Makale

DİNDE ZORLAMA YOKTUR

DİNDE ZORLAMA YOKTUR

Mustafa ATEŞ
Emekli Din İşleri Yüksek Kurulu Üyesi

Din, insanlığın en eski ve en köklü bir müessesesidir. Hem ferdi hem de toplumu yakından ilgilendiren esaslar içerir. Dolayısıyla günümüzde de din en çok konuşulan ve en çok tartışılan konuların başında gelir. Çünkü insanlığın geçirdiği evrensel tecrübelerin bütün merhalelerinde din faktörü vardır. Yani bir yerde insanlık macerası din merkezlidir. Günümüzde de din, her şeye rağmen, insan eyleminin ve insan tefekkürünün odak noktasıdır.

Dinin, hayatiyetini kaybettiği iddiaları 18. ve 19. asrın materyalist düşünürlerinin görüşü olarak tarihin hafızasına intikal etmiş ve günümüzde geçerliliği kalmamıştır. Dolayısıyla din realitesi bugün de şu veya bu şekilde insanlığın gündemini işgal etmektedir. Türkiye ve Türk insanı da bu genel gidişin dışında değildir. Ancak demokratik ülkelerde din konusu, gündeme daha yumuşak girdiği halde ülkemizde aşırı uçların dine karşı bakış açıları farklı olduğu için, din de ya ifrat ya da tefrit kutuplarına kaydırılmak istenmektedir. Tabii din gibi millet hayatının bütününü ilgilendiren bir konuda dinin aşırı uçlara çekilme gayretlerinde devletin ihmali, medyanın abartılı telkinleri ve din müntesiplerinin aşırı hassasiyetlerinin belli payları vardır.

Din konusunda fikir üretenlerin ölçülü davranmaları şayanı arzudur. Ancak “ölçülü olma” meselesi yalnız din konusunda değil, hemen her sahada bir temenni olmaktan öteye geçememektedir. Ve din hakkında en çok söz söyleyenlerin, dine ve dindara karşı saygı dereceleri de toplum tarafından bilinmektedir. Dine karşı böyle olumsuz tavır sergileyenler, yalnız dindarları rencide etmekle kalmaz, bizzat din müessesesini de hırpalamış olurlar.

Dinin bir vicdan hürriyeti meselesi olduğu, inkâr ya da ikrarın bir irade ve tercih meselesi olduğu artık günümüzde tartışmasız herkesin kabul ettiği bir konudur. Bu, heyecan verici bir konudur. Bazılarına göre dinin yeniden keşfi kadar önem arz etmektedir. Ve kendi dünyasında kişi onunla buluşmanın heyecanını yaşamaktadır. Çünkü din ve vicdan özgürlüğünün temelinde hak veya batıl bir dine mensubiyet esası vardır. Duyarlılığın kaynağı bizce budur.

Biz de böyle heyecan verici bir konuyu, ciddiyetiyle mütenasip bir tarzda, akademik platforma fazla kaydırmadan Kur’an’ın ve Sünnetin aydınlığında “Dinde zorlama yoktur” ana başlığı altında inceleyeceğiz.

Bilindiği gibi bu ana başlık, Bakara sûresinin 256. ayetinin ilk cümlesidir. Dünyada ve Türkiye’de dinin lehinde ve aleyhinde olanların sık sık başvurduğu bu Kur’an hükmünü, bugün daha çok din olgusuna sıcak bakmayanların kendi maksatlarını teyit edici nitelikte bir hükümmüş gibi algılamak istedikleri bilinmektedir. Halbuki din ve vicdan özgürlüğüne, diğer dinlerde hayal bile edilemeyen bir vüs’at ve derinlikte yer veren İslam’a böyle bir yaklaşım tarzının yanlışlığı ortadadır. Kanaatimiz odur ki önümüzdeki yıllarda da bu konu, güncelliğini koruyacak ve üzerinde ciddi tartışmalar yapılacaktır.

Bahse konu ayet, çarpıcı bir şekilde meseleye açıklık getirmekte ve insan denen varlığın din adına da olsa hiçbir baskıya, hiçbir vicdani tahakküme müsait olmadığını vurgulamaktadır. İslam mesajının özünü vicdan özgürlüğüne dayandıran bu ayet-i kerimenin meali şöyledir: “Dinde cebir ve zorlama yoktur. Artık doğrulukla sapıklık (hidayet ve dalalet) birbirinden iyice ayrılmıştır. Kim tagutu (putları ve şeytanı) inkâr eder ve Allah’ a iman ederse kopması mümkün olmayan sağlam bir kulpa yapışmış demektir. Ve Allah hakkıyla işiten ve herşeyi hakkıyla bilendir. (1)

“Dinde zorlama yoktur” ayeti her ne kadar ihbari bir hüküm ifade ediyorsa da yani haber suretinde gelmiş bir cümle ise de onda nehiy manası vardır. Ve “hiç kimseyi imana girmeye, bir dini kabul etmeye zorlamayınız, buna hakkınız yoktur” manasına geldiğini anlayan müfessirler de az değildir. (2)

Bu hüküm ister ihbari manadan çıksın, ister inşai yorumdan gerçek şu ki iman ve inkâr bir irade ve ihtiyar meselesidir. Oraya hiçbir kuvvetin hiçbir tazyiki, nüfuzu söz konusu değildir. Nitekim insanoğlu hidayet ve dalaleti tanıdığı günden beri vicdan sahası iman ile küfrün, hak ile batılın mücadele alanı olagelmiştir. Hak ve hidayet insan fıtratına uygun geldiği için tarih boyunca Peygamberler, “İnsanları Rabbin yoluna hikmet ve güzel öğütle çağır ve onlarla en güzel bir şekilde mücadele et.” (3) emrine uyarak hakkı tebliğ etmişler, insanlara doğru yolu göstermişlerdir. Yani onlar tebliğ ve talimlerinde hiçbir zaman zor kullanmamışlar, kuvvete başvurmamışlardır. Zor kullansalardı bu davranışları insanın hür iradesine aykırı düşerdi. Peygamberler bu gerçeği bildikleri için sadece emirleri tebliğ etmekle yetinmişlerdir. Fakat küfür ve inkârı kabul ettirmek isteyen zalimler, hep kuvvete başvurmuşlar, mazlumları ezmişlerdir. Küfür ve inkârın zaman zaman hükümran olması işte bu zalim güce dayanmaktan ileri geliyor. Ancak tanrılık davasına kalkan Firavunların ve Nemrutların, azgın ceberutu bile o müstahkem kaleyi, beşerin irade ve ihtiyarını fethedememiştir. Allah imanın harim-i ismetinin korunmasını hür irade ve ihtiyar sahibi olan insanın tercihine bırakmıştır.

Buna göre, dini benimsemeleri için insanlara baskı uygulanamaz. Ferdi vicdana baskı yapılamaz. Çünkü bu baskılar, insanın fıtri olarak sahip bulunduğu ihtiyar ve iradeyi selbeder. Bu da insanın inanma hürriyetine, seçme hakkına tecavüz sayılır. Çünkü dinin esas unsuru bilindiği gibi inançtır, itikattır. Yani bir şeye kendi iradesiyle inanıp bağlanmaktır. Oraya da hiçbir müeyyide uygulanamaz. Esasen böyle bir davranış fiilen de mümkün değildir. Olsa olsa böyle bir baskı kişinin korku dolayısıyla gerçek niyetini gizlemesine sebep olur. İnanmadığı halde zor karşısında inanmış görünmek veya inandığı halde inanmamış görünmek kişiyi nifaka sürükler.

Ancak bu nifaktan doğan vebal zorlanana değil zorlayana ait olur. Çünkü kişi zor karşısında kaldığı için tercihini yapamamıştır; bütün muhaddislerin ittifakla kabul ettiği “Ameller niyete bağlıdır...” hadisi şerifine göre kişinin bütün davranışı bütün fiilleri niyetine bağlıdır. Niyetine neyi aldıysa, neyi hedeflediyse kendisine nasip verilecektir. “Şu halde iyi niyete iradenin tercihine dayanmayan ve gönülden benimsenmemiş bir dindarlık din açısından inkârla eşit tutulan nifak anlamına gelir.”(4)

Buna göre, vicdanlar üzerinde baskı kurarak, herhangi bir dini, bir felsefi düşünceyi kabule kişileri ve toplumları zorlamanın dini ve İslami bir yönü yoktur.

Din gibi kişi ve toplumların hayatında çok önemli yeri olan bir olgunun bir bilgi, bir şuur işi olmakla birlikte “İslam düşüncesine göre dünya da bir imtihan ve seçenekler alanıdır. Yaratan veya yaratılmışlar tarafından baskı kullanıldığı takdirde seçme hürriyetinin yöneleceği alternatifler de ortadan kalkacak ve bu durumda dünya imtihan alanı olma özelliğini kaybedecektir.” (5)

“Dinde zorlama yoktur” ayetinin sebeb-i nüzulü hakkında İbn-i Cerir el- Taberi’nin ve ona dayanarak başka müfessirlerin verdiği bilgiler konuya daha fazla açıklık getirecektir. Rivayet edildiğine göre İslam dini gelmezden evvel, ensardan bazıları kendi çocuklarını - Yahudiliği ve Hıristiyanlığı kendi dinlerinden daha üstün tuttukları için- Yahudiliğe ve Hıristiyanlığa sokmuşlardı. İslam dini gelince bu çocukları zorlayarak İslam dinine sokmak istediler. Ve çocuklar bu zorlamaya karşı geldiler. Vaktiyle kabul ettikleri dinde kalmayı tercih ettiler. Bunun üzerine bu ayet nazil oldu.

Ayrıca İslam gelmezden önce yine ensardan bir kadın, çocuğu yaşamadığı için, eğer çocuğu yaşarsa onu ehl-i kitab ile beraber veya onların dini üzere yetiştirmeyi nezretmişti. Bu sebeple ensarın çocuklarının bir kısmı ehl-i kitabın dininde bulunuyorlardı. İslam geldikten sonra bu çocukların ebeveynleri “biz vaktiyle ehl-i kitabın dinlerini, kendi bulunduğumuz dinden üstün tutar, çocuklarımızı o dini benimsemeye teşvik ederdik. Ama şimdi İslam hak din olarak geldi. Öyle ise biz çocuklarımızı bu hak dini kabule zorlarız, onları Müslüman yaparız” dediler. Bu ayet nazil oldu. Böyle düşünenlerin hareketlerinin yanlışlığını, yani insanları bir dine zorlamanın mümkün olmadığını bu ayet tasrih etti. Ayrıca Beni Avf’ten Husayn adında ensardan bir zatın iki oğlu vardı. Daha önce Şamlı üzüm veya zeytinyağı ticareti yapan gayrimüslim tacirlerin telkinleriyle Hıristiyan olmuşlardı. İslâmiyetin zuhurundan sonra bu çocuklar -ticaret için Medine’ye geldiklerinde babaları bunlara Müslümanlığı kabul edip Medine’de kalmaları için zor kullanmak istedi. Hatta Peygamberimize bu bağrı yanık baba şikayette bulundu, onlara mani olmasını istedi. Fakat çocuklar, Hıristiyanlıkta kalmayı tercih ettiler. Ayet bunun üzerine nazil oldu. Babaları da onları bırakmak zorunda kaldı. (6)

Bu olaylar cihat emrinden önce mi cereyan etti, sonra mı cereyan etti? Bunların ayrıntılarına girmeden diyebiliriz ki bu ayetin nüzul sebebi müşriklere -en azından Arap yarımadasında o zaman yaşayan müşriklere- şamil değildir. Böyle olunca da müşrikler ya İslam’ ı kabul edecekler, ya ölümü. İkisi arasında bir tercihe zorlanacaklardır. Bu demektir ki Semavi dinlerden biriyle mütedeyyin olanlar yani kitap ehli dinlerden birini kabul eden kimseler kendi dinlerini terk ile İslam’ ı kabule icbar edilmeyeceklerdir. Ancak cizye vermek suretiyle (zimmet akdi) o Müslüman ülkenin vatandaşı olarak (zimmi) yaşamaya devam edecekler, kendi dinlerinin icaplarını yerine getireceklerdir.

Başka semavi kökenli din mensuplarına bu hak ilk defa bugünkü dini literatüre daha çok “Medine Sözleşmesi” veya “İlk İslam Anayasası” adıyla girer ve Peygamberimiz tarafından tanzim edilen hukuki metinde zikredilmiş ve Medine site devletini oluşturan gruplardan Yahudilerin din ve vicdan hürriyetini teminat altına almıştır. “Yahudilerin dini kendilerine, Müslümanların dini de kendilerinedir.” (Md. 25) Yani bu maddeye göre Yahudiler kendi dinlerinin icaplarını yerine getirecekler ve onu yaşamak için bir engelle karşılaşmayacaklardır. Her ne sebeple olursa olsun onların din ve vicdan hürriyetlerini kısıtlayıcı bir davranış zuhur ederse Medine site devleti gerekli önlemleri alacak ve vatandaşlarının din ve vicdan özgürlüğünü sağlayacaktır. Böylece İslam ülkelerinde yaşayan gayrimüslim unsurun sahip olduğu din ve vicdan hürriyeti, yalnız tek taraflı olarak İslam devletini ilgilendirmekle kalmaz, zimmileri de yakından ilgilendirir. İslam hukukunda gayrimüslimlerin din ve vicdan özgürlüğünün gerçek boyutları tarih boyunca zimmilere karşı İslam devletinin ve bu devletin dindaş ve yurttaşlarının yapmış oldukları muamelede görülür. Ayrıca bu grupların din ve vicdan hürriyeti dışında kalan hukuki meseleleri de kendileriyle İslam devleti arasında akdedilen hukuki statüye göredir.

Peygamberimiz ve Râşid Halifeleri devrinde gayrimüslim tebaa ile yapılan zimmet akdinde bu hakkın onlara tanındığı daima açık bir şekilde kaynaklarda ifade edilmiştir. Peygamberimizle “Necran Hıristiyanları” arasında yapılan antlaşmada onların mal ve can güvenliğinin teminat altına alınması ile birlikte mensup oldukları dinlerinin ve kiliselerinin de Allah’ın ve Peygamberin himayesinde olduğu belirtilmiştir. (7) Hulefa-i Râşidin döneminde de gayrimüslim tebaa ile yapılan antlaşmalarda da Peygamber devrinde tanınan bu anlayış devam etmiş din hürriyetleri, vicdan özgürlükleri kısıtlanmamıştır. (8) Bu müsamaha daha sonra gelen İslam devletleri tarafından da tanınmış, gayrimüslim tebaa, dinlerinden dolayı mağdur edilmemiş, hakları kısıtlanmamıştır. Bunun için İslam ülkelerinde gayrimüslimler varlıklarını koruyabilmişlerdir. Ancak aynı anlayışı, gayrimüslim devletler, Müslüman azınlıklara bugün bile bu hakları din ve vicdan özgürlüğü hakkını tanımak istememişlerdir. Müslüman devletlerin çekildikleri ülkelerde İslam ahalinin nasıl asimile edildiği dün İspanya’da bugün de Bosna-Hersek’te ve dünyanın diğer yerlerinde görülmektedir. Konumuz ehli kitap ile Müslüman mukayese etmek değildir. Onun için gerçeklere sadece kısaca bir atıfta bulunulmuştur.

Ayrıca Hz. Peygamber, Yemen’deki amillerine gönderdiği mektupta -ki bu mektup aynı zamanda siyasi ve hukuki metin niteliği taşımaktadır- İslam dininden başka bir dine mensup olanların, kendi dinlerinden dolayı baskıya maruz kalmayacaklarını belirtmiştir. Yetişkin gayrimüslim tebaaya tanınan bu hak onların çocukları için de geçerlidir. Onlar da ebeveynlerinin mensup olduğu dini benimsemekten alıkonulamaz. (9) Çünkü ebeveynin çocuklar üzerinde vesayet hakları vardır. Bu hakkını ana-baba kendi dinlerini öğreterek istimal edecektir.

Gerek “Dinde zorlama yoktur” ayeti celilesinden anlaşılan manadan, gerekse Hz. Peygamberin ve Hulefa-i Raşidinin uygulamalarından ve müteakip asırlarda İslam devletlerinin tatbikatından anlaşılan husus şudur: Hiçbir İslam ülkesinde zimmet akdiyle din ve vicdan hürriyetleri teminat altına alınmış zımmi ve müstemenlere dini baskı yapılmamış, kilise ve havralarına dokunulmamış, ibadet, ayin ve eğitim özgürlüğü de kendilerine ayrıca tanınmıştır. Cizye vermişler, bunun karşılığını da fazlasıyla görmüşler, ticaret yapmışlar, zengin olmuşlar ve huzur içinde yaşamışlardır. Bazı ülkelerde bir takım tahrikler neticesi gayrimüslim tebaayı rahatsız edecek bir iki vaka olmuş olabilir. Ancak bu münferit vakalar tarih boyunca uygulanan müsamahaya gölge düşüremez.

Acaba İslam, bu kitap ehli dinlerin saliklerine niçin bu müsamahayı tanımıştır?

Bilindiği gibi İslam son evrensel dindir. Buna rağmen ileride kendi evrenselliğini ve fütuhatını engelleyecek potansiyel bir güç olma istidadı taşıyan bu dinlere müsamahakâr davranmış onlara kendilerini ifade etme özgürlüğü tanımıştır. Burada şunu söylemek mümkündür. İslam devleti sınırları içinde yaşayan gayrimüslimlere tanınan bu özgürlük, evrensel dinin (İslam’ ın) kendisinden başka hak ve hidayeti temsil edebilecek ve doğruluğu kabul edilebilecek dinlerin -semavi kökenli de olsa- varlığını kabul manasına gelmez. Çünkü hak din bir tanedir ve onun alternatifi yoktur. Bu üslubu İslam şunun için benimsemiştir: Öğretilerinin ve tebliğlerinin insanlığa daha kolay ulaşmasını sağlamak, kalplere uzanan yolda engelleri bertaraf etmek... Bu müsamaha onlara vaktiyle taşıdıkları hak din olma, dini hanife mensup olma ve kitabi bir dinin salikleri olma durumundan dolayı verilmiştir. Ve İslam onlardan bunu esirgememiştir. Bu da, cihanşumul dinin bir başka özelliğidir.

“Dinde cebir ve zorlama yoktur” Allah zorla onu kimseye vermez, kimseyi onu kabule zorlamaz. Din ancak irade ve ihtiyar ile, kişinin serbest iradesiyle elde edilecek bir gerçektir. Onun için dini kabulde, dini seçmede zorlama ve baskı geçerli değildir. Sade dine değil her neye dair olursa olsun ikrah ve zorlama cinsinden bir olay hak din olan İslam’ da yoktur. Vaktiyle din adına söz kesenlerin; dini kendi mantıklarına göre yorumlayanların, bütün Ortaçağlar boyunca din adına insanlara kan kusturanların; katakomplarda, karanlık dehlizlerde dindarları inletenlerin ve Tağutları ilahlaştıranların bu azgın tasallutu, İslam’ ın aydınlık mesajı karşısında kahr-ü perişan olmuş, inananlar rahat nefes almaya başlamışlardır.

Ayrıca dinin konusu, insanın irade ve ihtiyarına dayanan fiillerdir. Mecburiyetler karşısında gayri iradi olarak insanlardan sadır olan fiiller, insan haysiyetini zedelediği için dinin mevzu olamaz. “Belki alemde ikrah (zorlama) bulunabilir, ama dinde dinin hükmünde, dinin dairesinde olmaz veya olmamalıdır. Dinin şanı ikrah etmek (tiksindirmek, hoşnutsuzluk meydana getirmek) değil, belki ikrahtan korumaktır. Binaenaleyh İslam dininin hakkıyla hakim olduğu yerde ikrah ve zorlama bulunmaz veya bulunmamalıdır. Cebir ve zorlama olursa onun dışında olur. (10)

Şu halde din kimseye zor kullanınız, dini zorla insanlara kabul ettiriniz, demez, hak dinin mantığında bu yoktur. Onun için cebir ve zorlama dinde meşru görülmemiş, muteber sayılmamıştır. Zor karşısında gerçekleşen amel ve ibadette dinin vaat ettiği sevap bulunmaz. Rıza ve hüsni niyet bulunmayınca hiç bir amel ibadet olmaz. Cebr-ü tazyik karşısında kabul edilen din de din olmaz. Çünkü bu tazyik, insanın gerçek iradesini kullanmaya ve iradenin neticesi olarak imanın tezahürlerini izhara engeldir. Halbuki insanın bütün metalib-i diniyyesi (dini yüksek arzu ve emelleri) ikrahsız, sıkıntısız, cebir ve tazyiksiz hüsn-i niyetle ve rıza ile gerçekleşmelidir. İnsanın irade ve ihtiyarından, vicdan hürriyetinden de beklenen budur. Çünkü zorlamakla gönülden bağlanmak demek olan itikadın gerçekleşmesi düşünülemez. “İkrah karşısında gösterilen iman, iman değil, ikrah ile kılınan namaz, namaz değil, oruç, oruç değil, hac hac değil, cihat, cihat değil...” Bundan başka bir kimsenin, diğerini sıkıştırarak, korkutarak herhangi bir işi yaptırmaya tevessül etmesi de caiz değildir. Çünkü bu korku ve baskı kişinin iradesini serbestçe ifade etmesine manidir. Hürriyetine tecavüzdür. Kısaca, İslam’ın hükmü altına girmeyi kabul eden herkes, özellikle dinin icaplarını ihtiyar ve iradesiyle yerine getirmeli, korkusuz yaşamalıdır. Çünkü ikrah ve cebir bir kimseye hoşlanmadığı, tasvip etmediği bir işi fiilen bir tehdit ile yaptırmaya kalkmak demektir. Bu da kişi hak ve hürriyetine tecavüz sayılır. Halbuki din aslında hoşlanılmayacak, hoşa gitmeyecek bir şey değildir. Dinin aslı sayılan iman, kalp ile tasdikten ibarettir. Bu da sırf bir rıza ve hüsn-i ihtiyar işidir. Bunu zedeleyen her davranış zor kullanmak ve baskı yapmak manasınadır. Ancak gerçekler gösterilir, iman teklif ve tebliğ edilir. Çünkü zorlanan kişilerin izhar edeceği iman, Allah nezdinde hakiki iman olmaz. (12)

Bu konuda bir başka tespit de şu olur: Dinde cebir ve zorlama yoktur. Çünkü doğruluk-eğrilikten, hak-batıldan, hidayet-dalaletten iyice ayrılmıştır. Gerçeğin aydınlık çağı başlamış, beklenen haber ve haberci gelmiş, risalet ve nübüvvet bütün açıklığıyla afak ve enfüste kendisini duyurmuştur. Hakkın rububiyeti hiçbir şirke, hiçbir inkâra meydan vermeyecek kadar açık-seçik ortaya konulmuştur. Düşünce merkezinde Allah’ın varlığı ve birliği esası bulunan vahye dayalı bir inanç manzumesi, insanlığın iman ufkuna sunulmuştur.

Gerçekten izahına çalıştığımız “lâ- ikrahe fîddin” ayetinden önce gelen “kürsi ayeti” bu gerçeği bütün çıplaklığıyla ortaya koymuş ve İslam ilâhiyatının ana meselesi olan Allah’ın varlığı ve birliği esasını O’nun zat, sıfat ve ef’alini gayet beliğ bir şekilde ifade etmiştir. (13)

Şimdi bu yücelik ve yetkinlik (kemal) ifade eden sıfatlarla muttasıf olan Allah’ a, kim hâlâ inanmıyorsa bırak inanmasın; zorlamaya gerek yok. Onun yüce zatını kim inkâr ediyorsa bırak etsin, kim hâlâ Tağutların peşinde koşuyor ve putları ilahlaştırıyorsa bırak kendi sapık inancıyla kahrolsun. “De ki Hak Rabbinizin nezdinden gelmiştir, öyle ise isteyen inansın iman etsin, isteyen de inanmayıp inkâra sapsın. ” (14) Gerçek bu kadar ayan-beyan ortada olunca da dinde cebir ve ikraha yer yoktur. Kim bundan sonra doğruluğu bırakır dalaleti seçer; hakkı bırakır batıla geçerse onu artık zorlamaya gerek yok. Çünkü onun işi Allah’ a kalmıştır, hesabı kıyamette görülecektir. (Taberi Tef. 3/13)

Demek ki müdahaleden uzak, usulüne uygun olarak yapılan tebliğ ve tekliften sonra serbest iradesini kullanarak inananlar, gerçekten inanmış olacaklar, zorlananlar ise gerçek mütedeyyin olamayacaklardır.

Ayrıca Allah kullarının inkâra sapmasına razı olmamakla beraber, bu imtihan dünyasında bütün insanların inanmış olması da murad-ı İlahi değildir. Şu ayet bu konuya açıklık getirmektedir: “Eğer Rabbin dilemiş olsaydı yeryüzünde bulunanların hemen hepsi (hiçbirisi hariç kalmamak şartıyla) toptan iman ederlerdi. Buna rağmen inanmaları için sen insanları hâlâ zorlayacak mısın!...” (15) Çünkü Rahmet Peygamberi herkesin inanmasını istiyordu. Bunun gerçekleşmediğini görünce inanmayacaklar diye neredeyse kendi canına kıyacak kadar (16) kendisini teessüre kaptırırdı. Ama bunun gerçekleşmesi onun takatinin fevkinde bir şeydi. Aslında bu, İlâhi maslahat ve hikmete de uygun değildi. Çünkü Cenab-ı Hakkın yetkin bir hikmet üzerine cereyan eden İlâhî iradesi herkesin iman etmesini iktiza etmiyordu. (17)

Görülüyor ki ileri Batı ülkelerinin kanla-kinle ancak 19. asrın sonlarına doğru kısmen elde ettikleri din ve vicdan özgürlüğünü, İslam ta başlangıçta vahiyle temin etmiş; ferde kendi dinini seçme hürriyetini vermiştir. Bu engin müsamaha, batılı aydınlar ve kilise babaları tarafından halkın gözünden ustalıkla gizlenmiş ve onların İslamla tanışması engellenmiştir. Daha sonraları da İslam dünyasında başlayan din taassubu, batıda başlayan uyanışı gölgelemiş ve bu iki dünya birbirinden uzaklaşmış, dinler arası diyalog iman sahasına inhisar edecekken, her iki dünyada uygulanan ve gerçek dinin özüyle ilgisi olmayan bir kaç küçük ayrıntı ile gölgelenmiştir.

DİPNOTLAR

(1) Kur’an-ı Kerim: 2/256.
(2) Kadı Beydavi Tefsiri, 1/176; Tefsir-i İbn-i Kesir; 1/310; Ahkam el-Kur’an (el-Cassas), 1/453 v.d.
(3) Kur’an-ı Kerim: 16/125.
(4) Bekir Topaloğlu,“Din” T.D.V. İslâm Ansiklopedisi, c. 9, s. 322.
(5) A. geçen madde.
(6) Taberi Tefsiri, c. 3, s. 9-12; el-Bahr’ül-Muhit (Ebu Hayyan), c. 2, s. 615; Tefsir İbn-i Kesir, c. I. s. 310-311; Elmalılı Tefsiri, 1/866.
(7) Hamidullah Muhammed, el-Vesaiküs’Siyasiyye, s. 176.
(8) A.g.e., s. 196.
(9) M. Akif Aydın, “Din”, T.D.V. İslam Ansiklopedisi.
(10) M. Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’an Dili, 1/860.
(11) Nisabûrî Tefsiri (Taberi Tefsiri Hamişi), 3/21.
(12) (Özetlenerek) a.g.e., 1/861.
(13) Kadı Beydavi Tefsiri, l/l75-176; Ebussud Tefsir-i Kebir kenarında, 2/471; Elmalılı Tefsiri; 1/868-869 ve diğer tefsirler.
(14) Kur’an-ı Kerim: 18/29.
(15) Kur’an-ı Kerim: 10/90.
(16) Kur’an-ı Kerim: 26/3.
(17) Şevkani Tefsiri (Fethü’l-Kadir), 2/474.