir oldular. (36)

Evs ve Hazreç kabilelerinin (Ensar’ın) ileri gelen reisleri, Efendimize bağlılıklarını tazelediler ve emrinde olduklarını ifade ettiler. Daha düne kadar birbirlerine kılıç sallayanlar şimdi Rasûlüllah’ın huzurunda aynı gayeler uğrunda yaşayacaklarına söz veriyorlardı. İslâm’ın geleceğinin parlaklığına işaret eden bu dava beraberliği, “İslâm’da, Kur’an’da ve Rasûlüllah’da” birleşmenin hayırlı bir meyvesi olarak İslâm tarihine altın sayfalarla geçmiştir.

Zulmün Müslümanları hicrete zorlayanından daha zorlusu­na, dünya tarihinde ikinci bir örnek göstermek hayli güçtür. Ne­biler Sultanı, kendi beldesinden bir gece gizlene gizlene, sessiz - sedasız çıkmak zorunda bırakıldı.

Sevgili Peygamberimiz (s.a.s.) i memleketinden hicrete mecbur bırakanlar, acaba hangi insani niteliklerini ve hangi duy­guları terk edip hangi yücelme talihini kaçırdıklarının, saadete açılan hangi yolu kapattıklarının farkına vardılar mı? Ya da ar­tık bunlara ‘insan’ demek mümkün müydü?

Ama Nebiler Sultanı bambaşka! O’nun ölçüleri bizim dar çerçevelerimizi aşmakta. Ve Mekke fethinden sonra ellerinden tutulmak için ellerinde hiç şans bırakmamış olanlara, O Rasûl-i Necib yine rahmet elini uzatacaktır.

III- EN BÜYÜK İNKILAB VE YENİ NİZAM

İşte en büyük inkılap! Vaktiyle Hz. Nuh’a inanmayan azgın­lar, “Yeni dine insanların aşağı tabakası - kendi deyimleriyle a­yak takımı - inanıyor. Biz onlarla nasıl beraber oluruz?” diye büyüklenmişler, kendilerini beğenmeleri onları sapıklığa sürüklemişti.­

(36) İbn Hişâm, II, 141; İbn Sa’d, l, 237 vd.; Tecrid Tercemesi, X, 113; Kısas-ı Enbiya, 1, 124, Hamidullah, İslâm Peygamberi, 1, 107-108; ayrıca bk. İ. Lütfi Çakan, Yesrib’den Medine’ye, Nesil Dergisi (Ekim - Kasım 1979) 1400. Yıl Hicret Özel Sayısı, 28-31; Ali Osman Koçkuzu, Aynı Dergi, 19-26.

Ebu Cehiller, Ebu Lehebler de aynı sahte asalet gösterisi ve aldatıcı soyluluk - varlık gururu altında, Hz. Peygamber’e ve ilk Müslümanlara karşı zulme yönelmişlerdi. “Bu, malsız mülksüz, erkek çocuğu olmayan, zürriyeti kesik şu yetim ve zayıf kişi mi peygamberdir! Peygamberlik filân veya falan varlıklı kişiye gelmeli değil miydi?” demişler; Allah’a iman eden köle ve yoksullarla bir olamayacaklarını iddia etmişlerdi. Fakat kimin zürriyetinin kesik, kimin gerçek öksüz olduğunu tarih gösterdi. Ebu Cehillerden eser kalmazken, Hz. Muhammed’e inananlar çığ gibi çoğaldı.

İşte inkılap! Kâinatın, hürmetine yaratıldığı en büyük pey­gamber, her seviyede insanın arasına girmiş, gerektiğinde sırtın­da -mabetler için- taş ve kerpiç taşıyordu. Yorulanları dinlendi­riyor, kaldırılamayan ağırlıklara el atıyordu. (37) Bu mutlu tab­lolardan duygulanan İslâm şairinin şiirlerinin tekrarlanan son kısımlarına yüksek sesle katılıyordu. Ruhların kaynaşması bu değilse nedir? Ve ruhlardaki inkılap bu tabloda değilse, nerede aranacaktır? İşkence, tehdit, takip, saklanma, heyecan, korku, meşakkat, yolculuk... Ama bitmeyen enerji! Düşünülen hep ya­rın! Hep yeni nesiller ve gençler! Hep yeni nizam! Ve mabet! Terleyen alınlar secdede, diller zikir ve duada, kalpler mutmain, ruhlar mutmain! Ve dostluk! Kubalısı, Medinelisi, Evslisi, Hazreçlisi, göçmeni, yerlisi, Ensarı, Muhacirûnu. Düne kadar birbirlerine küfür, ok ve mızrak yağdıran eller ve dillerde şimdi gül­ler açmış. İmanlı ve nurlu yüzler, beşuş, mütebessim! “Siz de ge­lin, siz de gelin” diyor. Ben de ekliyorum: “Siz de gelin, siz de gelin bu tabloya, bu haşmetli olaya siz de dikkat nazarlarınızı yö­neltin! Ey dağınıklıktan, bölük bölük olmaktan, şikaktan, nifak­tan, fitneden fesattan bıkıp usanmış olanlar! Yok mu bizi kardeşleştirecek - birleştirecek bir el diyenler! Hicretin doğurduğu topluma ve hicret medeniyetine dikkatle eğilin!”

Her güzel ve makbul kavramın en derin yaşandığı tarihî anlar vardır. Herhalde sevginin, dostluğun, yardımlaşmanın, kardeşliğin, birlik ve beraberliğin yaşandığı en verimli tarihî za­man dilimi hicret olayı, dünyanın gündemine girmiştir!

(37) Kuba Mescidi yapılırken Hz. Peygamber’in bir işçi gibi çatıştığı­nı hatırlayınız.

Esad bin Zürâre’nin hasım kabileye karşı müttefik getirme­ye gittiği Mekke’den bahtına çıkan Hz. Muhammed (s.a.s.), hem Esad’ın hem de hasımlarının dostu, yardımcısı, barıştırıcısı, kardeşleştirilişi ve dindaşı olarak Medine ufkuna güneş gibi do­ğuyordu. Ve bu sımsıcak güneş, bir hızlı yarış içinde karşılanı­yordu. Herkes ona başkasından daha yakın, daha hizmetkâr ol­mak sevdasındaydı. O’nun her işareti bir emir telâkki olunuyordu.

BİR NİFAK TOHUMU

Fakat bu tablonun ahengini bozan bir olay var ki, kıyamete kadar sürecek böylesine dengesiz, izansız anlayışları sembolize etmesi bakımından burada ifade etmek gerekecektir. Çocukların; genç - ihtiyar, erkek - kadın, yediden yetmişe herkesin sevinç türküleri söylediği bir anda, Abdullah bin Ubey bin Selûl adlı bi­ri devesiyle yanından geçerken Nebiler Sultanına, “Başkasının yanına git, seni ben davet etmiş değilim!” diyebilmiştir. Böyle diyen Abdullah bin Ubey, ölünceye kadar münafık kalmış ve münafık ola­rak ölmüştür. Neymiş! Hazreç’in reisi olan İbn Ubey, Hz. Pey­gamber gelmeseymiş, o yıl güya hükümdarlık tacı giyecekmiş! Hay tacı başında parçalanası gâfil! Senin yanına kadar taçlar ta­cı gelmiş de senin haberin yok.

Dünya ve ahiretin sultanının ba­şındaki manevî tacı görmüyor musun ki! O’nun emrine girmiyor, O’nun ümmetinden olmuyor ve üç günlük dünyalığın geçici tacı­nı düşünüyorsun! Elbette yeryüzünde ehl-i küfür vazifesini, ehl-i nifak nifakını, riyakârlar riyasını, fesatçılar fesadını ifa ve icra edecek... Ancak müminler imanlarının gereğini, Müslümanlar İslâm’ın icabını yerine getirdiğinde, küfrün ve nifakın menfi tel­kinleri, gerçek Müslümanların kafalarına ve gönüllerine hükmedemeyecektir.

IV- PEYGAMBERİMİZİN MEDİNE’DE İLK YAPTIĞI İŞLER

1- Peygamber (s.a.s.) Müslümanlar arasında önce, rabıtanın esasını teşkil eden selâmı yaymıştır. Yoksulların doyurulması ve akrabalar arası yakınlığın (sıla-i rahimin) korunması gibi bi­zim için son derece dikkat çekici olan sosyal muhtevalı esasları uygulamaya koymuştur. (38)

(38) İbn Sa’d, Tabakat, I, 235.

2- Mescid-i Nebi inşa olunmuştur. Allah’a kulluk vazife­sinin yayılmasına, cemaatin teşekkülüne, yakınlık bağlarının güçlenmesine, birlik ve beraberliğin kuvvetlenmesine imkân verdiği düşünülürse, gerek Kuba’da, gerekse Medine’de Efendi­mizin ilk icraat olarak mescit inşası, oldukça ilginçtir ve günü­müz Müslümanları açısından ibret vericidir.

3- İslâm çarşı ve pazarının kurdurulması:

Medine’de Peygamberimiz gelmeden sadece Yahudi pazar ve çarşıları vardı. Şehrin iktisadî hayatına Yahudiler hâkimdi. Evs ile Hazreç, ağır faiz ve rehinlerle iktisaden daima geri bir düzeyde tutuluyorlardı. Peygamberimiz (s.a.s.) Müslüman çarşısı­nı kurdurarak ticareti teşvik etti, dükkânlara uğrayarak ölçüye tartıya yardım etti, bu yolda ümmetine yol gösterdi. Efendimiz Hazretleri, “Doğru tacir cennette nebilerle, sıddıklarla ve şehitlerle beraberdir.” buyurdu. ‘Şöyle ölçünüz, böyle tartınız’ demek suretiyle ümmetine dürüst ticaret anlayışını öğretiyordu. Ticarette hile yapanların Ümmet-i Muhammed dairesine gire­meyeceğini belirtiyordu. Böylece Müslümanlar Medine’de dinî hürriyetleri yanında iktisadî hürriyetlerine de sahip bulunuyor­lardı.

4- Muhacirler ile Ensar arasında kardeşlik kurulması:

Peygamber Efendimiz, Mekke’den gelip Muhacirûn ile Medineli Ensar arasında kardeşlik tesis etti. Bilginler­den Ebu’l - Ferec bunun için iki sebep gösterir:

  1. Cahiliye devrinde geçerli olup Arap kavminin yapageldiği «hılf» in yerine geçmesidir ki, bu yemin ile kurulan dostluk de­mek olup, bunların aralarında da mirasçılık vardır. Cahiliye ça­ğı Arap tarihi, kabileler arasındaki hılflerle doludur.

Bu dostluk ve ittifaklar çoğunlukla bir adaletin tecellisi için olmayıp diğer bir veya birkaç kabile aleyhine hareket et­mek üzere ihdas edilmişti. Bir çanağa kokulu bir sıvı doldurarak ellerini bulayıp Kâbe duvarlarına sürmek, böylece ye­minlerini kuvvetlendirmek de cahiliye çağı âdetlerindendir. Bu­nun için Peygamberimiz, “Lâ hılfe fi’l-İslâm: Müslüman­lıkta hılf yoktur.” buyurarak Arapların bu alışkanlığını kaldır­mış ve yerine dinî bir kardeşlik getirmiştir.

58

  1. Vatanlarından ayrılan İslâm muhacirleri Mekke’deki mallarını, evlerini bırakarak Medine’ye maddî bakımdan sıkıntı içinde gelmişlerdi. Ensar evlerinde misafir edilmişlerdi. Ensar’ın bu misafirperverliği, dinî bir kardeşlikle kuvvetlendirilmiş ve pek samimî bir sosyal dayanışma meydana gelmiştir ki, bunun hiçbir milletin tarihinde görülmeyen verimli tecellileri olmuş­tur.

Şüphesiz bu din kardeşliği, öz kardeşlikten daha kuvvetli idi. Yalnız hayatta iken yardım sağlamakla kalmıyor, ölüm hâ­linde de din kardeşine mirastan hak veriyordu. (39)

Bu konuyu Mevlâna Şibli şöyle yorumluyor: “İslâmiyet ah­laken yükselmeyi sağlayan, insanî faziletleri geliştiren kuvvet­li bir müessesedir. Bu müesseseyi meydana getirmek için her çeşitten insanlara, hükümdarlara, siyasetçilere, kumandanlara, vekillere, hülâsa en basit kabiliyet sahiplerinden en yüksek ka­biliyet ve liyakat sahiplerine kadar herkese ihtiyaç vardır. Rasul-i Ekrem’in gayreti ve himmeti ile başkalarını irşat ve onları ıslaha gücü yeten güçlü insanlardan oluşan bir toplum meyda­na gelmişti. Bundan dolayı bu kardeşlik kurulduğu zaman Rasul-i Ekrem, gerek Ensar gerek Muhacirûn’dan yetişecek müs­takbel mürşit ve müritler arasında, benzer nitelikler sağlan­masını, bunların arasında seciye birliği ve zevk beraberliği bu­lunmasını, bu suretle bunların başkalarını da aynı esaslar daire­sinde ıslah etmeye muktedir olmalarını dikkate almıştı. Muha­cirlerin Medine’ye gelmeleri üzerine geçen kısa süreyi dikkate aldığımız takdirde, bu süre içinde Ensar’ın tabiat ve mizacını anlamaya imkân bulunmadığını, bu sebeple kardeşliğin kurul­ması ile Ensarla Muhacirûn’ un birbiriyle karışarak terbiyevî bir hareket meydana getirdiklerini görürüz.” (40)

Kardeşlik vesilesiyle daha evvel çeşitli sıkıntı ve ıstırap im­tihanlarından başarı ile geçerek ruhen metanet sahibi olmuş Muhacirlerin, Ensar’a mürşitlik yapmaları sağlanırken; Ensar’ın da kardeşlerini iktisaden destekleme imkânları sağlanmış olu­yordu. (41)

(39) Buhari, Feraiz, 16; Aynı Kaynak, Sûre: 4’ün tefsiri. Enfal, 75 le nesholundu.

(40) Şibli, I, 210.

(41) İbn Hişâm, II, 150; İbn Sa’d, Tabakat, I, 238; Şibli I, 210, vd. el-Kandehlevi, Hayatü’s-Sahabe, I, 565 vd.

5 - Müslümanlarla Yahudiler arasında muahede imzalan­ması:

Hz. Peygamber (s.a.s.) müesseseleşmeye başlayan İslâm Devleti’nin politikasının bir gereği olarak aynı şehri paylaşma­ya mecbur oldukları Yahudilerle karşılıklı sorumlulukların or­taya çıkmasını sağlayan bir muahedenin imzalanmasını lüzumlu bulmuştur. Bu muahedeye göre, Müslümanlarla Yahudiler dost­luk ortamı içinde ilişkilerini sürdürecekler ve her iki topluluk dinî inançlarında hür olacak; şehir, düşman hücumuna uğrarsa, ortak savunma çabası gösterilecek; iki topluluktan biri üçüncü bir tarafa savaş ilânına mecbur kalırsa birbirine yardım ede­cekler; iki taraftan birinin başkalarıyla yapacağı sulhlere iki ta­raf da katılacak, diyetler belli esaslar dâhilinde ortaklaşa öde­necek vs. (42)

6 - Suffe okulunun yapılması ve eğitim - öğretim faaliyet­lerine başlanması:

Peygamber Efendimiz, Mescid-i Nebî’nin avlusuna kıbleye göre sol köşesine ilâve bir oda yaptırdı, buna ‘Suffe’ adı verilir. Burada ashabın fakirleri bulunmakta idi. Yatakhaneleri suffa, sınıfları mescit, öğretmenleri Hz. Peygamber idi. Öğrenciler ise sürekli orada yatıp kalkan ve Efendimiz Hazretlerinden ders okuyan ashab idi. Bunların bir ara sayısı yetmişe ulaşmıştı. İlk İslâm öğretmen ve mürşitleri buradan yetişiyordu. Fakat İslâm mürşitlerinin hepsi sadece buradan yetişmiyordu. Müslümanlar genellikle sıra ile Hz. Peygamber’in sohbetine katılarak inzal olunan ayetleri ezberliyorlar, Peygamberimizin sözlerini dinli­yorlar, komşularını ve birbirlerini öğrendiklerinden haberdar ediyorlardı. Lâkin Suffa Mektebi, sürekli mürşit yetiştiren kay­naklardan biri olarak İslâm tarihine geçmiştir.

7 - İslâm toplum düzeninin esaslarının vahiy ışığında Hz. Peygamber tarafından ashaba planlı olarak aktarılması ça­lışması:

Buna, İslâm Devletinin kurulmasının ilk çabaları da denile­bilir. Hicretten Önce Mekke’de Müslümanlar için bir devlet ha­yatından söz edilemediği gibi, Akabe bey’atleri esnasında henüz Hz. Peygamber hicret etmezden evvel Ensar bazı reislere bağlanmakla teşkilatlandırılmak istenmişse de yine devlet varlığından söz edilemiyor.

(42) İbn Hişâm, II, 147; Hamidullah, İslâm Peygamberi, 1, 125.

Ancak İslâm Devletinin varlığından, Peygamberimizin Medine’ye hicretinden sonraki düzenlemeleri ile söz edilebiliyor. Bu yeni durum muvacehesinde, “Hz. Pey­gamber ve müminlerin karşılıklı hak ve vazifelerinin tarifi icabediyordu. Şehrin Müslüman olmayan Arap ve Musevileriyle anlaşmak, ictimaî hayatı teşkilâtlandırmak, onu adlî, malî, aske­rî, dinî ve eğitimle ilgili sair müesseselerle teçhiz etmek icap ediyordu.” (43)

Hz. Enes’in evinde toplanılarak Efendimiz Hazretleri Müslim ve gayrimüslimleri bir site devleti hâlinde teşkilâtlandır­mak istedi. Neticede bir anayasa doğdu ve maddeler bir kâğıda yazılmıştı. Bu anayasa metninin tamamı büyük bir bahtiyarlık olarak zamanımıza kadar gelmiştir. Anayasa iki kısımdan oluşmaktadır: Birinci kısım 25 madde olup Müslümanlarla ilgilidir. İkinci kısım ise 27 madde olup Yahudilerle ilgilidir. Bütün ola­rak 52 maddedir. (44)

V - HİCRET AYNASINDA GÖRÜNENLER

MÜESSESELEŞMENİN KAYNAĞI OLARAK HİCRET

Hicret; kutsal İslâm davasının hedefe giden yolunda bir dö­nüm noktasıdır. Hicret, İslâm dayanışma ve kardeşliğinin ru­hudur. Hicret, devleti doğurmuştur. İlk İslâm Anayasası, hicret­ten sonra ortaya çıkmış; İslâm’ın ticarî, iktisadî, ziraî ve ekono­mik hayata dair esasları, ilk uygulamalarını hicretten sonra göstermiştir. İlk İslâm çarşı - pazarı, bu dönemde kurulmuştur. Cemaate açık ilk İslâm mabedi (Kuba ve Mescid-i Nebî) hicretle beraber ve hicretten hemen sonra bina olunmuştur. Zekât, oruç gibi ibadetler hicretten sonra farz kılınmıştır.

FEDAKÂRLIK KAYNAĞI OLARAK HİCRET

Hicret, imanın maddeye sağladığı tarihî zaferin simgesidir. Hicret; Allah rızası için; anadan, babadan, yardan, maldan, mülkten hatta candan vazgeçişin, ibretli kıssasıdır.

(43) İbn Hişâm, ll, 147 vd. Hamidullah, İslâm Peygamberi, 1/121.

(44) Hamidullah, İslâm Peygamberi I, 122. İlk Anayasa metni için bk. Aynı Kaynak I, 131, Salih Tuğ, İslâm Ülkelerinde Anayasa Hareketleri, 31 vd. Aynı yazar, Hicret’le Gelen Devlet, Nesil (Ekim - Kasım 1979) 35-42.

Hz. Ali’yi düşününüz ki, Nebiyy-i Muhterem (s.a.s.) Hazretlerinin hicret yolculuğuna kolayca çıkabilmesi için onun yatağına girip yat­mış, böylece Kureyşlileri aldatmıştı. Dışarıdan bakıldığında Pey­gamberimizin yatakta yattığı sanılıyordu. Öldürmek için ok atabilirlerdi. Sabaha kadar çıkmadığı görülünce sabahleyin muhtemelen o yatak ve orada yatan kişi öldürücü darbelere hedef olabilecekti. Hz. Ali bunu biliyordu ve canından vazgeçmiş­ti. Çünkü hicret, candan bile vazgeçişin adı idi. Bunun gibi Hz. Ebu Bekir de hem kendi canını hem de aile fertlerinin canını fedayı göze almıştı. Çünkü hicret yoluna gittiği anlaşılınca, Ebu Bekir’in evine muhtemelen baskın yapılacak ve aile fertleri tartaklanacaktı, dövülecekti. (45) Araplarda iz takibinde mahir a­damlar vardı. Yolcuların yakalanması ve birtakım saldırılara maruz kalarak yaralanmaları, yakalanıp zincire vurulmaları ve hapishaneye kapatılmaları mümkündü. Bir dünya insanı, yap­tığını dünya çıkarı açısından hesaplayan insan, böyle bir yolcu­luğa kesinlikle düşemezdi. Hâlbuki Hz. Ebu Bekir, dünyalık pe­şinde değildi. O canını aşan, çağlar üstüne ruhuyla taşabilen bir büyük gönle sahipti. Takip edenler yaklaştıkça da canını unu­tuyor, cananını düşünüyordu. Her saniye düşmanın soğuk kılı­cını bedeninde hissetmek pahasına kim üç gece daracık bir ma­ğarada kalabilir? Hicret, candan vazgeçiş, davanın menzil-i mak­suda kavuşmasını dileyişin fiiliyata dökülmüş hâlidir. Mağara­da üç gece ancak canından vazgeçen ve bütün varlığını kutsal İslâm davasına adayan kalabilirdi. Ve kendilerini takip eden at­lıların ölüm tehdidi kokan nal sesleri arasında kendisi için de­ğil, Allah’ın Rasûlü için bir zarar gelir diye ıstırap sancıları içinde kıvranan Ebu Bekir’ler kalabilir. Mağara ve takip altın­daki yolculuk, müteakip asırlardaki Müslümanlar için tarih içi­ne altın harflerle nakşolunmuş, İslâm davası uğrunda gösterile­bilecek fedakârlıkların yaşanmış canlı bir sembolüdür.

HİCRET VE MUKADDES DAVA

Hicret maldan-mülkten vazgeçiştir. Düşününüz ki, bir in­san yüzyıllardan beri atalarının yurdundadır ve onların mirasçı­sıdır. Bağı, bahçesi, tarlası, evi vardır. Böyle birine, ‘Haydi bütün varlığını terk et de filân yere gidelim!’ deseniz, kolayca yola çıkamayacaktır. İşte hicrette dünyevî menfaat ve ilişkiler bertaraf edilerek, kutsal dava ön plana alınmış ve kutsal gaye için -fakirlik göze alınarak- mal-mülk terk olunmuştur.

(45) Nitekim ertesi gün Hz. Ali ve Esma binti Ebu Bekir müşrikler ta­rafından tartaklanmış ve dövülmüşlerdir.

Muhacirler Medine’ye geldiklerinde sadece tek canları ve bir de o can için­de besleyip büyüttükleri davaları vardı. Şairin dediği gibi onlar; “Ne can, ne cihan hepsi de boş! Gayededir, varsa hayat!” diyebilenlerdi.

Suheyb-i Rumî Hazretlerini düşünelim: Bu zatın da hicreti kolay olmamıştı. Suheyb (R.A.) Mekke’ye yerleşmiş, çalışıp ça­balamak suretiyle mal-mülk sahibi olmuştu. Müşrikler, Suheyb (R.A.)’ in Medine’ye hicret edeceğini öğrenince, ülkelerinde ka­zandıklarını da beraberinde götüreceği bir hicrete asla müsaade etmeyeceklerini söylediler. Bunun üzerine Suheyb Hazretleri malından bir damla ve parasından bir kuruş dahi yanına alma­dan, “Bana davam yeter! Dünya malı sizin olsun.” diyerek yalnız canını kurtarıp yola koyuldu. Dünya varlığından vazgeçerek Müslümanlığı, yaşayabileceği bir yere yönelmeyi canına minnet saydı. “İnsanlardan öyle kimse de vardır ki, Allah’ın rızasını is­teyerek nefsini satın alır.” (46) mealindeki ayetin, bu zat ve ben­zerleri hakkında nazil olduğu bildirilmiştir.

Bir Ayyaş b. Rebia vardır. Müslüman Rebia Oğlu, grubu ile beraber hicret kararı almışlardı. Hicret edecekleri yere gel­diğinde gruptan Hişâm’ın gelemediği anlaşılmıştı. Çünkü Hişâm, ailesinden Müslüman olmayan fertler tarafından zincire vurul­duğu için söz verdiği yere gelememişti.

Hicret, candan-maldan vazgeçiştir. İnançları uğruna zin­cire vurulmayı; öz kardeşleri, anaları-babaları ile ters düşmeyi göze alıştır. Hişâm Hazretleri gibi, elleri ayakları zincire vu­rulmuştur fakat gönül ferman dinlemez, ruhlara zincir vurulamaz. Zihniyet hürdür, bağımsızdır ve zincirler altında olsa da Hişâm’ın kalbi Rasûlüllah’ın sohbetindeki, ruhu ise İslâm cemaatinin arasındaki lâyık olduğu yerini almıştır.

Ebu Cehil bir yakını ile Medine’ye gelir. Bazı Müslümanlar hicret etmişler, Hz. Peygamber henüz Mekke’dedir. Rebia Oğlu da hicret edenler arasındadır. Rebia Oğluna, “İhtiyar annen sen­den ayrılmanın üzüntüsü içindedir. Sen dönünceye kadar kız­gın güneşte kendini yakmaktan vazgeçmeyeceğine ve saçlarını taramayacağına yemin etti.” der. Öteki Müslüman muhacirler, bu­nun bir tuzak olduğunu hatırlatırlarsa da, anne sevgisinden dolayı Ayyaş b. Rebia Mekke’ye doğru hareket eder.

(46) Bakara, 207.

Henüz Medi­ne’nin dışına çıkar çıkmaz Ebu Cehil onu zincire vurur, Mek­ke’ye götürür, çatısız bir yere kapayıp hapseder. Hişâm da oradadır ve esir muamelesi görmektedir. Hür insanlar hicret arayışı içinde iken esirleştiriliyorlardı. Bir yanda analar baba­lar. Bir yanda genç oğulları yer alıyor. Ne hikmetse çoğu defa oğullar Müslüman, analar babalar inkârcı ve küfür düzeni hesabına oğullar aleyhine; Ebu Cehillerle, Ebu Leheblerle, Ümeyye b. Ha­leflerle beraberler!

Ten aç bırakılır, beden zincire vurulur, vücut esirleştirilir, diller susturulur, yazan eller bağlanır. Fakat bir de konuşan kalpler vardır! Haykıran gönüller, vardır! Bunlar engellenebilir mi?

AHDE VEFA, DOSTLUKTA SADAKAT

Hicret, ahde vefadır. Sözde doğruluktur. Dostlukta sadakat­tir. Ensar, dostlar dostu Ensar, müteakip yıllarda, günlerde, ay­larda Hz. Peygamberi ve öteki muhacirleri her çeşit tehlikeye karşı savunmuşlardır. Ensar ile Muhacirûn öylesine içten bağ­larla kardeş idiler ki, aslen Mekkeli olmayan Selman-ı Fâ­risî gibi zevatı, her iki taraf kendilerinden sayarak bağrına bası­yordu.

Hz. Peygamber yabancı Müslümanlara sahip çıkmakta reka­bet derecesine varan bu büyük sevginin samimiyetini ve safiye­tini bozmamak için ve her iki tarafın Selman Hazretleri gibileri­ne olan sahip çıkma şuurunu ve muhabbet alâkasını muhafaza için, “Selman bendendir, ehl-i beytimdendir.” buyuruyordu.

HİCRET - DEVLET

Hicret devlettir; Rasûlüllah Medine’ye geldikten sonra, “Medine İslâm Devleti” doğmuştur. İhtiyaca göre ilâhî yasalar, vahiy yoluyla Efendimiz Hazretlerine bildirilmiş ve Sünnet-i Nebî ayetleri tefsir etmiş, cemiyet hayatı tanzim olunmuştur,

Hicret kanundur. Müslümanların birbirlerine karşı vazifele­ri ve mütekabil sorumluluklarıyla Yahudilerle ilişkilerinde temel ölçüleri belirleyen ilk anayasa hicretten sonra belirlenmiştir. (47)

HİCRET - İKTİSAT

Hicret, iktisattır, ekonomidir, çarşı - pazar gerçeğinin ışığıdır. Medine’de ilk İslâm çarşı-pazarı hicretin bereketiyle ortaya çıkmıştır. Ve özellikle tüccar bir millet olan Muhacirûn derhal dükkân açarak, iş yerleri kurarak veya seyyar satıcılar hâlinde teşkilatlanarak her çeşit yiyecek - giyecek ile günlük hayatta kullanılan devrin araç - gereçlerinin sağlanmasını ve satışını baş­latmışlardır. Bu konuda Ensar’ın, Muhacirûna malî destek ol­dukları bilinmektedir. Fakat Muhacirûn hiçbir şeyi bedava al­mak istemiyorlardı. Hurmalıkların ürünlerinden, ancak çapalama vs. sulama işlerine katıldıkları takdirde pay alabileceklerini ileri sürerken, ticarî faaliyetlere girişenler kardeşlerinden borç alıyorlar, bir süre sonra ödüyorlardı. Ensar’dan Sa’d b. Rebi ile Muhacirûndan Abdurrahman b. Avf Hazretleri arasındaki kar­deşlik ilişkisi, bu konuda en önemli örneklerdendir. Ensarî olan zat, zengin olup kardeşine her şeyin yarısına sahip olmasını tek­lif etmektedir.

İLGİ - HAMİYYET - HİCRET

Hicret hamiyyettir, ilgidir. Allah Rasûlü Medine’ye girer­ken, Ensar’ın öyle kuvvetli alâkası ile karşılaşır ki, hamiyyet ya­rışını başlatan bu insanlardan herhangi birini tercih ederek ötekilerini kederlendirmemek için devesinin çöktüğü yere en yakın evde misafir kalacağını söyler ve bu mesut zat, hâlen İs­tanbul’umuzu şereflendirmekte olan, Halid b. Zeyd (Ebû Eyyub el- Ensarî) Hazretleri olur.

Demek Hicret’ten Müslüman milletimizin de nasibi varmış ki, yedi ay boyunca Medine’de Efendimizi evinde misafir etmek bahtiyarlığına kavuşan muhterem zât, yine Efendimiz Hazret­lerinin müjdesine erişen büyük insan Sultan Fatih’in fetihle he­diye ettiği İstanbul’umuzda yatıyor.

(47) İlk İslâm Anayasası ve cemiyetin teşkilâtlandırılması için bk. Hamidullah, İslâm Peygamberi, l, 131; Salih Tuğ, İslâm Ülkelerinde Anayasa Hareketleri, İst. 1969, 31 vd. Salih Tuğ, Hicretle Gelen Devlet ve Anayasa Nizamı, Nesil (Ekim - Kasım 1979), 35-42.

Allah’a hamdolsun ki, milletimiz tarih içinde İslâm’dan na­siplendirilmiş, İslâmî hizmetlere ehil ve muktedir kimseler Al­lah’ın lütfuyla yetişerek maddî-manevî fetihlere eriştirilmiştir. Asr-ı saadetten aldıkları nasiple tarihte İslâm’a hizmet veren madde ve mana fâtihlerinin varlığı, ülkemiz ve dünyada Müs­lümanlığın bugünü ve geleceği hakkında beslenmekte olan umu­dun en sağlam teminatı olsa gerektir!

BEREKET - HİCRET

Ebu Eyyûb el-Ensarî Hazretleri, Peygamberimize yetecek kadar yemek getirir. Efendimiz, “Ensâr’dan otuz kişi çağır.” buyurur. Ebu Eyyûb Hazretleri onlara yetecek ölçüde yemek hazırlayamayacağını düşünürse de itaat eder ama tereddüdü vardır. Bunun üzerine Nebiyy-i Muhterem Hazretleri, “Bana Ensâr’dan altmış kişi çağır.” der. Ebu Eyyûb’ un tereddüdü bü­yüye dursun sayı, Efendimiz tarafından doksana çıkarılır. Misa­firler çağrılır, Ebu Eyyûb’ un evi dolar taşar. Ebu Eyyûb el-Ensarî Hazretleri diyor ki: “Benim o azıcık yemeğimden Ensâr’ dan tam yüz seksen kişi yemiştir.”

Ebu Eyyûb’ un bir-iki kişilik yemeği, en büyük Muhacir Hz. Peygamber Efendimiz hürmetine, yüz seksen kişiyi do­yuracak kadar bereketlenmiştir.

Bereketlenen yalnız Ebu Eyyûb’ un kazanı mı, yemeği mi? Bütünüyle hayat bereketlenmiştir. Medine’de hayat, hicretle yaşamaya değer olmuştur. Çarşılar, pazarlar kurulmuştur, öl­çüler, tartılar işlemeye başlamıştır. Ağaç dipleri ve tarlalar bah­tiyar muhacirlerin kazmalarını görmüş; açan çiçekler meyveye, meyveler olgunlaşmaya gelmiştir. O muhacir elleri, Medine çar­şısında hak üzere ölçüp tartmış, o alınlar bahçelerde ter dökmüş, besmeleli çalışmaktan bolluk doğmuş, bereket doğmuştur.

Medine’nin salgın hastalık saçan bataklıkları Muhterem Efendimizin duasıyla kurumuş, suyu ve havası letafet kesp etmiştir.

Hicret havaya bereket, suya bereket, sıhhate bereket ve her şeye bereket olmuştur.

ÎSAR (KARDEŞİNİ KENDİNE TERCİH EDİŞ) - HİCRET

Hicret îsardır, kardeşini -kendisi ihtiyaçlı olsa dahi- kendi­ne tercih ediş, kendi ihtiyaçlarını gidermeyi bir yana bırakıp Müslüman kardeşinin ihtiyaçlarını karşılamaya öncelik veriştir.

Suffe Mektebi’nin güzide talebelerinden Ebu Hüreyre (R.A.) açlıktan zayıflayıp tahammülü kalmamış, durumunu Hz. Pey­gamber’e iletmişti. Efendimiz Hazretleri, Ebu Hüreyre’yi doyur­maları için zevcelerine gönderdi. Fakat Hz. Peygamber’in evin­de sudan başka bir şey yoktu. Misafir karnı doymadan ve bir şey yiyemeden dönüyordu. Bunun üzerine Peygamberimiz (s.a.s.) meseleyi ashabına, “Şu aç olanı kim doyurur, kim konuklar?” di­ye iletti. Ensâr’dan Ebu Talha Hazretleri -bir an için fakirliğini unutarak- ben deyiverdi. Rasûlüllah’ın şerefli misafirine sahip çıkmak isteği, o zatı bu yola sürüklemişti. Eve gittiklerinde zevce­sine, “Haydi Rasûlüllah’ın misafirini ağırla!” dedi. Kadın, “An­cak çocukların yiyeceği kadar azık var, başka yok!” diyordu.

Ebu Talha Hazretleri çocukları uyutmasını, ışığı yakıp on­ların yemeğini misafire hazırlamasını söyledi. Kadın da öyle davrandı. Çocukları uyutup onların azığını Rasulüllah’ın misa­firine hazırladı. Ancak Ebu Talha ve zevcesi, kandili yakıp sön­dürerek yemek yer gibi davrandılar. Aslında yemek yoktu. Fa­kat misafirin, kendisi yüzünden ev sahiplerinin aç kaldığını bile­rek üzülmesine, incinmesine engel olmak istemişlerdi.

Karı-koca ve çocukları aç gecelediler. Fakat Suffa Mekte­bi talebesi Ebu Hüreyre Hazretlerinin karnı doyurulmuş ve evin iç yüzü kendisine hiç hissettirilmemişti. Sabahleyin Rasûlüllah’ın yanına gittiklerinde, Ebu Talha Hazretleri­ne hitaben Efendimiz Hazretleri, “Bu gece Allah sana güldü, ka­rı-koca (olarak) sizin güzel hareketinizi beğendi ve şöyle bu­yurdu: ‘Ve yü’sirûne alâ enfüsihim velev kânebihim hasâsah.’ Ve (Ensâr) kendileri ihtiyaç sahibi olsa dahi, misafir ve mu­hacirleri kendi nefislerine tercih ederler.” ayetini inzal buyur­du. (48)

Hicretin derin ruhunda, verimli zemininde oluşan ruh ve gönül genişliğinin en kâmil örneklerinden birini bu olayda görmekteyiz

(46) Haşr, 90.

Yani bir mesaj için zorlamaya hacet bırakmayan; yorum için fazla imâl-i fikre ihtiyaç hissettirmeyen ve bugün olmuş kadar canlı, taze, ibretli bir hadiseyi İslâm ta­rihinin sayfaları arasından naklediyoruz.

İnsanlığın acıları, açlıkları, sıkıntıları, gözetilmeleri konula­rında sosyal muhtevalı eserler, romanlar, hikâyeler, şiirler ve fikir eserleri yazmak iddiasını güdenler; bu uğurda gecelerini uykusuz geçirenler, alın size gerçek bir olay! Buyurun ve bu gerçek olayı anlatma yarışına girin! .

Düşünürlerin ortaya koyduğu hayalî-beşerî doktrinlerin ardında bir ömür eskitenler, bu olaydaki yaşanan gerçek­lere, bir başka yerde rastlamanız mümkün mü?

Kurtarıcı nizamı, diriltici nefesi, şifayı, devayı, rahmeti, şefkati arayanlar; insanlık tarihinin şâhit olduğu bu büyük hicreti anlayın ve iç nizamınızda kendinizi bulun. Fikri salabetinizi elde edin, benliğinize kavuşun, sesinizi işitin. Gözünüz görmek, diliniz söylemek, kaleminiz yazmak içindir. Gerçeği görün, gerçeği söyle­yin ve yazın.

Hicret - İlim - İrfan - mektep

Hicret mabettir, cemaattir, rahmettir. Kuba Mescidi ve Mescid-i Nebî, hicretten hemen sonra bina olunmuştur. Ve o dö­nemde mescit her şeydir; ibadet yeridir, sohbet yeridir, vaaz ü nasihat ve irşat yeridir. İstişare yeridir, zikir yeridir, tedrisat (eğitim- öğretim) yeridir, tefekkür mekânı ve idare merkezi­dir. (49)

Hicret derstir, ilimdir, tedrisattır. İslâm’da ilk eğitim kuru­mu olan “Suffe Okulu” hicretten sonra Mescid-i Nebî’ye bitişik bir alana yapılmıştır. Burada ders gören ashabın öğretmeni Hz. Peygamberdi. Ayrıca Muhacirler, Ensar’ın hocaları, Ensar ise muhacirlerin ilk zamanlarda talebeleri ve malî bakımdan destekleyicileri idi.

(49) Geniş bilgi için bk. Hamidullah, İslâm Medeniyeti ve Müesseseleri Tarihi (Erzurum İslami İlimler Fakültesi 1975 Yılı Ders Notları). Trc. İhsan Süreyya, 37 vd.

Böylece muhacirlerin intibakı sağlanırken Ensar, onların Mekke’de geçirdikleri ateşli tecrübelerle manen besleniyorlardı. Ne mutlu bir alış-veriş; ilim, irfan, ahlâk ve fazilet akçesinin geçerli olduğu bir gönül pazarı kurulmuş! Bu ne güzel pazar imiş! (50)

HİCRET - NİZAM - MESULİYET

Hicret nizamdır, mesuliyettir, yiğitliktir, dostluktur, kahramanlıktır, akıllılıktır, muhasebedir, muhake­medir ve mükellefiyettir. Ne yapacağını bilmektir; ehemmi, mühimmi tayin ve tercih etmesini öğrenmektir. Hicret iş bir­liğidir, ittifaktır, gayrettir, hamiyettir. Hâsılı, hicret nizamdır; hayatın nizam ve intizamının disiplinidir.

Hicret hikâye değil, vakıadır; hayal değil, gerçektir, derstir, ibrettir. İslâm tarihinde Müslümanların Mekke’den Medine’ye göçten sonraki bütün başarılarında hicretin mührü vardır.

HİCRET - EDEB - NEZAKET

Hicret edeptir, hassasiyettir, nezaket ve ince duyguların lif lif örülüşüdür.

Evden Sevr Mağarasına gidilirken Hz. Ebu Bekir, Rasûlüllah’ın bir önüne geçer bir ardında kalırmış. Efendimiz Hazretleri sebebini sorunca, “Size bir zarar gelmesini önlemek, sizi gözet­leyip korumak için bunu yapıyorum.” cevabını verir. Gece ka­ranlığında mağaraya yaklaştıklarında Hz. Ebu Bekir önce girer, herhangi bir vahşi hayvana karşı ilk hedefin Rasûlüllah olması­nı istemez. (5l) Dostluğun, nezaketin, hassasiyetin, başkasının canı hesabına kendi canından geçişin başka bir örneğine ta­rihte rastlamak acaba mümkün müdür?

Hiç şüphesiz birçok idealler ve fikirler uğruna veya hü­kümdarlar yoluna can veren insanlar vardır. Fakat bizim hicret örneğimizdeki kadar duygulu, nazikâne ve hassasça olanına te­sadüf etmek, böylesi bir örneğini göstermek zordur. Hz. Ebu Be­kir elbisesinden parçalar kopararak mağaradaki delikleri kapatırdı.

(50) Suffe için bk. Aynı Kaynak, 38 vd. M. Asım Koksal, Medine Devri, I, 187 vd.

(51) M. Asım Koksal, Hz. Muhammed (s.a.s. ) ve İslâmiyet (Mekke Devri), 373.

Son bir deliğe de elbisesinden koparacak kadar miktarda bir parça kalmadığında, topuğunu kapatır ve sonra Hz. Peygamber’i içeriye davet eder. İşte hicret, işte Sevr, işte Ebu Bekir ve işte edep! Hz. Ebu Bekir’in, Nebiyy-i Muhterem (s.a.s.) Efendimizin sevgisiyle hassaslaşan duyguları önünde hayran kalmamak mümkün değil! Fakat hiç şüphesiz yolunda olmak, mücerret hayranlıkla gerçekleşmez; yaşamayı da gerektirir.

Bedir arslanları, Uhud şehitleri, Hendek hesaplaşması, Bü­yük Fetih (Mekke), Hevazin (Huneyn) çağrısı, Mute azmi ve Tebük ruhu, bu derin hicret dayanışmasının meyveleridir.

HİCRET VE FERAGAT

Sadece Tebük’ü hatırlayalım: Hz. Ebu Bekir bu sefere ha­zırlık için yapılan mali harcama davetine malının tamamını ve­rerek katılıyor. Hz. Ömer malının yarısını veriyor. Hz. Osman dokuz yüz deve, yüz at bağışladıktan sonra her birine birer altın sarf etmek suretiyle on bin askeri teçhiz ediyor. Ve bundan son­ra da bin dirhem getirip Rasulüllah’ın huzuruna sunarak yük­sek iltifata nail oluyor. Abdurrahman b. Avf kırk ukıyye altın, Abbas ve Talha Hazretleri birçok mal veriyor. Asım b. Adiy el- Ensarî (r.a.) yüz deve yükü hurma veriyor. Fukaradan Ebu Ukeyli’l-Ensarî Hazretleri gece sabaha kadar su çekmek suretiy­le elde ettiği iki sa’ hurmanın yarısını orduya bağışlıyor. Bu hamiyet yarışına kadınlar da katılıyor. Her biri kulaklarından küpelerini, boyunlarından gerdanlarını, ayaklarından halhallarını çıkarıp veriyorlar. (52)

Kuraklık, kıtlık ve düşman tehdidini; hicret zemininde olu­şan sahavet ve infak ruhu mağlup eder ve güç şartlar altındaki bu infak yarışından otuz bin kişilik mücehhez İslâm ordusu çı­kar. Bu bütünlüğün, dayanışmanın mücessem timsali olan Te­bük ordusunun karşısına ise düşman çıkamaz. Galibiyet ve zafer Müslümanların olur.

Cihat ve zafer, hicretin doğurduğu cömertliğin ikiz ve ayrıl­maz meyvesidir.

(52) İbn Hişâm, IV, 159; İbn Sa’d, II, 165; Taberî, III, 142; İbn el-Esir, II, 276; Tecrid, X, 408; K. Enbiya ve Tevarih-i Hulefa, I, 302 - 303.

HİCRET - MÜSAMAHA

Hicret müsamahadır, kılıç sallayana bir demet gülle cevap veriştir. Şiddete karşı mülâyemettir, hiddete karşı tebessümdür. Geçmişi bağışlamadır. Afta cömertliktir. Hz. Peygamber hic­ret yolunda iken yüz deveye erişmek için kılıçla saldıran Süraka’yı bağışlamıştır. İstikbal için istediği bir ferman dahi Rasûlüllah tarafından yazdırılarak verilmiştir. Ve Allah’ın Arslan’ı Hz. Hamza’nın katili Vahşî dahi affolunanlar arasındadır. Fakat bu çeşit bir af belki de Müslümanlığı kabul eden Vahşî için en ağır bir ceza gibidir. Bu af onun ruhunu alevlendirmiş ve psikolojik bir sıkıntı içinde kıvranarak Müslümanlar arasına çıkamaz ol­muştur. Geçmişte İslâm’a verdiği büyük zarara mukabil yapa­bileceği büyük hizmeti ömrü boyunca kollamıştır. Ve nihayet bu fırsatı Halife Ebu Bekir (R.A.) zamanındaki irtidat hadisele­rinde bulmuş, halkı dalâlete sürükleyip kendisini peygamber ilân eden yalancılardan Müseyleme’yi, Yemâme Muharebelerin­de mızrağıyla öldürmüş, böylece Hz. Muhammed’in insanlığa tebliğ ettiği kurtuluş nizamının erken bir zamanda bozulup yı­kılmasının önlenmesinde önemli bir katkıda bulunmuştur. Nihayet içindeki psikolojik sıkıntının biraz hafiflediğini kendisi ifade et­mektedir.

Uhud’da, “Yüksel ey şanlı Hubel!” diye bâtılın meddahlığı­nı yapan Ebu Süfyan dahi, Mekke’nin fethi günü Müslüman ol­duğunda affedilmiş, geçmişi üzerinde hiç durulmamıştır. Hâlbuki bu kimse, Bedir hariç müşriklerin Müslümanlara karşı gi­riştikleri savaşlarda düşmanın lideri durumunda idi. Böyle ol­duğu hâlde Kâbe-i Muazzama’nın putlardan temizlendiği gün, bu tevhit zaferinin derin cömertliği içinde Ebu Süfyan gibi ni­celeri bağışlanmışlar, geçmişteki hataları üzerinde ısrar edilme­- miştir.

Vaktiyle İslâm’ın en azılı düşmanlarından olan Ebu Süf­yan ne gariptir ki, ilk İslâm halifesinin âhir ömründe Bizans’a karşı yapılan en büyük savaş olan Yermük Muharebesinde, düş­mana karşı kıyasıya mücadele etmiş ve hatta bir gözünü kay­bederek “Gazi” olmuştur. Enteresan değil midir? Bir zamanların, “Yüksel ey şanlı Hubel!” diye bağıran, Uhud meydanında zulümde haddi aşan ve aynı meydanda “Bedir’in intikamını al­dık” diye böbürlenen Ebu Süfyan’dan; Müslüman, mücahid ve gazi olan Ebu Süfyan’a!

Bu ruhî inkılabın başka bir sistemde gerçekleşebileceğini söylemek oldukça zordur. Bâtıl sistemler kötüye ve kötülüklere, cinayetlere, soygunlara, zulme, haksızlı­ğa şartlandırmak konusunda belki başarılı oluyorlar. Kısa za­manda aileleri parçalayan, milletlerin toplum hayatlarını anar­şiye boğan sistemler, bu çeşit kötülükleri ortaya çıkartacak tipleri modelleştirerek ve örnekleştirerek sayılarını çoğaltmakta başarılı oluyorlar. Fakat bu çeşit başarılar zulümden başka ne getiriyor? Hâlbuki İslam, insanların içindeki kötülükleri kö­künden kazıyarak iyilikleri yerleştirmede en büyük muvaffaki­yeti elde eden yegâne nizamdır.

İşte Vahşî, işte Ebu Süfyan! Başka örneğe hacet var mı? “Lat, Menat, Hubel, Uzza” için savaştan, Allah için cihada ter­fi! (53)

İslâm’ın en büyük düşmanlarından olan ve Bedir’de öldürü­len Ebu Cehil’ in oğlu İkrime, Hz. Ebu Bekir devrinin ünlü İslâm kumandanları arasında yer almaktadır. Nesl-i Nebî dahi olsa; İslâm’a uygun yaşamıyorsa, o ona bir yabancı sayılır, yakınlık tebliğ ettiği nizama olan bağlılığı iledir. Nesl-i Ebu Cehil dahi olsa; İslâm’a yakınlaşmışsa, İslâm’a girmişse, İslâm’ı yaşamışsa ve yaşatmak, yaymak için savaş vermişse mümindir, Müslümandır. (54)

Uhud’da Müslümanların bozguna uğramasına ve çok sayıda şehit vermesine sebep olan müşrik süvari birliğinin vurucu gücü Halid b. Velid, ileride Müslüman olduktan sonra Peygambe­rimizin ağzından, “Seyfullah: Allah’ın kılıcı” iltifatına nail ol­muştur. Ve ilk iki halife devrinde cephelerde gösterdiği başarı­larla İslâm devletine nice beldeler kazandırmıştır. Müslümanlar Habeşistan’a göç ettiğinde onların yurt dışı edilmelerini sağlamak için Habeşistan’a giderek hükümdarla görüşenlerden ve gurbette bile Müslümanları rahat bırakmayanlardan Amr b. el-As Müslümanlığa girdikten sonra, ünlü kumandanlar arasına karışmış ve Mısır fatihi olmuştur.

(53) Tecrid Terc. X, 205 vd. Şibli, V, 281, aynı kaynak, I, 345.

(54) Başka örnekler için bk. Taberî, V, 53; Diyarbakırlı Said Paşa, Mir’at’ül-İber, VI, 167.

İşte İslâm, işte hicret, işte af, işte müsamaha ve işte so­nuçları! Tevhit mücadelesi kolay değildir. Koskoca bir gönül ister. O gönlü dedikodu işgal edemez, kin ve intikam lekeleyemez.

O gönül, hasmını yakalar da ondan intikam almayı değil, ona İslâm’ı anlatmayı üstün tutar ve onu da dine kazanarak hizmet yoluna sevk eder. Hasmına putunu kırma görevini verir. Mek­ke’nin fethi günü Müslüman olanlardan birine, Peygamberimiz (S.A.S.) kabilelerinin ananevi putunu kırma vazifesi verdi. Ga­ye tevhittir, içindeki ve dışındaki putları kırmak, hırslardan ve haksızlıktan uzaklaşmaktır. Elbette insanları bu yola sevk etmek ko­lay değildir, zordur, zorluklara katlanmayı gerektirir. İşte Pey­gamberimizin tevhit mücadelesindeki müsamahası!

Gönlüne Hz. Peygamber ve ashabının büyük gönlünden na­sipler celp etmedikçe; hısımlardan, hasımlardan, menfaatlerden, geçici dostluk ve düşmanlıklardan, benlik taslamaktan, bencillik­ten, zillet ve kibirden ve nihayet dünyanın cazibesinden kurtula­mazsın.

V-HİCRET IŞIĞINDA GÜNÜMÜZ MÜSLÜMANI ETRAFINDA BAZI DÜŞÜNCELER

Bugünün Müslümanı, nefs-i emmâresinin emrinde âdeta Mekke devrini yaşamaktadır. Ruhu ve kalbi, İslâm’ı gündeme getirmek istedikçe, nefs-i emmâre derhal harekete geçerek beden mülkünün yönetimini ele geçirmekte, Müslümanlaşan ruh ve kalp; hırsın, kinin, gafletin acımasız işkencesine uğra­maktadır. Önce bu karmaşık durumu yıkmak zorundayız. İslâm’a şu ya da bundan dolayı, şunun ya da bunun etkisiyle değil; Allah emrettiği, Hz. Peygamber tebliğ ettiği, ona uyanlar bahtiyarlık mertebelerinde yüceldiği ve cihana saadet getirdiği için inan­malı ve bağlanmalıyız. Bağlanmada en birinci müessir, bizzat İslâm’ın kendi güzelliği olmalıdır. İslâm düşüncesi ancak böyle ele alınır ve böyle inanılırsa günümüz Müslümanının kalbinde gündeme getirilebilir.

Önce, bozulan kalp nizamını kurmak ve bunun için de ev­velemirde fikir, ilim, kültür planında yani düşünce planında bağımlı olmaktan kurtulmak zorundayız. Düşünce planında ça­ğa cevap verecek atılımı tahakkuk ettirerek, İslâm’ın, her ça­ğın ihtiyacına cevap verdiğini göstermeliyiz.

Bugün bir otorite boşluğu ile karşı kargıya bulunmaktayız, öyle bir ilmî otorite oluşturulmalıdır ki, her mesele bu otorite içinde aradığı cevabı bulsun ve İslâm’la ilgili konularda ilmî otorite aşılamasın, önü­ne gelen İslâm’a dair söz söylemesin. İslâmî ilimlerdeki otorite ve İslâmî düşüncedeki disiplinin taklitle sağlanması mümkün değildir. Eski çalışmalarla ortaya konulan ilmî usuller ve disip­linler görmezlikten gelinemez. Bunlardan elbette yararlanmak icap eder. Ancak yeni meselelerin cevabını, bu konuda yetkili olan, İslâm âlimleri ve düşünürleri verecektir.

Günümüz, İslâm dünyasında münevverlerden bazıları Marksizm’in tesiri altında bulunmaktadır. Bazıları da sosyalizmi, İslâm düşüncesine monte etmeye kalkışmaktadırlar. “İslâm sosyaliz­mi” gibi ifadeler, bazı münevverlerin eserlerine girmiş bulun­maktadır. Bazı İslâm memleketlerinde siyasî liderler, devletle­rinin adını tespitte aynı kelimeyi kullanmaktadırlar. Bazı mü­nevverler ise Hıristiyan dünyasının güdümünde olan kapitaliz­min tesiri altında düşünüp yazmakta ve meselelere bu sistem içinde çare aramaktadırlar. Bunlardan kimilerine göre, İslâm bir kalp işi ve ahlâk yasasıdır. Bunlar ya İslâm’ın dünyaya ilişkin görüşlerinden habersizdirler ya da haberdardırlar. Fakat İslâm’ın dünyaya ilişkin görüşlerini tetkik edememektedirler, et­memektedirler.

İslâm dünyasında bir kısım münevverler ise dünya ve ahireti tanzim eden esaslar topluluğu olarak İslâm düşüncesini be­nimserler. Ancak bunlardan bazıları mesele adamı değildir. İs­lâm’ın günümüz dünyasındaki görünümünden memnundurlar. Çile ve sıkıntıları yoktur. Her şeye rıza gösterir bir tavır içinde­dirler. İslâm düşüncesinin, meseleleri çözümlemekte kaynak niteliğini kazanması için fikrî bir gayretin içinde bulunmazlar. Bir kısım İslâm münevverleri bunlardan bir kademe daha ileri seviyede olup meseleleri, sıkıntıları, dertleri vardır. İslâm’ın yüzüstü sürünmesinden, hor ve hakir görülmesinden mahzun­durlar. Ancak bunlara göre, eskiler her şeyi halletmiştir ve ya­pacak yeni bir şey yoktur.

Bir kısım İslâm münevveri de eskiyi iyi tanıyarak yeni yöntemlerle İslâm Ekonomisi, İslâm Hukuku, İslâm Sosyolojisi, İslâm İktisadı vs. dallarında; İslâm Düşüncesi etrafında çare bekleyen meseleler karşısında çalışmalar yapılması görüşündedirler.

Böylece fikrî planda meydana gelen dinamizm saye­sinde Müslümanlar, hurafelerden tecerrüd ederek İslâm’a ‘Asr-ı Saadet’ safiyetinde bağlanacaklardır. Bu düşünceyi paylaşan münevverlere göre Hıradaki, “İkra: Oku!” emri iyi anlaşılma­dan, İslâmî sahalarda ilerleme sağlanamaz, cehaletle İslâm medeniyeti bir araya gelemez.

*

Evvelâ İslâm düşüncesini hür ve derin kaynağında dirilt­mek gerekiyor. Buna ‘düşüncede diriliş için atılım’ demek mümkündür. Başka sistemlerin düşünürleri- bilginleri ve araştırı­cıları yaptıkları çalışmalarla ideolojilerini, ‘kurtarıcı düzenler’ olarak sunmaya gayret ediyorlar. Sistemlerini yeni problem­lerin çözümünde başvurulacak canlı bir alternatif hâlinde tut­maya özen gösteriyorlar. Bugün İslâm ülkelerinde bile komü­nist ve kapitalist düşünürlerin fikirleri, binlerce genç ve münev­ver tarafından benimsenir olmuştur. Bu gelişmede komünizm ve Hıristiyanlığın güdümünde olan bilginlerin, kendi sistemleri­ni sunuştaki metotlarının payı herhalde çok büyüktür. Kaldı ki İslâm; tezdir, anti-tez değildir; aksiyondur, reaksiyon değil­dir. Ne var ki, kendi cevherini işletecek İslâm âlimlerinin çık­masını beklemektedir.

Hicretin aynasında hâlimizi görmek, yolumuzu tayin etmek ve çaremizi araştırmak zorundayız. Bunun için de ilk önce nef­simizden işe başlamalıyız. Hicretin aynasında eksiklerimizi, kusurlarımızı görmeli ve gidermeye çalışmalıyız. Nerede bir İbn Sina, bir İbn Rüşd, bir Cüveynî, bir Gazali, bir İmâm-ı Azam, bir Şafiî, bir Matüridî, bir Eş’arî, Ebu Yusuf ve Serahsî nerede? Hani Buhari’nin, Müslim’in, Tirmizî’nin Ahmed b. Hanbel’in izinden gidenler? Taberi’ler, İbnü’l-Esir’ler, İbn Sad’lar, İbn Hişâmlar, İbn Hacerler, Suyutîler, İbn Haldunlar, Mesudîler, Yakubîler nerede? Fenarîler, Davud-i Kayserîler, Edebâlîler Emir Buharîler, Yunuslar, Mevlânalar, Hacı Bayram-ı Velîler, Akşemseddinler, Hamidüddin Aksarayîler nerede?

Nerede Itrîler, Dede Efendiler, Nefîler, Ebussuudlar, İbn Kemaller, Zembilliler nerede? Kâtip Çelebiler, Cevdet Paşalar, Mehmed Akifler, Ferid Kamlar, İbnü’l-Emin Mahmud Kemâller, Elmalılar, İ. Hakkı İzmirliler, Ahmed Naimler, Ömer Nasuhiler? İkballer, Şiblîler, Şehbenderzadeler, Süleyman Nedeviler, Mevdudîler, Seyyid Kutublar nerede? İslâm ilimleri ve İslâm düşüncesi bahçesinde çiçekler büsbütün kurudu mu? Ağaçlar yeşermeli, çiçekler açmalı, meyveye dönüşmeli, hicretin ayna­sında neyi yetiştireceğimizi görüp tespit etmeli, ehemmi-mühimmi sıralamalı, lâf ebeliğinden vazgeçmeliyiz.

Müslümanlar bugün fert planında yani içe dönük hayatta ciddi, cemiyet planında yani dışa dönük hayatta müsamahakâr olmak zorundadır ve İslâm cemiyetinde ilmî otorite tesis olun­malıdır, Bu otorite İslâm cemiyetinin mihenk taşı ve atan nab­zı durumunda olmalıdır.

Maalesef bugün içe dönük hayatta-fert plânında laubalilik, nemelazımcılık; cemiyet plânında, dışa dönük hayatta ise sert­lik, acımasızlık ve merhametsizlik, bağnazlık vardır. Ba­zıları eline bir kara kalem almış, karalayacak kimse aramakta­dır. İlmî otorite ise tesis olunamamıştır.

*

Sözümü tekrar ilk başladığım noktaya getirerek diyorum ki, kalplerimizi Mekke dönemi karmaşasından ve baskısından kur­tarmamız lâzımdır. Bunun yolu, İslâm düşüncesine yapacağımız hizmetten geçmektedir.

Her zaman olduğu gibi bugün de Ebu Cehiller, Ebu Lehebler, Ümeyye b. Halefler, Velid b. Muğîreler başka biçim ve metotlarla yaşamaktadırlar. Nuh ve âsiler, İbrahim ve Nemrut, Musa ve Firavun, Hz. Muhammed ve Ebu Cehil arasındaki tevhit mücadelesi, tarihte yaşanmış mevcut gerçeklerdir. Fakat bu mücade­le sona ermiş değildir. Varlıkları kıyamete kadar sürecektir. Bugünün Ebu Cehili çok değişken bir yapıya sahiptir; bazen şeytandır, bazen nefistir, bazen hırstır, bazen kindir, intikam­dır. Bazen akrandır, arkadaştır ve bazen fitnedir, fesattır, tef­rikadır. Bazen de basında çöreklenen İslâm’a zıt düşüncelerin temsilcileridir ve daha pek çok şeydir, günümüzün Ebu Cehili.

Günümüzün Müslümanı çok değişken bir yapıya sahip olan modern Ebu Cehile karşı, hicretin ilahî ışığında mücadele ver­mek zorundadır. Niyet İslâm dâvasının büyümesine engel olan Ebu Cehili yenmekse; niyet nefse kul-köle olmaktan, hırstan haksızlıktan, yalandan, hileden, nifaktan, şikaktan kurtulmaksa; niyet Bilâl-i Habeşî gibi Allah’ın adını yüceltmekse; Yâsir ve Sümeyye gibi fedai can etmekse, Hz. Ömer gibi İslâm’ın izze­tini kurtarmaksa, Hz. Ebu Bekir gibi dostluk ve tevazu ise, Hz. Osman gibi cömertlik, Hz. Ali gibi bağlanışsa ve cihat canlılığı ise, Mus’ab gibi irşatsa, Esad gibi gönül büyüklüğü ise, Sad b. Rebî gibi maldan vazgeçiş ise, Abdurrahman b. Avf gibi zâti çalışmanın İslâm düşüncesindeki yerini en unutulmaz bir numune olarak ortaya çıkarmaksa, Talha gibi Peygamber’e uzanan kılıç darbelerine kol germekse, Hamza gibi serden geçiş ise ve bir kefen dahi bulamayıp Uhud’un bağrına gömülüşse, sen de iç dünyanda kalbindeki Mekke’den yola çıkıp; Mekke’nin karmaşasından, Ebu Cehil tasallutundan gönlünü kurtarıp İslâm’a teslim olarak ve Rasulüllaha itirazsız bağlanarak gönlündeki Medine’­ye yola koyulmayı, mabetlerde saflaşmayı, cumalarda cemaatleşmeyi, çarşılarda selamlaşmayı, pazarlarda sâdıklaşmayı ba­şarmış olursun. Sen de iç dünyanda hicreti yaşamış ve hicretten anlaşılması gerekeni anlamış olursun. O zaman dünya ve dünya üzerindeki her canlı, senin varlığınla sevinir. Ölümün ânında, belki arş dahi titrer, herkes senin için gözyaşı döker. (55)

Sanki Hz. Peygamber ümmetine, “Anam babam size feda olsun! Ey ümmetim! (56) Ne haldesiniz? Kur’an nerede? Sünnetim nerede? Size bıraktığım bu iki emaneti ne yaptınız? İs­lâm düşüncesini ne hâle getirdiniz?” demektedir.

Bu sesi duyan hicreti yaşamakta, hicreti yaşayan bu sesi duyabilmektedir.

Hicreti anlayan günümüz Müslümanı eğitime önem verecek ve İslâm düşüncesinde eğitim konusuna eğilecektir.

(55) Ensar’dan Sa’d b. Muaz için Hz. Peygamber, «Ölümüyle Rahman’ın arşı titremiştir.» buyurur. Bk. Müslim Tercümesi, VII, 380; İşkencelere tahammül için bk. Hayatü’s-Sahabe, I, 412 - 495.

(56) Hz. Peygamber bu ifadeyi, Uhud günü Sa’d b. Ebi Vakkas için kul­lanmıştır.

Hicret, Suffe Okulu ile bütünleşmiştir. Orada öğretmen ve öğrenci vardır. Öğretmen Hz. Peygamber, öğrenci ashaptır; mazlum muhacirlerdir. Hz. Peygamber’in sadık dostları olan Ensar’dır; Ebu Hüreyre’dir, Ebu Zer el-Ğıfarî’dir. Ömer’dir, Ebu Bekir’dir, Ali’dir, Osman’dır. (Allah onlardan razı olsun.)

Suffe semboldür, o dönemde mabet dahi mekteptir, ev dahi mekteptir ve sokak dahi mekteptir, çarşı - pazar dahi mektep­tir. İki ev komşusundan biri bir gün, biri öteki gün Hz. Peygamber’in ders halkasına devam etmektedir ve gelişmelerden birbirlerini haberdar etmektedir. Hz. Peygamber çoğu defa ca­mide ders anlatmaktadır. Bazen kendi evindedir, soru sorulmuş­tur cevap verirler, bazen kendisi pazardadır, Müslümanların mallarını tartar, ölçer, fiilen yol gösterir, duruma göre pazar da bir mektep olur. Denilebilir ki, Medine döneminde öğretmen Rasulüllah’tır; geri kalanlar, istisnasız öğrencidir. Ne mutlu öyle öğretmenin öğrencisi olana! Ve sanki İslâm mekteptir; kimi öğ­retir, kimi öğrenir, üçüncü şık yoktur. İslâm düşüncesinde öğ­renmeyen ve öğretmeyenin yeri yoktur.

İşte hicretin doğurduğu bu canlı eğitim-öğretim dönemin­de ayetler; yazılır, ezberlenir, yaşanır, korunur; hadisler keza ezberlenir, kaydedilir. Görülüyor ki hicret, mekteptir ve ilim­dir. Hicrete giden yolda ve hicretin meyvelerinde ilim başköşeyi almaktadır.

Bugün İslâmî ilimlerden uzaklaşmış, hatta İslâmî esasları ilmihâl dairesinde olsun doğru olarak bilemeyen ve İslâm dü­şüncesine gittikçe yabancılaşan bir neslin, hicreti anlaması na­sıl mümkün olacaktır? Bunun için teyiden belirtmeliyim ki hicret; ilimdir, öğretmen-öğrenci arasındaki hayırlı diyalogdur. İslâm düşüncesi için harcanan mesaidir, çalışmadır, tetkiktir, okumadır, yazmadır, neşirdir.

Hâsılı, hicreti anlayan, ilme yönelecektir. İlme yönelen talebe, hicreti anlayacaktır. Hicreti anlayan da bulunduğu müessesede eğitim-öğretim faaliyetlerinin verimli geçmesinde en tesirli unsurlardan biri olacaktır. Hicret, her sınıf ve mes­lekteki insanı, mesleğini İslâm’ın emrettiği şekilde, vazife ve sorumluluklarının idraki içinde çevre ile ilişkilerini sürdürme­ye yöneltirken; ilim talibinden (öğrenciden) talebini aşka, aş­kını cehde, cehdini çalışmaya dönüştürmesini istemektedir.

Muhtelif vesilelerle çok yerde belirttiğim gibi günümüz Müslümanı, hicret sonrası Medine Müslümanları için başarı kaynağı olan şu hususlara riayetle yükümlüdür:

1-Mabetler (camiler-mescitler) ihya olunacaktır. Mekke döneminde müşriklerin gözünün korkusu olan namaz, Medine dönemiyle beraber cemaatle kılınmaya (camilerde ifa olunma­ya) başlamış ve Medine’deki İslâm dışı zihniyet mensuplarının gözünün korkusu olmuştur. Çünkü cami; cemaati, cemaat rah­meti, rahmet saadeti, kuvveti, vahdeti temsil etmektedir. Ayrılık ise azaptır.

2-Mektep eğitim-öğretim faaliyetleri. İlim, Medine döneminde Müslümanların en önemli başarı ve kuvvet kaynak­larından biri olmuştur. Hatırlanacak olursa o dönemde ashap arasında Hadis ve Kur’an’dan bazı bölümleri hiç ezberlememiş olan âdeta yok gibidir. Demek ki hepsinin belli nispetlerde ilme alâkası vardır. İslâm düşüncesi o dönemde sağlam temellere ve sade anlayışlar üzerine oturtulmuştur. Âlimler birbirlerini sev­mekte, düşünme hürriyetine sahip bulunmaktadır ve farklı gö­rüşlerinden dolayı kimse birbirini dalâlette olmakla suçlama­maktadır.

3-Cemiyet hayatında cemaat şuuruna sahip aklı başında bir yaşayışı aramak ve gerçekleştirmek. Sevgi, saygı, ilgi, şef­kat ve adalet üzerine işleyen ilişkilerde yaşayışını sürdüren bir toplum hayatı çok önemlidir. Kardeşlik, Efendimiz Hazretlerinin Medine’de tesis ettiği kardeşlik, hatırlanmalıdır. Ondan nasibini alacak kardeşlikler ve sevgi-saygı temellerine dayalı ilişki­leri gerçekleştirmek azmi, hicretten alınacak en önem­li ibretlerden biri olsa gerektir. Çünkü maalesef günümüzde Müslümanlar, birbirine çok acımasız davranmakta ve birbirinin hata­sını çıkarmak için âdeta yarışmakta, kardeşinin eksiğini orada burada yazmaktan, yaymaktan, sergilemekten habis bir zevk duymaktadır. Bunun önüne geçilmediği müddetçe, on beşinci değil de yirmi beşinci hicret asrına ulaşılsa; hicretin, birbirini sevmeyen gaddar ve zalim insanlara kazandıracağı bir fayda olamaz. Hicretin faydaları bir hak ediş cehdi ve zemini üzerin­de elde edilir. Sebepsiz ve zeminsiz hiçbir şey gerçekleşmez. Hicret zemini, Müslümanların birbirini çekiştirip kovaladığı bir saha olamaz. Böyle bir tarlada hicret çiçeği açmaz!

4-Dinî salâbet sahibi olmak. Hicret, Allah’a en kuvvetli iman ve Rasûlüllah’a en sağlam bir bağlanış, Kur’an-ı Kerim’e en tereddütsüz tabi oluş, Sünnete en kuşkusuz yöneliştir. İbadet­te ihlas, sair amellerde keza Allah’ın rızasını gözetmek, kullukta hasbilik, samimilik, tevazu, hicret dönemi Müslümanlarının en belirgin özelliklerindendir. Hicret ışığında günümüz Müslümanı da bu konu etrafında samimi bir durum muhakemesi yap­mak mecburiyetindedir. Neticede hatalardan tevbe, Müslümanı tertemiz hâle getirir ve hicret ışığında yollarımız aydınlanır,

5-Canlı bir cihat aşkı, hicret dönemi Müslümanları, hem kendi nefisleriyle ve dünya hırslarıyla hem de Allah’ın ve Rasûlü’nün düşmanlarıyla sürekli cihat üzere idiler. Cihat üzere olabilmek ve mücahitler arasına katılmak, o devirde Müslümanlar için en büyük şeref telâkki olunmakta idi. Günümüzde pek çok cihat yolları vardır. Basında, ilimde, içtimaî hayatta İslâm ahlâkını sevdirmekte, Müslümanların birliğini sağlamak­ta, bütün bunları tanzim edecek ana konumuz olan İslâm dü­şüncesi ile ilgili çalışmalarda cihat, Müslümanları beklemektedir. Cihat denince, sadece cephelerde olan savaş yani din, dev­let, vatan ve millet düşmanlarıyla yapılan silahlı savaşlar akla gelmemelidir. Bugün bir fikrî cihattan, evlâdımızın terbiyesi, ilmî seviyemizin gelişmesi gibi konularda cihattan yani müca­deleden bahsedilebilir... Kalem, günümüzde bir cihat âletidir, rotatifler, gazeteler keza bir cihat aracıdır; keza göze, kulağa hitabeden yayın organları (radyo ve televizyon) yönlendirilebilse, en güzel hizmet araçlarından biri hâline gelebilir. Bir zaman­lar televizyonda naklen yayımlanan Kâbe-i Muazzama’daki bir tavaf programını seyreden küçük yaştaki bir yakınım tara­fından hiç unutulmadığını, nazarî plânda ne kadar anlatılırsa anlatılsın, hafızasında bu tesirin kalıcı olduğunu müşahede etmiştim. Günümüz Müslümanı iyiliğin yayılması, kötülüğe engel olunması çalışmalarına yapacağı katkı sayesinde herhalde bir nebze de olsa cihat etmiş sayılabilir.

Dinî kurumların ve ilimlerin yaşaması için kurulan vakıf­larda, cemiyetlerde görev almak veya buralara malî yardımlar­da bulunmak da malî bir cihat sayılabilir. Fakir talebeleri okutmak, keza malî bir cihat sayılır. İçimize yerleşip kökleşmiş kötü ahlâkı silip atmaya çalışmak da ahlâkî bir cihat telakki olunabilir. Hâsılı, engel olunacak kötülükler ve çoğaltılacak iyilikler nispetinde cihadın şekil, yol ve örnekleri değişecektir.

Bu arada şunu da ifade etmek gerekir ki, bazı Müslümanlar veya Müslümanlığı ilmî bakımdan tanımayan adı Müslüman olup da kalbi İslâmî olmayan zihniyetlere köle olanların iddia ettiği gibi cihat, bir kuru kavga değildir. Kin ve intikam gibi süflî hislerin, bu kutsal kavram içinde yeri yoktur. İslâm tarihinden anladığımıza göre cephede yürütülen savaşlarda bile askerler yalnız savaşan insanlar olarak değil, aynı zamanda mürşitler olarak eğitilmişlerdir. Hz. Ömer’in, ordu kumandanlarını İslâmî hükümleri iyi bilenler arasından seçtiği, orduya kadı ve âlimler koyduğu bilinmektedir. Kaldı ki, günümüzde cemiyet sathında yürütülecek cihat uygulamalarında, «Hikmet ve mevize-i hasene yolu yani tatlılık ve yumuşaklıkla insanları doğru yola davet etme yolu» daima denenecektir.

Bir de şunu hatırlatmak isterim ki, “Yarım doktor candan, yarım hoca dinden eder.” denilmiştir. Emr-i bilmaruf nehy-i ani’lmünker ve cihat uygulamaları rastgele, herkesin her yerde duyduğuyla okuduğuyla yapılacak şeyler değildir. Bunun tarifi vardır, zemini vardır, şartları vardır, ilmi vardır; Müslüman haddini bilen insandır, bilmediği şeyi söylemekten, yap­maktan kaçan kimsedir. Cihat önce insanın kendi nefsine karşı yapacağı bir şeydir. Biz kendi içimizdeki noksanların giderilmesi, şerlerimizin silinmesi, hayırlarımızın artırılması için nefsimizle cihat etmeliyiz. Bu en büyük cihattır ama şunu da üzülerek itiraf edelim ki, çoğumuz kendi eksiğimizi hiç görmeyerek, hep başkalarıyla uğraşırız ve buna da cihat adını veririz. Aslında bu yaptığımızın cihatla uzaktan yakından alâkası yoktur. Bizim burada yapmamız gereken kendi hatalarımızı, kusur ve yanlışlarımızı görmek için gayret etmektir. Şayet bunu yaparsak cihat yoluna ilk doğru adımı atmış oluruz.

SÖZÜN KISASI

Akabe; Allah’a dönüş, Peygambere bağlanış, kötülüklerden vazgeçip şerlerden kaçış, hayırlara koşuş ve İslâm’a hizmet için verilmiş bir taahhüttür, bey’attır. Medineli Müslümanların gönülden gönüle uzattıkları tesanüt ve davet köprüsü­dür, kardeşlik çağrısıdır. Hakka sahip oluş çığlığıdır, bâtıla kar­şı çıkış haykırışıdır; Akabe, Allah ve Rasûlüne bağlılık ve Nebiyy-i Muhterem (S.A.S.) Hazretlerinin her tehlike karşısında korunması için verilmiş namus sözüdür.

Akabe, Rasûlüllah’ın önderliğinde Evs-Hazreç ve Muhacirûn kardeşliğine atılan im­zadır. Akabe, müşriklerin korkusu, müminlerin sevincidir ve Akabe’nin mesajı, “Birbirinize haset etmeyin, sırt çevirmeyin, kardeş olun; düşmanlarınız korksun! Birbirinize sımsıkı sarılın küfür cephesi sarsılsın.”

Hicret; mabettir, cemaattir, Akabe’de temeli atılan kardeş­liğin çiçeğidir, meyvesidir.

Hicret; ahde vefadır, verilen söze sadakattir, teşkilât­tır, müesseseleşmedir, devlettir, kanundur, nizamdır. Hicret; iktisattır, ekonomidir, çarşı-pazar bereketinin kaynağıdır, helâl ve harama riayetin şaşmaz terazisidir. Hicret; mümin için tak­vadır, kâfir için korkudur, tehdittir. Hicret; sevgidir, kin ve in­tikam duygularından arınmadır, acımadır, şefkattir, aftır, mü­samahadır. Hicret; dostluktur, umuttur, şevktir, azimdir, cesa­rettir. Hicret; cihattır, müminin nefsine karşı verdiği savaşın adıdır. Bu manada cihad-ı ekberdir. Hicret; zaferdir, irşattır, tebliğdir, derstir, ilimdir, mekteptir, medresedir. Hicret; nizamdır, mesuliyettir, vazifedir, yükümlülüktür, kahra­manlıktır, hikâye değil gerçektir, edeptir, nezakettir, in­celiktir. Hicret; saygıdır, itaattir, disiplindir, hamiyettir, gayrettir, azimdir, berekettir, îsardır, cömertliktir, yardım severliktir. Hicret; devlette süreklilik, müesseseleşmede becerikliliktir, hayat nizamı olarak insan ha­yatına İslâm’ın bir güneş gibi doğmasıdır.

Hicret; anlamak ve İslâm’ın yükseliş sırlarına vâkıf olmak de­mektir. İslâm’ı iyi anlayan, hicreti iyi kavrayan demektir. İslâm’ı iyi anlamak için herhalde hicret olayını ruhların derinlik­lerinde tefekkür ve tahlil ile hatırlamak gerekir. Bu yapılırsa Müslüman, hiç kimseye tan etmeden kendi vicdanını kötülükler­den tasfiyeye, sonra da insanlığa fazilet örneklerini sunmaya, hayırları yaymaya, iyilikleri çoğaltmaya, kötülüklere ve kötüle­re engel olmaya yönelmeyi başaracaktır. Bu başarının sırları hicrette gizlidir. Hicret; her çağdaki İslâmî başarıların temelin­deki imzadır, başarı sırlarının fihristidir.

Hicret, Mekke’deki bir avuç Müslümanın her türlü işkence­ye göğüs gererek ve çetin imtihanlardan başarı ile geçerek İs­lâm’ın zafer günlerine doğru açılmasıdır. Hicret; Allah Teâlâ’nın dinini ihlâsla kucaklayan dost gönüllerin, tam bir iş birliği içinde doğup büyüdükleri öz yurtlarını, Allah rızası için terk etmelerinin hüzünlü hadisesidir. Fakat bu hüzünlü olay, ileride sevince dönüşecek, günün birinde yurtlarından kovulan mazlum Müslümanlar, galip ve muzaffer olarak tekrar yurtlarına döne­bilecekler, kovuldukları vatanlarının din kuvveti ile fatihi ola­caklardır. Kendilerine vaktiyle her türlü eziyeti reva görenler de rezil ve rüsva olacaklardır. Hicret; en güzel ve emsalsiz fedakârlık tablolarının yaşandığı ve en zengin kardeş­lik, dostluk ilişkilerinin, medenî terakki ve teâlî vesilelerinin tesis olunduğu, her yüz yıldaki Müslümanların ibret alabilece­ği tazeliğini koruyan-yaşayan büyük bir olaydır. Hicret; İslâm’ın başarı ufuklarına doğru kanatlanmasının arifesi, istik­balin muhteşem zafer günlerindeki her başarıya atılmış ilâhî bir mühürdür. Zira hicretten sonraki her başarıda onu yaşayan­ların kalplerindeki fedakârlık vefakârlık ruhunun tesirleri ve izleri vardır. Günümüz Müslümanı, bu iz ve tesirleri arayıp bulmayı kendisine en önemli vazife saymalıdır.

SON