HİCRET = ÖZEL SAYISI
SUNUŞ KONUŞMASI:
Değerli misafirler!
Değerli TRT ve Basın Mensupları!
Hicretin 15. yüzyılı başlangıcının kutlanması için İslâm ülkeleri, müşterek ve ciddi çalışmalar içerisindedirler.
Peygamberimizin Mekke’den Medine’ye hicret etmesi hadisesi, dünya ve İslâm Tarihi’nin önemli dönüm noktalarından biridir.
İslâmiyet’in cihana açılması bu olayla başlamış; İslâm gerçeği, bu olayla varlığını dünyaya duyurmuş; yetim ve Emin Muhammed (S.A.V.)’ in tebliğ buyurduğu son ve hak din, bu olaydan sonra ilâhî vahiylerle müesseseleşmiştir...
Hicret-i Nebeviye, İslâm’ın müesseseleşmesini sağlamıştır.
İnsan hak ve hürriyetleri, ilâhî emirlerle, hicretten sonra teminat altına alınmıştır.
Müslümanların ayrı dinden insanlarla bir arada yaşayabileceklerine dair teşrii teminatlar, Medine’ye hicretten sonra sağlanmıştır.
Dünyanın ilk yazılı Anayasası bu devirde hazırlanmış; kıtalar ve ülkeler fetheden İslâm dinamizmi, «MEDİNE ŞEHİR DEVLETİ» nde oluşmuştur.
Hicret bir “RİCAT” değildir. Hicret bir “FETİH” dir.
Hicret bir reaksiyon değil «AKSİYON» dur. Hicret bir başlangıç, zulme ve karanlığa sondur.
Hicret bir oluştur, bir olgunluktur! Hicret bir atılımdır. Hicret, kıyamete kadar yaşayacak bir ulvî heyecana açılan kapıdır!
Gönüller «NUR KAYNAĞI» ndan uzaklaştığı için zayıfladığı sanılan İslâm’ın nurdan aydınlığı... Her türlü yanlış ve kusurlarına rağmen “BÜTÜN DÜNYA” ve «DÜNYA MÜSLÜMANLARI», bu aydınlığı aslî ihtişamıyla yeniden görme ve yaşama iştiyakı içinde…
Bu sebepledir ki, yaslı, yaşlı ve huzursuz dünya; muazzez hicretin 15’inci yüzyılında O’nu ve O’nun tebliğini yeni baştan dinlemek, yeni baştan tebellüğ etmek ihtiyacında.
Hicretle başlayan Muhammedî aksiyondan; bu aksiyondaki Ebûbekrî sadakatten; Fârûkî adaletten; Zinnûrî hayâdan; Murtazâ şecaatten uzaklaşan; bu sebeple dağılan; perişan olan İslâm dünyası... Kendisinde araması gereken bütün kusurları «MÜNEZZEH İSLAM» da sanan dünya Müslümanları... Ve onların 15 asır sonraki manzaraları! 15. asrın derinliğinde kaybolmayan Nebevî hicreti daha iyi anlatmıyor mu?
Hicret, sustuğuna konuşma; kaçtığını kovalama; râmolduğunu teslim alma heyecanı, fırsatı veren mesut olaydır.
İslâm konferansı ve İslâm ülkelerinin, Hicretin 15. Yüzyılının yaklaşması dolayısıyla gösterdikleri müstesna alâka ve yapılan çalışmalar, bu bakımdan memnuniyet vericidir.
Hicret hâdisesinin insanlık ve medeniyet âlemine kazandırdığı tarihî, hukuki ve içtimaî gelişmenin İslâm ülkelerince kutlanması; değerlendirilmesi ve böylece günümüz dünyasına da ışık tutmasına yardımcı olunması teklifi ilk olarak; «Hamdard National Foundation of Pakistan» adlı kuruluş tarafından 1974 yılında Pakistan’da yapılan «2. İSLÂM ZİRVE KONFERANSINA» sunulmuş; 1975 yılında Kuala Lumpur’da akdedilen İslâm Ülkeleri Dışişleri Bakanları toplantısında aynı kuruluş tarafından tekrarlanmış; 1976 yılında İstanbul’da yapılan 7. İslâm Ülkeleri Dışişleri Bakanları toplantısında ise kabul edilmiştir.
İstanbul’da yapılan bu toplantıda ayrıca hicretin 15. yüzyılını «KUTLAMA KOMİTESİ» kurulması ve bu komitenin İslâm ülkelerince yapılacak kutlama programlarını hazırlaması da kararlaştırılmıştır.
Bu komiteye Mısır, Irak, İran, Malezya, Mali, Fas, Pakistan, Suudi Arabistan, Sudan, Suriye, Birleşik Arap Emirlikleri ile birlikte Türkiye de seçilmiştir.
«HİCRETİN 15. YÜZYILINI KUTLAMA KOMİTESİ» ilk toplantısını 25 Ekim 1976 tarihinde Cidde’de; ikinci toplantısını Rabat ta yapmış; bu son toplantıda «UZMANLAR KURULU» nun hazırladığı rapor kabul edilmiştir.
Ayrıca, Türkiye’de yapılacak törenler arasında bir «MÜSLÜMAN GENÇLİĞİ KONFERANSI» düzenlenmesi de kararlaştırılmıştır. Bu konferansın, merkezi RİYAD ta bulunan «WORLD ASSEMBLY OF MÜSLİM YOUTH» ile işbirliği yapılarak gerçekleştirilmesi teklif edilmiştir.
Gençlik konferansının Türkiye’de yapılmasına gerekçe olarak «Türkiye’nin coğrafî yeri; derin İslâm kültürü ve İslâm Medeniyeti’ ne hizmetleri» gösterilmiştir.
24-28 Nisan 1978 tarihlerinde Dakar’da düzenlenen 9. İslâm Ülkeleri Dışişleri Bakanları toplantısında, Rabat’ta kabul edilen raporun, İslâm ülkelerinde yapılacak kutlamalara esas alınması kararlaştırılmıştır.
Bu raporda, kabul edilen kutlama konuları, ana-başlıklarıyla şunlardır:
İSLÂM ZİRVE TOPLANTISI akdedilmesi
MİLLİ KOMİTE BAŞKANLARI TOPLANTISI yapılması
AMBLEM VE SLOGAN SEÇİMİ
KÂĞIT VE MADENİ PARA BASIMI
PUL BASIMI
MÜSLÜMANLIK ÜZERİNE KİTAPLAR YAYINLANMASI
FİLİMLER ÇEVRİLMESİ .
GENÇLİK KAMPLARI, TOPLANTILARI VE SEYAHATLARI DÜZENLENMESİ.
SERGİLER AÇUMASI
KONFERANSLAR VERİLMESİ
Bu faaliyetlerin yürütülebilmesi için yurdumuzda da bir «MİLLİ KOMİTE» kurulmuştur.
Başbakanlık onayı ile kurulan bu komite’ ye;
DİYANET İŞLERİ BAŞKANLIĞI, MALİYE BAKANLIĞI, DIŞİŞLERİ BAKANLIĞI, MİLLİ EĞİTİM BAKANLIĞI, KÜLTÜR BAKANLIĞI, TURİZM VE TANITMA BAKANLIĞI, ULAŞTIRMA BAKANLIĞI, GENÇLİK VE SPOR BAKANLIĞI, TRT KURUMU GENEL MÜDÜRLÜĞÜ temsilcileri katılmaktadır.
«HİCRETİN 15. YÜZYILINI KUTLAMA TÜRKİYE MİLLİ KOMİTESİ» nin koordinatörlüğünü DİYANET İŞLERİ BAŞKANLIĞI yürütmektedir.
Komite bugüne kadar yaptığı 6 toplantıda, Türkiye’de yapılacak faaliyetleri plânlamıştır.
Yapılan plânlamaya göre sözü edilen kurum ve bakanlıklarca yapılacak faaliyetler, ana başlıklarıyla şunlardır:
•DİYANET İŞLERİ BAŞKANLIĞI
İslâm’da «İNSAN HAKLARI» başta olmak üzere çeşitli konularda makaleler yayınlayacak; konferans, panel ve açık oturumlar düzenleyecek, özel yayınlar çıkaracak...
•KÜLTÜR BAKANLIĞI
Türkiye’de İslâm Gerçeği adlı bir filim çevirecek, sergiler düzenleyecek.
•GENÇLİK VE SPOR BAKANLIĞI
Dünyada ilk defa «1. TÜRKİYE OYUNLARI» adı ile bütün İslâm Ülkelerinin katılacakları bir yarışma ve İslâm Gençlik Konferansı düzenleyecek.
Spor ve folklor gösterileri ile gençlik ve izcilik kampları tertip edecek.
•TURİZM VE TANITMA BAKANLIĞI
Türk Milleti’nin İslâm Sanatına katkılarını vurgulayan Arapça, Türkçe, İngilizce broşürler hazırlayacak. İslâm eserleri konusunda fotoğraf sergisi ve konferanslar düzenleyecek. Çeşitli slayt gösterileri yapacak. Ülkemize bu maksatla gelen turistlere kitle ulaşım araçları ve konaklama tesislerinde özel indirimler yapılmasını sağlayacak.
•ULAŞTIRMA BAKANLIĞI
Kutlama törenlerine gelecek yabancı misafirlere demir ve deniz yollarında özel indirimler sağlayacak. Hatıra pulu bastıracak.
•MİLLİ EĞİTİM BAKANLIĞI
Yüksek İslâm Enstitüsü ve 374 İmam - Hatip Lisesi’nde ayrı ayrı kutlama komisyonları kuracak, bu okullarda konferans, seminer, makale ve temsillerle konu öğrencilere benimsettirilecek. Kutlamalarla ilgili olarak bir kitap hazırlatacak.
TRT KURUMU GENEL MÜDÜRLÜĞÜ
İlgili kurum ve bakanlıklarca yapılan folklor, sergi, spor, gösteri, konferans ve toplantılar filme alınarak değerlendirilecek, özel programlar hazırlanacak.
24-28 Nisan 1978 tarihlerinde Dakar’da yapılan 9. İslâm ülkeleri Dışişleri Bakanları Konferansında, Hicretin 15. Yüzyılını kutlama çalışmalarının 1400. yılda başlatılması ve müteakip yıllarda devam ettirilmesi kararlaştırılmıştır.
21 Kasım 1979 tarihinde Hicrî 1400. yıl başlamıştır.
Diyanet İşleri Başkanlığı, «HİCRETİN 15. YÜZYILINI KUTLAMA MİLLÎ KOMİTESİ» nce kararlaştırılan toplantılardan ilki bu toplantıdır.
Bu münasebetle toplantıya katılan sizlere ve sayın konuşmacılara teşekkür ediyorum.
Toplantıya katılan sayın konuşmacıları tanıtıyorum:
İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesi Sosyal Siyaset Kürsüsü Başkanı Prof. Dr. Sayın Sabahattin ZAİM
İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesi Öğretim Üyesi Prof. Dr. Sayın Nevzat YALÇINTAŞ
Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi Türk Hukuk Tarihi Öğretim Üyesi Prof. Dr. Sayın Halil CİN
Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Hadis Kürsüsü Öğretim Üyesi Prof. Dr. Sayın Mehmet HATİPOĞLU
Konuşmacılara ayrı ayrı sorular yönelteceğim. Konuşmalar arasında tavzihi gereken yerler bulunursa, diğer konuşmacılar fikirlerini söyleyebilecektir.
İlk soruyu Sn. Hatiboğlu’na yöneltiyorum.
-Sayın Hatipoğlu, İlahiyat Fakültesi Hadis Kürsüsü Profesörü olarak, «HİCRETLE BAŞLAYAN İSLÂM AKSİYONU» nu ve İslam bir tebliğler manzumesi; İslâm Peygamberi ve O’nun vârisleri olan Müslüman ilim adamları birer tebliğci olduğuna göre, günümüzde İslâm’ı tanıtma metodunu anlatır mısınız?
Hicretle Başlayan İslâm Aksiyonu ve Günümüzde İslâm’ı Tanıtma Metodu
Prof. Dr. Mehmet HATİPOĞLU
A.Ü. İlahiyat F. Hadis Kürsüsü Profesörü
MEHMET HATİPOĞLU: Beşer tarihinin en büyük hâdiselerinden biri herhalde, Allah’ın son Peygamberinin 10 yıldan fazla mücadele ettikten sonra, ileri gelenlerini Hakk’a teslim edemediği, ata ocağı Mekke’den ayrılıp, İslâm güneşinin örtülemeyeceği bir muhite (Medine’ye) geçişi hadisesidir. Biliyoruz ki İslâm nerede ve hangi çeşitten olursa olsun her türlü cahiliyeti yok etmek üzere vücut bulmuş, ilme ve ahlâka dayalı bir ilâhî inkılâbın adıdır. Mukaddes kitabının ve aziz Peygamberinin beyanlarıyla da sabit olduğu üzere İslâm, bütün beşeriyeti, kuşatıcı bir hüviyete sahip; belli bir coğrafya ve zaman parçasına münhasır değil, âlemşümul, beynelmilel bir dindir. Kur’an-ı Kerim bütün âlemlere hidayet kaynağıdır. O’nun tebliğ ve tatbikçisi durumunda olan Peygamber Efendimiz de bütün beşeriyetin peygamberidir.
Bundan 1400 sene önce, Hz. Peygamber, işte bu vasıftaki bir nizamın maddi örneğini göstermek üzere Medine’yi şereflendirdiler, Medine’de hicretle birlikte siyasi hüviyetini ortaya koyma imkânına kavuşan Müslümanlara ideal olarak gösterilen iki temel hedef vardır. Bunlardan birincisi, ferdi planda ilim sahibi ve ilmiyle âmil olacak bir kitle yetiştirmek, İkincisi, cemiyet planında içtimaî murakabe zihniyetinin sahibi ve tatbikçisi olmaktır. Birbirini tamamlayan bu iki maddeyi nefsinde cem etmeden kâmil Müslüman olmaya imkân yoktur. Bunun içindir ki, İslâmiyet, daha ilk vahiylerinden itibaren Müslümanları kültür bakımından yetiştirmeye ve kültürünün temel kaynağı olan ilmi tahsil ve tedrise teşvik etmiştir.
O halde İslam’ın temel kitabının gerçek muhtevasını; dünyaya neler verebilecek olduğunu anlatabilmek için 14 asırdır yazılmakta olan kültürümüzün ilmî usuller içerisinde tahlili şart ve elzemdir. Bunlar yapılmadan bugün Müslüman olarak ortaya çıkabilmenin ilmî bir tutarlılığı yoktur. Bu bakımdan Müslümanlara düşen ilk vazife, kendi kültürlerinin ortaya çıkarılması vazifesidir. Bu vazifede Avrupalı bizden önce yola çıkmıştır. Şarkiyat çalışmalarının esas hedefi, askerî sahada muvaffak olabilmek için gerekli zemini ilmî sahada hazırlamaktır. Onların bu çalışmaları neticesinde öyle bir ilmî seviye teşekkül etti ki, ansiklopedimizi Hıristiyanlar yazdılar. Hıristiyanların yazdıkları İSLÂM Ansiklopedisi’ni biz Türkiye’de ancak 1944’te neşretmeye başladık. 40 yıl geçtiği halde henüz bitiremedik. Hâlbuki onlar ikinci baskısını bitirmek üzeredirler.
Yaşadığımız asrın başlarında Fransızlar Buhari’nin tamamını Fransızcaya çevirdiler. Diyanet İşleri Başkanlığının neşrettiği Tecrid, Buhari’nin tamamı değil, muhtasarıdır. Fransızlar bunun tam nüshasına 50 yıl önce sahiptiler. Bizim kendi eserlerimizi ilk defa neşredenler onlardır. Taberî’yi onlar bastılar, Beyzavî’yi onlar neşrettiler. Keşfüz-Zünûn’u Latince tercümesiyle onlar neşrettiler. .
O halde yapılacak olan nedir? İslamiyet’i bizden iyi araştıran Avrupalıların ilmî seviyesine ulaşmak; onları tenkit edebilecek, tahlil edebilecek, senteze ulaşabilecek bir seviyeye varmaktır.
Her şeyden önce ecdadımızın her sahada yazdığı eserleri ilmî ölçüler içerisinde neşredebilecek bir kadro yetiştirmeliyiz.
Sağlam temel olmadan, sağlam malzeme olmadan, sağlam bir binanın yapılmasına imkân yoktur. Dünyadaki ilmî gelişme seviyesine ulaşmadan İslâm’ı tanıtma imkânı da bulunamaz.
Ecdadımız büyük eserler verdiler. Eserlerinin büyüklüğü ölçüsünde de büyüdüler. Büyük fetihler, büyük eserler hep bu büyümenin sonucudur. Ecdadın kurduğu büyük kütüphaneler olmasa; büyük fetihler de olmazdı, içteki geniş huzur da...
Günümüzde, İslam’ı tebliğ metodunu araştırırken, selef ulemasını ve onların metodunu bilmeye mecburuz. Bunun için de ciddî bir ilmî araştırma hamlesi yapılmalıdır. Hicretin 15. yüzyılını karşılarken, bize düşen bu olmalıdır.
HAMDİ MERT: Sayın Cin, kamuoyu sizi, «Osmanlı Toprak Düzeni» hakkındaki iki değerli eserinizden; İslâm Aile Hukuku hakkındaki çalışmalarınızdan; İslâm Hukuku hakkındaki konferans ve yazılarınızdan tanıyor.
Kültür Bakanlığınca 1978 yılında yayınlanan eserinizde, son yıllarda T.C. Hükümetlerince ele alınan, «Toprak Reformu» uygulamalarında yabancı modeller aramaya gerek olmadığını; yeni toprak reformu çalışmalarında, «Osmanlı Toprak Düzeni» nin model olarak alınmasını teklif ediyorsunuz.
Şimdi ben konuya buradan girerek, size şu soruyu yöneltiyorum. İslâm Hukukunu incelemiş bir bilim adamı olarak, «İSLÂM HUKUKUNUN ÖZ DİNAMİĞİNİ» anlatır mısınız? Başka bir ifade ile İslâm Hukuku, önce semavî ve değişmez «Nass» lara, sonra bildiğimiz diğer dinî delillere dayanır. Aynı zamanda İslâm son dindir. Bütün zamanların, bütün çağların dinidir. Kıyamete kadar gelecek toplumların en girift meselelerine bile en uygun çözümü ve çareyi getiren bir dindir. İslâm Hukukunun Dinamizmini bu açıdan açıklar mısınız?
İSLÂM HUKUKUNUN DİNAMİZMİ
Prof. Dr. Halil CİN
A.Ü. Hukuk F. Türk Hukuk Tarihi Profesörü
Halil CİN: Hicretin 15. Yüzyılının bütün İslâm âlemi için birlik, dayanışma ve güçlenme vesilesi olmasını temenni ederek sözlerime başlamak isterim.
İslâm konusunda, İslâm Hukuku hakkında fikir serdederken, şüphesiz en doğruyu söylediğimi iddia etmek mümkün değildir. Yüce Allah’ın iradesini değerlendirmede hataya düşebiliriz. Kul hatasız olmaz, bendeniz de hataya düşersem, Allah’tan affımı diliyorum.
Önce İslâm’ın anlamı konusunda, şimdiye kadar mevcut anlayışı kısaca belirttikten sonra, İslâm Hukukunun dinamizmi veya modern çağların her türlü ihtiyacına cevap verme tazeliği nedir, bu konuya geleceğim,
İslam, hem bir din, hem bir hukuk sistemi, hem bir dünya görüşüdür. O halde İslâm deyince aklımıza sadece İslâm’ın «ibadet» hükümleri gelmemelidir. İslâm bir bütündür, itikat, ibadet, ahlâk, hukuk ve muamelat hükümleriyle bir bütündür. Biz burada bir bütün olan İslâm’ın sadece hukukî cephesini ele alacağız. İslâm Hukuku genel bir deyimle «Fıkıh» olarak adlandırılmıştır.
İslâm Hukuku’na göre bir hâdisenin hükmünün ne olduğunu tespitte ilk başvurulacak kaynak şüphesiz Allah’ın yüce kitabı Kur’an ve Allah Rasulü’nün onun mücmel ifade ve hükümlerini açıklayan sünnetidir. Ancak Kur’an ve Sünnette bulunan hükümler, sayı itibariyle sınırlı, toplum hayatında karşılaşılan olaylar sınırsızdır.
Zamanla, Kur’an ve Sünnette hüküm bulunmayan hallerde Kur’an ve Sünnetteki çözüm tarzlarına aykırı düşmemek şartıyla meselelerin çözümü usulü yani Kıyas (Analoji) dediğimiz yol, Fıkhın (İslam Hukukunun) kaynaklarından biri kabul edilmiştir.
İslâm âlimlerinin belli bir konu üzerinde ittifaka varmaları da yani «İcmâ» fıkhın kaynaklarından biri kabul edilmiş ve bu kaynaklardan çıkarılan ferî hükümlerin hepsine birden «Fıkıh» adı verilmiştir.
Kitap, Sünnet, Kıyas ve İcmâ, İslâm Hukuku’nun kaynaklarıdır, Bu kaynaklar, «Fıkıh Usûlü» adıyla bilinen «İslâm Hukuk Mantığı» diyebileceğimiz bir ilimde derinliğine incelenmektedir.
Kur’an, İslâm dininin ana kaynağı olarak sadece ibadete müteallik kuralları ihtiva etmekle kalmıyor, aynı zamanda kişilerin kişilerle ve devletle olan münasebetlerini de düzenliyor. Ancak şunu ifade etmek gerekir ki, Kur’an ve Sünnet, kişilerin kişilerle ve devletle olan münasebetlerinin tamamını kapsamaz. O halde İslâm Hukuku bir bütün olarak nasıl oluşmuştur? Bu sorunun cevabı bizi, doğrudan doğruya «İslâm Hukukunun Dinamizmi» meselesine getirecektir. .
Kur’an ve Sünnette hüküm bulunmayan problemler nasıl çözüme kavuşturulacaktır? Bu çözümü, Kur’an ve Sünnet kaynağına dayanarak «insan aklı» yapmıştır. İslâm âlimleri, hukukçular yani doktrin yapmıştır.
İslâm Hukukunu bugüne kadar getiren ve yeni ihtiyaçlara cevap verecek hâle getirerek İslâm Hukukunu bir bütün olarak, çeşitli müesseseleriyle birlikte ortaya koyan kaynak, vasıta, doktrindir, yani «Rey» dir.
İslâm Fıkhında «Rey» olarak adlandırılan ve dini naslardan başka dinî nasların ışığında-insan aklından da yararlanan; «Fıkıhçıların Fikirleri» ve onların koydukları esaslardır. Bu kıyas ve içtihat yolu ile yani dinî naslarla hükmü kesinlikle bilinen bazı «Dinî Hükümler» den akıl yolu ile yeni hükümler tesis etme işidir ve önemli bir kaynaktır. İslâm Hukuku’nu yeni ihtiyaçlar karşısında dinamik bir yapıya kavuşturan da bu kaynaktır.
Hicrî 4. asırdan itibaren «İÇTİHAT» yapılmamaktadır. İddiası «İçtihat kapısı kapanmış mıdır, yoksa Kur’an ve Hadis’e aykırı olmamak ve şartlarına uymak kaydıyla bu lazımeye uyulmalı mıdır» tartışmasını çıkarmıştır. Bazılarınca Hicrî 3. asırdan itibaren fiilen içtihat yolu kapalı bulunduğu için İslâm Hukuku’nun dondurulduğu, âdeta toplumun ve ihtiyaçların gerisinde kaldığı iddia edilmek istenmektedir. Ben aksi kanaatteyim. Ancak İslâm bilginleri bir araya gelmeli, bu tartışmalar değerlendirilmelidir. Burada bir vebal vardır. Vebal, İslâm bilginlerinin üzerindedir.
HAMDİ MERT: Sayın Zaim Hocam! Bundan 43 yıl önce «SÂDABAD PAKTI» imzalandığı sırada istiklâline sahip sadece 3 İslâm ülkesi vardı. Bugün bu sayı 40’ın üzerinde. Bu da yetmedi, siyasî istiklâlini elde eden İslam ülkeleri İktisadî bağımsızlıklarını kazanmanın savaşını veriyorlar. İslâm dünyasının Hicretin 15 inci yüzyılına girmekte bulunduğumuz bugünkü iktisadî durumlarını anlatır mısınız?
İslam İktisadı ve Hicretin 15. Yüzyılında İslam Dünyasının Ekonomik Görünümü
Prof. Dr. Sabahaddin ZAİM / İ. Ü. İktisat F. Sosyal Siyaset Kürsüsü Başkanı
SABAHADDİN ZAİM: İslâm dünyası, 20. asrın üçüncü çeyreğinde ve dünyanın içerisinde bulunduğu bir dönüm noktasında kendini idrak etme havası içerisine girmiştir.
Bu havayı bize, çağımızın yapısı telkin etmiştir. Zira son 3 asır içerisinde sanayi inkılâbından sonra, Batı medeniyeti dediğimiz Batı Hıristiyan dünyası, Roma-Yunan kaynaklarına dayanarak kendi kültür ve medeniyetlerini geliştirmişler ve bu medeniyet dünyaya hâkim olmuştur. Fakat bu medeniyet, kendi yapısı icabı iktisadî, kültürel ve sosyal sahada birtakım problemlerle karşılaşmıştır. Bu problemler, bu medeniyeti kendi içinde ikiye böldü. 19. asrın yapısı; 20. asrın meselelerine vücut verdi ve Batı medeniyeti bir yanda Kapitalist-Sosyalist diye iki ürün meydana getirdi. Bu arada yan ürünler meydana geldi. Nasyonal Sosyalizm, Neo-Klâsikler gibi çeşitli parçalanmalar görüldü.
Çağımızın teknolojik gelişmeleri içerisinde hâkim dünya devletleri diğer dünyalara da ulaşabilme imkânına sahiptir. Bu, İslâm dünyasını da tesir sahası içerisine almaktadır.
İslâm ülkeleri, 1930 - 1980 arasında siyasî istiklâllerini elde ettiler. Bu defa, sadece siyasî istiklâlin yetmediğini gördüler. Zira meydana gelen coğrafyayı da Batı dünyası hazırlamıştı. İslâm dünyası küçük küçük devletçiklere ayrılmıştı. Bunların iktisadî bir bütünlük arz etmesi mümkün değildi. İnsan potansiyeli bakımından, tabii kaynaklar bakımından, teknoloji bakımından, bilgi bakımından... Bu açıdan, bu küçük ülkeler, kalkınma İçin, sanayileşme için model arama durumunda kalınca, karşılarında iki sistem buldular: Sosyalist ve Kapitalist sistemler. Bunlardan örnekler alındı. Bazen de sentezler, terkipler yapıldı. Kendi yapılarını geliştirme gayretlerine girildi. Fakat tutmadı. Başta Osmanlı İmparatorluğu olmak üzere, batılılaşma, ıslahat hareketine girişildi. Fakat şu görüldü ki bu batılılaşma hareketi başarı sağlayamadı.
Bunun üzerine İslâm düşünürleri, siyasîleri, yöneticileri şu suali sordular:
“Biz neyiz? Acaba bu sahalarda İslâm’ın görüşü nedir?” Bunun üzerine içe dönük, nefse dönük, İslâm’ın özünü araştırma faaliyeti başladı, İslâm iktisadı mevzuu, çağımızın meselesi üzerinde çalışmalar başladı.
İslam dünyası içerisindeki gelişmeler, petrolün bulunması; zengin ülkelerin meydana gelmesi; teknolojik ilerleme sayesinde İslâm dünyasında bir toparlanma hareketi başladı. Bu hareket bütün dünyanın bir arayış içerisinde bulunduğu bir zamana rastladı.
İşte, «3. Dünya ve İslâm İktisadı» mevzuu bu suretle ön plana geçti.
1976 yılında Mekke’de «1. Dünya İslâm İktisadı Kongresi» toplandı. Burada İslâm dünyasından 400 bilim adamı bir araya geldi. Böylece kopmuş İslâm dünyası, ilim sahasında ilk defa bir araya geldi.
Müteakiben «Milletlerarası İslâm İktisadı Araştırma Merkezi» kuruldu. 2 yıl sonra İslam’da para-banka mevzuunda bir seminer akdedildi. Mekke’de “İslâm 1. Dünya Eğitim Kongresi” toplandı.
Arkasından, «İslâm Ülkeleri Arasında İlim ve Teknolojide İşbirliği Kongresi» toplandı. Bu toplantı Riyad’da yapıldı. 1 ay önce İslamabat’ta «2. Dünya İslâm Eğitim Kongresi» yapıldı. Akabinde Dakka’da «Dünya İslâm Kültür Kongresi» toplandı. Bu toplantılar tevali ediyor.
Bir yandan da akademisyenler arasında İslâm iktisadının yapısı inceleniyor.
İslâm İktisadının özelliklerine temas ederken şu cümleler daima göz önüne alınmalıdır:
İslâm’ın iktisadî görüşü, batıdaki ilim sisteminin aksine kompartmantaldır, bağımsız ilim hâlinde değildir. Zira İslâm bir vahdettir, bütündür. İslâm’ın iktisadî görüşü, diğer bütün safhalarına bağlıdır. Ama İslâm’ın iktisadî hükümleri, diğer iktisadî doktrinlerden ayrıdır, bağımsızdır.
Batı sistemlerinin dayandığı model, «Maddi İnsan» modelidir. «İktisadî Adam» tipi. Bütün düzenlemeler, elektronik beyin gibi; menfaati varsa adım atar bu model üzerindedir.
Biz, bu «İktisadî Adam» modeli yerine bir «Müslüman Adam» modeli koymak durumundayız. Bu model adam; tasarrufta, ticarette, yatırımda, tüketimde, işçi olarak, işveren olarak, tüccar olarak, esnaf olarak, sanayici olarak nasıl davranacak? Bu, Kur’an’da ve Hadislerde belirtilmiştir.
Biz ne durumdayız? İslâm dünyası 1937’ de 3 ülkeden, bugün 42 ülke hâline geldi.
Bugün İslâm dünyasında iktisadî sahada birtakım müesseseler meydana gelmiştir.
İslâm dünyası realitede birbirinden kopmuştur. Fiziken kopmuştur, manen kopmuştur. Kültür bakımından kopmuştur. Dolayısıyla yapılacak ilk iş, bu irtibatı sağlamaktır. Bilhassa alt yapılar bakımından. Zira İslâm dünyası bugün birbirine münakale imkânından mahrumdur. Kara, hava, denizyolu bakımından muhaberat kopuktur. Telefon, teleks, telgraf, imkânları yoktur. Haber kaynakları yoktur. Birbirini kendi kaynaklarından değil, kendine yabancı doğu-batı kaynaklarından öğreniyor. Böylece yanlış haberlerle sevgi bağları yerine münaferet doğuyor. Birbirini doğru öğrenemiyor.
İslam dünyasında dil birliği kaybolmuştur. Birbirini anlayamıyor. Kültür birliği yok. Kaynaklar hep doğu-batı kaynakları.
İslâm ülkeleri arasında iktisadî işbirliği çok zayıf. Bir İslâm ülkesinin, diğer İslâm ülkesiyle yaptığı ticaret, Müslüman olmayan ülkelerle yaptığı ticaret yanında yüzde sıfırlarda kalıyor. Önceden bu da yoktu. Şimdi buraya ulaştık. Bunu geliştirme tedbirleri üzerinde duruluyor.
Bir dengeleme yapmak zorundayız. İslâm dünyası birbiriyle irtibatsız küçük küçük devletçikler hâlinde. Bir yanda insan var, toprak yok. Diğer yanda geniş topraklar fakat bu toprakları işleyecek insan yok. Bir yanda parasını nereye koyacağını bilemeyen Müslüman devletler, diğer yanda açlıktan kırılan insanlar.
Bugün Avrupa, Amerika’ya taşmıştır. Bir dengeleme vardır. Bu, İslâm ülkeleri için de çok elzemdir.
Geldiğimiz nokta henüz başlangıçtır ve heyecan safhasından henüz çıkmış değiliz. Ciddi, tutarlı, ilmî, ısrarlı bir çalışmaya girilmelidir.
Hicretin 15. Asrı kutlamaları ancak bu şekilde anlam kazanır.
HAMDİ MERT: Sayın YALÇINTAŞ! 1937 yılında Türkiye, İran, Irak ve Afganistan arasında «SADABAT PAKTI» imzalandığında sadece 3 İslâm ülkesi, siyasi istiklâline sahipti.
Sonradan Fas ve Endonezya arasındaki kuşak içerisinde bulunan bütün İslâm beldeleri, siyasî istiklâllerini kazandılar. 42 ülke istiklâlini kazandı. Kazandı da huzursuzluklar, ikilikler yine de bitmedi...
Hicretin 15. Yüzyılında İslâm Ülkelerinin Genel Manzarası ve İslâm Devletleri Arasındaki Yaklaşımlar
Prof. Dr. Nevzat YALÇINTAŞ
İ.Ü. İktisat Fakültesi Sosyal Siyaset Kürsüsü Profesörü
1974 yılında Ankara’da Sayın Zaim Hocamızın da katıldıkları bir açık oturumda ifade buyurduğunuz cümleleri biraz değiştirerek sunmak istiyorum:
1400’üncü hicret yılında İslâm Dünyası temelleri sarsılmış; duvarları çatlamış; saçakları uçmuş; çatısı dökülmüş, bir konak görünümündedir.
Gelenekler yıkılmış; inançlar sarsılmış; bütünlük bozulmuş; «Medine Şehir Devleti» ile başlayan muttasıl imparatorluklarda sergilenen yaygın huzur aranır olmuştur.
İslâm’ın devlet olmasını sağlayan tarihî ve kutsal hicret hadisesinin 14. asrı biterken İslâm Dünyasının acı manzarası budur.
1937 yılında Sadabat Paktı’nı imzaladığımız İran ve Afganistan’da yeni gelişmeler olmuştur.
Hicretin 14. asrı biter, 15. asra girerken İslâm ülkelerinin genel manzarası nedir?
İslâm ülkeleri arasında son yıllarda gelişen yaklaşımlar nelerdir, anlatır mısınız?
NEVZAT YALÇINTAŞ: Sayın Başkan, bundan senelerce önce söylediğim bir cümleyi benden çok daha güzel edebi bir şekilde ifade ettiler. Hemen şunu söyleyeyim ki Sayın Hamdi Mert’in hatırlattığı bir cümleden, saçakları dökülen ve yıkılan bir konak imajı çıkıyor. Ama biliyoruz ki Türkiye’de de olduğu gibi birçok İslâm ülkelerinde artık eski eserler ve konaklar da restore ediliyor, sağlamlaştırılıyor yeni şekiller doğuyor. Dolayısıyla hicretin 15. asrına girerken yapacağımız değerlendirmede konağın oynamış, taşları sökülmüş bazı yönlerini ilmî bir objektivite içerisinde göstermek mecburiyetindeyiz. Fakat bütün yenileme hareketlerinde dirilme, yükselme ile ilerleme hamlelerini de size anlatmak durumundayız. Yalnız sona kalmanın iyilikleri yanında birtakım mahzurları da var. Zannederim Napolyon’a atfederler, gece yarısını geçtiği bir sırada sahradaki çadırında kendisini, generalleri büyük bir gürültüyle uyandırmış. Napolyon şaşkınlık içinde uyanınca ne oluyor, ne var diye sorduğunda generaller: Zor bir durumdayız, büyük problemler ortaya çıktı, demişler. Ne oluyor deyince: Efendim düşman birlikleri ordugâha girdi ve savaş başladı. Tamam demiş, ben çok korkmuştum, zannediyordum ki büyük bir ziyafetten sonra yemek yemiş karnı tok insanlara konuşma yapacağım. Dolayısıyla hepinizin karnı aç, bu benim işimi biraz kolaylaştırıyor, daha rahat dediklerimi dinleme imkânına sahip olabilirsiniz. Fakat vakit te çok geçti. Bu sebeple, oldukça muhtasar bir şekilde arz etmeye çalışacağım. Birçok nokta elbette ki karanlık kalacak, şimdiden özür dilerim.
Hicretin 15. asrına girerken İslâm dünyasının durumunu ilmî bir objektivite içerisinde sunmaya çalışacağım.
İslâm dünyasında son yıllarda dayanışma çabaları, eski hataları tamir çalışmaları görülüyor. Bu yenileme hareketi, dirilme, yükselme ve ilerleme hamleleri memnuniyet vericidir.
İslâm dünyasında kendine dönüş, İslâm’a dönüş hareketi başlamıştır. Bu İslâm’a dönüş hareketi 14. asırdaki Müslüman düşünürlerin çalışmaları ve din adamlarının gayretleri ile ortaya çıkmaktadır.
Kendi kültür köklerine dönüş çabaları büyük hacimlere ulaşmaktadır. Arap ülkelerinin şimali Afrika’daki kısımları dillerinin tekrar Arapça olması için asla dönüş gayretlerine sarılmışlardır.
Bu bir kültürel dönüş, kendi medeniyetlerine dönüş hareketidir. Ekonomik zenginliklerini kullanmak ve birbirlerine aktarma çabaları... Demografide büyük nüfus patlamaları...
Politikada istiklâllerini elde edenlerin bunları sağlamlaştırma, yeni istiklâl edinme ve kurtuluş hareketleri...
Ülkelerarası işbirliği gayretleri, birleşme bir ve beraber olma çabaları...
Hicretin 15. asrına girerken İslâm devletleri arasındaki yaklaşımlar bunlardır.
İslâm ülkeleri arasında dayanışma ve yaklaşım bir zorunluluktur artık. Bu zorunluluk anlaşılmıştır. Bu bir siyasi zorunluluk, ekonomik zorunluluk, kültürel, hatta hepsinden önce dinî bir zorunluluktur. Aynı inancı, aynı kültürü paylaşanların, aynı menfaatlere sahip olanların, benzer tehditler altında bulunan küçük ülkelerin eğer bunlar coğrafi bir devamlılık da arz ediyorlarsa, tarihi ve çok zengin bir mirasları ve müşterek yaşayışları varsa, mutlaka dayanışma hâlinde olmaları gerekmektedir.
Bu bir araya gelme hareketi başlamıştır. Bir araya gelme hareketi, İslâm ülkelerinde görülen bu memnuniyet verici hareket, iki kategoride mütalaa edilebilir:
A - İslâm millet ve toplulukları arasında
B - İslâm devletleri arasında
Millet ve topluluklar arasındaki yaklaşımların sadece isimlerini zikredeceğim; yapılan gayretlerin müessese hâline gelmiş olanları, bir teşkilatlanma ifade edenleri:
1. Dünya İslâm Kongresi 1926’da kuruldu, önce Mekke’de idi, şimdi Karaşi’de ve son olarak Kıbrıs’ta büyük bir toplantı yaptı.
2. Râbıtatül - Âlemil İslâmî merkezi Mekke’de
3. Avrupa İslâm Konseyi 1973’de kuruldu, merkezi Londra’da
4. Müslüman Gazeteciler Birliği
5. Dünya İslâm Gençlik Teşkilâtı, merkezi Riyad’da
6. İslâm’a Davet Teşkilâtı, merkezi Trablusgarp’ta
Devletlerarasında da birlik hareketleri var. İlk hareketi Sadabat Paktı’nda görüyoruz. 1937’de Türkiye - İran - Afganistan - Irak arasında imzalandı. Bu bir saldırmazlık paktı idi. 5 yılda otomatikman uzayacaktı. Ancak 1942’den sonra kendi hâline bırakıldı ve düşmüş kalan kanunlar gibi işlemedi. 2. olarak Bağdat Paktı kuruldu, o da yaşamadı. 3. olarak Arap Birliği 1945’de kuruldu, merkezi Kahire’dedir. Üye ülkelerin sayısı bugün 20’ye ulaştı. Kamp Deyvid hadiseleri sonucu merkezi Kahire’ den Tunus’a geçti. 4. olarak Kalkınma İçin Bölgesel İşbirliği; Pakistan, İran ve Türkiye arasında kuruldu. 5. olarak İslâm Dışişleri Bakanları tarafından İslâm Konferansı Teşkilâtı kuruldu. Bir musibet bin nasihatten evlâdır, fehvasınca bu teşkilât, Aksâ Mescidinin yanması sonucu 1969’da Rabat’ta kuruldu. Demek ki. Mescid-i Aksâ yanmasaydı bu önemli Teşkilât kurulamayacaktı. Bugün en etkili teşkilât budur. Birçok müesseseler açmış ve çalışmalarını genişletmiştir. Bu bilgilerden sonra konuyu şöyle özetleyebiliriz:
Dünyada yeni dengeler doğuyor. Bu dengelerin İslâm bölgesi ve çıkarları aleyhinde kullanılmasına İslâm ülkeleri tek tek ve müştereken karşı koymalıdırlar. Bu dengelerin kendi toprakları aleyhine, ekonomik sömürgelere ve kültürel nüfus bölgeleri hâline gelmelerini önleyici bir tarzda, ne zaman yerleşeceği bilinmeyen bu yeni denge yerleşene kadar büyük bir dikkatle müştereken politikalar takip etmelidirler.
Bir zaaf bölgesi teşkil eden İslâm Dünyası ki, zaaf bölgesinden, problematik; müdahalelerin üzerine yıkıldığı ve mütemadiyen kargaşa çıkan bölgeyi kastediyorum, birleşme, işbirliği ve dayanışma çalışmalarıyla bu zaafın büyük bir kısmını bertaraf edebilir. Böylece dünya sulbüne de önemli bir katkısı bulunabilir.
Kuvvetli bir İslâm bölgesi, dünya istikrarına katkıda bulunacaktır, Bu ancak müşterek gayretlerle ve ekonomik, kültürel, askerî, siyasî... Her alanda işbirliği ile sağlanabilir.
İslâm topraklarının dış müdahaleye karşı tamamiyetlerinin ve bütünlüklerinin korunması da müşterek gayretlerde ön planda yer almalıdır. Askerî savunma ve siyasî işbirliği ön sırada yer almalıdır. İslâm ülkeleri arasında yapıcı bir birleşme ve işbirliğinin gerçekleştirilmesinde Türkiye müspet ve aktif bir rol oynayabilir.
HAMDİ MERT: Değerli konuşmacılar, her biri kürsü sahibi, kamuoyunun yakından tanıdığı kişilerdir. Buradaki fikirleri, kendi objektif kanaatlarıdır.
Bu bakımdan bir tavzihe gerek görmüyorum.
Toplantıda yapılan konuşmaları kısaca şöyle özetliyorum:
Sayın Hatiboğlu:
«Müslümanlığı yaşamak, sadece belli bir grubun «DİN ADAMLARI» grubunun vazifesi değildir. Her mümin «DİNİN ADAMI» olmak zorundadır. «BÜTÜN MÜMİNLER İSLÂM’I YAŞAMAK ZORUNDADIR.» İslâm’ı yaşama ve tanıtma durumundadır. Huzursuz dünyanın buna ihtiyacı vardır.
İslâmî araştırmalara önem vermeliyiz. Avrupalı şarkiyatçılar bizi, tarihimizi, dinimizi bizden iyi bilmektedirler. Tarihî hazinelerimizi bilmiyoruz.»
Hocamızın tekliflerinden anlıyoruz ki; «geniş bir tedvin» faaliyetine ihtiyacımız var.
Hocamızın çok yerinde ikazları -ki bu ilmin sözüdür, ikazıdır, ihtiyaçların gereğidir- bizi, hepimizi düşündürmelidir.
Sayın CİN:
«İslâm bir dindir. Sadece hukuk, sadece itikat, sadece ibadet, hatta sadece muâmelât değildir. Bir dindir. Hayat nizamıdır.
İslâm Hukukunun dinamiği kendi içindedir. Değişmez temeller olan Kur’an ve Sünnet yanında İslâm Hukukuna öz dinamiğini veren; bu değişmez esaslardan kopmamak şartıyla İCTİHAT (KIYAS) ve İCMA’dır.
İslâm Hukukunun yeni zamanlara yeni ihtiyaçlara cevap verme canlılığı İCTİHAT ile sağlanır.
İslâm Hukuku canlı bir hukuktur. Dinamik bir hukuktur. Yaşayan bir hukuktur. Bu canlılık yaşatılmalıdır. Bu, dinin emridir, İslâmiyet’in kendi öz niteliğidir.»
Sayın Cin’in, İslâm Hukuku konularında çalışmalar yapılmasının geciktirilmesinde, İslâm bilginlerine yüklediği vebal -söylenecek karşı görüşlerde vardır şüphesiz ama yine de- bizi uzun uzun düşündürmelidir sanıyorum.
Sayın ZAİM:
İslâm iktisadının tedvini ve konuşulması konularında yapılan Beynel - İslâm çalışmaları lütfettiler.
İslâm ülkelerinin İktisadî yaklaşımları konularında ümitli ve iyimser ifadeler kullandılar.
Bir de dilekleri var. O da şu:
«İslâm ülkeleri artık heyecanı bırakıp, ciddi, ilmî ve teknik çalışmalara yönelmelidirler.»
İslâm iktisadı, İslâm dininin diğer hükümlerinden ayrı; münferit ve müstakil hükümler manzumesi değildir. Diğer hükümlerle KOMPARTMANTAL hükümler manzumesi içerisindedir. Belki pratikte böyle görülür, bir mesafe alınmayışının veya yavaş mesafe alınmasının sebebi budur.
Memnuniyet verici nokta şudur:
İslâm ülkeleri artık kendi problemlerini, bir araya gelip konuşabilmektedirler. Nazariyeyi aşan, pratiğe inen gelişmeler vardır.
Alınan mesafe azdır. Bunu istatistiklerle de izah buyurdular.
İktisadî yaklaşım ve gelişmeler bakımından henüz gerilerdeyiz.
Dünya küçülmüştür. Şartlar bizi daha çok yaklaşmaya zorlamaktadır.
İslâm ülkeleri arasında İŞBİRLİĞİ şarttır.
Önce İslâm’ı öğreneceğiz, sonra birbirimizi, imkânlarımızı, maddi ve manevi değerlerimizi kullanacağız...
Sayın YALÇINTAŞ:
1974 yılında çizdikleri biraz da karamsar tabloyu, «Temelleri sarsılmış; duvarları çatlamış, saçakları uçmuş KONAKLAR, ARTIK YAVAŞ YAVAŞ TAMİR EDİLİYOR» diyerek 6 yıl sonra tavzih ettiler. Bu iyimser tablonun gerçek olmasını kim dilemez?
900 milyon veya bir milyar Müslümanın 300 milyonu yabancı boyunduruk altındadır. Bu manzara 21’inci asra yaklaşan dünyanın kâr hanesine yazılacak bir vakıa olmasa gerek herhalde. Hocamızın iyimser ifadeleri yanındaki bu sarsıcı ifadeler, bizi düşündürmelidir, düşündürecektir.
Değerli misafirler!
«HİCRETİN 15’İNCİ YÜZYILINDA İSLÂM DÜNYASININ VE TÜRKİYE’NİN DURUMU» konusunda 4 bilim adamımızda değerli fikirler öne sürüldü.
Hicretin 15’inci yüzyılının kutlanması çalışmaları devam edecektir.
Şu günlerde İstanbul’da, Erzurum’da, İzmir’de, Adana’da, Konya’da bu konuda konferanslar veriliyor. Yüksek İslâm Enstitüsü ve İmam - Hatip Liselerinde programlar düzenleniyor. Bir İslâm ülkesi olarak Türkiye, Hicretin 15. yüzyılının kutlanması çalışmalarına ciddiyetle eğilmiştir. Din İşlerine Bakan Devlet Bakanının Başkanlığında kurulan Millî Komite tarafından kararlaştırılan program, aksatılmadan uygulanmaktadır.
Ankara’da başka konferanslarımız da olacaktır. Sizleri, bilâhare duyuracağımız bu konferanslara da bekliyoruz.
Hepinize teşekkür ederim.