Makale

Yalan ve İftirâ

Yalan ve İftirâ

Yazan : Hayrullah HÂMlDÎ
Hariciye Vekâleti Arapça Mütercimi.

İslâm dîni, beşeriyet için ebedî bir nûr, tükenmeyen manevî ve maddî bir kudret ve saadet kaynağı olmasına rağmen, bu dinin intişar sahasının şâyân-ı hayret bir sür’atle genişlemesine mukabil, mutlak saadete götüren ahkâmının, halk kütlelerine lâyıkı ile anlatılıp öğretilmemiş olmasından dolayı Hazret-i Peygamber ve O’nu tâkibeden iki halîfe devrinde kökleşmiş bulunan ve titizlikle riâyet edilen (ferdî nefis tehzibi, aile terbiye ve âdabı, içtimaî tesünüd ve inzibat..) gibi ıslah âmilleri, maalesef gittikçe gevşemeğe başlamış ve hele son asırda bu güzel ahkâm, inanışta ve tatbikatta sû-i İstimal edilerek aklın ve mantığın kabul edemiyeceği hurafelere kalbedilmiştir. Düne kadar halkın ekseriyeti, faziletli insan ahlâkının temelini teşkil eden bu kudsî dînîn başlıca hükümlerini artık unutmağa yüz tutmuştu. Fakat, şâyân-ı şükran olan cihet, bu ulvî dinîn güzel hükümlerini bilmek ve tatbik etmekten ancak iyiliğin doğabileceğini, bilmemek ve tatbik edememekten fenalığın cemiyeti saracağını takdir eden hâlen (ulü’l-emr) imiz olan Hükümet, bu fazilet kaynağını lâyık olduğu şekilde ihyaya, halkı bu fazilet ni’metiyle beslemeğe, hakiki îman susuzluğunu gidermeğe çalışması, bu maddî ve manevî ihtiyaca hasret çeken millete en büyük lütuf ve ihsanını armağan etmiş bulunmaktadır.
Millete ancak hayırlı bir netice sağlıyan Hükümetin çalışmasının yanı başında Diyanet İşleri Riyaseti’nin devamlı irşad ve faaliyeti, bu milleti saadet ve selâmete götüren yegâne yoldur. Dünyevî ve uhrevî saadeti tahakkuk ve bu yolu idâme ettirenleri Cenâb-ı Hak korusun ve onlara muin olsun.
Türklerin İslâm Dîni’ni benimsemesi ve derhal kabul etmesindeki yegâne âmil, kanaatimizce bu ulvî dînin vaz’ettiği yüksek prensiplerin, kendi fıtri temiz seciyelerine ve iyiliğe, doğruya herkesten daha bağlı olan sağlam ahlâklarına pek uygun düşmesindendir. Türklerin bu dîni kabul etmeleriyle İslâmiyet’in kuvvet bulduğu herkesin malûmudur. Ve yine şu hakikat te hiç kimsenin meçhulü değildir : Türklerin bu dini kabulünden evvel ikinci Halife Hazret-i Ömer’den sonra intişar merkezinde hâkim olmağa başlıyan ihtirasın şevkiyle bu kudsî ahkâm, hodkâmların menfaat isteklerinin icab ve şekillerine uydurulmağa başlanmış, korku veya menfaat baskılariyle bambaşka ma’nâ ve çehre ile bilgiden mahrum olan geniş halk kütle-lerine telkin edilmeğe devam olunmuş veya bu hükümler kısmen veya tamamen gizli tutulmuş-tur. Asırların tevalisiyle, Türkilerin bu hak dînini halisane korumaları, muhterislerin ektiği ve idâme ettirdikleri fenalık tohumunun neşv ü nemâsına mânî olamamıştır. Maddî menfaatleri uğrunda hakikati gizleyen bu muhterisler, Cenâb-ı Hakk’ın bu emrinden gafil olmadıklarına inanıyoruz:
“Ve siz, Kur’ân’ın beyan ve ifâde ettiği doğru yolu bâtıl beyan ve ifâdelerinize karıştırmayın ve hakkı gizlemeyiniz. Doğru yolun hak olduğunu siz de bilirsiniz.” (Bakare, 42).
Halk, saadetini temin eden ahkâmı bilmek, anlamak hasretini çeker, fakat câhilse bu ahkâma nasıl muttali’ olur? İşte ilâhi bir ikaz ;
"Ey Muhammed, Cenâb-ı Hakk’ın Kitab ehlinden, kitaplarının hâvi olduğu hükümleri gizlemeyip halka bildirmeleri için ahd ü misak aldığı vakit hatırlat, onlar ise bu ahd ü misâka riâyet etmeyerek kitaplarının hükümlerini arkalarına attılar da, ona bedel hasis dünya menfaatinizi satın almayı tercih ettiler. O halde satın aldıkları şey ne fenadır.”.(Âl-i İmran, 187).
İslâmiyet’in intişârından bugüne kadar aradan on dört asırlık zaman geçmiş olmasına rağ-men bu kudsî dînin, beşerin saadeti için gönderilen ilâhi ahkâm, bundan sonra nice on dört asırlar geçse dahi kuvvet ve kudretlerinden, ma’nâ ve azametlerinden bir zerresinin eksilmesine imkân tasavvur edilemez. Zira bu ahkâm, âdem - oğlunu insan hâline getirmek için onunla o kadar yakından alâkadar olur ki, akıl sahibi bir insan için bunları tehalükle kabul ve amel etmemek mümkün görülemez. Bu ahkâmı hâvi bulunan Kur’ân-ı Kerim insanlara, ona îman edenlere bir lûtf-ı ilahidir :
“Ey Muhammed: biz Kurân-ı Mübîn’i insanların muhtaç olduğu her şeyi vâzıh ve açık olarak ve bilhassa müslumanlar için doğru yol, hidâyet yolu, lütuf ve ihsan, dünyevî ve uhrevî saadet müjdecisi olarak indirdik (Nahl, 89).
Beşeri doğru yola sevk için nâzil olduğu bu âyet-i kerime ile de sabittir :
"... Kâinatı doğru yola sevk ve ikaz etmek eğri yola sapmaktan korkutmak için Kur’ân-ı Kerim’i kulu Muhammed’e indirdi(Furkan, 1).
Kur’ân-ı Kerîm, mü’minleri âfet ve musibetlerden sıyânet eder :
“Biz, Kur’ân-ı Mübin’i, müminler için âfetlerden kurtulma çâresi, lütuf ve ihsan olarak indirdik” (İsrâ, 82).
Bu lûtf u ihsân-ı ilâhîden yüz çevirmek nankörlük ve bile bile kendisini en büyük bir mu-sibetin kucağına atmaktır. Hâlik’ın emirlerine itaat eden saadetini hazırlamış, etmiyen felâketini ta’cil etmiş olur :
“Ey Muhammed, benim çok affedici ve pek merhametli olduğumu, bununla beraber emirlerime isyan edenlere vereceğim cezânın da pek acıklı olacağını kullarıma bildir” (Hıcr, 49-50).
Dînin esaslarını tebliğ eden Hazret-i Muhammed vefat edeli 1364 yıl oluyor. Dînin sağlam ve mübârek temeli sâyesinde bugün ayaktadır. Fakat bünyesi ne haldedir? Yüzlerce milyonluk sâlikleri arasında ferdi, âleyi ve cemiyeti alâkadar eden belli başlı hükümlerini bilen kaç milyon gösterilebilir? Vukufsuzluğu yüzünden Tanrısının emirlerini lâyıkı ile bilemiyen, selâmete çıkan yolu tâyin edemiyen ekseriyetin rehberi kimdir? Hakka götüren yolu bulmak iktidarından şüphesiz ki mahrumdur. Halikı ile bağı kesilen insan, nefsinin arzu ve isteklerine esir olması tabii bir neticedir. Böyle bir insandan beşeriyet için iyilik, doğruluk, insaf ve merhamet, hak ve adâlet beklemek abes ve muhaldir. İslâmiyet ahkamına hakkîyle vâkıf olmıyan Müslüman memleketlerinin geri kalmalarının ve halkın sefâlete düşmelerinin sâik ve âmilini Müslümanlıktan ileri geldiğini iddia ederler. Bu iddiada bulunanlar, maalesef münevver zümre dediğimiz sınıfın bir kısmıdır. Bu iddialarının sebebini araştırdığımız takdirde bunların İslâmiyet ahkâmından habersiz oldukları, bir kısmının da mutaassıp Hıristiyan papazlarının bu dîne hücum eden eserlerinin tesirleri altında kalmış olduklarını anlamak kolaydır. Gerek bilgisizlik, gerek diğer tesirler yüzünden hu- sule gelen fena iltibasları İslâmiyet’e mal etmek insafsızlıktır. Halbuki insanları hayvanlardan ayıran idrâk, düşünme ve tefekkür bassasiyle, daha açıkçası, Allah’ın insanlara mevhibesi olan aklı vâsıtasiyle bu dînin esaslarını araştırıp tedkik etse bu sapıklığa imkân olamazdı. İtiyad hâline getirilen bu sahadaki zihnî faaliyetsizlik insanın beşeriyete karşı olan vazife ve icaplarını ihmâle sevk etmekte, kendine ve hemcinslerine zulüm ve gadretmekte, dünyevî ve bilhassa ebedî olan uhrevî saâdetini yıkmaktadır :
“Dünyada bize söylenenleri dinleseydik ve tefekkür etseydik, bugün cehennem sakinleri arasında bulunmazdık. (Mülk, 10).
Geriliği ve sefaleti İslâmiyet’e hamledenlere şunu hatırlatayım ki, İslâmiyet geriliğin değil, terakkinin, ilerlemenin, maddî ve manevî yükselmenin saikıdır. Sefaletin müsebbibi değil, saadetin, refahın, selâmet ve bahtiyarlığın âmilidir, işte bir hükm-i ilâhî :
"insana, çalışmasından başka bir şeyin fâidesi olmaz (Necm, 39).
Bu Tanrı ikazının bizi geriliğe ve sefâlete sürükliyen eser ve mânâsı var mıdır? insanı fenalıklardan sıyırarak huzur ve sükûna kavuşturan, fazilete götüren büyük dînin ferd ve cemiyeti alâkadar eden başlıca emirlerini hatırlatmak yerinde olur zannındayız :
A - Kaçınılması gereken fiillerle alâkalı ahkâm :
1) Yalancılık : (Ümmü’l - habais : Fenalıkların anası) diye tavsif edilen bu aşağılık hareketin fâili evvelâ Cenâb-ı Hakk’ın rahmetinden koğulmuştur :
“Allah’ın laneti yalancılar üzerine olsun, diyelim” (Âl-i İmran, 61).
Yalancılığın fenalığını idrâk ve takdir etmiyen insan pek nâdirdir. Buna rağmen hasis dünya menfaati için yalancılığı irtikâptan çekinmiyenlerin sayısı maalesef gün geçtikçe artmakta, istilâ ve tesirleri altında bıraktıkları cemiyeti felâkete sürüklemektedirler. Bunların tesirlerini kolayca izâle etmek kabildir. Tek çâre, doğruluktur. Bu yolu tutanlar ve “Saadetin ilk şartı doğruluktur, dilsizlik, yalancılıktan hayırlıdır. Doğru insan, koruyucu ve sâdık bir dost; yalancı adam, deni ve alçak bir hâindir.” vecizelerini kendisine şiar edinenler yalancıların tesirinden korunmuş olurlar. Şunu bilmek lâzımdır ki, Allâh’ın rahmetinden koğulan, maddî ve mânevi mesnedlerden mahrum olan yalancıya selâmet yolu tıkanmıştır.
Fâide ve kâr sağlamak, yahut bir zarardan kendini vikaye etmek maksadiyle yalan yoluna sapan kimse Cenâb-ı Hakk’ın merdudu olduğu gibi insanlığın da menfurudur. Peygamberimiz buyurmuşlardır ki : “Doğrulukta tehlike görseniz dahi ona sülûk edin; mutlaka onda kurtuluş bulursunuz. Yalancılıkta kurtuluş görseniz dahi ondan sakının; onda tehlike vardır”.
Akl-ı selim sâhibi bir insan, bu hikmetin büyüklüğünü takdir etmemesi gayri kabildir. Merdlik, insanı doğruluğa götüren bir haslettir; çirkin hareketlere sevkeden yalancılığa mânidir. İslâmiyeti kabul eden Türk milletinin ruhunda ve kanında her hasletten fazla (merdlik) meziyetini bulursunuz. O halde (Türklük) şerefiyle mübâhi her insanın, yalancılık seyyiesinden münezzeh olması icâbeder. Kaldı ki, yukarıda işaret edilen, Cenâb-ı Hakk’ın (doğruluğu yalancılığa karıştırmamak) hakkındaki emrini de yerine getirmek mecburiye-tindedir.
Aldığı maldan fazla kâr ve menfaat temin etmek îçin yalana sapmak sûretiyle Allah’ın ikabından korkmıyarak insanların kanûnî takibatından kurtulmak için hakikat ile alâkası olmiyan fatura, etiket tanzim eden veya ettiren tâcir ve esnaf, her halde bu hareketiyle faziletini de birlikte satmış bulunmaktadır. Menfaatları uğrunda vakıaları değiştirenler, yalan musibetinden yardıma can atanlar, yine fazilet yoksulu kimselerdir. Cenaba Hakk’ın onları görmiyeceğini zanneden gafillerdir. Bu gafillere şu emr-i ilâhiyi hatırlatayım :
“Resmi veya husûsî ve cem’iyyeti alâkadar eden bir iş sahibinin yaptığı işe göre mükâfat ve mücâzâtı vardır. Cenâb-ı Hak hiç bir kimsenin yaptığından gafil değildir" (En’âm, 132).
Yalanı ile vicdanını karartan bu zümrenin dünya ve âhirette huzura kavuşamıyacaklarına dair va’d-i ilâhîyi hatırlatmak saadetine ben de erişeyim :
“Kötü iş ve tabiat (huy) velev ki, hardal tohumu kadar olsun, kaya içinde, yahut göklerde veya yerlerde gizli bulunsun, Cenâb-ı Hak onu meydana çıkarır ve hesabını görür.’." (Lokman; 16).
İyilik ve fenalığın neticelerinin mutlaka görüleceğine dair bir emr-i Hak daha :
“Zerre kadar iyilik yapan iyiliğinin mükâfatını, zerre kadar fenâlık yapan da kötülüğünün mücâzâtını görür” (Zilzâl, 7-8).
Tanrı va’dinin mutlaka yerine geleceğinden kimsenin şüphesi olmasın :
"... Allâh, vaidinden nükûl etmez” (Ra’d, 31).
Yalancılık insanı zulüm ve gadir yollarına sürükler. Zâlim ve gaddar olanlar felâh bulamazlar, bunlar da Allah’ın rahmetinden matruddurlar :
“Muhakkak ki, Aliah’ın laneti zalimler üzerinedir” (A’râf, 44).
Yalancılık, insanı hak yolundan bâtıl yola, faziletten redâete sevkeder. Hiçbir cürüm yoktur ki, yalancılıkla alâkası bulunmasın. Yalan yere şahadet, ölçü ve tartıya hiyle karıştırmak, mü’minleri birbirine düşürmek, adalet ile hükmetmemek, herkesi zemmetmek, arkadan söylemek, iftira etmek, aldatmak, emânete hiyânet etmek gibi denâetlerin başlıca âmil ve sâikı yalancılık alâmetidir. Yalancılığı irtikâbeden kimse, Allah’ın emirlerine isyan etmiş demektir ki, âsî kul, fısk ve fesad bayrağını açarak, hakikati değiştiren, cem’iyyet içinde nifak ve şikakı sokan, hemcinslerine karşı merhametsizce davranan kimsedir. Böylelerine Cenâb-ı Hakk’ın bir vaidini daha hatırlatayım :
(Cenâb-ı Hakk’ın îfâsını emrettiği hususatı mü’minlere merhamet ve şefkat, halkın hukukuna riâyet gibi..- devam etiirmiyen ve yeryüzünde zulüm ve fitneyi harekete getirip hakikati bozanlar Allah’ın lanetine düçar ve dünya ile âhiretin fena âkibetine müptelâ olurlar" (Ra’d, 25).
Allah’ın gazabından çekinmiyen bir insan, vicdan huzursuzluğunu duyamaz. Vicdan yokluğu endişesinden uzak bir kimseden, cem’iyyetin nizamlarına iltifat edeceğini beklemek, ümid etmek beyhûdedir. Sığır etini (koyun eti) diye ve koyun etini değerile satarak haksız menfaat temin eden kasap, zeytinyağına bin bir çeşit derece düşük yağları katarak zeytin yağı fiatına satan bakkal, Hazînenin bir ihtiyacını matlup evsafta temin edeceğini taahhüt ederek o ihtiyaca hile karıştıran bir müteahhit, zulüm ve gadir yoluna sapmış bedhahlardır. Yalanla, zulüm ve gadirle iktisap ettikleri haksız servetin kendilerini Allah’ın ikabından kurtaramıyacağını idrâk edebilselerdi ne olurdu?
Bu hareketleriyle ayrıca şeref ve haysiyetlerini de kaybettiklerini de düşünebilseler? Muvakkat olan mevki, servet ve debdebe ihtirası yerine, dâimi olan şeref ve fazileti tercih etseler, kanaati rehber olarak seçseler her halde kazançları daha büyûk ve manâlı olurdu. Hem bu faziletli millet, menfaati uğruna yalanı ile dolanı ile hakkı çiğneyen imansız zengini görmek İstemez. Doğru, faziletli zengin, her başın can attığı, hasret çektiği şeref tacıdır. Peygamber Efendimiz: “Mümin hasis olabilir, korkak olabilir, fakat yalancı olamaz” buyurmuşlardır. O halde yalana insanda iman olamaz. Mü’min görünüp te bile bile yalana sapmak, fazilet numunesi ve İslâmiyet’in büyük kurtarıcısı Hazret-i Ebû-Bekir’e göre de hiyânettir, (insanım) diyene göre de öyledir. Kendisine biat olunduktan sonra Hazret-i Ebû-Bekir’in ilk hutbesinde yer alan “Sıdk emânettir; yalancılık hiyânettir.” hikmetini, efâli-nin rehberi olarak mü’min olanlara armağan etmiştir. Bu armağanı titizlikle tatbik edene ne mutlu.
2) İftirâ :
İslâm Dîni’nde yalancılık ne kadar menfur ve merdud ise, iftira da o derece iğrenilir ve tiksinilir bir hareket olarak kabul edilmiştir. İftira gibi yıkıcı bir âfet, ancak yalan musibetinin çocuğu ve mahsûlü olabilir; yılanın zehiri, yılandadır. Cenâb-ı Hakk’ın iftirâyı men’eden evâmir-i celilesinden biri şudur :
“Yalan ve iftiradan sakınınız.” (Hacc, 30).
Bir cürmü işleyip de bunu masûm bir kimseye yüklemek istiyen müfteri, her halde mukaddesatla alâkasını kesmiş, insanlık şerefinden nasibini almamış kimsedir :
“Her kim küçük veya büyük bir günah irtikâbeder, sonra bu günah ile alâkası bulunmıyan bir masumun üzerine atarsa, iftira etmiş ve apaçık günah islemiş olur.” (Nisâ’. 112).
İftirâ bir şahsı değil, bir aileyi yıkmak hedefini güderse, failleri cinayetten daha şeni’ bir harekette bulunmuş olurlar:
“Mü’min, saf ve evli kadınlara zinâ isnadedenler, bu İsnadları sebebiyle dünyâ ve âhirette Allâh’ın rahmetinden koğuldular. Onlar için çok büyük işkence vardır” (Nûr, 23).
Kaldı ki, bu gibiler için maddi ceza da tâyin edilmiştir:
“Evli kadınlara zinâ isnad edip de dört şâhid getirip isbat etmiyenlere seksen değnek vurunuz ve onların şahâdetini ebediyen kabul etmeyiniz. Onlar fâsıktırlar” (Nûr, 4).
Büyük dinin bu azametli hikmetlerini kabul etmemek, tapmamak mümkün mü? Cem’iyyetin nüvesi olan âilenin yıkıcısı gaddarın hareketine, maddi ceza vermekle kalmamış, ebediyen şahâdetini reddetmekle insanlıktan tardetmiştir.
Ferdin şeref ve haysiyetini korumayı esas gayelerinden biri sayan bu kudsî dînin şu güzel hikmetinin mânâsını idrâk edebilmek için, iftiranın muhtemel tahripkâr tesir ve neticelerini hesaplamağa ve bu dîne olan imânından nasibini almış olmağa mütevakkıftır :
“Müminler arasında ırz ve nâmusa mugayir, pek çirkin hareketlerin şüyuunu istiyenler için dünya ve âhirette pek acıklı azap vardır. Allâh her şeyi bilir, lâkin siz bilmezsiniz” (Nûr, 19).
Mâhiyetleri kat’ileşmemiş, doğru oldukları tebeyyün etmemiş, sû-i zanna müstenid, dedikodu hudutları içinde suç olarak i’tibar ve telâkki edilen hareket ve suçların, halka işaasiyle şahsın şeref ve haysiyetini kıran teşebbüs ve hareketler, işbu âyet-i celîle ile men’edilmiştir. Bu emr-i ilâhîyi bilhassa bir kısım hukukçuların ıttılalarına sunuyorum.
İftira zulümdür, gadirdir, cevir ve cefâ, şenaat ve denaettir, haksızlık ve insafsızlıktır. İnsanlığı yıkan, felâkete sürükliyen bu menfur hareketten kendini korumak başta gelen insanlık meziyeti ve vazifesidir. Yazdıklarım ve ileride yazacaklarım günahlardan kendini koru, ey mü’min, bu günahların ağırlığını dağlar çekemez; akıbetini düşün ve ona göre hareket et. Menfaatten uzak, insanlığa hizmet edebilirsen maddi ve mânevi saadete kavuşacağından şüphe etme. Her akşam mülâki olduğun çocuklarının günlük ef’âl muhasebesini yap, ve bu hâli idâme ettir. Yalan ve iftira ile diğer suçların tohumlarını görürsen, bunların neşv ü nemasına meydan vermeden ayıkla. Bu ufak gayreti itiyad hâline getirirsen, nesiller boyunca kanının pâkliğini temin etmiş olursun. İhmâlin yüzünden nesiller boyunca (lânetlenmiş) olmaktan kendini kurtaramazsın.
Ey mü’min; Cenâb-ı Hakk’ın şu emr-i celilini, kendine daimi rehber kıl :
“Cenâb-ı Hak, günahlardan ve menhiyattan sakınarak kendisine muti’ olan, iyilik edenlerle beraberdir” (Nahl, 128).