Makale

Ölüm ve İnsan

Ölüm ve İnsan

Muammer YILMAZ

Hakiki hayatın kaynağı olan ölüm; çetin bir geçittir. Dünyaya gelen her insan bu geçitten geçecektir. Böylece misafir olarak geldiğimiz bu dünyadan, gerçek yuvamıza dönmüş olacağız. Sokrates’e; “Otuz zalim seni ölüme mahkûm ettiler”, dedikleri zaman: “Tabiat da onları” demiştir.
Ne kadar çabalarsak çabalayalım, ne kadar yaşarsak yaşayalım ölüm; kısa ömürle uzun ömür arasındaki farkı kaldırır. Kısa bir ömür sürüpte hayatının her anını doldurup, insanlığa faydalı hizmetlerde bulunanların sayısı, uzun ömür sürüpte aylak aylak gezenlerin yani yaşayan ölülerin hayatından daha uzundur. Böyle yaşayanlar için zamanın uzunu-kısası yoktur. İnsan ölmekle kısa olsun, uzun olsun (bir yerde) hayatını doldurmuş oluyor.
Ölümden kaçan var mı? Ölümden kaçmak aslında kendi kendimizden kaçmaktır. Dünyaya geldiğimiz andan itibaren ölüme yaklaşmaya başlarız. Kaçınılmaz son, bilinen gerçek ölümden kaçmaya çalışmak, kaçtığını iddia etmek ne kadar saçmadır. Fakat, “Şah- damarımızdan daha yakın” olduğu halde, yine de ona inanmamış gibi yaşamaya devam ederiz. Halbuki hergün, her saat onunla burun buruna geliriz. Tabutlar götürür, tabutlar uğurlarız. Yine de bize biraz daha uzak diye yeni bir delil çıkana kadar zamana hapsederiz. Ama birgün bakmışız ki biz de o “Tahta At”ın içine girmişiz. "Çakanlar bilir ki bu boş tabutu, yarın kendileri dolduracaklar.”
Her kişi ölümden korkarken, çok az kişiler de onu güler yüzle karşılar. Mevlânâmız “Şeb-i Aruz”, yani düğün gecesi ve “Bayram” gibi görerek; Necip Fazıl ise, “Öleceğiz; müjdeler olsun, müjdeler olsun/ Ölümü de öldüren Rabbe secdeler olsun” mısralarıyla insanları duymaya, görmeye, kulluğa, gerçeğe ve daha doğrusu kendi kendileriyle hesaplaşmaya çağırırlar.
Aldığımız her nefeste, adım attığımız her yerde nice nice ibretler vardır. Sadece canlıların mı? Cansızların bile ağzı, dili vardır. İnsanın hayatı da bir bakıma dört mevsime benzer. Çocukluğumuzu, gençliğimizi, ihtiyarlığımızı ve hatta ölümü onda görürüz. Gelip geçtiğini zannettiğimiz her günümüz, hayatımızdan düşen bir yaprak değil midir? Bu durumda bir bakıma yaşarken ölüyoruz; her sabah ölümden çıkmış olarak akşamı ediyor ve böylece ecele biraz daha yaklaşıyoruz.
Her ölümde bir teselli vardır. Sadece ihtiyarlayan, ölecek olan biz miyiz? Tabiattaki her canlı zamanı gelince ölmüyor mu? Bizimle birlikte binlerce insan, hayvan ve başka varlıklar ölmüyorlar mı? Deprem, sel, kaza ve savaşlarda ölen insanların sayısı, normal şekilde ölenlerin sayısından kat kat fazla değil mi? Şu anda dünyayı ve cennet vatanımızı bize canları ve kanları pahasına bırakıp gidenlerin mirası üzerinde oturuyoruz. Zamanı gelince biz de bu mirası bizden sonralarına bırakacağız.
İnsanoğlu, bir taraftan ölümden korkarken; diğer yandan da ölmekle dertlerinden kurtulacağını zanneder. Uzun müddet ölümle pençeleşen, el- ayaktan düşen, sevgiden mahrum insanlar, ölümü bir yerde kurtuluş olarak görürler. Böylelerinin ardında da ’kurtuldu’ derler. Aslında hayat; düşünen ve ibret alanlar için boşların boşu, dünya ise bir gölgelikten başka bir şey değildir. Fakat yine de hiç kimse ölümü istemez. Thales’e soruyorlar: “Madem yaşamak boş, niçin ölümünü istemiyorsun” O da: “ikisi bir de, onun için” diyor.
Yalan dünyada dertler ve sevinçler, kuyruklarından birbirlerine bağlanmışlardır. Çile ve dert çekmeden hedefe varan var mı? Dertler zamanı gelince bizlere derman olmuyor mu? Önemli olan iki cihan saadeti için ölesiye-bitesiye çalışmaktır.
Sonuç olarak ölüm; bir şehirden başka bir şehire göç etmektir. Mevlânâ’nın ifadesiyle; “Ölmemek için öldüğümüze göre, ölüm son değil; hakiki hayatın başlangıcıdır.”