Makale

Türk Dünyasına Tarihi Fırsat- BU BİRLİK DÜNYA İÇİN BİR ŞANSTIR

TÜRK DÜNYASINA TARİHÎ FIRSAT


Horlandığı, hatta cezalandırıldığı bir ortamdan, inançlarını serbestçe yaşayabilme noktasına gelmiş 60 milyon Müslüman’ın dinî ihtiyaçlarını ve problemlerinin hallini ilgili ve yetkili ağızlardan sizlere duyurmaya çalıştık.
Gerek o bölgelerde incelemelerde bulunan yetkililerden ve gerekse ülkemizi ziyarete gelen bu devletlerin temsilcileriyle görüşmelerimizden edindiğimiz intiba; 70 yıllık otoriter bir diktatörlük, ideolojisi gereği dini yasaklamış ama, aslen Müslüman olan bölge halkının kimlik arayışında İslâm’a sığınmasına mani olamamıştır.
Bu insanlar bugün, toprağın suya hasreti gibi dinî bilgiye; bu bilgileri verecek
Dünyanın gözü Müslüman Türk Cumhuriyetlerinde..

Sovyetler Birliği’nin dağılmasıyla bağımsızlıklarını ilân eden Türk Cumhuriyetleri, mevcut potansiyellerini değerlendirerek güç ve gönül birliği yapmak için tarihî bir fırsat yakalamışlardır.
Bu fırsatı değerlendirmede fert, devlet, millet ve ülke olarak bizim de önemli yükümlülüklerimizin olduğu bir gerçektir.
Biz meselenin daha çok kültürel, sosyal ve dini boyutunu gündeme getirerek, gönül birliğimize açılan pencereyi biraz aralamak istedik.
Dinî ibadetlerini yerine getirenlerin kitap, kaset ve din adamına muhtaçlar.
Diyanet İşleri Başkanlığı ve Türkiye Diyanet Vakfı bu ihtiyaçtan gidermede sizlerin yardımlarına güvenerek "köprü" vazifesini üstlenmiştir.
Gönül birliğimizin sağlam temellere oturtulması, inanıyorum ki, ekonomik ve siyasi açıdan da güç birliğine ulaşmamıza katkıda bulunacaktır.
Maddeten ve manen güçlü bir ittifak da, hem bölge ülkeleri için, hem İslâm alemi için ve hem de topyekün Türk dünyası için bir "şans" olacaktır.21. asrın ’Türk asri’ olması için el ele, gönül gönüle

BU BİRLİK DÜNYA İÇİN BİR ŞANSTIR

Türkiye’nin Türk Cumhuriyetlerle olan ilişkilerinin koordinasyonunu yürüten Başbakan Başdanışmanı
Büyükelçi NAMIK KEMAL ZEYBEK son durumu Yazı İşleri Müdürümüz Orhan BALCI’ya değerlendirdi.

Sovyetler Birliği dağıldıktan sonra, özellikle Ortaasyada, son derece önemli gelişmelere şahit oluyoruz. Bu gelişmeler hakkında bir değerlendirme yapar mısınız?
Sovyetler Birliğindeki son gelişmeler, sosyologların, tarih felsefecilerinin üzerinde neredeyse anlaştıkları bir postulatı geçersiz hale getirdi. O da şuydu: "Hiçbir totaliter diktatörlük, dışarıdan bir müdahale olmazsa kendiliğinden yıkılmaz." Buna örnek olarak ta Faşizm ve Nazizm gösteriliyor, bunların ancak savaş sonucu yıkıldığı, Sovyetler Birliğinin de bir müdahale olmazsa hiçbir zaman dağılmayacağı, çünkü sistemin yapısında bulunan birtakım uygulamaların bunu imkânsız kıldığı şeklinde bir görüş vardı. Neden böyle deniyordu? Çünkü Totaliter diktatörlüklerde bir keskin ideoloji vardır. Bu ideoloji ısrarla, yoğun eğitimle toplumun her katmanına, çocuk yaştan başlayarak yayılır. Bir gizli polis teşkilatı vardır. Herhangi bir muhalefet hareketinin filizlenmesini engeller. Ekonomi, devletin tekelinde olduğu için, muhalefetin herhangi bir finansman kaynağı yoktur. Ordu partinin emrindedir. Tek parti diktatörlüğü vardır; dolayısı ile böyle bir katılaşmış yapıyı kimse içerden bozamaz. Herhangi büyük bir hadise olmazsa, dışardan bir müdahale olmazsa dağılma olmaz, deniliyordu. Sovyetler Birliğindeki son gelişme, bu görüşün yanlış olduğunu ortaya koydu. Ama görüş mü yanlıştı, yoksa kestirilemeyen dipten gelen bir tepki mi vardı? Büyük bir sosyal deprem mi vardı? Bence dipten gelen bir büyük etki, yani insanlığın yeni bir çağa girdiği gerçeği vardı hesapta olmayan. Sanayi toplumu ve sanayi medeniyetinden, bilgi toplumu ve bilgi medeni-yetine geçiş, bilgisayar ve haberleşme araçlarının yoğun bir şekilde gelişmesi Sovyetler Birliğindeki sistemi kaçınılmaz olarak dağılmaya götürdü. Gorbaçov’un kitaplarında da bunu böyle tesbit ediyoruz. Gorbaçov, otomasyon çağına giren gelişmiş dünya ile rekabet etme şansının yok olduğunu gördü ve sanayi döneminin büyük bir
Diyanet gücü olan Sovyet İmparatorluğu, bilgi çağı döne-Nisan 1992 mine uyum sağlama çabaları içine girerken, o çağın getirdiği değerlerin zorlamasıyla dağılma durumuna geçti. Once bunu tesbit etmek lâzım. Bu temel gerçeği unutursak, hayatı, olan biten işleri anlmakta zorluk çekeriz ve gelecek medeniyete, çağa ulaşmakta geç kalırız. Bu da bizim toplu-mumuz için yüzlerce yıl tedavisi mümkün olmayan bir sıkıntı getirebilir. Bugün söz konusu olan dünya Türklüğü toplumu için büyük sıkıntı getirir. Bunu ısrarla söylüyorum: Değişmeden ve gelişmeden, herşeyden önce çıkarmamız gereken ders budur. Toplumumuz biran önce bilgi toplumu haline gelebilecek şekilde organize edilmeli, yönlendirilmelidir.
Siz, sık sık bilgi toplumu olmaktan, bilgi çağından söz ediyorsunuz. Bilgi çağı kavramı neden bu derece önemli?
Bilgi toplumunun temeli nelere, nerelere uzanıyor?
Bilgi toplumunun temelinde sanayi toplumu, sanayi toplumunu ortaya çıkaran gelişmelerin, batıdaki büyük uyanışın temelinde ise İslâmiyet’in, Kur’an-ı Kerim’in doğrudan ve dolaylı etkileri söz konusudur. Bizim İslamiyet’i ve Kur’an-ı Ke-rim’i doğru anlamamız şartı ile. Kendi öz değerlerimize, kendi köklerimize yönelmek, o köklerden bilgi çağına götürecek değerleri bulup çıkarmak, toplumumuzda yaygınlaştırmak, Türk Dünyasında da böyle bir zihni muhteva oluşturmak bor-cundayız.
İlk yaptığım gezide, Moskova’da Yazarlar Birliği’nde yaptığımız toplantıda Rus asıllı bir ilim adamı şöyle söylemişti: "70 yıl boyunca Türkiye halkıyla Sovyetler Birliğinde yaşayan Türk halklarının münasebette bulunması, ilişkilerini geliştirmesi bir Pantürkizm korkuluğu ile önlenmiştir. Şimdi böyle bir korkuluk kalmamıştır. Türkiye görevini yapmalı, kendisi ile aynı kültürü, aynı medeni değerleri, aynı dini, aynı dili paylaştığı bu insanlarla münasebetlerini geliştirmelidir."
Sovyetler Birliği 15 Cumhuriyetten meydana gelen bir birlik idi. Bu 15 Cumhuriyetin 3’ü Baltık Cumhuriyetleridir ve birlikten tamamen kopmuştur. Geriye kalan 12 Cumhuriyetin 6’sı, halkının tamamına yakın veya büyük çoğunluğu Müslüman olan Cumhuriyetlerdir. Bunların da büyük bir kısmı Türk olan halklardır. Şimdi olan iş, bunların vaktiyle birliğe dahil 15 Cumhuriyetten, Sovyetler Birliğinin dışında Ukrayna’nın ve Beyaz Rusya’nın Birleşmiş Milletlere üye olması hadisesi gibi diğer Cumhuriyetlerin de Birleşmiş Milletler üyesi, bağımsız devletler haline gelmesi hadisesidir. Nitekim yeni birliğin adı da Bağımsız Devletler Topluluğu’dur. Bu bilhassa belirtilmiştir.
Peki, burada Türkiye’nin tavrı ne olmalı size göre?
Bizim Türkiye olarak konumumuz, takip etmemiz gereken ve takip ettiğimiz politika elbette-ki çevremizdeki her milletle dostane ilişkileri ve yüzlerce yıldan beri husumet içinde bir müşterek tarihimiz olan Rus Milleti ile de ilişkilerimizi geliştirmek, dostluk ilişkilerimizi gidebileceği en ileri noktaya kadar götürmektir. Ancak bir gerçek vardır. O da Azerbaycan, Türkmenistan, Tacikistan, Kırgızistan, Kazakistan, Özbekistan Cumhuriyetlerinin-Kazakistan hariç-büyük bir çoğunluğu Müslüman Türk olan halklardır. Sadece Kazakistan’da küçük bir çoğunlukla Türk halkları çoğunluğu almaktadırlar. Özbekistan’da ise % 60 civarında Tacik olmasına mukabil, % 30 civarında Türkçe konuşan Türk halkı vardır. Tacikler de ana dil olarak Farsça asıllı bir lehçe konuşmakla birlikte zihniyet, din anlayışı olarak, hayat görüşü olarak, Ortaasya’ya sıkıca bağlı, bu yolla da Türklüğe çok yakın bir topluluktur. Türkiye’nin bunlarla ilgilenmesi bir tercih değildir. Türkiye, ilgilenmek ve ilgilenmemek arasında bir tercih yapma şansına sahip değildir. Bu bir mecburiyettir. Türkiye bu topluluklarla ilgilenecektir. Bundan herhangi bir şekilde kaçınmak mümkün değildir. Dolayısı ile de Türkiye bu görevini yapmaktadır.
Son zamanlarda bazı kesimlerde yeniden gündeme getirilmeye ve üzerinde konuşma ortamı hazırlamaya çalışılan Pantürkizm konusu var?
Pantürkizm, Turancılık birer kelimedir. Kelimelerin muhtevası çok defa değişir, zaman içinde değişik muhtevalar kazanabilirler, hatta kullanan insana göre bile değişik muhtevaları olabilir. Pantürkizm denildiği zaman, Türkiye’nin yeni bir imparatorluk kurması ve kendisi ile aynı milletten olan, diğer toplulukları kendi hegemonyasına alması, yahut sınırları içine alması gibi bir düşüncedir. Böyle bir düşünceyi benimseyen, çok uç gruplar dışında, Türkiye’de bir kimsenin olduğunu zannetmiyorum. Böyle bir şey de zaten günün ve hayatın gerçeğine aykırıdır. Ama kastedilen Türk Devletleri ve Türk toplulukları arasında bir dayanışma bilinci, ilişkileri en yüksek noktaya çıkarma kararlılığı ise, bunun adı Pantürkizm değildir, bu tabiî bir şeydir. Bu olmalıdır ve olacaktır. Türkiye ile ilgili tarihin yanlış anlatılmasına, Türk tarihinin çarpıtılarak öğretilmesine dayalı bir takım korkular vardır bazı ülkelerde. Bu korkular yanlıştır. Türkiye gelecek dönemde insanlık için bir şanstır. Çünkü Türkiye kendi öz kültürüne, öz değerlerine yönelmiştir. Bu öz değerleri de din planında Ahmet Yesevi’nin, Yunus Emre’nin, Mevlâna’nın, Hacı Bektaş Veli, Hacı Bayram Veli’nin anlayışına yönelmiştir. Bu anlayış ta bugün batının ulaşmaya çalıştığı dinler arası ve toplumlararası hoşgörü anlayışının çok daha ilerisinde bir anlayıştır. Unutmamak gerekir ki, 500 sene önce Avrupa’da Ortaçağ karanlığı ve karanlıkçılığı yaşanırken, insanlar inançlarından ötürü diri diri yakılırken, bizim dindar hükümdarımız II. Bayezid, gemiler göndererek 800.000 Musevi’yi İspanya’dan Türkiye’ye kaçırmıştır. Onların hayatlarını kurtarmak ve onların din hürriyetlerini sağlamak için. Bunlar hala Türkiye’de yaşamaktadırlar. Bu hadiseyi de anlatmak için çalışmalar yapıyorlar. 500. yıl Vakfını da kurmuşlardır. Bunların tüm dünyaya anlatılması lâzımdır. Çünkü biz buyuz. Biz, İslamiyeti doğru anlamış bir toplumuz.
Bugün, insan hakları denilince, evrensel değerlerden söz açılınca hemen "batı" ve "batılılaşma" akla geliyor nedense. Kendi öz-değerlerimiz, batı düşüncesinin gerisinde mi ki böyle bir kompleks içine giriyoruz?
Bizim kültürümüzün temelindeki anlayış, insan hakları konusunda, evrensel değerler konusunda, insana sevgi ve hoşgörü ile yaklaşmak konusunda bugün Avrupa’nın ulaştığı anlayışın çok ilerisindedir. Bunu ben batıda katıldığım çeşitli toplantılarda ifade ettim. Bizim için bu planda batılılaşma değil, batıya birtakım değerleri ulaştırmak söz konusudur. Çünkü batının köklü bir anlayışı oluşmadığından bunlar söz olarak söyleniyor, iş kritik noktalara geldiğinde yine bağnazlık ortaya çıkıyor. Bizim bu planda kendi insanımıza ve tüm dünya insanına vereceğimiz mesaj vardır. Dolayısı ile Türkiye’nin bugünkü konumuna yükselmesi insanlığın da hayrına olan bir gelişmedir. Yunus Emre’nin milleti, Yunus Em-re’nin anlayışını bütün dünyaya yaymakla kendini yükümlü gören millettir. Bu da insanlık için bir şanstır.
Türk Cumhuriyetleri ile ilişkiler ne zaman başladı? Nasıl gelişti? Bu Cumhuriyetlerle ne gibi ilişkiler kuruluyor?
Yeni Cumhuriyetlerle yoğun ilişkiye 1989’da girmiştik. Biz buna talip olduk. O zaman bu talebimiz Gorbaçov dönemi yöneticileri tarafından da desteklendi. Nitekim Gorbaçov’un bu konuda batıda bir beyanatı çıkmıştı. "İslamiyeti iyi incelemek lâzım, İslamiyet sanıldığı gibi değil, çok hoşgörülü bir dindir" diye. Kültür bakanları da aynı kanaatte olduğunu söylemişti.
Bir takım temaslarımızla Türk Cumhuriyetlerinin yolu açıldı. Yoğun temaslara başlanmıştı. Bir kısmı ile kültür anlaşmaları yaptık. Kendilerini Türkiye’ye davet ettik. Kazakistan ve Türkmenistan’a Türkiye’den giden ilk yetkiliyim. 1991 yılında bütün dünya Türklüğünden insanlar davet ederek bir şölen düzenledik. 600’e yakın insan geldi. I. Dünya Türk Kültür ve Sanat şöleni yaptık. Yani herşey kültürel planda başlamıştı. Bu değişim, dolayısı ile ticari safhaya geçti. Şimdi ticari safha çok daha ileride. Işadamlarımız, tüccarlarımız,
Diyanet müteşebbislerimiz devamlı dolaşıyorlar Türk Dünyasını.
Bu anlamda güzel gelişmeler var. Devletimiz bu yeni gelişmeye göre kendisini teçhiz ediyor. Dışişleri Bakanlığında iki Genel Müdürlük kuruldu. Bir Başkanlık kuruldu. Diğer Bakanlıklarda benzeri birimleşmeler var. Biz de bütün bunların koordinasyonunu sağlamakla görevliyiz. Yani Türk Cumhuriyetleri ve Türk Toplulukları, yurt dışındaki yurttaşlarımız ile Türkiye Cumhuriyetinin ilişkilerini ve bu konuda kamu kurum ve kuruluşları arasındaki koordinasyonu sağlamakla yükümlüyüz. Yani ilişkiler belli bir planda gelişerek devam ediyor.
Peki, sıkıntılar da oluyor mu bu ilişkiler devam ettirilirken?
Tabii ki bazı güçlüklerimiz var. Standartlarda bazı farklılıklar var. Bir örnek verecek olursak; Türkiye’deki ray açıklığı ile Sovyetlerdeki ray açıklığının farklı oluşundan meydana gelen problemleri düşünün. Bunun gibi çoğu sahalarda farklılıklar var. Bu farklılıklar hemen her sahada var. Bu tabîki bir müddet sonra aşılacaktır. 70 yıl boyunca dinin yasak olduğu, ticaretin yasak olduğu bir dönem yaşanmış. İnsanlarda din bir kimlik unsuru olarak devam emiş, dinin özü ve bilgileri unutulmuş. Bu bir vakıa. Bunun gibi ticari hayatta da piyasa ekonomisi kurallarının bilinmeyişi, zihin muhtevalarının komünist sisteme göre oluşması, komünizmin iflası ve komünizmin yanlışlığı... bunları herkes kabul etmekle birlikte bunun 70 yıllık uygulamasının zihinlerdeki birikiminden insanlar henüz kurtulmuş değil. Bu güçlükler zaman içerisinde aşılacak, ilişkilerimiz çok daha yoğun ve iyi noktalara ulaşacaktır.
Demek oluyor ki önce kültürel ilişkiler başladı. Kültür deyince Kültür Bakanlığı akla geliyor. Diğer taraftan Diyanet işleri Başkanlığının da bu konuda sorumlulukları, görevleri olmalı. Bu görevler hususunda neler söylersiniz?
Kültür Bakanlığı’nın teşkilat yapısından gelen bir durumu vardır. Bir de Bakanlık adından gelen durumu vardır. Adı Kültür bakanlığı olmakla birlikte, kültürün çok dar bir bölümünü kapsayan bir Bakanlıktır. Müzeler, kütüphaneler, tiyatro, opera vs. gibi bir bölümünü kapsayan bir Bakanlık. Dolayısıyla Kültür bakanlığı dışında, kültürün çok daha geniş bir sahası vardır. Kültür Bakanlığı görevini yapıyor. Milli Eğitim Bakanlığı da gittikçe işin içine giriyor.
Unutulmaması gereken bir şey var. O da kültürün temelinin din olduğudur. Bu sadece bizim toplumumuz için değil, bütün toplumlar için geçerlidir. Dolayısıyla bizim kültürümüzün temeli de İslâm’dır. Bunu gerek Bakanlık öncesi ve gerekse Bakanlık dönemimde açıkça ifade ettim, itiraz edenler oldu. Ama bunun itiraz edilecek bir tarafı yoktur. Çünkü bu bir sosyolojik gerçektir.
Durum böyleyken Diyanet İşleri Başkanlığı’nın kapsamına giren görev her şeyden önemli. Doğrusunu söylemek gerekirse, Dinin dışındaki diğer kültür unsurlarında Türkiye’nin bu Cumhuriyetlere verebileceği çok şey yoktur.
Tiyatro, opera, kütüphaneler diyorsak, bu Cumhuriyetler bu konularda bizim çok ilerimizdeler. Sanat planında bizden çok daha fazla gelişmişlerdir. Batılılaşma heyecanı, bizim bir anlamda sanat ve kültür hayatımızın gelişmesini önlemiştir. Çünkü batılılaşma deyince sanat ve kültürde batının taklidi, batıda üretilen eserlerin Türkiye’de icrası ile Türkiye’nin modernleşeceği, çağdaşlaşacağı zannedilmiştir. Çağdaşlaşma ile Batılılaşma kavramlarını ayırmak gerekir. Bizin için gerekli olan batılılaşma değil, çağdaşlaşmadır. Çağdaşlaşırken de kendi köklerimizden yararlanarak çağdaşlaşmadır. Ama Türkiye’de yanlış yapılmıştır. Kültürün ve sanatın bir çok dalında uzun yıllar boyunca bu yanlışlık devam etmiştir. Buna mukabil bu 6 Türk Cumhuriyetinde köklere dayalı bir gelişme medana gelmiştir. Yani Fuzûli Türkiye’de olduğundan çok daha fazla Azerbaycan’da bilinir. Bugün Fuzûli Azerbaycan’da yaşıyor ve yaşanıyor. Nevâî Özbekistan’da daha iyi bilinir. Ahmet Yesevî Hazretleri Türkiye’de bilindi-ğinden çok daha fazla bu Cumhuriyetlerde bilinir, sevilir ve tutulur. Dolayısıyla kültür planında Türkiye’nin vereceği çok şey yoktur onlara. Belki alacağı çok şey vardır. Ama din görevi, din bilgileri, din uygulamaları buralarda en az düzeye inmiştir. Dolayısıyla Türkiye’nin ve Diyanet işleri Başkanlığımızın bu konuda görevi ve sorumluluğu çok büyüktür. Peki. ne yapılacaktır?
Türkiye’deki sağlıklı ve sağlam, köklerinde Ahmet Yesevî, Mevlâna, Yunus olan din anlayışının, Diyanet din kavrayışının, din bilgilerinin hızla bu 6 Cumhuriyete ulaştırılması gerekir. Onların da bu konuda talepleri vardır. Büyük çoğunluk itibariyle dinî inançlarını muhafaza eden bu 6 Cumhuriyetin halkı dinî bilgi konusunda maalesef çok yetersiz durumdadırlar. Türkiye bu bilgi eksikliğini hızla kapatmalıdır. Millet olarak da, Türk Milletine mensup olduklarından onların da dini kavrayış ve anlayış biçimi elbetteki bizimle aynı olacaktır. Doğru olanı da Türkiye’nin din bilgilerini oraya ulaştırmasıdır.
Bir de sözlük çalışması vardı. Ondan bahseder misiniz?
Biz Türk Cumhuriyetlerinden birer kişi getir-Diyanet dik buraya. Onların çalışmaları sonucunda ortaya Nisan 1992 Ç,k,L 7°0° kelime var. Türkiye, Azerbaycan, Tatar, Başkurt, Kazak, Kırgız, Türkmen Türkçeleri ile bir de Rusça var. 7000 kelime az bir rakam değildir. 8 ay içerisinde ortaya çıkmış bir çalışmadır. Şu anda da dünyada bir örneği yoktur.
Efendim. Son günlerde Türk Dünyasını çok üzen bir meseleye gelmek istiyorum. Biliyorsunuz Karabağ olayı son zamanlarda sadece Ermenistan, Azerbaycan, Türkiye’de değil, dünya çapında bir mesele olma istidadı gösteriyor. Türkiye bir taraftan birleştirici, uzlaştırıcı rol oynamaya çalışıyor. Fakat yangın sönmüş değil. Nedir bu Karabağ meselesi?
Önce şunu belirtmek gerekir. Ermenistan bizim komşumuz. Biz bütün komşularımızla olduğu gibi, Ermenistanla da dostane ilişkiler geliştirmek istiyoruz. Ermenistanın da bu dostluğa ihtiyacı var. Fakat bu iyi niyetimizin önünde iki engel var. Bu engellerin ikisi de Ermenistandan kaynaklanıyor. Birisi, tarihi çarpıtarak ortaya konulan soykırım iddialarıdır... Soykırım diye bir şey yoktur. Yani Türk Milletinin tek taraflı olarak Ermeni Milleti üzerinde uyguladığı bir soykırım sözkonusu değildir. Bu iddialarla dünya kamuoyunu aleyhimize kışkırtıyorlar. İkincisi de Karabağ meselesidir. Karabağ, Azerbaycan’a dahil bir muhtar bölgedir. Burada Ermeniler de yaşamaktadır. Burada yaşayan 100 bin civarında Ermeniye mukabil, Ermenistan toprağında bundan 3 sene öncesine kadar 250 bin Türk yaşıyordu. Ermenistan’ın yıldırma politikaları ve birtakım öldürme işlemleri sonucunda 3 sene içinde bu insanlar Ermenistan topraklarından kaçtı ve Azerbaycan’a sığındı. Azerbaycan’ın problemlerinden birisi budur. Zaten nüfusu 7 milyon. Bir ülkenin içinde başka milletten insanlar var diye yaşadıkları yer o ülkenin olacaksa dünya haritasını tamamen değiştirmek gerekir. Nitekim AGlK’te sınırların dokunulmazlığı esası getirilmiştir Dolayısı ile Ermenistan’ın Karabağ üzerindeki iddiaları, genel kurallara aykırıdır, yanlıştır. Karabağ’ın Ermenistan’la sınırı da yoktur. Azerbaycan toprağı içerisindedir.
Karabağ ile Ermenistan arasında bir bölge vardır. Laçin bölgesi. Tabîki yapılmak istenen Karabağ’ı almak, Ermenistan’a dahil etmek. Aradaki bölgeyi de almak. Karabağ’da bulunan çeteler Ermenistan tarafından destekleniyor. Bu da zaten gizlenmiyor. Dünya televizyonlarında da gösteriliyor. Türkiye için mesele açık ve seçiktir. Ermenistan ile ilişkilerimizin düzelmesi gerekir. Ama uydurma jenosit iddilarından vazgeçilmelidir. Karabağ’ın Azerbaycan toprağı olduğu gerçeği kabul edilmelidir. Bundan sonra Karabağ’da yaşayan Ermenilerin problemlerinin halledilmesi lâ-zım.
Son olarak Diyanet Dergisi aracılığı ile okuyucularımıza iletmek istediğiniz bir mesajınız olacak mıdır?
Önce şunu kabul etmek lâzım. Bizim için millet gerçeği açısından bakınca Ankara’da, Erzu-rum’da, Antalya’da yaşayan insanla, Bakü’de, Karabağ’da, Nahcıvan’da, Aşkabat’ta, Taşkent, Semerkant, Buhara’da vs. yaşayan aynı insandır, bizim milletimizin insanıdır. Önce konuya böyle bakmak lâzım. Çünkü gerçek budur, ikincisi ben hayır yapmayı düşünenlere seslenmek istiyorum. Bana öyle geliyor ki bugün en makbul hayır, bu yörelere yapılacak olan hayırdır. Türkiye’de cami yapmayı düşünen hayırseverlere seslenmek istiyorum. Türkiye’de çok cami var. ihtiyaç halinde cami yapmaya devam edelim, ama orada hiç cami yok. 70 yıl boyunca eski camilerin kimisi yı-kılmış, kimisi başka amaçlar için kullanılmış. Dolayısıyla orada cami yapmaya yönelmek lâzım. Bu çok büyük bir ihtiyaçtır.