Makale

HİCRETİN 15. YÜZYILINDA İSLÂM DÜNYASININ VE TÜRKİYE’NİN DURUMU (PANEL ÖZETİ)

HİCRET = ÖZEL SAYISI

HİCRETİN 15. YÜZYILINDA
İSLÂM DÜNYASININ VE
TÜRKİYE’NİN DURUMU
(PANEL ÖZETİ)

Yöneten: Hamdi MERT
Diyanet İşleri Başkan Yardımcısı

HİCRETİN 15 İNCİ YÜZYILINDA İSLÂM DÜNYASININ
VE TÜRKİYE’NİN DURUMU:

Diyanet İşleri Başkanlığı, Hicretin 15. yüzyılı dolayısıyla 25 Mayıs 1980 günü HİCRETİN 15. YÜZYILINDA İSLÂM DÜNYA­SININ ve TÜRKİYE’NİN DURUMU konulu bir panel düzenle­miştir.
Panel, programı ile birlikte Özetlenerek aşağıda sunulmuş­tur:

SUNUŞ KONUŞMASI:

Değerli misafirler!

Değerli TRT ve Basın Mensupları!

Hicretin 15. yüzyılı başlangıcının kutlanması için İslâm ülkeleri, müşterek ve ciddi çalışmalar içerisindedirler.

Peygamberimizin Mekke’den Medine’ye hicret etmesi ha­disesi, dünya ve İslâm Tarihi’nin önemli dönüm noktaların­dan biridir.

İslâmiyet’in cihana açılması bu olayla başlamış; İslâm gerçeği, bu olayla varlığını dünyaya duyurmuş; yetim ve Emin Muhammed (S.A.V.)’ in tebliğ buyurduğu son ve hak din, bu olaydan sonra ilâhî vahiylerle müesseseleşmiştir...

Hicret-i Nebeviye, İslâm’ın müesseseleşmesini sağlamıştır.

İnsan hak ve hürriyetleri, ilâhî emirlerle, hicretten sonra teminat altına alınmıştır.

Müslümanların ayrı dinden insanlarla bir arada yaşayabile­ceklerine dair teşrii teminatlar, Medine’ye hicretten sonra sağ­lanmıştır.

Dünyanın ilk yazılı Anayasası bu devirde hazırlanmış; kıtalar ve ülkeler fetheden İslâm dinamizmi, «MEDİNE ŞEHİR DEVLETİ» nde oluşmuştur.

Hicret bir “RİCAT” değildir. Hicret bir “FETİH” dir.

Hicret bir reaksiyon değil «AKSİYON» dur. Hicret bir başlangıç, zulme ve karanlığa sondur.

Hicret bir oluştur, bir olgunluktur! Hicret bir atılımdır. Hicret, kıyamete kadar yaşayacak bir ulvî heyecana açılan kapıdır!

Gönüller «NUR KAYNAĞI» ndan uzaklaştığı için zayıfladı­ğı sanılan İslâm’ın nurdan aydınlığı... Her türlü yanlış ve kusur­larına rağmen “BÜTÜN DÜNYA” ve «DÜNYA MÜSLÜMAN­LARI», bu aydınlığı aslî ihtişamıyla yeniden görme ve yaşama iştiyakı içinde…

Bu sebepledir ki, yaslı, yaşlı ve huzursuz dünya; muazzez hicretin 15’inci yüzyılında O’nu ve O’nun tebliğini yeni baştan dinlemek, yeni baştan tebellüğ etmek ihtiyacında.

Hicretle başlayan Muhammedî aksiyondan; bu aksiyonda­ki Ebûbekrî sadakatten; Fârûkî adaletten; Zinnûrî hayâdan; Murtazâ şecaatten uzaklaşan; bu sebeple dağılan; perişan olan İslâm dünyası... Kendisinde araması gereken bütün kusurları «MÜNEZZEH İSLAM» da sanan dünya Müslümanları... Ve on­ların 15 asır sonraki manzaraları! 15. asrın derinliğinde kaybol­mayan Nebevî hicreti daha iyi anlatmıyor mu?

Hicret, sustuğuna konuşma; kaçtığını kovalama; râmolduğunu teslim alma heyecanı, fırsatı veren mesut olaydır.

İslâm konferansı ve İslâm ülkelerinin, Hicretin 15. Yüzyılının yaklaşması dolayısıyla gösterdikleri müstesna alâka ve yapılan çalışmalar, bu bakımdan memnuniyet vericidir.

Hicret hâdisesinin insanlık ve medeniyet âlemine kazandır­dığı tarihî, hukuki ve içtimaî gelişmenin İslâm ülkelerince kut­lanması; değerlendirilmesi ve böylece günümüz dünyasına da ışık tutmasına yardımcı olunması teklifi ilk olarak; «Hamdard National Foundation of Pakistan» adlı kuruluş tarafından 1974 yılında Pakistan’da yapılan «2. İSLÂM ZİRVE KONFERANSINA» sunulmuş; 1975 yılında Kuala Lumpur’da akdedilen İslâm Ülkeleri Dışişleri Bakanları toplantısında ay­nı kuruluş tarafından tekrarlanmış; 1976 yılında İstanbul’da ya­pılan 7. İslâm Ülkeleri Dışişleri Bakanları toplantısında ise ka­bul edilmiştir.

İstanbul’da yapılan bu toplantıda ayrıca hicretin 15. yüzyı­lını «KUTLAMA KOMİTESİ» kurulması ve bu komitenin İs­lâm ülkelerince yapılacak kutlama programlarını hazırlaması da kararlaştırılmıştır.

Bu komiteye Mısır, Irak, İran, Malezya, Mali, Fas, Pakistan, Suudi Arabistan, Sudan, Suriye, Birleşik Arap Emirlikleri ile birlikte Türkiye de seçilmiştir.

«HİCRETİN 15. YÜZYILINI KUTLAMA KOMİTESİ» ilk toplantısını 25 Ekim 1976 tarihinde Cidde’de; ikinci toplantısını Rabat ta yapmış; bu son toplantıda «UZMANLAR KURULU» nun hazırladığı rapor kabul edilmiştir.

Ayrıca, Türkiye’de yapılacak törenler arasında bir «MÜS­LÜMAN GENÇLİĞİ KONFERANSI» düzenlenmesi de karar­laştırılmıştır. Bu konferansın, merkezi RİYAD ta bulunan «WORLD ASSEMBLY OF MÜSLİM YOUTH» ile işbirliği ya­pılarak gerçekleştirilmesi teklif edilmiştir.

Gençlik konferansının Türkiye’de yapılmasına gerekçe ola­rak «Türkiye’nin coğrafî yeri; derin İslâm kültürü ve İslâm Medeniyeti’ ne hizmetleri» gösterilmiştir.

24-28 Nisan 1978 tarihlerinde Dakar’da düzenlenen 9. İslâm Ülkeleri Dışişleri Bakanları toplantısında, Rabat’ta kabul edilen raporun, İslâm ülkelerinde yapılacak kutlamalara esas alınması kararlaştırılmıştır.

Bu raporda, kabul edilen kutlama konuları, ana-başlıklarıyla şunlardır:

İSLÂM ZİRVE TOPLANTISI akdedilmesi

MİLLİ KOMİTE BAŞKANLARI TOPLANTISI yapılması

AMBLEM VE SLOGAN SEÇİMİ

KÂĞIT VE MADENİ PARA BASIMI

PUL BASIMI

MÜSLÜMANLIK ÜZERİNE KİTAPLAR YAYINLANMA­SI

FİLİMLER ÇEVRİLMESİ .

GENÇLİK KAMPLARI, TOPLANTILARI VE SEYAHATLARI DÜZENLENMESİ.

SERGİLER AÇUMASI

KONFERANSLAR VERİLMESİ

Bu faaliyetlerin yürütülebilmesi için yurdumuzda da bir «MİLLİ KOMİTE» kurulmuştur.

Başbakanlık onayı ile kurulan bu komite’ ye;

DİYANET İŞLERİ BAŞKANLIĞI, MALİYE BAKANLIĞI, DIŞİŞLERİ BAKANLIĞI, MİLLİ EĞİTİM BAKANLIĞI, KÜLTÜR BAKANLIĞI, TURİZM VE TANITMA BAKANLIĞI, ULAŞTIRMA BAKANLIĞI, GENÇLİK VE SPOR BAKANLIĞI, TRT KURUMU GENEL MÜDÜRLÜĞÜ temsilcileri katılmaktadır.

«HİCRETİN 15. YÜZYILINI KUTLAMA TÜRKİYE MİLLİ KOMİTESİ» nin koordinatörlüğünü DİYANET İŞLERİ BAŞ­KANLIĞI yürütmektedir.

Komite bugüne kadar yaptığı 6 toplantıda, Türkiye’de yapı­lacak faaliyetleri plânlamıştır.

Yapılan plânlamaya göre sözü edilen kurum ve bakanlık­larca yapılacak faaliyetler, ana başlıklarıyla şunlardır:

•DİYANET İŞLERİ BAŞKANLIĞI

İslâm’da «İNSAN HAKLARI» başta olmak üzere çeşitli ko­nularda makaleler yayınlayacak; konferans, panel ve açık otu­rumlar düzenleyecek, özel yayınlar çıkaracak...

•KÜLTÜR BAKANLIĞI

Türkiye’de İslâm Gerçeği adlı bir filim çevirecek, sergi­ler düzenleyecek.

•GENÇLİK VE SPOR BAKANLIĞI

Dünyada ilk defa «1. TÜRKİYE OYUNLARI» adı ile bütün İslâm Ülkelerinin katılacakları bir yarışma ve İslâm Gençlik Konferansı düzenleyecek.

Spor ve folklor gösterileri ile gençlik ve izcilik kampları tertip edecek.

•TURİZM VE TANITMA BAKANLIĞI

Türk Milleti’nin İslâm Sanatına katkılarını vurgulayan Arapça, Türkçe, İngilizce broşürler hazırlayacak. İslâm eserle­ri konusunda fotoğraf sergisi ve konferanslar düzenleyecek. Çe­şitli slayt gösterileri yapacak. Ülkemize bu maksatla gelen tu­ristlere kitle ulaşım araçları ve konaklama tesislerinde özel in­dirimler yapılmasını sağlayacak.

•ULAŞTIRMA BAKANLIĞI

Kutlama törenlerine gelecek yabancı misafirlere demir ve deniz yollarında özel indirimler sağlayacak. Hatıra pulu bastı­racak.

•MİLLİ EĞİTİM BAKANLIĞI

Yüksek İslâm Enstitüsü ve 374 İmam - Hatip Lisesi’nde ayrı ayrı kutlama komisyonları kuracak, bu okullarda kon­ferans, seminer, makale ve temsillerle konu öğrencilere benim­settirilecek. Kutlamalarla ilgili olarak bir kitap hazırlatacak.

TRT KURUMU GENEL MÜDÜRLÜĞÜ

İlgili kurum ve bakanlıklarca yapılan folklor, sergi, spor, gösteri, konferans ve toplantılar filme alınarak değerlendirile­cek, özel programlar hazırlanacak.

24-28 Nisan 1978 tarihlerinde Dakar’da yapılan 9. İslâm ülkeleri Dışişleri Bakanları Konferansında, Hicretin 15. Yüzyı­lını kutlama çalışmalarının 1400. yılda başlatılması ve müteakip yıllarda devam ettirilmesi kararlaştırılmıştır.

21 Kasım 1979 tarihinde Hicrî 1400. yıl başlamıştır.

Diyanet İşleri Başkanlığı, «HİCRETİN 15. YÜZYILINI KUTLAMA MİLLÎ KOMİTESİ» nce kararlaştırılan toplantılar­dan ilki bu toplantıdır.

Bu münasebetle toplantıya katılan sizlere ve sayın konuş­macılara teşekkür ediyorum.

Toplantıya katılan sayın konuşmacıları tanıtıyorum:

İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesi Sosyal Siyaset Kür­süsü Başkanı Prof. Dr. Sayın Sabahattin ZAİM

İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesi Öğretim Üyesi Prof. Dr. Sayın Nevzat YALÇINTAŞ

Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi Türk Hukuk Tarihi Öğretim Üyesi Prof. Dr. Sayın Halil CİN

Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Hadis Kürsüsü Öğre­tim Üyesi Prof. Dr. Sayın Mehmet HATİPOĞLU

Konuşmacılara ayrı ayrı sorular yönelteceğim. Konuşma­lar arasında tavzihi gereken yerler bulunursa, diğer konuşma­cılar fikirlerini söyleyebilecektir.

İlk soruyu Sn. Hatiboğlu’na yöneltiyorum.

-Sayın Hatipoğlu, İlahiyat Fakültesi Hadis Kürsüsü Profesörü olarak, «HİCRETLE BAŞLAYAN İSLÂM AKSİ­YONU» nu ve İslam bir tebliğler manzumesi; İslâm Peygamberi ve O’nun vârisleri olan Müslüman ilim adamları birer tebliğci olduğuna göre, günümüzde İslâm’ı tanıtma metodu­nu anlatır mısınız?

Hicretle Başlayan İslâm Aksiyonu ve Günümüzde İslâm’ı Tanıtma Metodu

Prof. Dr. Mehmet HATİPOĞLU

A.Ü. İlahiyat F. Hadis Kürsüsü Profesörü

MEHMET HATİPOĞLU: Beşer tarihinin en büyük hâdiselerinden biri herhalde, Allah’ın son Peygamberinin 10 yıldan fazla mücadele ettikten sonra, ileri gelenlerini Hakk’a teslim edemediği, ata ocağı Mekke’den ayrılıp, İslâm güneşinin örtülemeyeceği bir muhite (Medine’ye) geçişi hadisesidir. Biliyoruz ki İslâm nerede ve hangi çeşitten olursa olsun her türlü cahiliyeti yok etmek üzere vücut bulmuş, ilme ve ahlâka dayalı bir ilâhî inkılâbın adıdır. Mukaddes kitabının ve aziz Peygamberinin be­yanlarıyla da sabit olduğu üzere İslâm, bütün beşeriyeti, kuşatıcı bir hüviyete sahip; belli bir coğrafya ve zaman parçasına mün­hasır değil, âlemşümul, beynelmilel bir dindir. Kur’an-ı Kerim bütün âlemlere hidayet kaynağıdır. O’nun tebliğ ve tatbikçisi durumunda olan Peygamber Efendimiz de bütün beşeriyetin peygamberidir.

Bundan 1400 sene önce, Hz. Peygamber, işte bu vasıftaki bir nizamın maddi örneğini göstermek üzere Medine’yi şereflen­dirdiler, Medine’de hicretle birlikte siyasi hüviyetini ortaya koy­ma imkânına kavuşan Müslümanlara ideal olarak gösterilen iki temel hedef vardır. Bunlardan birincisi, ferdi planda ilim sahi­bi ve ilmiyle âmil olacak bir kitle yetiştirmek, İkincisi, cemiyet planında içtimaî murakabe zihniyetinin sahibi ve tatbikçisi olmaktır. Birbirini tamamlayan bu iki maddeyi nefsinde cem etmeden kâmil Müslüman olmaya imkân yoktur. Bunun içindir ki, İslâmiyet, daha ilk vahiylerinden itibaren Müslümanları kül­tür bakımından yetiştirmeye ve kültürünün temel kaynağı olan ilmi tahsil ve tedrise teşvik etmiştir.

O halde İslam’ın temel kitabının gerçek muhtevasını; dün­yaya neler verebilecek olduğunu anlatabilmek için 14 asırdır yazılmakta olan kültürümüzün ilmî usuller içerisinde tahlili şart ve elzemdir. Bunlar yapılmadan bugün Müslüman olarak ortaya çıkabilmenin ilmî bir tutarlılığı yoktur. Bu bakımdan Müslümanlara düşen ilk vazife, kendi kültürlerinin ortaya çıkarılması vazifesidir. Bu vazifede Avrupalı bizden önce yola çıkmıştır. Şarkiyat çalışmalarının esas hedefi, askerî sahada muvaffak olabilmek için gerekli zemini ilmî sahada hazırlamaktır. Onların bu çalışmaları neticesinde öyle bir ilmî seviye teşekkül etti ki, ansiklopedimizi Hıristiyanlar yazdılar. Hıristiyanların yazdıkları İSLÂM Ansiklopedisi’ni biz Türkiye’de ancak 1944’te neş­retmeye başladık. 40 yıl geçtiği halde henüz bitiremedik. Hâlbuki onlar ikinci baskısını bitirmek üzeredirler.

Yaşadığımız asrın başlarında Fransızlar Buhari’nin tamamı­nı Fransızcaya çevirdiler. Diyanet İşleri Başkanlığının neşret­tiği Tecrid, Buhari’nin tamamı değil, muhtasarıdır. Fransızlar bunun tam nüshasına 50 yıl önce sahiptiler. Bizim kendi eser­lerimizi ilk defa neşredenler onlardır. Taberî’yi onlar bastılar, Beyzavî’yi onlar neşrettiler. Keşfüz-Zünûn’u Latince tercüme­siyle onlar neşrettiler. .

O halde yapılacak olan nedir? İslamiyet’i bizden iyi araş­tıran Avrupalıların ilmî seviyesine ulaşmak; onları tenkit ede­bilecek, tahlil edebilecek, senteze ulaşabilecek bir seviyeye var­maktır.

Her şeyden önce ecdadımızın her sahada yazdığı eserleri il­mî ölçüler içerisinde neşredebilecek bir kadro yetiştirmeliyiz.

Sağlam temel olmadan, sağlam malzeme olmadan, sağlam bir binanın yapılmasına imkân yoktur. Dünyadaki ilmî gelişme seviyesine ulaşmadan İslâm’ı tanıtma imkânı da bulunamaz.

Ecdadımız büyük eserler verdiler. Eserlerinin büyüklüğü ölçüsünde de büyüdüler. Büyük fetihler, büyük eserler hep bu büyümenin sonucudur. Ecdadın kurduğu büyük kütüphaneler olmasa; büyük fetihler de olmazdı, içteki geniş huzur da...

Günümüzde, İslam’ı tebliğ metodunu araştırırken, selef ulemasını ve onların metodunu bilmeye mecburuz. Bunun için de ciddî bir ilmî araştırma hamlesi yapılmalıdır. Hicretin 15. yüz­yılını karşılarken, bize düşen bu olmalıdır.

HAMDİ MERT: Sayın Cin, kamuoyu sizi, «Osmanlı Toprak Düzeni» hakkındaki iki de­ğerli eserinizden; İslâm Aile Hukuku hakkındaki çalışmalarınızdan; İslâm Hukuku hakkındaki konferans ve yazılarınızdan tanıyor.

Kültür Bakanlığınca 1978 yılında yayınlanan eserinizde, son yıllarda T.C. Hükümetlerince ele alınan, «Toprak Reformu» uy­gulamalarında yabancı modeller aramaya gerek olmadığını; ye­ni toprak reformu çalışmalarında, «Osmanlı Toprak Düzeni» nin model olarak alınmasını teklif ediyorsunuz.

Şimdi ben konuya buradan girerek, size şu soruyu yönelti­yorum. İslâm Hukukunu incelemiş bir bilim adamı olarak, «İS­LÂM HUKUKUNUN ÖZ DİNAMİĞİNİ» anlatır mısınız? Başka bir ifade ile İslâm Hukuku, önce semavî ve değişmez «Nass» lara, sonra bildiğimiz diğer dinî delillere dayanır. Aynı zamanda İslâm son dindir. Bütün zamanların, bütün çağların dinidir. Kı­yamete kadar gelecek toplumların en girift meselelerine bile en uygun çözümü ve çareyi getiren bir dindir. İslâm Hukukunun Dinamizmini bu açıdan açıklar mısınız?

İSLÂM HUKUKUNUN DİNAMİZMİ

Prof. Dr. Halil CİN

A.Ü. Hukuk F. Türk Hukuk Tarihi Profesörü

Halil CİN: Hicretin 15. Yüzyılının bütün İslâm âlemi için birlik, dayanışma ve güçlenme vesilesi olmasını temenni ederek sözlerime başlamak isterim.

İslâm konusunda, İslâm Hukuku hakkında fikir serdederken, şüphesiz en doğruyu söylediğimi iddia etmek mümkün de­ğildir. Yüce Allah’ın iradesini değerlendirmede hataya düşebili­riz. Kul hatasız olmaz, bendeniz de hataya düşersem, Allah’tan affımı diliyorum.

Önce İslâm’ın anlamı konusunda, şimdiye kadar mevcut anlayışı kısaca belirttikten sonra, İslâm Hukukunun dinamizmi veya modern çağların her türlü ihtiyacına cevap verme tazeliği nedir, bu konuya geleceğim,

İslam, hem bir din, hem bir hukuk sistemi, hem bir dünya görüşüdür. O halde İslâm deyince aklımıza sadece İslâm’ın «ibadet» hükümleri gelmemelidir. İslâm bir bütündür, itikat, ibadet, ahlâk, hukuk ve muamelat hükümleriyle bir bütündür. Biz bura­da bir bütün olan İslâm’ın sadece hukukî cephesini ele alacağız. İslâm Hukuku genel bir deyimle «Fıkıh» olarak adlandırılmıştır.

İslâm Hukuku’na göre bir hâdisenin hükmünün ne olduğunu tespitte ilk başvurulacak kaynak şüphesiz Allah’ın yüce kitabı Kur’an ve Allah Rasulü’nün onun mücmel ifade ve hükümle­rini açıklayan sünnetidir. Ancak Kur’an ve Sünnette bulunan hü­kümler, sayı itibariyle sınırlı, toplum hayatında karşılaşılan olay­lar sınırsızdır.

Zamanla, Kur’an ve Sünnette hüküm bulunmayan hallerde Kur’an ve Sünnetteki çözüm tarzlarına aykırı düşmemek şar­tıyla meselelerin çözümü usulü yani Kıyas (Analoji) dediği­miz yol, Fıkhın (İslam Hukukunun) kaynaklarından biri kabul edilmiştir.

İslâm âlimlerinin belli bir konu üzerinde ittifaka varmaları da yani «İcmâ» fıkhın kaynaklarından biri kabul edilmiş ve bu kaynaklardan çıkarılan ferî hükümlerin hepsine birden «Fıkıh» adı verilmiştir.

Kitap, Sünnet, Kıyas ve İcmâ, İslâm Hukuku’nun kaynak­larıdır, Bu kaynaklar, «Fıkıh Usûlü» adıyla bilinen «İslâm Hu­kuk Mantığı» diyebileceğimiz bir ilimde derinliğine incelenmek­tedir.

Kur’an, İslâm dininin ana kaynağı olarak sadece ibadete müteallik kuralları ihtiva etmekle kalmıyor, aynı zamanda ki­şilerin kişilerle ve devletle olan münasebetlerini de düzenliyor. Ancak şunu ifade etmek gerekir ki, Kur’an ve Sünnet, kişilerin kişilerle ve devletle olan münasebetlerinin tamamını kapsa­maz. O halde İslâm Hukuku bir bütün olarak nasıl oluşmuştur? Bu sorunun cevabı bizi, doğrudan doğruya «İslâm Hukukunun Dinamizmi» meselesine getirecektir. .

Kur’an ve Sünnette hüküm bulunmayan problemler nasıl çözüme kavuşturulacaktır? Bu çözümü, Kur’an ve Sünnet kay­nağına dayanarak «insan aklı» yapmıştır. İslâm âlimleri, hu­kukçular yani doktrin yapmıştır.

İslâm Hukukunu bugüne kadar getiren ve yeni ihtiyaçlara cevap verecek hâle getirerek İslâm Hukukunu bir bütün olarak, çeşitli müesseseleriyle birlikte ortaya koyan kaynak, vasıta, doktrindir, yani «Rey» dir.

İslâm Fıkhında «Rey» olarak adlandırılan ve dini naslardan başka dinî nasların ışığında-insan aklından da yararlanan; «Fıkıhçıların Fikirleri» ve onların koydukları esaslardır. Bu kıyas ve içtihat yolu ile yani dinî naslarla hükmü kesinlikle bilinen bazı «Dinî Hükümler» den akıl yolu ile yeni hükümler tesis etme işidir ve önemli bir kaynaktır. İslâm Hukuku’nu yeni ihtiyaçlar karşı­sında dinamik bir yapıya kavuşturan da bu kaynaktır.

Hicrî 4. asırdan itibaren «İÇTİHAT» yapılmamaktadır. İd­diası «İçtihat kapısı kapanmış mıdır, yoksa Kur’an ve Hadis’e aykırı olmamak ve şartlarına uymak kaydıyla bu lazımeye uyul­malı mıdır» tartışmasını çıkarmıştır. Bazılarınca Hicrî 3. asırdan itibaren fiilen içtihat yolu kapalı bulunduğu için İslâm Hukuku’nun dondurulduğu, âdeta toplumun ve ihtiyaçların gerisinde kaldığı iddia edilmek istenmektedir. Ben aksi kanaatteyim. An­cak İslâm bilginleri bir araya gelmeli, bu tartışmalar değerlen­dirilmelidir. Burada bir vebal vardır. Vebal, İslâm bilginlerinin üzerindedir.

HAMDİ MERT: Sayın Zaim Hocam! Bundan 43 yıl önce «SÂDABAD PAKTI» imzalandığı sırada istiklâline sahip sadece 3 İslâm ülkesi vardı. Bugün bu sayı 40’ın üzerinde. Bu da yetmedi, siyasî istiklâlini elde eden İslam ülkeleri İktisadî bağımsızlıklarını kazanmanın sa­vaşını veriyorlar. İslâm dünyasının Hicretin 15 inci yüzyılına girmekte bulunduğumuz bugünkü iktisadî durumlarını anlatır mısınız?

İslam İktisadı ve Hicretin 15. Yüzyılında İslam Dünyasının Ekonomik Görünümü

Prof. Dr. Sabahaddin ZAİM / İ. Ü. İktisat F. Sosyal Siyaset Kürsüsü Başkanı

SABAHADDİN ZAİM: İslâm dünyası, 20. asrın üçüncü çeyreğinde ve dünyanın içerisinde bulunduğu bir dönüm nok­tasında kendini idrak etme havası içerisine girmiştir.

Bu havayı bize, çağımızın yapısı telkin etmiştir. Zira son 3 asır içerisinde sanayi inkılâbından sonra, Batı medeniyeti dedi­ğimiz Batı Hıristiyan dünyası, Roma-Yunan kaynaklarına da­yanarak kendi kültür ve medeniyetlerini geliştirmişler ve bu medeniyet dünyaya hâkim olmuştur. Fakat bu medeniyet, ken­di yapısı icabı iktisadî, kültürel ve sosyal sahada birtakım prob­lemlerle karşılaşmıştır. Bu problemler, bu medeniyeti kendi için­de ikiye böldü. 19. asrın yapısı; 20. asrın meselelerine vücut verdi ve Batı medeniyeti bir yanda Kapitalist-Sosyalist diye iki ürün meydana getirdi. Bu arada yan ürünler meydana gel­di. Nasyonal Sosyalizm, Neo-Klâsikler gibi çeşitli parçalan­malar görüldü.

Çağımızın teknolojik gelişmeleri içerisinde hâkim dünya devletleri diğer dünyalara da ulaşabilme imkânına sahiptir. Bu, İslâm dünyasını da tesir sahası içerisine almaktadır.

İslâm ülkeleri, 1930 - 1980 arasında siyasî istiklâllerini elde ettiler. Bu defa, sadece siyasî istiklâlin yetmediğini gördüler. Zira meydana gelen coğrafyayı da Batı dünyası hazırlamıştı. İs­lâm dünyası küçük küçük devletçiklere ayrılmıştı. Bunların iktisadî bir bütünlük arz etmesi mümkün değildi. İnsan potansi­yeli bakımından, tabii kaynaklar bakımından, teknoloji bakımından, bilgi bakımından... Bu açıdan, bu küçük ülkeler, kal­kınma İçin, sanayileşme için model arama durumunda kalınca, karşılarında iki sistem buldular: Sosyalist ve Kapitalist sistem­ler. Bunlardan örnekler alındı. Bazen de sentezler, terkipler yapıldı. Kendi yapılarını geliştirme gayretlerine girildi. Fakat tutmadı. Başta Osmanlı İmparatorluğu olmak üzere, batılılaşma­, ıslahat hareketine girişildi. Fakat şu görüldü ki bu batılılaşma hareketi başarı sağlayamadı.

Bunun üzerine İslâm düşünürleri, siyasîleri, yöneticileri şu suali sordular:

“Biz neyiz? Acaba bu sahalarda İslâm’ın görüşü nedir?” Bu­nun üzerine içe dönük, nefse dönük, İslâm’ın özünü araştırma faaliyeti başladı, İslâm iktisadı mevzuu, çağımızın meselesi üze­rinde çalışmalar başladı.

İslam dünyası içerisindeki gelişmeler, petrolün bulunması; zengin ülkelerin meydana gelmesi; teknolojik ilerleme sayesinde İslâm dünyasında bir toparlanma hareketi başladı. Bu hareket bütün dünyanın bir arayış içerisinde bulunduğu bir zamana rastladı.

İşte, «3. Dünya ve İslâm İktisadı» mevzuu bu suretle ön plana geçti.

1976 yılında Mekke’de «1. Dünya İslâm İktisadı Kongresi» toplandı. Burada İslâm dünyasından 400 bilim adamı bir araya geldi. Böylece kopmuş İslâm dünyası, ilim sahasında ilk defa bir araya geldi.

Müteakiben «Milletlerarası İslâm İktisadı Araştırma Merke­zi» kuruldu. 2 yıl sonra İslam’da para-banka mevzuunda bir seminer akdedildi. Mekke’de “İslâm 1. Dünya Eğitim Kongre­si” toplandı.

Arkasından, «İslâm Ülkeleri Arasında İlim ve Tek­nolojide İşbirliği Kongresi» toplandı. Bu toplantı Riyad’da ya­pıldı. 1 ay önce İslamabat’ta «2. Dünya İslâm Eğitim Kongresi» yapıldı. Akabinde Dakka’da «Dünya İslâm Kültür Kongresi» toplandı. Bu toplantılar tevali ediyor.

Bir yandan da akademisyenler arasında İslâm iktisadının yapısı inceleniyor.

İslâm İktisadının özelliklerine temas ederken şu cümleler daima göz önüne alınmalıdır:

İslâm’ın iktisadî görüşü, batıdaki ilim sisteminin aksine kompartmantaldır, bağımsız ilim hâlinde değildir. Zira İslâm bir vahdettir, bütündür. İslâm’ın iktisadî görüşü, diğer bütün safhalarına bağlıdır. Ama İslâm’ın iktisadî hükümleri, diğer ik­tisadî doktrinlerden ayrıdır, bağımsızdır.

Batı sistemlerinin dayandığı model, «Maddi İnsan» modeli­dir. «İktisadî Adam» tipi. Bütün düzenlemeler, elektronik be­yin gibi; menfaati varsa adım atar bu model üzerindedir.

Biz, bu «İktisadî Adam» modeli yerine bir «Müslüman Adam» modeli koymak durumundayız. Bu model adam; tasar­rufta, ticarette, yatırımda, tüketimde, işçi olarak, işveren ola­rak, tüccar olarak, esnaf olarak, sanayici olarak nasıl davrana­cak? Bu, Kur’an’da ve Hadislerde belirtilmiştir.

Biz ne durumdayız? İslâm dünyası 1937’ de 3 ülkeden, bugün 42 ülke hâline geldi.

Bugün İslâm dünyasında iktisadî sahada birtakım müesse­seler meydana gelmiştir.

İslâm dünyası realitede birbirinden kopmuştur. Fiziken kopmuştur, manen kopmuştur. Kültür bakımından kopmuştur. Dolayısıyla yapılacak ilk iş, bu irtibatı sağlamaktır. Bilhassa alt yapılar bakımından. Zira İslâm dünyası bugün birbirine mü­nakale imkânından mahrumdur. Kara, hava, denizyolu bakımından muhaberat kopuktur. Telefon, teleks, telgraf, im­kânları yoktur. Haber kaynakları yoktur. Birbirini kendi kay­naklarından değil, kendine yabancı doğu-batı kaynaklarından öğreniyor. Böylece yanlış haberlerle sevgi bağları yerine münaferet doğuyor. Birbirini doğru öğrenemiyor.

İslam dünyasında dil birliği kaybolmuştur. Birbirini anlayamıyor. Kültür birliği yok. Kaynaklar hep doğu-batı kaynakları.

İslâm ülkeleri arasında iktisadî işbirliği çok zayıf. Bir İslâm ülkesinin, diğer İslâm ülkesiyle yaptığı ticaret, Müslüman ol­mayan ülkelerle yaptığı ticaret yanında yüzde sıfırlarda kalıyor. Önceden bu da yoktu. Şimdi buraya ulaştık. Bunu geliştirme tedbirleri üzerinde duruluyor.

Bir dengeleme yapmak zorundayız. İslâm dünyası birbiriyle irtibatsız küçük küçük devletçikler hâlinde. Bir yanda insan var, toprak yok. Diğer yanda geniş topraklar fakat bu toprakları işleyecek insan yok. Bir yanda parasını nereye koyacağını bile­meyen Müslüman devletler, diğer yanda açlıktan kırılan insan­lar.

Bugün Avrupa, Amerika’ya taşmıştır. Bir dengeleme vardır. Bu, İslâm ülkeleri için de çok elzemdir.

Geldiğimiz nokta henüz başlangıçtır ve heyecan safhasından henüz çıkmış değiliz. Ciddi, tutarlı, ilmî, ısrarlı bir çalışma­ya girilmelidir.

Hicretin 15. Asrı kutlamaları ancak bu şekilde anlam kaza­nır.

HAMDİ MERT: Sayın YALÇINTAŞ! 1937 yılında Türkiye, İran, Irak ve Afganistan arasında «SADABAT PAKTI» imzalandığında sadece 3 İslâm ülkesi, siyasi istiklâline sahipti.

Sonradan Fas ve Endonezya arasındaki kuşak içerisinde bu­lunan bütün İslâm beldeleri, siyasî istiklâllerini kazandılar. 42 ülke istiklâlini kazandı. Kazandı da huzursuzluklar, ikilikler yine de bitmedi...

Hicretin 15. Yüzyılında İslâm Ülkelerinin Genel Manzarası ve İslâm Devletleri Arasındaki Yaklaşımlar

Prof. Dr. Nevzat YALÇINTAŞ

İ.Ü. İktisat Fakültesi Sosyal Siyaset Kürsüsü Profesörü

1974 yılında Ankara’da Sayın Zaim Hocamızın da katıldık­ları bir açık oturumda ifade buyurduğunuz cümleleri biraz de­ğiştirerek sunmak istiyorum:

1400’üncü hicret yılında İslâm Dünyası temelleri sarsılmış; duvarları çatlamış; saçakları uçmuş; çatısı dökülmüş, bir konak görünümündedir.

Gelenekler yıkılmış; inançlar sarsılmış; bütünlük bozulmuş; «Medine Şehir Devleti» ile başlayan muttasıl imparatorluklarda sergilenen yaygın huzur aranır olmuştur.

İslâm’ın devlet olmasını sağlayan tarihî ve kutsal hicret hadisesinin 14. asrı biterken İslâm Dünyasının acı manza­rası budur.

1937 yılında Sadabat Paktı’nı imzaladığımız İran ve Af­ganistan’da yeni gelişmeler olmuştur.

Hicretin 14. asrı biter, 15. asra girerken İslâm ülkele­rinin genel manzarası nedir?

İslâm ülkeleri arasında son yıllarda gelişen yaklaşımlar nelerdir, anlatır mısınız?

NEVZAT YALÇINTAŞ: Sayın Başkan, bundan sene­lerce önce söylediğim bir cümleyi benden çok daha güzel edebi bir şekilde ifade ettiler. Hemen şunu söyleyeyim ki Sayın Hamdi Mert’in hatırlattığı bir cümleden, saçakları dökülen ve yıkılan bir konak imajı çıkıyor. Ama biliyoruz ki Türkiye’de de olduğu gibi birçok İslâm ülkelerinde artık eski eserler ve konaklar da restore ediliyor, sağlamlaştırılıyor yeni şekiller do­ğuyor. Dolayısıyla hicretin 15. asrına girerken yapacağımız de­ğerlendirmede konağın oynamış, taşları sökülmüş bazı yönlerini ilmî bir objektivite içerisinde göstermek mecburiyetindeyiz. Fakat bütün yenileme hareketlerinde dirilme, yükselme ile ilerleme hamlelerini de size anlatmak durumundayız. Yalnız sona kalmanın iyilikleri yanında birtakım mahzurları da var. Zannederim Napolyon’a atfederler, gece yarısını geçtiği bir sırada sahradaki çadırında kendisini, generalleri büyük bir gürültüyle uyandırmış. Napolyon şaşkınlık içinde uyanınca ne oluyor, ne var diye sorduğunda generaller: Zor bir durumdayız, büyük problemler ortaya çıktı, demişler. Ne oluyor deyince: Efendim düşman birlikleri ordugâha girdi ve savaş başladı. Tamam de­miş, ben çok korkmuştum, zannediyordum ki büyük bir ziyafet­ten sonra yemek yemiş karnı tok insanlara konuşma yapacağım. Dolayısıyla hepinizin karnı aç, bu benim işimi biraz kolaylaştırı­yor, daha rahat dediklerimi dinleme imkânına sahip olabilirsi­niz. Fakat vakit te çok geçti. Bu sebeple, oldukça muhtasar bir şekilde arz etmeye çalışacağım. Birçok nokta elbette ki karanlık kalacak, şimdiden özür dilerim.

Hicretin 15. asrına girerken İslâm dünyasının durumunu ilmî bir objektivite içerisinde sunmaya çalışacağım.

İslâm dünyasında son yıllarda dayanışma çabaları, eski hataları tamir çalışmaları görülüyor. Bu yenileme hareketi, dirilme, yükselme ve ilerleme hamleleri memnuniyet vericidir.

İslâm dünyasında kendine dönüş, İslâm’a dönüş hareketi baş­lamıştır. Bu İslâm’a dönüş hareketi 14. asırdaki Müslüman dü­şünürlerin çalışmaları ve din adamlarının gayretleri ile ortaya çıkmaktadır.

Kendi kültür köklerine dönüş çabaları büyük hacimlere ulaşmaktadır. Arap ülkelerinin şimali Afrika’daki kısımları dil­lerinin tekrar Arapça olması için asla dönüş gayretlerine sarılmışlardır.

Bu bir kültürel dönüş, kendi medeniyetlerine dönüş hareketidir. Ekonomik zenginliklerini kullanmak ve birbirlerine aktarma çabaları... Demografide büyük nüfus patlamaları...

Politikada istiklâllerini elde edenlerin bunları sağlamlaştır­ma, yeni istiklâl edinme ve kurtuluş hareketleri...

Ülkelerarası işbirliği gayretleri, birleşme bir ve beraber olma çabaları...

Hicretin 15. asrına girerken İslâm devletleri arasındaki yak­laşımlar bunlardır.

İslâm ülkeleri arasında dayanışma ve yaklaşım bir zorunlu­luktur artık. Bu zorunluluk anlaşılmıştır. Bu bir siyasi zorunlu­luk, ekonomik zorunluluk, kültürel, hatta hepsinden önce dinî bir zorunluluktur. Aynı inancı, aynı kültürü paylaşanların, aynı menfaatlere sahip olanların, benzer tehditler altında bulunan kü­çük ülkelerin eğer bunlar coğrafi bir devamlılık da arz ediyorlarsa, tarihi ve çok zengin bir mirasları ve müşterek yaşayışları varsa, mutlaka dayanışma hâlinde olmaları gerekmektedir.

Bu bir araya gelme hareketi başlamıştır. Bir araya gelme hareketi, İslâm ülkelerinde görülen bu memnuniyet verici hare­ket, iki kategoride mütalaa edilebilir:

A - İslâm millet ve toplulukları arasında

B - İslâm devletleri arasında

Millet ve topluluklar arasındaki yaklaşımların sadece isim­lerini zikredeceğim; yapılan gayretlerin müessese hâline gelmiş olanları, bir teşkilatlanma ifade edenleri:

1. Dünya İslâm Kongresi 1926’da kuruldu, önce Mekke’de idi, şimdi Karaşi’de ve son olarak Kıbrıs’ta büyük bir toplantı yaptı.

2. Râbıtatül - Âlemil İslâmî merkezi Mekke’de

3. Avrupa İslâm Konseyi 1973’de kuruldu, merkezi Londra’­da

4. Müslüman Gazeteciler Birliği

5. Dünya İslâm Gençlik Teşkilâtı, merkezi Riyad’da

6. İslâm’a Davet Teşkilâtı, merkezi Trablusgarp’ta

Devletlerarasında da birlik hareketleri var. İlk hareketi Sadabat Paktı’nda görüyoruz. 1937’de Türkiye - İran - Afganis­tan - Irak arasında imzalandı. Bu bir saldırmazlık paktı idi. 5 yıl­da otomatikman uzayacaktı. Ancak 1942’den sonra kendi hâline bırakıldı ve düşmüş kalan kanunlar gibi işlemedi. 2. olarak Bağ­dat Paktı kuruldu, o da yaşamadı. 3. olarak Arap Birliği 1945’de kuruldu, merkezi Kahire’dedir. Üye ülkelerin sayısı bugün 20’ye ulaştı. Kamp Deyvid hadiseleri sonucu merkezi Kahire’ den Tunus’a geçti. 4. olarak Kalkınma İçin Bölgesel İşbirliği; Pa­kistan, İran ve Türkiye arasında kuruldu. 5. olarak İslâm Dışişleri Bakanları tarafından İslâm Konferansı Teşkilâtı kuruldu. Bir musibet bin nasihatten evlâdır, fehvasınca bu teşkilât, Aksâ Mes­cidinin yanması sonucu 1969’da Rabat’ta kuruldu. Demek ki. Mescid-i Aksâ yanmasaydı bu önemli Teşkilât kurulamayacak­tı. Bugün en etkili teşkilât budur. Birçok müesseseler açmış ve çalışmalarını genişletmiştir. Bu bilgilerden sonra konuyu şöyle özetleyebiliriz:

Dünyada yeni dengeler doğuyor. Bu dengelerin İslâm bölgesi ve çıkarları aleyhinde kullanılmasına İslâm ülkeleri tek tek ve müştereken karşı koymalıdırlar. Bu dengelerin kendi toprakla­rı aleyhine, ekonomik sömürgelere ve kültürel nüfus bölgeleri hâline gelmelerini önleyici bir tarzda, ne zaman yerleşeceği bi­linmeyen bu yeni denge yerleşene kadar büyük bir dikkatle müştereken politikalar takip etmelidirler.

Bir zaaf bölgesi teşkil eden İslâm Dünyası ki, zaaf bölgesin­den, problematik; müdahalelerin üzerine yıkıldığı ve mütemadi­yen kargaşa çıkan bölgeyi kastediyorum, birleşme, işbirliği ve dayanışma çalışmalarıyla bu zaafın büyük bir kısmını berta­raf edebilir. Böylece dünya sulbüne de önemli bir katkısı bulu­nabilir.

Kuvvetli bir İslâm bölgesi, dünya istikrarına katkıda bulu­nacaktır, Bu ancak müşterek gayretlerle ve ekonomik, kültürel, askerî, siyasî... Her alanda işbirliği ile sağlanabilir.

İslâm topraklarının dış müdahaleye karşı tamamiyetlerinin ve bütünlüklerinin korunması da müşterek gayretlerde ön plan­da yer almalıdır. Askerî savunma ve siyasî işbirliği ön sırada yer almalıdır. İslâm ülkeleri arasında yapıcı bir birleşme ve işbirli­ğinin gerçekleştirilmesinde Türkiye müspet ve aktif bir rol oynayabilir.

HAMDİ MERT: Değerli konuşmacılar, her biri kürsü sa­hibi, kamuoyunun yakından tanıdığı kişilerdir. Buradaki fikirle­ri, kendi objektif kanaatlarıdır.

Bu bakımdan bir tavzihe gerek görmüyorum.

Toplantıda yapılan konuşmaları kısaca şöyle özetliyorum:

Sayın Hatiboğlu:

«Müslümanlığı yaşamak, sadece belli bir grubun «DİN ADAM­LARI» grubunun vazifesi değildir. Her mümin «DİNİN ADA­MI» olmak zorundadır. «BÜTÜN MÜMİNLER İSLÂM’I YAŞA­MAK ZORUNDADIR.» İslâm’ı yaşama ve tanıtma durumunda­dır. Huzursuz dünyanın buna ihtiyacı vardır.

İslâmî araştırmalara önem vermeliyiz. Avrupalı şarkiyatçılar bizi, tarihimizi, dinimizi bizden iyi bilmektedirler. Tarihî hazinelerimizi bilmiyoruz.»

Hocamızın tekliflerinden anlıyoruz ki; «geniş bir tedvin» faaliyetine ihtiyacımız var.

Hocamızın çok yerinde ikazları -ki bu ilmin sözüdür, ikazı­dır, ihtiyaçların gereğidir- bizi, hepimizi düşündürmelidir.

Sayın CİN:

«İslâm bir dindir. Sadece hukuk, sadece itikat, sadece iba­det, hatta sadece muâmelât değildir. Bir dindir. Hayat nizamıdır.

İslâm Hukukunun dinamiği kendi içindedir. Değişmez te­meller olan Kur’an ve Sünnet yanında İslâm Hukukuna öz dina­miğini veren; bu değişmez esaslardan kopmamak şartıyla İCTİHAT (KIYAS) ve İCMA’dır.

İslâm Hukukunun yeni zamanlara yeni ihtiyaçlara cevap verme canlılığı İCTİHAT ile sağlanır.

İslâm Hukuku canlı bir hukuktur. Dinamik bir hukuktur. Yaşayan bir hukuktur. Bu canlılık yaşatılmalıdır. Bu, dinin emridir, İslâmiyet’in kendi öz niteliğidir.»

Sayın Cin’in, İslâm Hukuku konularında çalışmalar yapıl­masının geciktirilmesinde, İslâm bilginlerine yüklediği vebal -söylenecek karşı görüşlerde vardır şüphesiz ama yine de- bizi uzun uzun düşündürmelidir sanıyorum.

Sayın ZAİM:

İslâm iktisadının tedvini ve konuşulması konularında ya­pılan Beynel - İslâm çalışmaları lütfettiler.

İslâm ülkelerinin İktisadî yaklaşımları konularında ümitli ve iyimser ifadeler kullandılar.

Bir de dilekleri var. O da şu:

«İslâm ülkeleri artık heyecanı bırakıp, ciddi, ilmî ve teknik çalışmalara yönelmelidirler.»

İslâm iktisadı, İslâm dininin diğer hükümlerinden ayrı; mün­ferit ve müstakil hükümler manzumesi değildir. Diğer hükümler­le KOMPARTMANTAL hükümler manzumesi içerisindedir. Belki pratikte böyle görülür, bir mesafe alınmayışının veya yavaş mesafe alınmasının sebebi budur.

Memnuniyet verici nokta şudur:

İslâm ülkeleri artık kendi problemlerini, bir araya gelip ko­nuşabilmektedirler. Nazariyeyi aşan, pratiğe inen gelişmeler var­dır.

Alınan mesafe azdır. Bunu istatistiklerle de izah buyurdular.

İktisadî yaklaşım ve gelişmeler bakımından henüz gerilerde­yiz.

Dünya küçülmüştür. Şartlar bizi daha çok yaklaşmaya zor­lamaktadır.

İslâm ülkeleri arasında İŞBİRLİĞİ şarttır.

Önce İslâm’ı öğreneceğiz, sonra birbirimizi, imkânlarımızı, maddi ve manevi değerlerimizi kullanacağız...

Sayın YALÇINTAŞ:

1974 yılında çizdikleri biraz da karamsar tabloyu, «Temelleri sarsılmış; duvarları çatlamış, saçakları uçmuş KONAKLAR, ARTIK YAVAŞ YAVAŞ TAMİR EDİLİYOR» diyerek 6 yıl sonra tavzih ettiler. Bu iyimser tablonun gerçek olmasını kim dilemez?

900 milyon veya bir milyar Müslümanın 300 milyonu yabancı boyunduruk altındadır. Bu manzara 21’inci asra yaklaşan dünya­nın kâr hanesine yazılacak bir vakıa olmasa gerek herhalde. Ho­camızın iyimser ifadeleri yanındaki bu sarsıcı ifadeler, bizi dü­şündürmelidir, düşündürecektir.

Değerli misafirler!

«HİCRETİN 15’İNCİ YÜZYILINDA İSLÂM DÜNYASININ VE TÜRKİYE’NİN DURUMU» konusunda 4 bilim adamımızda değerli fikirler öne sürüldü.

Hicretin 15’inci yüzyılının kutlanması çalışmaları devam ede­cektir.

Şu günlerde İstanbul’da, Erzurum’da, İzmir’de, Adana’da, Konya’da bu konuda konferanslar veriliyor. Yüksek İslâm Ens­titüsü ve İmam - Hatip Liselerinde programlar düzenleniyor. Bir İslâm ülkesi olarak Türkiye, Hicretin 15. yüzyılının kutlanması çalışmalarına ciddiyetle eğilmiştir. Din İşlerine Bakan Devlet Bakanının Başkanlığında kurulan Millî Komite tarafından kararlaştırılan program, aksatılmadan uygulanmaktadır.

Ankara’da başka konferanslarımız da olacaktır. Sizleri, bilâ­hare duyuracağımız bu konferanslara da bekliyoruz.

Hepinize teşekkür ederim.