Makale

AŞIK VEYSEL-FIRAT VE DİCLE

Rıza Akdemir

AŞIK VEYSEL

1894 te Sivas’ta, Şarkışla ilçesinin Sivrialan Köyünde doğan Âşık Veysel Şatıroğlu bizde halk şairi geleneğini devam ettiren gönül dünyası zengin, ilhamı bol bir şairimizdi. Yedi yaşında iken bir çiçek salgınında gözleri kör olduktan sonra, babasının avunsun, gönlünü eğlendirsin, derdini unutsun diye eline verdiği sazı bir can yoldaşı gibi, bağrına basmış, telini düzmüş ve engin ilham dünyasının duygularını dile getirmiştir.
Âşık Veysel yurdumuzu adım adım gezmiş, dağına taşına şiirler yazmış, bağrından güller bitiren toprağı, ufuklarında nazlı nazlı dalgalanan bayrağı, fani dünyanın ibretli halini, Türk ve Müslüman olmanın gururunu coşkun bir duygu seli içinde ebebiyatımıza hediye etmiştir. Bir takım hain eller ve uğursuz ağızlar Türk Milletinin fertleri arasına fesat ve nifak tohumları ekerken o, birliğin, beraberliğin, kardeşliğin türküsünü söylemiştir.
Birleşiriz bir bayrağın altında
Biz Türkleriz ikilik yok aslında
Yanar tutuşuruz vatan aşkında
Hepimiz bu yurdun evlatlarıyız.
Âşık Veysel, Türklüğü İslam’la taçlandıran, güzelleştiren, yücelten ve bu bakımdan, başını daima dik tutan bir gönül erimizdir;
Aslım Türk’tür elhamdülillah
Müslüman Şükür amentüye etmişiz iman
Kalbime yaraşmaz şirk ile güman
Kalbimiz nur ile dolu sayılır.
Bizim toprağımızın, bizim aydınlık kültürümüzün şairi olan Âşık Veysel, Türk olmakla övünür, tarihimizin güzelliklerini, zenginliklerini sevgiyle yaşatır.
Türk Milleti asla korkmaz düşmandan
korkarız Allah’tan bir de vicdandan
Geçmeyiz namustan, geçeriz candan
Kalan gazi, ölen mert olur gider.
Bu sayımızda Âşık Veysel’in "Türk’üz Türkü Çağırırız" isimli şiirini yayınlıyor, hatırası önünde saygı ile eğiliyoruz.


FIRAT VE DİCLE

Fırat’ın en eski ismi "Bural" idi, "sel" manasına gelirmiş: Buna Asuriler "Buratto" derlerdi, nitekim "Dicle" nin ismi de, süratinden kinaye, ok demek olan "Diğle", idi; sonradan bu kelime frenk-lerce "Tiğris" e, yani "kaplan"a çevrildi. Arapça Fırat tatlı, "Dicle" sekici manasını ifade eder. Türkler "Fırat" ı (Murad, Murat) yapmışlardır.
Fırat, hakikaten bitmez tükenmez, ardı arası kesilmez, rengi durulaşıp çamuru eksilmez korkunç bir seldir. İnsana kaynaktan çıktığı hissini vermiyor; onda bir boşanıp taşmış ve önüne gelen kiri, pası toparlayıp delicesine, rastgele mesafeler aşmış gibi bir hal var... Akışını seyrederken öyle sanıyorum ki, bu menbasız su, gitgide, bir sel gibi; bütün azametine rağmen tükenip kuruyacak!
Bu sel Anadolu yaylalarının karlı damlarından, granitten yapılmış o dev saraylarının göçmez ve çürümez saçaklarından geliyor. Evvelâ, genç bir yürekle çağlayanlara, boğazlara çarpı la çırpı la. dövüle çalkana bir müddet koştuktan sonra, isteksiz bir eda ile çöllerin kızgın bağrına dökülüyor; ve birdenbire hiddeti, hırsı düşüyor, binlerce kilometre, yayvan ve yatgın, neşesiz ve heyecansız sürüklenerek nihayet "Dicle" ile -ayni dağlardan çıktığı halde, başka yoldan gelen bu hemşerisiyle- elele verip inci ve sedef körfezinde, buğuları tüten ummanlara karışıyor. Çam ülkesinden hurma diyarına! Kar iklimlinden ter beldesine!
Dicle ile Fıratın birbirlerine yakın yerlerden geçerek, neden sonra birleşmeleri ve kucak kucağa Basra körfezine atılmaları muhayyilemde bana bir aşk efsanesi yarattı. Size bu hoş masalı anlatayım:
Vaktile "Ararat" isminde heybetli bir peri padişahı varmış... Başına giydiği beyaz kavuğun tepesi göklere erişir, sırtına aldığı yeşil cübbenin etekleri denizlere yetişirmiş. Bunun bir kızı doğmuş; lepiska saçlarının çokluğuna işaret olarak "Altın seli’" manasına "Fırat" tesmiye etmişler. Fırat, bittabi, bir peri kızı gibi güzel, sevimli ve alımlı imiş... Buluttan beşiklerde sal-lanmış, yosun şiltelerde büyümüş, çayırlar üstünde gelişmiş; çam gölgelerinde gezer, lâle, sümbül derermiş; yediği çilek ve çiğdem, ninnisi kaval ve bülbül, arkadaşı turna ve keklik imiş. Nihayet gelinlik çağına girmiş. Onu Kaf dağı padişahının oğluna vermek istemişler... Bu taş yürekli, kaya yüzlü adamı taze, nazlı Fıratın gönlü çekmemiş ve gözü tutmamış. Zaten ona turna demiştir ki: Şu sırtın ardında ayın on dördü gibi parlak bir er yaşıyor; nişancı ve atıcıdır, bundan dolayı adına "Dicle" yani ok diyorlar. Kaplan gibi çevik, kor gözlü ve yay belli olduğu için bu şehzadenin öbür ismi de "Kaplan’dır. Bir pınar gibi coşkun, bir şimşek kadar keskin, dağdan dağa seker, yamaçtan yamaca atlar.
Fırat sultan bu kemankeş şehzadeye kulaktan âşık olmuş, yanık yanık öten bülbülü dinliyerek turna ile mahzun mahzun dertleşir ve keklikle yanyana, yaslı yaslı dolaşırmış. "Dicle" ye de bulutlar haber götürmüşler, onun aklı da kızda... Fakat zalim "Ararat" sihirli mantosunun bir eteğini aralarına germiş ve bu etek aşılmaz bir duvar kesilmiş. "Kaplan" coşuyor, kayadan kayaya kendisini çarpıyor, sevgilisine kavuşmak için yol, iz arıyor; dövünüyor. "Fırat" ise sel gibi göz yaşı döküyor, ah ve efgan gökleri tutuyor, iniltisi dağları titretiyor.
Bu hale dayanamıyarak merhamete gelen sihirbazlar başı, rüzgar şekline girerek usulcacık kulaklarına bir tılsımlı emir fısıldıyor: Birleşmeniz için ayrılmanız ve uzaklaşmanız lazımdır; birbirinize arkanızı çevirip yürüyünüz ve bir gün yüz yüze gelir; kol kola girer ve kucak kucağa buluşursunuz! O zaman "Fırat", başını alıp, bir gece gurbet yolunu tutuyor ve "Dicle" de başka bir yoldan ileriye atılıyor, mütemadiyen birbirlerinden ayrılarak, uzaklaşarak, aylarca, bin bela, bin zahmet, yabancı diyarlarda, kâh yorgun, kâh coşkun, buluşmak ümidiyle koşuyorlar, koşuyorlar. "Fırat" sultan ezgin ve macalsiz, sürüklene sürüklene kum deryalarını aşmağa çalışıyor. Şehzade "Dicle" bir erkek kaplan şiddetiyle çölleri yararak ok gibi mesafeler aşıyor, kabarıyor, taşıyor. Nihayet tılsım yerine geliyor, bir gün, bu iki ezeli aşık buluşuyorlar, sedler yıkan çılgın bir sevinçle birbirlerinin ağuşuna atılıyorlar ve mehtaplı çöl gecelerinin durgun kucağında birleşiyorlar.
Daha sonra hayatın hiçliğini ve aşkın faniliğini anlıyarak elele, dudak dudağa, sarmaş dolaş, yek vücut, ebediyetin koynuna girmek için kendilerini denize atıyorlar.
Ve bu yanık aşk macerasına hürmeten geçtikleri izlerden iki taşkın nehir hasıl oluyor, bu nehirler etrafa feyiz ve berekek saçıyor ve insanların ilk medeniyeti bunların kenarına kuruluyor.
Denize atıldıkları körfez ise, aşıkların döktükleri gözyaşlarını tanziren, dünyanın en seçme incilerini yetiştiren bir ülke oluyor. Ve hain "Ararat" ise, cezasını buluyor, kış, yaz karları erimez bir dağ kesiliyor.
İşte, bence, "Leyla ile Mecnun", "Kerem ile Aslı", "Ferhat ile Şirin" gibi bir aşk hikayesi de budur: "Dicle ile Fırat"...