Makale

KUR’ÂN-I KERİM İN ÖNGÖRDÜĞÜ ADÂLET ESASLARI

KUR’ÂN-I KERİM İN ÖNGÖRDÜĞÜ ADÂLET ESASLARI

Prof. Dr. İsmail CERRAHOĞLU*

Günümüzde karmaşık bir durum arzeden yaşam kavgamızda herkese göre bir adâlet anlayışının telâkki edilir olduğunu müşahede etmekteyiz. Biraz sonra tarifini sunmaya çalışacağımız "adâlet" kelimesi, insan için değişmez bir ölçü ise, herkese göre bir farklılık arz etmemesi gerekir. Öyle ise adâletin gerçek mahiyeti nedir? Biz, bu makalemizde, insanların bütün iş ve faaliyetleriyle ilgili geniş, evrensel bir kavram olan "adâlet" in İslâm’a, daha doğrusu İslâm’ın ana kaynağı olan Kur’ân’a göre durumu üzerinde kudretimiz nisbetinde bir nebze durmaya çalışacağız.

1. Adâlet Kelimesinin Anlamı:

"Adâlet" kelimesi, kökü Arapça olan "a.d.l." den gelmektedir. Denk olmak, biribiri- ne eşit olmak, doğru olmak, terâzinin kefelerini eşit hale getirmek, âdil olmak, insaf etmek, işte doğru olmak, eşit muamele etmek, adâletle hükmetmek, tarafsızlık, eşitlik, hakkı yerine getirmek, haksızlıktan kaçınmak, ölçülü hareket etmek, istikâmet, ifrât ile tefrit arasında olmak, hakkı ve musavâtı gözetmek, işleri yerinde ve zamanında yapmak gibi maddî ve manevî manaları kapsamına almaktadır.

"Adâlet" kelimesinin zıddı ise, zulüm, cevr ve insafsızlıktır. Adâlet kelimesine genel olarak; "insanlar arasında bir tarafa meyletmeden davranmak, herkesin hakkım tanımak, herkese lâyık olduğu ve hakettiğini vermektir" diyebiliriz. Kısacası "Karşılıklı zıt yararlar arasında hakka uygun olan eşitlik, denge ve ölçüdür" demek mümkündür. Adâlet kelimesinin bu çeşitli anlamlan arasında ince bir alakanın varlığı hemen sezilebilmektedir. Şer’i ve hukukî manada, bu kelime "dinen mahzurlu olan işlerden kaçınmakla, doğru yola yönelmek, hakkı iltizam, hakkaniyet, adâleti temin edip yerine getirme ve neşretme, büyük günahlardan kaçınma ve küçükleri üzerinde ısrar etmeme" gibi anlamlarda da kullanılmaktadır. Kur’ân’da adâlet kelimesi manasına kullanılan "hakk", "kist" ve "keyl" kelimelerinin varlığını unutmamak gerekir.

2. Adâlet Bir Toplumun Medeniyet Ölçüsüdür:

Bir milletin, bir toplumun medenî olup olmadığını gösteren sâbit bir ölçü veya kıstas mevcud değildir. Bu hususta ileri sürülen çeşitli görüşlerin ölçü olup olmayacağı münakaşa edilebilir. Kanaatimizce, bir milletin medenî seviyyesini, o milletin fertlerinin adâlete, hak ve hukuka verdikleri değer ile ölçmek yerinde olur. Toplumun fertleri, adâlete en tabii hakkın bir tecellisi gözü ile bakarak ve bu da huzur içinde tam bir itminanla tecelli ediyorsa, adâleti dağıtanlar da adâleti tevzi için adâlet müessesesinde oturduklarını idrak edebiliyorlarsa, o topluluğun medenî olduğu kabul edilebilir. Zira adâlet bulunmayan yerde, huzursuzluk, zulüm, istibdat ve anarşi doğar. Böyle bir durum, içinde bulunduğu toplumu geriliğe, uçuruma götürür, Âdil olmayan ve adâlete kıymet vermeyen toplumlar pâyidâr olamaz. Bu bakımdan adâlet, dünyada en ulvî fazilettir. Yüce Yaratanımız tarafından, yaratılanlara verilmiş mukaddes bir lütûfdur. Bu bakımdan adâlet kavramı, belirli bir dine, cinse, ırka, soya verilmiş değil, insan olan herkese Rabbimizin sunduğu bir ikramdır, nimettir.

İnsanlık tarihi, insanlığın huzûr ve sükûna, adâlete ve susadığı, insanların menfaat ve hevâları uğruna, insanlığa yaptıkları nice zulüm ve işkenceye şâhit olmuştur. Bugün de hâla şâhid olmaktayız. İnsan topluluklarında görülen nizâm ve asâyiş, her zaman normal ve tam tekmil olarak devam etmemiş, zayıf kuvvetlinin esiri olmuş, hak kuvvetlinin elinde kalmıştır. Bunun neticesinde ahlâk sükût, hukuk tefessüh etmiş, Allah unutulmuş, onun işine karışılarak şirk ve dalâlet yoluna sapılmıştır. Huzûrlu ve istikrarlı bir toplum için adâletin tahakkuku şarttır, adâletin gerçekleşmesi için âdil bir ölçünün olması gerekir. Ahlâkın sükût edip, adâletin bozulduğu zamanlarda, insanları doğru yola sevk edici elçiler, Allah tarafından gönderilmiştir. Yüce Allah, insanlar arasındaki şirk, zulüm, kin gibi kötülükleri atıp, aralarında Allah’ın hükmü ve kanunlarını adâlet ile yerine getirmeye peygamberler vazifelendirmiştir. Ancak, bilindiği gibi, insan menfeatına düşkün bir varlıktır. Durum böyle olunca, insan, menfeatına uygun olduğu sürece ölçülere uyacak ve onları uygulayacak, zararına da olunca uygulamayacak ve uymayacaktır. Ya da kanunları kendi doğrultusunda kullanacaktır. O halde, adâletin uygulanıp gerçekleştirilmesinde, korunup gözetilmesinde en önemli unsur insan olacaktır.

3. Adalet ve İnsan:

İslâm dini, sadece Müslümanların dini değil, bütün insanlığın evrensel bir hayat nizamı olarak gelmiştir. İslâm, insanın madde ve ruh ile bir bütün olduğu gerçeğinden hareketle, onu her yönü ile-biyolojik, sosyolojik ve psikolojik- dikkate alan ve hiç bir yönünü ihmal etmiyen, bir hayat nizamıdır. Getirdiği esaslarla, insanı, menfeatlar dünyasının kargaşasından kurtarıp, İlâhî irâdenin istediği doğrultuda, yaratılış gayesine uygun olarak, hayatını devam ettirmesini gaye edinir. İslâm getirdiği esaslar doğrultusunda ebedî bir hayatı müjdelerken, pirensibleri dışındaki bir hayatı yasaklar. Koyduğu pirensiblerin insan gerçeğine dayanmasına dikkat eder. İslama göre, insan yeryüzünde halife olarak yaratılmıştır. Buna göre insan önce kendi hayatını ve bütün işlerini Allah’ın emirleri doğrultusunda tanzim ve tertib edecektir. Bu durumda insan hayatı ve onlardan meydana gelen toplum, bir ölçüler ve değerler düzeni olacak, herşeyin bağlanacağı bir ölçü bulunacaktır. Bu ölçüler ve değerler, insanların heva ve heveslerine, duygu ve menfeatlarına dayanmıyan beşeri zayıflıktan uzak, eksikliği, noksanı ve hatası olmayan İlâhî ölçülerdir. Bu İlâhî emir ve yasakların yeryüzünde yerleşmesi insan unsuruna dayanacaktır. Halife olabilme vasfına hâiz insanlar, bu İlâhî nizama kendi iradeleriyle boyun eğebilecek, sorumluluğu üstlenebilecek güce sahip müminler olacaktır (Bkz. Al-i İmrân, 110; En’am, 165).

İslâm, insanı dünya hayatı içerisinde yaşayan, çeşitli sorunlarla karşılaşan, hatalar yapan, günah işleyen, ihtiyaçları olan, suç işleyen, ceza gören, idâre eden ve edilen, iş yapan ve yaptıran, kazanan ve kazandıran, düşünen bir varlık olarak görür ve onu bütün bu durumları ile bir bütün olarak ele alır. İslâm insanı, tam ve eksik yönleri ile ele alınca, ortaya koyduğu toplumsal kurumlarıyla, ekonomisi, hukuku ve önerdiği sosyal hayat anlayışı ile, onun, dünya hayatını koordine edecektir. Böylece İslâm, bütün beşeri sistem ve ideolojilerden farklı bir tarzda insan üzerine eğilmekte, onu madde ve mana ile birlikte ele almakta, ona, aslı ile ilgili hakikatları, yüce kitabında şu şekilde gözler önüne sermektedir. Bütün insanlar tek bir iradenin mahsulüdür, insanlık tek bir nefısden yaratılmıştır. Toplum hayatının temelini bu ilk nefis ve ondan yaratılan eşinden oluşlan âile teşkil eder. Bu âileden de renkleri, dilleri, istidât ve kâbiliyetleri değişik insanlar yaratılmıştır.

Yüce irade ile insanın dünyaya getirilişi Bakara sûresinin 30. âyetinde açıkça belirtildikten sonra, insanın bu dünyaya gelmesi kendi iradesine bağlı olmadığı gibi, bu dünyada kalması veya ölümü de kendi iradesine bağlı değildir (Âl-i Imrân 145). Yine yaratanın iradesi, onlara var olmayı ve hiç bir şey hissettirmeden getirildikleri şu âlemde mücadele etme ve hayatlarını devam ettirme güç ve kudretini bahşetmiştir. İnsanın yapısı ile tabiat olayları arasında mükemmel bir ahenk vardır. Yüce Yaratan, insanı, anlamaya, düşünmeye ve bilgi kazanmaya yetenekli bir beyinle donatmıştır. İnsanın zihin gücü ile, tabiatı idâre eden İlâhi kanunlar, insanın tabiat gerçeklerini anlayabilecek ve yeryüzündeki görevini yerine getirebilecek şekilde dengelenmiştir.

Nisâ sûresinin ilk âyeti, insanlığın aynı asıldan, aynı kaynaktan türediğini ve aynı irâdenin mahsûlü olduğunu, bu yönden bütün insanların eşit olduğu hakikatini ortaya koymaktadır. Bütün insanlık bir asıldan türemiş, tek bir iradenin mahsûlü, tek bir zincirin halkalarıdır. Kadın-erkek, siyah-beyaz, uzun-kısa, zayıf-şişman bütün insanların tek bir asıldan türediği noktasından hareket eden İslâm, bütün insanların unuttuğu unutmakla da pekçok değerlerini kaybettiği, bir hakikattir. Bu sebebten insanlık tarihi, dün olduğu gibi bu günde, ırk, neseb, renk, din çatışmaları yüzünden oluk oluk masum ve mazlûm insanların kanlarının akıtıldığı nice hunharca katliamlara şâhit olmaktadır. "Ey insanlar, doğrusu biz sizleri bir erkekle bir dişiden yarattık. Birbirinizi kolayca tanıyasınız diye sizi, milletler, kabileler haline koyduk" (Hucurat 13). Keza "Allah’ın yerleri ve gökleri yaratması, dillerinizin ve renklerinizin değişik olması O’nun âyetlerindendir. Doğrusu, bunlarda bilenler için ibretler vardır" (Rum 22), ifâdeleriyle Yüce Rabbımız, beşeriyetin aslı ile ilgili hakikatları bildirmekte, aslı bir olan insanlıktaki bu farklılıklar, kâinatı, ilmi ve iradesi ile yöneten, dilediği hususlarda bir sınır tanımıyan, dilediğini yaratan Allah’ın eseridir. Böyle murad edilmesinde bir hikmet, insanların farklı olmasında bir gaye vardır.

4. Adalet Evrenseldir:

Mukddes Kitabımız Kur’ân-ı Kerim, insanın aslı ile ilgili hakikatları ortaya koyduktan sonra, bütün insanları eşit kılan, birinin aleyhine diğerine ayrıcalık tanımadığı evrensel prensiblerini ortaya koymaktadır. Bu ilkelerden bazıları, tevhid, âhiret inancı, bütün âlemler için gönderilen bir peygamber, doğruluk, haya va âdelettir. Bunlar belirli bir inanca sahip olan insanlara mahsus olan görüşler değildir. İnsan vasfına hâiz olan herkese ait olan ve insandan ayrılmaz bir parça gibi kabul edilen hususlardır.

Kur’ân-ı Kerim’in sunmaya çalışltığı adâlet, bütün beşeri faaliyetleri kuşatan beşerî tasavvurun üstünde mutlak olan ilâhi adâlettir. Bu adâlet evrenseldir; belli bir ırka, soya, kavme muhhasır olmayan, mekân sınırlarını aşan, bütün insanlara yöneliktir. İnancından dolayı hiç kimsenin istisna edilmediği mutlak adâlettir. "Allah din uğrunda sizinle savaşmayan, sizi yurdunuzdan çıkarmayan kimselere iyilik yapmanızı ve onlara karşı âdil davranmanızı yasak kılmaz; doğrusu Allah âdil olanları sever" (Mümtahine 8). Bu bakımdan, İslâm’ı insanlara zorla kabul ettirmek diye bir şey yoktur. Ancak, İslâm’ın insanlara tebliğine mâni olan engeller kaldırılır. Zira, kişinin anlayışı, aklı ve idrâki ile ilgili engeller varsa bunlar telkin ve tebyin yolu ile giderilir. Eğer İslâm’ın tebliğinin ulaşmasına mâni olan otoriter bir güç varsa, o da cihâd’la kaldırılır ve tebliğin o insanlara ulaşması sağlanır.

Kur’ân’ın savunduğu adâlet, beşerî zaaflardan, menfaat, imtiyaz ve ayrıcalıktan uzak, uygulanması ve korunup gözetilmesi arzu ve menfaatlere bağlı olmayan bir adâlettir. Öfke, kin ve sevgi gibi duyguların burada yeri yoktur. Böyle bir adâlet fikrine inanan müslümanlar, bir ferd veya bir topluluğa düşman da olsalar, kin ve nefret de duysalar, bu duyguları onları adâletsizliğe sevketmeyecektir. "Ey inananlar, Allah için adâleti ayakta tutup gözeten şâhidler olun. Bir topluluğa olan öfkeniz, sizi adâletsizliğe sürüklemesin; âdil olun; bu, Allah’a karşı gelmekten sakınmaya daha yakındır. Allah’tan sakının, doğrusu Allah işlediklerinizden haberdardır" (Mâide 8). "Ey inananlar, kendiniz, ana- babanız ve yakınlarınız aleyhine de olsa, Allah için şâhid olarak adâleti gözetin. İster zengin ister fakir olsun, Allah onlara daha yakındır. Adâletinizde heveslere uymayın, eğer eğriltirseniz veya yüzçevirirseniz bilin ki, Allah işlediklerinizden şüphesiz haberdardır" (Nisa 135). Kur’ân’ın öngördüğü bu adâlet anlayışı, Allah için icra edilen, mutlak bir ölçüdür. Yüce Yaratmımız bu ilkelerle, inanan insanın güç ve gayretlerinde, bütün insanlığın haklarını garanti altına alıp,kişinin hürriyeti, istek ve arzularına gereken sınırları koyarak, toplumun ve insanlığın yüce hedefleri ile çatışmıyacak bir adâletin gerçekleşmesini istemektedir. Bir işe menfeat ve iltimas karıştığı zaman, haksızlık ve zulüm bunu takip eder. İnsanın hırs ve arzularının azgınlaşması, toplumun aleyhine adâletle çelişen bir durum olduğu gibi, toplumun, kişinin fıtrat ve kâbiliyetlerinin aleyhine azması da sosyal bir bozulmadır. Şahsi çıkarlar ve insanlar arasındaki ayrıcalık, adâletle çelişen bir durumdur. Kur’ân’ın öngördüğü adâlet, öylesine hassas bir ölçü ki, insanın kendine ve yakınlarına menfeatını, duygu ve hislerini devre dışı bırakır.

5. Adâleti Gerçekleştiren Unsurlar:

O halde adaletin gerçekleşmesinde iki unsur ortaya çıkmaktadır. Bu iki unsur, insan ve kanunlardır. Bu insanlar ve mevcûd kanunlarla, Kur’ân’ın öngördüğü adâlet sağlanabilir mi? Adâleti sağlayacak olan insan olacağına göre, insana fert olarak önem verilmesi gerekmektedir. İnsanın madde ve manâdan ibaret bir varlık olduğunu ve onun toplumsal bir hayat yaşamasının lüzumunu söylemiştik. O, toplum hayatı içinde birtakım sorunlarla karşılaşır, toplumun diğer fertleri ile çeşitli ilişkiler içerisine girer, çalışır., kazanır, hatalar yapar, korkar, sevinir. Onun bu fiilleri bir anlam taşır. O sosyal bir hayat yaşamaya biyolojik ve sosyo-psikolojik ihtiyaçlarından dolayı muhtaçtır. Kendi menfeatına düşkün, hevâ ve heveslerine mütemâyildir. Şüphesiz insanın yapısından kaynaklanan bir takım nitelikleri vardır. Bunlardan kötü dediğimiz kibir, gurur, kıskançlık, egoistlik gibi olanlar bir kayda bağlanmaz, belli bir gayeye yöneltilmez, serbest bırakılırsa, insanın kendi yaratılış gayesine ve toplumun aleyhine azgınlaşır, zülüm halini alır. Bu, insanın menfeatına düşkün ve kötülüğe meyyâl olan yönüdür. İnsanlar, hakikati bilmezler, görmezler, herkes kendi men- faatına geleni işler ve kendi adâlet anlayışına göre hareket ederse, böyle bir insan adâleti nasıl yerine getirebilir? Toplumda adâleti gerçekleştirecek ve adâletle hükmedecek olan hâkim ve yöneticiler ise, ancak zâhire göre davranabileceklerdir. Bu durumda, mutlak adâlet,

bu dünyada özlenen aranan, ama ulaşılamıyan bir ideal olarak mı kalacaktır? Buradan anlıyoruz ki adâletin gerçekleştirilmesi insan unsuruna dayanmaktadır. Problem insandan çıkmakta ve yine onunla çözümlenmektedir. Öyleyse, insana maddi ve manevi sorumluluk yükleyen irâdesiyle boyun eğeceği bir yasa, bir ölçü olmalıdır. Böyle bir yasa, kulunu her yönü ile ihata eden Allah tarafından konulan, insanların vicdanlarının derinliklerinde hissedebileceği âhiret korkusu ve yaptıkları herşeyin hesabını verme korkusu, onların tâbi olabilecekleri bir yasa, bir ölçü olabilir ki, o da şüphesiz Kur’ân’dır. Nitekim bu husus Nisâ sûresinin 105. âyetinde "Ey Muhammedi! doğrusu insanlar arasında Allah’ın sana gösterdiği gibi hükmedesin diye Kitabı sana hak olarak indirdik; hakkı gözet, hâinlerden taraf olma” hükmü ile insanlık için gereken yasa ve ölçü Kur’ân ile tesis edilmiştir.

Buradan anlaşılıyor ki, adâletin gerçekleştirilmesinde müessir olan insanın vicdanen eğitilmesi en önemli rolü oynayacaktır. Bu bakımdan İslâm, insanların oluşturduğu özel hallerden tutun da, onların oluşturduğu toplum ve toplumlar arası münasebetleri kapsıyacak bir sistem haline gelmeden önce, bu sistemi ayakta tutacak esasları tayin ve tesbit etmekle işe başlamıştır. On üç yıl süren Mekke devri, Medine’de sistemli bir nizam hâline dönüşecek olan İslâm toplumunun teorik yönden hazırlandığı, diğer bir deyimle fikri cephenin oluşturulduğu devirdir.

İnsanların vicdanen eğitilmesi, adâletin gerçekleştirilmesinde en önemli rolü oynar. Çünkü adâletin gerçekleştirilmesi insana bağlıdır. Allah insanı vicdânen eğitmeye büyük önem vermiş ve Kur’ân’ın inişinden itibaren onüç yıl süren Mekke dönemi boyunca hep vicdan terbiyesi üzerinde durmuştur. Bu dönemde, önce kalplere allah’ın birliği akidesi ve genel olarak vicdanî esaslar yerleştirilmeye çalışılmıştır. Lokman sûresinin 20. "Allah’ın göklerde olanları da, yerde olanları da buyruğunuz altına verdiğini, nimetlerini açık ve gizli olarak bolca ihsan ettiğini görmez misiniz? insanlardan, Allah hakkında hiç bir bilgisi olmadan, doğruluk rehberi ve aydınlatıcı bir kitap bulunmadan, tartışanlar vardır." Keza Hadid sûresinin 20. "Bilin ki, dünya hayatı oyun, oyalanma, süslenme, aranızda övünme ve daha çok mal ve çocuk sahibi olmaktan ibarettir. Bu, yağmurun bitirdiği, ekicilerin de hoşuna giden bir bitkiye benzer, sonra kurur, sapsarı olduğu görülür, sonra çörçöp olur. Ahirette çetin azap ta vardır; dünya hayatı ise sadece aldatıcı bir geçinmedir." âyetlerinde insan ve hayatın gerçeği dikkate alınmış, cevapsız kalabilecek herhangi bir soruya mahal bırakılmamıştır. Ancak, insanın yaratılışının gayesi ve dünyadaki görevi bu nimetlerden belli bir süre faydalanıp, geçinip gitmek değildir. Çünkü o, bu dünyada ebedî kalıcı değildir. Ne kadar nimetlerle dolu olursa olsun, bu dünya hayatı ölümle noktalanacaktır. Mülk 2, enbiya 35. âyetlerine göre, insan için hayat ve ölüm, faydalandığı nimetler, karşılaştığı kötülükler birer imtihandır. Çünkü O, bu dünyaya yalnız Allah’a kulluk yapması için getirilmiştir (bkz. Zâriyâat 56). O halde insan, Allah’ın kendisine verdiği nimetlerden ve işlediklerinden sorulacaktır (bkz. Tekâsür 8, Zilzal 7-8). İslâm’da, Allah’a kulluk, mücerret bir imân ve belirli zamanlarda yapılan ibâdetlerle sınırlandırılmamıştır. İslâm’ın ve Kur’ân’ın öngördüğü kulluk bunlarla birlikte, her cuma hatiplerden dinlediğimiz, Nahl sûresinin 90. "Allah şüphesiz adâleti, iyilik yapmayı, yakınlara bakmayı emreder; hayasızlığı, fenalığı ve haddi aşmayı yasak eder. Tutasınız diye size öğüt verir" âyetiyle, insanın dünya hayatındaki bütün faaliyletlerini de ihtiva eder. Bu durumda insanların, Allah’ın koyduğu ölçülere göre ilişkide bulunması, yeryüzünde zulüm ve kötülüğe karşı durup, adâleti gerçekleştirmesi, kulluğun gereklerinden sayılmıştır.

Îlâhî adâletin gereği olarak insanların zulme ve haksızlığa uğramaları asla mümkün değildir. Âhirette herkes yaptığından hesaba çekilir ve karşılığını görür. Yüce Yaratanımız hiç kimseye zulmetmez. Gerçeği bildirmek üzere peygamberler göndermiştir. Doğru yolunu bu peygamberler vasıtasıyla gönderdiği belgelerle insanlara bildirmiş, bundan sonra da onları kendi irâdelerinde hür bırakmıştır ki, ileride görecekleri azâb ve mükâfat sebebiyle zulmedilmiş olmasınlar.

İsrâ suresinin 15. "Kim doğru yola gelirse ancak kendi lehine yola gelmiş ve kim de saparsa ancak kendi aleyhine sapmıştır. Kimse kimsenin günahını çekmez. Biz peygamber göndermedikçe kimseye azâb etmeyiz" âyetinde, insanlara İlâhî gerçeği bildiren peygamberler geldikten sonra, artık insanlar arasında İlâhî adâlet gerçekleştirilmiş olur. Nitekim Yunus sûresinin 47. "Her ümmetin bir peygamberi vardır. Onlara peygamberleri geldiğinde aralarında adâletle hüküm verilmiş olur. Onlar asla zulm olunmazlar." Keza, Bakara sûresinin 256. "Dinde zorlama yoktur, artık hak ile bâtıl iyice ayrılmıştır"

âyetlerine göre, hakikatle hakikat olmayan birbirinden iyice ayrılmıştır ve insanlar yaptıklarını kendi iradeleri ile yapmaktadırlar.

Kur’ân’ın ferdlere verdiği vicdâni eğitimle, onlara bazı sorumluluk ve mükellefiyetler yüklemesi tabiidir. Kıyâme sûresinin 36. âyetinde "İnsan oğlu kendisinin başı boş bırakılacağını mı sanır?" denilmektedir. Yüce Rabbimizin, sayısız nimetlerini insanın emrine sunmasında elbette bir hikmet vardır. Allah’ın, insana verdiği nimetlerin sayılamayacak kadar çok olması, Onun sorumluluğunun büyüklüğünü gösterir. Kur’ân’ın ifâdesiyle, insan kendisine verilen nimetlerle denenmek ve yeryüzünde Allah’ın hükümlerini yerine getirmek için yaratılmıştır. Bu imtihan dünyasında insan sorumluluğunun büyüklüğüne rağmen, heva ve hevesleri onu azgınlaştırır. Sorumluluğun aksine olarak, azgınlığın engellenebilmesi için, insanın ve faaliyetlerinin bir kayda bağlı olması elbette zaruridir. Kur’ân önce, yoktan var eden her şeyi görüp bilen tek bir Allah inancı, sonra da âhiret ve yaptıklarının hesaba çekilme inancı ile, insanı ve faaliyetlerini bir kayda bağlamıştır. Bu kayıt ve ölçü, hiçbir otoritenin ve müdahalenin olmadığı yerde bile insanı, insana ve diğer mahluklara zulmetmekten ve her türlü kötü faaliyetten, Allah’a isyandan ve dolayısıyla kendi nefsine zulmetmekten alıkoyar. Bu, İslâm’dan başka hiç bir sistemde bulunmayan ve insanın kendi kendini kontrol manasına gelen "otokontrol" sistemidir.

İslâm’ın ve Kur’ân’ın ifâdesine göre âhiret inancının manası, insanın bu dünyada, kendisini mutlak olarak hür görmemesi, bu dünyada iyi-kötü bütün yaptıklarının hesabını, bundan sonraki hayatta vereceğini, yaptıklarının neticesine göre azap ve mükâfata müstahak olacağını bilmesi ve inanmasıdır. Kısacası, yaptıklarından sorumluluk duymasıdır. İnsanın öldükten sonra dirileceği ve âhirette bu dünyada yaptıklarından hesaba çekilme inancı, onu her türlü kötülük ve zulümden alıkoyacaktır. Böyle bir inançtan başka hangi güç insanın zulüm ve kötülük yapmasını önleyebilir? Eğer hukukî ve siyasî bir otorite bu işi becerir denirse, onlar da insanlardan meydana gelmiş değil midir? Yaratılış icâbı, harîs ve nankör yönleri bulunan insan oğlunun gözünü ve gönlünü doyuracak, faaliyetlerine ölçü koyacak âhiret inancından başka bir inanç düşünülemez. Gerçek manada âhirete inanan bir insanın, bu dünyada kötülük yapması mümkün değildir, hiç değilse çok zordur. İslâmın kurduğu bu

kontrol sistemi, insanı zulüm, yalan, gıybet, hiyânet ve buna benzer bütün kötü fiillerden uzaklaştırır, kaçındırır ve onun bu dünyada huzur ve saadet içerisinde yaşamasını temin eder. Aynı zamanda bu inanç, insanlar arasında kötülüklere sebep olan bencilliği ortadan kaldırıp, onlara evrensel bir diğergamlık sağlamış olur. Zira İslâm nazarında, iyiliğe yönelik faaliyetlerin bütünü, Allah katında ibadet kabul edilmektedir. O halde insanı her türlü kötülükten alıkoyan, iyilik yapıp, hayra yönelten bu âhiret inancı, bir dünya barışı sağlamanın, belki de günümüzde çok kullanılan yeni bir dünya nizâmı kurmanın şüphesiz en esaslı unsuru olabilir.

Adâletin gerçekleşmesinde müessir olan insan unsurundan başka diğer bir husus âdil olması gereken yasalardır. Mukaddes kitabımız Kur’ân-ı Kerim’in siyâsi hukuki ve sosyal karakterdeki hükümleri, sistemli bir toplum hazırlayan, vicdânî esasların yerleştirildiği Mekke döneminden sonra nâzil olmuştur.

Adâlet, sosyal ve hukuki bir kavramdır. İslâm adâlet anlayışı ile, fertlerin münasebetlerini ve hayatlarını Allah’ın istediği şekilde tanzim ederek, sistemli bir toplum tesis eder. Bütün hukuk sistemleri içinde adâleti gerçekleştirmek bir gayedir. Hukuk formasyonu bunun için bir araçtır. Bu açıdan adâlet, en yüce değerdir. Kur’ân hicretle başlayan Medine döneminde nâzil olan hükümleriyle, insanın yaratıcısı Allah ile ve insanların birbirleriyle olan münasebetlerini tanzim edici bir hüviyete kavuşmuştur. Kur’ân’ın hükümleri genel olarak vicdâni müeyyide gücüne hâiz prensiblerin dışında, hukuk normları görünümünde fiziki müeyyide gücüne hâiz esasların az sayıda olduğu da bir gerçektir. Şunu unutmamak gerekir ki, vicdâni hüviyet arzeden bu prensibler, ihlal edildiğinde, öbür âlemde azaba müstehak olunacağı bildirilmektedir. Böyle bir durumun, Kur’ân’daki bütün prensiblerin fiziki müeyyide gücü kazandırılmaya müsâit olduğunu göstermeye yeterli olacağını zannederiz. İhlâl edilmesi halinde, Allah’ın cezasını gerektiren bir olay, dünyada fiziki olarak bir müeyyide ile neden cezalandırılmasın? Kur’ân’ın imanla, ibadetle ilgili emir, yasak ve tavsiyeleri ile sosyal ve hukuki prensibleri ayrılmaz bir bütünlük arz eder. Yapılan ibadetler yalnızca yaratıcı-kul münasebeti olmakla kalmaz, aynı zamanda sosyal, ahlâkî ve hukukî yapı ile ilgili görevlerin yerine getirilmesinde de müessir olur, meselâ, namaz ibadeti, kulun yaratana karşı yalnızca bir kulluk ve bağlılık ifâdesi değil, Ankebût sûresinin 45. âyetinde ifadesini bulan "....Muhakkak ki namaz hayasızlıktan ve fenalıktan alıkoyar. Allah’ı anmak ne büyük şeydir. Allah yaptıklarınızı bilir." İlâhî emri, namazın men ettiği hayasızlık ve kötülükler, aynı zamanda bütün hukuk sistemlerinin kaldırmayı amaçladığı, önlemeye çalıştığı işler değil midir? Verdiğimiz bu örnek, İslâm’daki ferdi bir ibâdetin dahi, toplumdaki kötülükleri kaldırmaya yönelik ve adâletin gerçekleşmesinde yardımcı olduğuna bir delil değil midir? Bunun gibi, İslâm’daki bütün ibâdetler, şahıslar arası ayrıcalık tanımayan, herkese eşit olarak aynı sorumlulukları yükleyen mükellefiyetler durumundadır.

Adâletin gerçekleşmesinde, İslâm’ın, âdil yasalarının en belirgin özelliği, sadece fiziki yaptırım gücüne sahip olmayıp, aynı zamanda vicdânî yaptırım gücüne sahip olmasıdır. Kısaca ifade edecek olursak, Kur’ân, hiçbir insana, hiçbir topluma, sosyal üstünlük tanımayan prensibleriyle, bütün beşerî hukukların gerçekleştirilmesini imkânsız gördüğü, mutlak adâleti gerçekleştirebilmeyi üstlenmiştir. Herkes Kur’ân’ın hükümlerine muhataptır. Onun adâlet anlayışına göre, hiçbir insanın diğer bir insana imtiyaz hakkı yoktur. Onun mutlak adâleti hiç kimseye imtiyaz hakkı tanımıyacak, farklı inançlara sahip insanlar dahi bu adâletin muhtevasında yer alacaktır. Çünkü, bu, adâletten yararlanmanın tek şartı insan olmaktır. Bu bakımdan, bütün insanlar istisnasız, Kur’ân’ın öngördüğü adâletin kapsamı içindedir. Yüce Yaratanımız böyle bir adâletin gerçekleştirilmesini bir sorumluluk olarak vicdanlarının derinliklerinde duyabilecek olan inananlara yüklemiştir. Bu, Mâide sûresinin 8. "Ey inananlar, Allah için adâleti ayakta tutup gözeten şâhidler olun. Bir topluluğa olan öfkeniz sizi adaletsizliğe sürüklemesin, âdil olun, bu, Allah’a karşı gelmekten sakınmaya daha yakındır. Allah’tan sakının, doğrusu Allah işlediklerinizden haberdardır" âyetinde ifâdesini bulmaktadır. O halde Kur’ân, adâletin uygulanmasında bağlı kalacaklar için tek esas ve tek ölçüdür.

6. Adaletli Toplum Nasıl Olmalıdır?

Adâletli ve dengeli bir toplum nasıl olmalıdır? Günümüzün insanı menfaat ve ihtiyaçlarından gayrı bir şey düşünemez durumdadır. Derin ve kapsamlı düşünecek olursak, bugünkü teknolojik asır, kanaatimce, insanlığa fazla bir şey kazandırmış değildir, aksine onun asli değer ve hakikatlerinden çok şey kaybettirmiştir. İnsanı yaratılışının ve insan oluşunun gayelerinden uzaklaştırmış ve halen de uzaklaştırmaktadır. Onun fikir hayatındaki yüce değerleri ve gayeleri, uygulanması mümkün olmayan kavramlar haline gelmiştir. Bugünkü toplumumuz, menfeatlerin bir araya getirdiği insanlardan oluşan endüstriyel, ekonomik bir toplumdur. Böyle toplumlarda şerefli itibarlı insan anlayışı, mal-mülk ve makam sahibi olmakla mümkündür. Nasrettin Hoca’nın "ye kürküm ye" hikayesinde olduğu gibi itibar maddeyedir. Mal-mülk ve makam sahibi olmanın fazilet ve üstünlük sayıldığı ve toplumda bunlara sahip olmayanların insan olduklarına dahi aldırış edilmez olmuştur. Bu zihniyetin hâkim olduğu toplumun büyük çoğunluğunu oluşturan ücretli ve işçi kesimi, gittikçe artan ve karşılanması zor bir hal alan ihtiyaçlarını ve geçimini temin etmek bir gaye olma durumuna gelince, asıl yüce gaye ve hakikatleri düşünemez olur. Bunları düşünse bile kabul edemez hale gelir. Tabii olarak, onun gündemini, hayatını devam ettirebilmek için karşılamak zorunda olduğu ihtiyaçları teşkil edecektir. Bu menfeat toplumunda yaşayan insan için, imân bir duygu, din bir gelenek niteliğini alacak ve uygulamada yeri bulunmayacaktır.

Bu ifâdelerimizle endüstriyel ve ekonomik yöne karşı olduğumuz sanılmasın. İnsan hayatında bu yönün önemi olduğu asla inkâr edilemez. Ancak, insanı ve ihtiyaçlarını sadece maddeden ibaret sayıp, onu maddeye esir ve bağlı kılmak, maneviyat yönü yokmuş saymak, onu insanlığından uzaklaştırıp, hayvanlaştırmak değil midir? Bizim istediğimiz insanda mevcûd olan maddî ve manevî değer ölçülerini, yaratılışının gereği olarak dengeli tutmaktır. Birini diğerine fedâ etmemektir. İşte bu imtihan dünyasında, insan olarak yaşamanın değeri budur. Dinimiz İslâm, insan ve hayatı bir bütün olarak ele alır. Yanlışlık ve aşırılıkları kaldırıp, yerine bütün insanlığın huzur ve refahını amaçlayan doğruları bulmaya yöneliktir. Tamamen doğruların ve iyilerin hâkim olduğu bir ortam kurmayı gaye edinir. Bunun için de en yüce değer olarak gördüğü adâleti gerçekleştirmek için, uyumlu ve dengeli bir toplumu tesis etmeyi gerekli görür.

İslâm ve onun kitabı olan kur’ân, adâleti gerçekleştirecek uyumlu ve dengeli bir toplum için, insanların eşitliği, vicdan hürriyeti ve toplum fertleri arasında sosyal dayanışmayı öngörür.

İslâm, insan olma noktasından bütün insanları eşit sayıp, kimsenin kimseye üstünlüğünü kabul etmez. Ona göre bütün insanlar aynı asıldan olup, geldikleri ve gidecekleri yerin bir olduğu, doğum ve ölümde, sorumluluk hak ve vazifelerde bir ve eşit olduğu bir esastır. Burada tek üstünlük, Hucurât suresinin 13. âyetinde ifâdesini bulan, Allah’ın emir ve yasaklarını yerine getirmekteki üstünlüktür. Hz. Peygamber de Veda Hutbesi’nde şöyle buyurmaktadır. "Ey insanlar, şüphesiz Rabbınız birdir. Hepiniz Âdemdensiniz, âdem ise topraktandır. Allah katında en üstününüz, Allah’a karşı gelmekten en çok sakınanınızdır. Hiçbir Arabın arab olmayan üzerinde takva dışında bir üstünlüğü yoktur. Üstünlük ancak takva iledir." İslâm’ın öngördüğü eşitlik, bazı beşeri sistemlerin öngördüğü ekonomik eşitlikten çok daha farklıdır. Zaten İslâm’ın böyle bir eşitlik sağlama endişesi de yoktur. Böyle bir eşitlik, En’am sûresinin 132. âyetinde "İşlediklerine karşılık her birinin dereceleri vardır. Rabbin onların işlediklerinden habersiz değildir." şeklinde ifâdesini bulan, mutlak adâlete ters düşer.

Yaratıkların en üstünü olan insan, şerefli bir şahsiyete sahiptir. Bu, onun değiştirilmez, devredilmez hakkıdır. Bu haklar onun insan olmasına bağlıdır. İslâm hiçbir kişinin hakîr ve zelîl görülmesini hoş karşılamadığı gibi, hiç kimseye de, kendisini başkalarından üstün görme ve başkalarım alaya alma hakkını tanımaz. İslâm’ın, onu tanıyanlar tarafından tenkide maruz kalan yegâne yönü, erkeğin çok kadınla evlenmesi, aile reisliği, miras, şâhidlik ve kadının çalışmaması gibi hususlarda, kadınla erkeğin eşit olmadığı yönüdür. Kur’ân’da bu konular dikkatle incelenecek olursa, erkek ve kadının yapıları dışında, insan olma noktasında aralarında bir fark bulunmadığı görülür. Dinî bakımdan, bu iki cins arasında fark gözetilmemiştir. Nisâ sûresinin 124. "Erkek veya kadın mümin olarak kim yararlı işler işlerse, işte onlar cennete girerler, kendilerine zerre kadar zulmedilmez." âyetinde ifadesini bulan, iki cinsi, aynı emir ve yasaklara tâbi olmakla zorunlu kılmıştır. Bu iki cins ekonomik alanda da bir birine eşittir. Kadın erkek gibi mala sahip olduğu, malını istediği gibi kullanma hakkına da sahiptir. Bu husus Nisâ sûresinin 32. "Allah’ın sizi birbirinizden üstün kıldığı şeyleri özlemeyin, erkeklere kazandıklarından bir pay, kadınlara da kazandıklarından bir pay vardır. Allah’tan bol nimet isteyin. Doğrusu Allah her şeyi bilir." âyetinde açıklığa kavuşmaktadır.

İslâm kadına, erkeğe verdiği gibi, İnsanî, dinî ve medenî haklarının hepsini vermiş, onun da bir şahsiyyet olduğunu ortaya koymuştur. Her iki cinsin de aynı cevherden yaratılmış olduğunu söyleyerek, kadının erkekten ayrı bir varlık olmadığını göstermiştir. İslâm’la birlikte kadın, her türlü mala mâlik olma ve onu kullanma hakkını kazanmış, erkeklerde olduğu gibi, onlar için de vasiyyet ve irsi kabul etmiş, alıp-satma, icâre, hibe, sadaka ve buna benzer şeyleri yapabilme yetkisini bahşetmiş, nefsini savunmada nasıl bir hak sahibi ise, meşru yollarla malını korumada da hak sahibi kılınmıştır, erkekle kadın arasındaki farklılık ancak, akıl ve mantık gereğince de kabul edilen, yaratılışları yönünde kendini gösterir. Bu husus Kur’ân’da "Erkek kadın gibi değildir." (Al-i İmrân 36) vahy-i ilâhisî ile formüle edilmiştir. Bu da erkeğin anatomik ve fizyolojik yönlerden kadına nisbetle değişik yaratılmasından ileri gelmektedir. Bu duruma bakarak üstünlüğü bir tarafta görmek doğru değildir. Erkeğin üstünlük gibi görülen meziyyetlerine mukâbil, kadına da güzellik, incelik, letafet gibi kabiliyetler verilmiştir. O halde üstünlüğü bir tarafa yükleyemeyiz. Her iki cins de insan olarak, şeref, üstünlük ve meziyyetlere sahiptir, erkek ve kadının durumunu, İnsanî sınırlar çerçevesinde değerlendirilecek olursa, kadının gözetilmesi gereken haklan, erkeğinkinden daha fazladır. İslâm, kadın ve erkeğin yaratılış bakımından farklı oluşları sebebiyle sosyal düzende, kadın ve çocukların bütün ihtiyaçlarını karşılama yükümlülüğünü erkeğe vermiştir (bkz. Bakara 233). Bu durumda aile reisliği ve mirası korumadaki farklılık tamamen sorumlulukla ilgilidir. Bugünkü endüstriyel Batı medeniyeti, kadını çalışmak zorunda bırakmıştır. Çünkü Batıda, İslâm’da olduğu gibi, erkeğin ailesine ve çocuklarına bakma sorumluluğu yoktur. Bu ekonomik düzende birçok iş yerleri kadınla dolmuş ve onlar erkeğe tercih edilir olmuştur. Gerçi bu işlerde kadının ne derecede başarılı olduğu ve bu başarısı uğruna neler feda ettiği kâbili münakaşadır. Kısacası kadın bugün bir ticaret ve reklâm aracı haline getirilmiştir. Bugün Batı medeniyeti eşitlik ve hürriyyet adı altında, kadına ahlâksızlığın her türlüsünü yapma hakkını da vermiştir. Böylece Batı nazarında araç haline getirilen kadın, İslâm’da sağlam nesillerin yetiştirilmesinin gayesi yapılmıştır. Onun bu görevi, yapabileceği her şeyin üstündedir. Şüphesiz İslâm’da kadının, anne olma görevi, endüstriyel ve ekonomik gelişmenin aracı olmaktan daha mukaddestir. Batının, kadını gaye olmaktan çıkarıp vasıta yapan eşitlik ve hürriyet safsataları kadın hakları olarak tanımlanıyorsa, kabul etmek gerekir ki, İslâm, kadını kadınlık gayelerinden uzaklaştıran ve onu dejenere eden şeylere hak deyip, onları kadınına vermemiş ve vermesi de mümkün değildir.

Kur’ân, insanlara hak ile batılı birbirinden ayıran, bir hidayet rehberi olarak gönderilmiştir. İslâm insanlara ulaştırılıp hak ile batılı ayırt ettikten sonra, insana iradesini hür olarak kullanma düşmektedir. İnsanlar artık dilerlerse inanırlar veya inanmazlar. Bakara sûresinin 256. "Dinde zorlama yoktur; artık hak ile bâtıl iyice ayrılmıştır. Putları inkâr edip Allah’a inanan kimse, kopmak bilmeyen sağlam bir kulpa yapışmıştır. Allah işitendir, bilendir.", âyetinde bu iş iyice ortaya çıkmış, inanmaya veya inanmamaya kimsenin zorlanamayacağı, belirlenmiştir. Zorlama ancak zulmedenlere ve insanları Allah’ın yolundan alıkoyanlara karşı yapılır. İslâm, vicdanları zorlamamış, zorlayanlara da izin vermemiştir. Bunun için, insanların hakkı görüp idrak etmelerine, Allah’ın yoluna girmelerine mâni olanlara karşı mücadele etmek, Sâf sûresinin 11. "Allah’a ve Peygamberine inanırsanız, Allah yolunda canlarınızla, mallarınızla cihâd ederseniz, bilseniz, bu sizin için en iyi yoldur." âyetinde de görüldüğü gibi, en üstün ibadet sayılmıştır. İslam’da öngörülen bu vicdan hürriyeti, sadece bir teoriden ibaret değildir. Hz. Peygamber ve sahabesinin uygulamalarında bu hürriyetin en güzel örneklerini görmek mümkündür. Onlar uygulamalarında zımmiler (İslâm’ın himayesini kabul eden gayrımüslimler)’den zekât almamış, onları cihadla sorumlu tutmamışlardır. Zımmilerden, korunmalarına karşılık yalnızca "cizye" vergisi alınmış ve inançlarında serbest bırakılmışlardır. Korunamadıkları zamanlarda, onlardan cizye alınmaktan vazgeçilmiş, gerektiğinde toplanan cizyeler sahiplerine iade edilmiştir.

İslâm’ın koyduğu bütün emir ve yasaklar, fert fert herkese hitap eder, mahiyettedir. Bunların her biri, uyumlu dengeli ve İnsanî bir toplum teşkil etmeye yöneliktir. En ferdî hükümlerde dahi sosyal bir amaç görmek mümkündür. Meselâ, ibaretlerle ilgili hükümler en ferdî hükümlerdir. Bu hükümlerden herbiri, zengin fakir demeden, ırk ve soy ayrımı yapmadan bütün insanları sorumlu ve muhatap kabul eder. Bu yönleriyle ibadetler, evrensel bir eşitliğin mesajını verir. Yüce Rabbimiz, adâletin gerçekleştirilmesi için, her türlü iyiliği emir, kötülüğü de yasak etmesi adâletin gerçekleşeceği dengeli ve uyumlu bir toplumu tesis etmek içindir. Bunun için, insan gerçeğine dayanan bir adâleti öngörür. Bu adâletin

kesin ve katılığı yanına, incelik ve letâfeti de koyarak ideal bir toplumu oluşturmanın en güzel ölçülerini koyar (Bkz. Nahl 90]. İslâm, böyle bir toplum için, sosyal dayanışmayı öngörürken, insanın yapısını, güç ve niteliklerini de dikkate alır, Isrâ sûresinin 100. "De ki: Rabbimin rahmet hâzinelerine siz sahip olsaydınız, tükenir korkusu ile yine de cimrilik ederdiniz. Zaten insanlar pek cimridir." âyetiyle, Allah insanın cimrilik duygusunu, mal mülk ve menfaat hırsını, Teğâbûn sûresinin 16. "Allah’a karşı gelmekten gücünüzün yettiği kadar sakının, buyruklarını dinleyin, itaat edin; kendinizin iyiliğine olarak mallarınızdan sarfedin; nefsinin tamahkârlığından korunan kimseler, işte onlar saadete erenlerdir." âyetinde gösterdiği alternatiflerle, yanî şefkat, merhamet, yardım duygusu, diğergâmlık gibi hasletlerle tedavi eder. İslâm, ekonomik alanda öngördüğü, sosyal dayanışmayı sadaka ve zekatla tesis etmeye çalışır. Bunun için zenginlerin mallarına, ihtiyaç sahipleri için bir hak koyar (Bkz. Zâriyât 19, Meâric 24-25). Sadaka ve zekât, zenginin fakire bir lütfu ve üstünlük vesilesi değildir. O, Allah’ın bir emridir. Eğer sadaka ve zekât riyâkarlık için verilir veya başa kakılırsa, ruha, ahlâka ve vicdana eziyet veren seviyesiz, faydasız bir amel olur.

İslâm, insan hayatının bütün yönlerini düzenleyen ve haklarını, Allah’ın emri ve isteği doğrultusunda teminat altına alıcı esasları ihtiva eden evrensel bir dindir. Sunduğu iman ve ibadet esasları ile, insanın manevî ihtiyaçlarına cevap verirken, onun biyolojik, ekonomik ve sosyal yönü ile ilgili esasları da koymaya ihmal etmemiştir. İnsanların asıl değeri rûhi yönünde ise de, o madde ve mana ile bir bütün teşkil eder. İnsanın mükemmelliğe ulaşması, bütün yönleri ile birlikte olur. Mesela, onun biyolojik yönü ihmal edilir, aç kalırsa zelil olur. Aç midelerle, yüce anlamlı şeyleri ve ulvî fikirleri idrâk etmek güçtür. Maddî ihtiyaçtan fazla insana zillet veren bir şey yoktur. Bu sebepten, İslâm, insan hayatına böylesine tesir eden ekonomik yönü ihmal etmemiş, Allah’ın emrine, toplumun menfeatına ve insanın yaratılış gayesine uygun ekonomik bir ortamı temin edici esasları koymuştur. Yine İslâm, birbirine zıtmış gibi görünen unsurlar arasında mükemmel bir âhenk olduğunu bildiren tek dindir. Kâinat düzeninde yerle göğün, din nizamında dünya ile âhiretin, insan düzeninde rûh ile cesedin, hayat düzeninde, imanla amelin ahenkli bir birlik oluşturduğunu bildirmiştir.

İslâm’ın ekonomik alandaki esasları, vicdânî hüviyet taşıması açısından itikadî esaslarla bütünlük arzeder. İslâm’ın ekonomi görüşünde, kapitalizmin öngördüğü başarıya ulaşmak için her yol meşrudur, prensibine yer yoktur. İslâm adâletli olarak, servet kazanmada ve geçimini temin etmede, insana gereken hürriyeti tanımıştır. Tanınan bu hürriyet sınırsız değildir. İslâm’ın tanıdığı ekonomik hürriyet, helâl ölçüsü doğrultusunda sınırsız, haram ölçüsü ile sınırlıdır. İnsan helâlal ve haram sınırları içinde servet kazanmada hürdür. Günümüzde adâlet denilince, ekonomik alandaki özgürlük ve eşitlik anlaşılmaktadır. Bu gün dünyaya hakim olan iki ekonomik sistemden biri olan sosyalizme göre devlet, her şeye sahip olup, herkesin bir işçi sayılması ve ücretleri eşit olması mümkün olabilir mi? İnsanlar arasında fiziki eşitlik var mı ki, pratik olarak böyle bir eşitlik uygulanabilsin? "Hiç bilenlerle, bilmeyenler bir olur mu?" Sosyalizmin ileri sürdüğü eşitlik fikri, adâletten çok uzaktır. Çünkü onlar, insanları devlet için var kabul etmektedirler. Halbuki devlet insanlar için vardır. Onların düşündükleri gibi insan, ekonomik gelişmenin bir aracı değildir. O daima gaye olmalıdır. Liberal kapitalizme göre ise, insana sınırsız bir hürriyet verilmiştir, herkes dilediğini, dilediği kadar üretip tüketebilir. Bu sistemde ekonomik gelişme için her şey meşrudur. Liberal kapitalizmde ekonomik üstünlüğü ele geçirenler, diğer insanlara tahakküm edeceklerdir. Liberalizmde bu sınırsız hürriyeti ele geçirenler, devlet içinde devlet olacak kadar bir ekonomik üstünlük elde ederler. Bu sistemde ekonomik yönden üstün olanlar siyâsi-politik yönde de üstünlük elde edeceklerdir. Asıl emek sarf eden, toplumu besleyen çoğunluğun kazancında bu ekonomik üstünlüğe sahip olanların payı vardır. Hatta öyle olur ki, üretici olan işçi, ürettiğini para ile alamaz duruma düşer. Bu sınırsız hürriyet sayesinde, emek sarf eden ve çalışanların aleyhine olarak kazanç, bu sınırsız hürriyeti ele geçirenlerin elinde toplanır. Böylece toplumun büyük bir kısmını oluşturan üretici kesim, bir gaye olmaktan uzaklaşarak, bir üretim aracı haline dönüşmüş olur. Günümüzün iki meşhur ekonomik sistemi, sosyalizm ile liberal kapitalizmin bakış açıları, insan kitlelerini gaye olmaktan çıkarıp, vasıta yapmada birleşmiş olurlar. Maddi boyutları ele alır, manevi boyutları önemsemezler.

İslâm ise, maddî ve manevî boyutları göz önünde bulundurarak, ürünlerin ve üretim araçlarının insanlara eşit olarak dağıtılmasını değil, adâlet esasına göre tevzi edilmesini öngörür, Çünkü insanlar ne yetenek bakımından ve ne de içinde bulundukları şartlar yönünden eşit değildirler. İslâm, ekonomik alanda fırsat eşitliğini kabul edip, dini değerleri, toplumun menfaatim, ferdî ahlâkı ihlâl etmeme kaydı ile çalışma, üretme ve gelişmede kapıyı açık bırakmıştır. İslâm, servet ve kazançta aritmetik eşitliği şart koşmaz. Zaten onun böyle bir endişesi de yoktur. Çünkü, rızkın ve servetin kazanılması eşit olmayan şart ve kâbiliyetlere bağlıdır. Zira Yüce Rabbimiz, En’am 132, 165. ve Nahl 71. âyetlerinde ifadesini bulan İlâhî iradesi ile, servet ve kazançların farklı olmasını istemiştir. Beşeri sistemlerde olduğu gibi, sadece sermayeye dayanarak ve hiç emek harcamadan bir kazanç elde etmek, İslâm’a göre meşru değildir. O bir malın ve kazancın, hak edilmiş olması için emeği şart koşar. O, ekonomik adâleti yerine getirmede, haksızlığa kesinlikle yer vermez. Kazandığı serveti bir kayda bağlar ve kişiyi, ahlâkını ve içinde yaşadığı toplumu zarara uğratmayacak hükümler koyar. İslâm, ferdî kazançlarda, toplumsal yarar ile ferdin özgürlük ve menfaatlarının birleştirilmesini öngören bir sentez teklif eder. O, meşru zeminler üzerinde serbest bıraktığı fedrî kazanç ve servet üzerinde çeşitli toplum haklarını farz kılar. Kısacası İslâm, kazanç ve servette ferdin ve toplumun zararına olacak her şeyi yasaklar. Üretimde esas, fayda; tüketimde esas, ihtiyaçtır. Bu bakımdan tüketimde lüks, israf, vurgunculuk, tefecilik v.s. yasaktır.

İnsan sosyal bir varlıktır. Yaratılışı icâbı diğer insanlarla bir arada, toplumsal bir hayat yaşamak zorundadır. Yüce Rabbimiz, insan aslı ile ilgili hakikatleri bildirdikten sonra düzenli ve dengeli bir hayat yaşaması için, gerekli olan prensipleri de koymuştur. Ferdin hak ve hürriyetini tanıyıcı, temin edici prensibler yanında, yine insanın sorumluluğu ile ilgili kâideleri de koymuştur. İslâm’ın koyduğu ferdi hak ve hürriyetler ile sorumluluğuna âit kâideler, onu başlı başına bir varlık durumunda olduğunu kabul etmek değildir. Aksine, ferdi hüviyet taşıyan bu kaideler, dengeli ve düzenli bir toplumu tesis etmeye yöneliktir. Zira, insanın, en ferdî olan fiillerinde dahi sosyalleşmeye bir yöneltme ve toplumsal bir nitelik vardır, idare etme işi de insana verilmiştir. Kur’ân’da idare etme işine "emanet" kavramıyla işaret edilir. Emanet, Yüce Yaratanımızın insana yüklediği en büyük sorumluluktur. Yeryüzünün halifesi olması hasebiyle dünyada Allah’ın emirleri doğrultusunda bir yaşamı devam ettirmektir. Bu açıdan, kâinatın en mükemmel varlığı olan insana, mükemmelliği ölçüsünde de en büyük sorumluluk yüklemiştir. Ama bu sorumluluğu yerine getirebilecek vasıf ve kudrete sahip olma şartını koymuştur (bkz. Nisa 58). Bu âyet-i Kerimede Allah, hâkimiyet, liderlik ve dolayısiyle Allah’ın hükmünün icrâ edileceği bir görevî "Emânet" olarak vasıflandırmıştır. Bu da "İnsanlar arasında adâletle hükmediniz" emr-i İlâhisinden önce zikredilmiştir. Zira adâletle hükmedebilmek, o görevi icra edecek kudret ve vasfa sahip olmaya bağlıdır. Düzen ve istikrarı sağlayan, adâlet ölçüsünde haklar sağlayan bir otorite olmadan sosyal bir hayat düşünülemez.

İslâmî adâlet, ekonomik ve sosyal alanda ve idarede olduğu gibi, hüküm vermede ve savaşta dahi âdil olmanın lüzumunu öngörmektedir. İslam’ın savaşı da, menfaatler ve sömürü uğruna değildir; onda dahi adâlet arar. Kur’ân’a göre savaş, diğer insanları müslümanların kölesi, diğer ülkeleri sömürge yapma ameliyesi değildir. Bir hayat nizamı olarak, bu dinin insanlara ulaşmasına mâni olan, yeryüzünde fitne, bozgunculuk ve zulmün kaldırılmasına yöneliktir. Müslüman olmak, diğer insanlar üzerinde imtiyazlı bir sınıf olmak değil, aksine yeryüzünde iyiliği emretmek, kötülükten sakındırmak, ırk ve inanç ayrımı tanımadan, Allah’ın emrettiği mutlak adâleti yerine getirme sorumluluğunu yüklenmiş bir ümmet olmaktır. Kısacası, İslâm’da savaş, zulüm ve fitnenin kaldırılması, Allah yoluna giren insanlara mâni olan engellerin kaldırılması işidir. Zulmetmeyen, fitne çıkarmayan, İslâm ve Müslümanlarla savaşmak istemeyenlere karşı yapılmaz. Aksine, Kur’ân onlara âdil davranılmasını emreder. Bu husus Mümtahine sûresinin 8. "Allah, din uğrunda sizinle savaşmıyan,sizi yudunuzdan çıkarmıyan kimselere iyilik yapmanızı ve onlara karşı âdil davranmanızı yasakkılmaz, doğrusu Allah âdil olanları sever" âyetinin hükmiyle tamam olur.

İşte Yüce Yaratanımız tarafından seçilmiş olan bu vasat ümmete, yani Müslümanlara, Allah’ın mesajını bütün insanlara iletmesi, yeryüzündeki zulmün, fesâdın kaldırılması ve her alana şâmil olan değişmez ölçü adaletin uygulanmaya konup, gözetilmesi sorumluluğunu yüklemektedir. Allah’ın emri olarak, yerine getirilmesi, inananlara yüklenen bu adâlet kavram heva ve heveslerden, sevgi, nefret, kin gibi duygulardan ve her türlü menfaatten, ayrıcalık ve imtiyazdan uzak, yalnızca hakkı gözeten mutlak bir ölçüdür. Yaşadığımız dünyada, şöyle bir etrafımıza bakalım, İslâm’ın verdiği âdil ölçünün hiçbirinin mevcûd olmadığını görürüz. İslâm’ın ortaya koyduğu hassâs ölçünün gereğinin, Allah korkusu ve onun rizâsı için yapılma şuuru olmadan, hiçbir şeyin ondan gizlenemeyeceği ve iyi-kötü yapılan her şeyin hesabının verileceği şuuruna varmadan yerine getirilmesi mümkün değildir. Adâletin gerçekleştirilmesi ancak Allah rizâsına uygun hareket edilme şuuru, âhiret inancı ve büyük mahkeme huzurunda insanın bütün yaptıklarından hesaba çekileceği korku ve endişesi ile mümkün ve tutarlı olacaktır. İşte yüce Rabbımız, bütün insanlara teşmil ettiği adâletin tahakkukunu vicdanen eğittiği, içerisinde dâima kendisinin kontrol edildiği şuuruna sâhip olan idarecilere, hâkimlere ve inananlara yüklediğini unutmayalım.

Toplumların kurulmasında, gelişmesinde, çözülüp dağılmasında dinlerin ve ideolojilerin muhakkak tesiri olmuştur. Bütün dinler ve ideolojilerin hedefi, gayesi insan gerçeğine dayanır. İslâm dini, bütün ideolojilerin hedefi olan insana eğilişi, onun yaşamına bakışı, onun değerlendirilişinde son derece hassastır. İslâm, insan hayatının bütün biçim ve yönlerini tek tek ele alan, düzenleyen, birleştiren, bütünleştiren ve topyekun insanlığın biricik yaşama şekli halinde ve gerçek hayatın müjdecisi olarak takdim edilen İlâhî bir düzendir.

Bugün medeniyet çağı, ilim ve teknoloji çağı olarak nitelendirilen bu çağda bile, insanlık, İslâm’ın güzel hakikatından habersiz yaşamakta, hâlâ, milyonlarca insan zulme uğramakta; renk, ırk ve dinleri yüzünden katledilmektedirler. Sözüm ona medeniyet, İslâm’in koyduğu hakikatlerden yoksun olarak, barış, eşitlik ve hak yaftaları arkasından varlığını ırk, din ve soy ayrımı üzerine oturtmaktadır. Ancak şu bilinmelidir ki, medeniyet ve teknoloji ne derece gelişirse gelişsin, insanlık bu dini hakikatlerden habersiz kaldıkça, nice masûm insanlara zulmedilecek ve daha nice kanlar akıtılacaktır. Yirmibirinci asra girerken, bugün dünyadaki hâkim sınıfların eşitlik, hürriyet, kardeşlik, insan hakları, dünya barışı adı altında sundukları şeyler, Amerika’da Kızılderililere ve zencilere; Afrikada siyahlara; Filistin, Somali, Kafkasya, Bosna-Hersek ve buna benzer daha nice yerlerde yerli halka yapılanlar, Kur’ân’ın sunduğu hakikatlerden habersiz, yirminci yüzyıl medeniyetinin şuursuz icraatı olarak hâfızalara ve tarih sahifelerine nakşedilecektir.

(*) Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi