Makale

TÜRKÇE İBADET MESELESİ

TÜRKÇE İBADET MESELESİ

Dr. Halil ALTUNTAŞ
Din İşleri Yüksek Kurulu Uzmanı

Giriş:

İbadetin Türkçeleştirilmesi" bazı çevrelerce öteden beri zaman zaman gündeme getirilip uygulanması istenen bir konudur. Burada kastedilen şey esas itibariyle, namazda Kur’an’ın asli lafızları ile değil de Türkçe çe­virileri ile okunmasıdır. Bu iddia ve is­tekler gündeme getirilirken Kur’an’ın ne olduğu; İslâm’ın konu ile ilgili temel tu­tumunun hangi yönde olduğu gör­mezlikten gelinir. Arapça bilmeyen in­sanların namazda ne "söylediklerini" bilmelerinin gerektiği temel bir sebep olarak öne sürülür. Münakaşalar yapılır, yazılar, kitaplar yazılır, konu bir müddet sonra gündemden kalkar.

Son günlerde bu süreç yeniden baş­latıldı. Hareket noktası da Cemal Kutay’ın yazdığı ve İncelememizin ko­nusunu oluşturan "Türkçe İbadet" adlı kitap oldu.

Kitabı okuyunca onun, başlık ko­nusunu ele alıp İlmî usulle işleyen bir kitap olmak yerine, polemiğe ve söz oyunlarına dayalı bir temele oturduğunu gördük. O sebeple bu inceleme, "Türkçe İbadet’in dinî-ilmî hükmü üzerinde or­taya konan görüşleri tartışmak yerine Cemal Kutay’ın ileri sürdüğü bazı mesnedsiz, duygusal ve İslam’a aykırı gö­rüşlerinin belirlenip değerlendirilmesin­den oluştu.

İncelemede, adıgeçen kitap’ın önce, genel yapısı; sonra da ilmi yapısı üze­rindeki tesbit ve değerlendirmeler yer almaktadır.

1. GENEL YAPISI AÇISINDAN A- MUHTEVA

Çalışma, hemen hemen bir bütün olarak, konu adı ile doğrudan ilgisi bu­lunmayan başlıklardan oluşmaktadır. "İçindekiler" kısmı mevcut değildir.

Başlıklar adeta konunun özeti olacak kadar uzun (msl.s.230’da 10 satır) tu­tulmuştur. Kitap bir iç tertip ve dü­zenden mahrumdur.

"Türkiye Cumhuriyeti Devlet Baş­kanı Saygıdeğer Süleyman DEMİREL’e Açık Mektup" başlığını taşıyan kısım (s.9.46) da ağırlıklı konu T.B.M.M. nde kadın Milletvekilleridir.

Kitabın asıl kısmını ise, Necip Asım, (s.49-55) Dr. Rıza Nur, (s.6162) İsmail Hakkı Bahacıoğlu (s-82-91), Musa Ca- rullah Biği, (s .93-118). İsmail Hakkı İz­mirli (s.119-127), Enver Tuncalp ve Behçet Kemal Çağlar (s.161-169), Ab- dulhalim Çelebi, Veled Çelebi İzbudak (s.198-202), Ahmed Gürkan (s.213-218) gibi şahıslar oluşturmaktadır. Adı geçen şahıslar, ya yaptıkları bir Kur’an ter­cümesi, ya da Kur’an ilimlerine dair eserleri sebebi ile ele alınmış, bi­yografileri, ilmi çalışmaları ve eserleri hakkında detaylı bilgi verilmiştir.

d) Kitabın sonunda da, "Hz. Mu­hammed Mustafa s.a.v."e ve bazı si­yasilerle bürokratlara yönelik olarak ya­zılmış bir dizi "açık mektup" yer almaktadır.

B. Üslup

Çalışma, böyle ciddi bir konuyu gün­deme getirebilmek için gözetilmesi ge­reken ilmi üsluptan mahrumdur. Eserin bütününe bir konuşma ve sohbet havası, bir hamâsî, ve slagonvârî üslüp ha­kimdir. Ekseriyeti itibarı ile telif değil, irticali konuşmalar tarzındadır. Sıkıcı bir söz yığını görüntüsüne sahiptir.

Örnekler:

a)"......

Denemeler de yapılmıştır.

Ben bunları kronolijik sıra içinde, 1996’da CEM OFSET’in sahibi aziz, âlicenâp, faziletli, yürekli dost Dr.

Oktay Duran’ın yayınladığı "Atatürk Bugün Olsaydı" başlıklı büyük boy, 549 sayfalık kitabımla sıraladım:

Mustafa Kemal’in beraberinde gö­türdüğü hasret TÜRK MİLLETİNİN TANRISINA ANA DİLİYLE KUL­LUK HAKKI

Genel başlığı altında..

"Maraka değer bulursanız, edinir, okursunuz."

"Lütfen beni dinleyin..’’ (s.73-74).

b) Bir başlık:

"LÜTFEN İNSANLIK ADINA; NESİLLERDİR ÇİĞNENMİŞ OLAN ANASÜTÜ KADAR HELAL BİR HAK ADINA; KENDİMİZİN VE EVLATLARIMIZIN HAYSİYETİ ADINA; Milletimize TÜRKÇE İBADET İMKANI, BİR BAŞKA DEYİŞLE ANADİLİYLE KULLUK HAKKINI VERİN: 2 " (s.79)

c) "Bakınız: MEANİ-İ KUR’AN (Kur’an-ı Kerim’in Türkçe Ter­cümesinin sahibi "Mülga tetkikât ve Te’lifât-ı İslâmiye Heyeti Reisi ve Darü’l-Fünun İslâm Felsefesi ve Fıkıh Tarihi Müderrisi İzmirli İsmail Hakkı..." (s. 80)

C- Dil iade: Her şeyden önce kitabın tam bir sayfalık yer tutan adının temel öğesi olan "TÜRKÇE İBADET" ifadesi, Türk dili mantığı açısından yanlıştır. Zira kitabın muhtevasından anlaşıdığma göre ibadette Türk Dili’nin kullanılması kastetilmektedir. Oysa dilimizde isim­lere son takı olarak kullanılan ”çe”, bir şeyin o isme has olduğu anlamını ifade eder ve bu ek alan isimler, başka bir isimle birlikte kullanılır. Bu isim yoksa, var kabul edilir, "Erkekçe tavır”, (erkeğe has tavır) "haince düşünce" (hain kim­seye has düşünce) gibi. Bu sebeple "Türkçe İbadet" de Türk’e has ibadet" demektir ki, yazarın böyle bir şey kast etmediğini biliyoruz. "Türkçe İbadet" ifadesi yerine "Türk Dili ile ibadet" ifa­desinin kullanılması gerekirdi. Amacı itibari ile doğru olmasa da, dil mantığı açısından doğru olan budur. Nitekim Besim Atalay’m aynı konuda yazdığı bir kitabın adı da "Türk Dili ile İbadet"tir.

"İnsanı insan yapmış ayrıcalığın özü kadirbilirliğin dileği olarak diyorum ki büyük Atatürk kıymet normuna sonuna dek devam edeceksiniz." (s.29)

"Cesaret eden lütfen demesin. Ona Prof.Dr. İsmail Hakkı İzmirli’nin "Meâni Kur’an" adlı Türkçe Ter­cümesini "önüne koysun, hayranlık ya­ratacak sabır ve konu üzerinde mutlak bilgiyle derlemiş sayfalarda, hayatı ter- kib eden mevzuları sıralasın bakalım ya­şamda geride kalan bir şey var mı?" (s. 66)

"Hem bunları yorumlamak için sarf, felsefe, sosyoloji, çağ şuuru gibi ta­mamlayıcı bilgilerin gerekliliği.." (s. 108)

"Kur’an-ı hıfzederek hafız oldu" (s.1197)

"Fundamentalizm köktendinciliği.." (s.175)

"Şimdi de mevzuun en çarpıcı, hatta dehşet verici bölümüne gelmiş bu­lunuyoruz." (s.175)

Kitapta baştan sona kadar, kendi dü­şüncesinde olmayanlara "şeriatçı", "yobaz", "gerici", "Arap şovenliği" (s.210), "karakuvvet" (s.214,216) "karşı

taraf" (s.227), "Çember sakallılar" (s. 260), "kara çarşaflı" (s. 268), "kara çar­şaf din faşizmi(?)", "İrtica şebekesi", "sakalı kadar kafası karışık tipler" (s. 271) gibi hakaret edici, aşağılayıcı, tah­rik edici ve toplumsal bütünlüğü bo­zucu, saldırgan ifadeler yöneltilmiştir.

Ne garip tecellidir ki Besim Atalay (ö. 1965) da aynı konuda yazdığı "Türk dili ile İbadet" adlı kitabında, (Nebioğlu yaymeve-İstanbul, Tarihsiz) mu­arızlarına karşı aynı saldırgan ve hor- layıcı ifade üslubu kullanmıştır. İd­diaların isbatı için ilmi usuller yerine; karşı görüşleri çürütme yerine, onları ve sahiplerini yok saymak, hakarete layık görmek, haksız olmanın verdiği psi­kolojik bir rahatsızlığın ifadesi olarak görünmektedir.

2- İLMİ AÇIDAN:

Yukarıda değinilen muhteva, üslup, dil ve ifade zaaflarının da işaret edeceği üzere, kitabın hazırlanması sırasında, "İlmi araştırma metodu" gibi bir en­dişeye yer verilmiş değildir. Konular belli bir düzen ve mantık zinciri içinde ele alınmış olmaktan uzaktır. "Do­ğaçlama" usulü ile "geldiği gibi yazma" yoluna başvurulmuştur. Bu tutumun so­nucunda eserde oluşan içinden çıkılmaz bir iç yapıyı, bizzat yazarın kendisi, "iç içe geçmiş"lik nitelemesi ile, bir "dizin" (İndeks) sunamayışına gerekçe olarak gösterilmiştir. Hatta bir "İçindekiler" kısmının olmayışı da aynı gerekçeye da­yanıyor olmalıdır.

Eserde verilmek istenen temel mesaj, namazda kıraatin (Kur’an’dan bir miktar okuma işinin) Türçe tercüme ile yapılması gerektiğidir. Ancak böyle bir konuda ciddi bir görüş belirtebilmek için Kur’an ve Kur’an ilimleri ko­nusunda yeterli bir alt yapıya sahip olmak gerekmektedir. Aynı gereklilik, bu konuda söylenenleri de­ğerlendirebilmek konusunda da ge- çerlidir. Oysa yazar, Kur’an ve ilgili ilimler konusunda söz sahibi olması ya­nında, bizzat kendisinin de ifade ettiği gibi "İlahiyatçı (Tanrı bilimci, teolog)" değildir, (s.5), yani genel anlamda bile din alanında söz sahibi değildir. "Şe- refu’l-Mekani bi’l-Mekini" Bir makam, şerefini orayı işgal eden şeyden alır" sö­zünü "Yüce İslâm Peygamberinin ebedi hükmü" diye sunabilmiştir. (s.28-29)

Yazar gerek kitabın konusunun ge­rektiği ilmi alt yapıdan yoksun bu­lunması ve gerekse olmasını istediği bir şeyin, ne pahasına olursa olsun doğ­ruluğunu ispatlama yönündeki ısrarlı tu­tumu yüzünden bir takım dini-ilmi ha­talar, çelişkili durumlar sergilemekten kurtulamamıştır.

Tesbit edilen bunoktalan, çeşitli ör­nekleri ile görelim:

A- İLMİ-DİNİ YANLIŞLAR

1. " ARAP ŞERİATI" (İSLÂM)

İslâm "Arap Şeriatı" ölçülerine in­dirilerek, Şamanizm ile mukayese edil­mektedir. Bir başlık:

"İslamiyet Öncesi Türk Dinsel Ya­pısıyla Arap Şeriati Arasındaki Fark­lılığa Ait Dikkate Değer Sonuçlar" (s .40)

Bu mantıktan hareketle şamanlık: puta tapmaya asla yer vermeyen, do­ğanın yüce (?) varlıklarına saygı ve sev­giyi telkin eden ölçelere sahip; asıl ya­pısı tek tann inancı olan bir din olarak İslâmiyetin yanında ön plana çı­

karılmaya çalışılmaktadır, (s .47-50) Şu ifade ise bir bölüm sonucu olarak, bunu açıkça ortaya koymaktadır:

"Türk Milleti "ana diliyle kulluk hakkına kavuştuğu gün, konuyu ku­caklayacak evladan, manevi ha­yatımızda yeni bir pencere açacaktır: Ulusal verasetin ŞAMANLIK ve ön­cesine uzanarak bilim penceresini..." (s. 58)

Malazgirt savaşında, Alparslan’ın ya­nında Türk olmayan müslümanlann yer almayışından, Bizans ordusundaki Hris- tiyan Türklerin saf değiştirerek Al­parslan’ın yanında yer almasından ha­reketle, milliyetin dinden önce geldiği sonucuna varılmaktadır:

"Peki neredeydi bizim ittihad-ı İslâm (İslâm birliği) masalının mefkurecileri?

"Tek bir tanesi yoktu..."

"Ama o can pazarında dinleri Hris- tiyan, kanı Türk olan Bizans Or­dusundaki Hristiyan Türkler, kavganın iki din konusunda değil iki millet ara­sında olduğunu görünce, tereddütsüz Al­parslan’ın tarafına geçtiler..."

"Çünkü MİLLİYET daima DİN’in üstündeydi." (s.59)

İleri sürülen hükmün İslâm’ın ruhuna taban tabana zıt oluşu aşikardır. İla­hiyatça (Tanrı bilimci, teolog) olmayan yazarın böyle bir hataya düşmüş olması -hatanın tüm büyüklüğüne rağmen- an­laşılabilir bir şeydir. Ama bir "ta- rihçi"nin, adıgeçen savaşdan önce Al­parslan’ın askerlerine hitaben söyleyişi:

"Allah’ım, sana kulluk için ha­yatlarını esirgemeyen mücahitlerini yal­nız bırakma. Alparslan’ı düşmanlarına muzaffer kıl ve askerlerini meleklerinle te’yid eyle. O, senin rızanı kazanmak için nasıl cihad ediyorsa, sen de onu öy­lece koru. Düşmanlarını kahret.. Ey as­kerlerim! Eğer şehid olursam bu beyaz elbise benim kefenim olsun. O zaman ruhum göklere çıkacaktır." sözlerini gör­mezlikten gelerek onu, milliyeti dinin önünde tutmakla itham etmesi anlaşılır gibi değildir.

Yazar’m İslâm Dini hakkında kul­landığı küçük düşürücü "Arap Şeriatı" ifadesi s. 196 prğ. 1 ve s. 202, prğ. 4’de de yer almaktadır.

2- "KESİN,ÖDÜNSÜZ,HATTA KALPSİZ... YASAKLIK"

Şamanlıkta puta tapma gibi ilkellik bulunmadığı iddiasından hareketle, İslâmiyetin resim ve heykel konusunda getirdiği kısıtlamalara, cahiliye Arap- larının putatapıcılığının sebep olduğu, bunun zararını da, böyle bir adeti ol­mayan Türklerin çektiği ileri sü­rülmektedir. Şöyle diyor Kutay:

"Ve İslâmiyet, insanlık adına yüz­karası olan bu tablodan onlan kurtarmak için gelmiştir."

"Peki sonra ne olmuştur?

"Arap Yarımadası’nm bir daha ben­zer utancı yaşamaması için müzik, resim, heykel ve benzeri, insanlığın yüce duygularının, en asil ve kalıcı be­lirtilerine YASAK’lık getirilmişti: Kesin, ödünsüz -hatta kalpsiz..." ya­saklık..."

Bu yasağın faturasını Arap ve Öte­kiler değil biz Türkler ödedik." (s. 50)

Bununla şunlar söylenmiş oluyor:

İslam’ın müzik, resim ve heykel ko­nusunda getirdiği kısıtlama ve ya­saklamalar aslında putatapar Araplar için bağlayıcıdır. Zira puta tapanlar,

resim ve heykeli tapınma aracı yapanlar Araplardır. "Hayatında puta tapmak gibi bir ilkellik olmayan biz Türkler" (s. 50) bu kısıtlama ve yasaklamanın dışında olmalıydık. Ne var ki onların narına biz de yandık.

(Asıl konumuz olmamakla birlikte Türklerin hiç puta tapmamış olduğu id­diasının yanlış olduğu ve ileride buna değineceğimizi belirtelim.)

Kutay’ın bu kökten düşüncesi kökten yanlıştır. Çünkü "Sebebin özel oluşu, hükmün genel oluşuna engel değildir" prensibi İslâm hukukunun temel pren­siplerinden biridir. Sözü edilen kı­sıtlama ve yasaklamaların sebebi ger­çekten sadece "Arap Ümmetinin Cahiliye devrindeki felaketli yapısı" (s. 50) olsa bile bu , aynı sınırlama ve ya­saklamaların, İslâm’a mensup başka mil­letleri, toplundan da kapsamayacağı, ya da kapsamaması gerektiği anlamına asla gelmez. Zira İslâm’ın yasakladığı bir ey­lemi işlemeyen bir toplumun, aynı şeyi yann da işlemeyeceği söylenemez. Bu sebeple mutlak emirler ve yasaklar yer, zaman ve toplum farkı gözetmeden ge­nellik ifade ederler. Zaten İslâm’ın ev­rensel bir din oluşunun anlamı da budur. Peygamberi, tüm insanlara Peygamber olarak gönderilmiştir. (34/Sebe: 28) Kutsal kitabı, pek çok ayetinde "Ey in­sanlar" diye tüm insanlığa hitap et­mektedir. Şu halde insanlardan ba­zılarını ya da belli kesimleri, böylesi ve tüm insanlığı kuşatan bir dinin, bazı ku­rallarının dışında bırakabileceği id­diasının ne dini ne ilmi hiçbir dayanağı yoktur.

İslâm’ın getirdiği bir genel hükmün "kalpsiz" (ce) diye nitelenmesi -haşa- Allah’a zulüm isnadı demek olacağından, İslâm inancına aykırı ve kişiyi inanç açısından tehlikeli çizgiye ge­tirecek bir tutumdur.

3. "KURANIKERİM ARAP ÜMMETİ İÇİN İNDİRİLMİŞTİR"

Yazar "Kur’an-ı Kerim niçin Arap dili ile indirildi?" şeklinde açtığı başlık altında "cevabı gayet basit ve açıktır: Çünkü Kur’an-ı Kerim ARAP ÜMMETİ için inmiştir." dedikten sonra İsmail Hakkı İZMİRLİ’nin Meân-i Kur’an adlı . Kur’an tercümesinin önsözünden bir alıntı yapmaktadır. Burada İzmirli, Kur’an’ın indiriliş biçim ve sürecini gün­deme getirdikten sonra, Kur’an’ın söz ve anlam bütünlüğü içinde mi yoksa sadece anlam olarak mı indirildiği konusunun ulema arasında ihtilaf konusu olduğunu çoğunluğun söz ve anlam olarak in­dirildiği görüşünde olduğunu söy­lemektedir.

a) Önce; yazarın yukarıda ak­tardığımız başlığındaki hükme var­masını sağlayacak hiç bir ifade, verdiği bu alıntıda yer alınamadığı gibi, ko­nunun devamında da (s. 66-70) böyle bir şeye rastlamak mümkün değildir. Yazarın üslubunun bir özelliği olarak, o anda böyle bir şey söylemek aklından geçmiş, bunu bir başlık ile ilintili olup olmadığı üzerinde durulmamıştır.

b) Oysa Kur’an’ın sadece "Arap Üm­meti" için değil tüm insanlık için indiği, inkârı mümkün olmayan bir gerçektir. Kur’an’ın sayısız ayet-i "Ey insanlar." diye başlamaktadır. Ayrıca böyle bir iddia Hz. Peygamberin de Araplara has bir Peygamber olduğunu söylemeyi ge­rektirir.

Yazan böyle riskli bir yola sokan

mantık "tüm Türk devletlerinde Arap­ça’ya dayalı din anlayışı, daha açık söy­leyişle Kur’an’ın Arapça olarak ibadete esas kaynak olmasından..." (s. 66) kur­tulmak mantığıdır.

c) İslâm ulemasından bazılannın, Kur’an’ın yalnız anlam olarak indirilmiş olduğu görüşünde olmalan, Kur’an’ın Arap dili ile indirilmiş kutsal bir kitap olduğu gerçeğini değiştirmez. Kur’an, yazar ve benzerlerinin dayanaksız ola­rak iddia ettiği gibi ister sadece Araplara inmiş olsun, isterse tüm insanlığa inmiş olsun, bu gerçek değişmez. Zira bizzat Kur’an, kendini "Arapça bir Kur’an" ola­rak tanıtıyor (Msl. 12, Yusuf, 2; 20, Tâ- hâ, 113; 39; Zümer, 28) Yani Kur’an olamayacağı ve Kur’an’ın orijinal met­ninin yerine kaim olamayacağı hem ilmin, hem dinin hem de tarihin kesin hükmüdür.

Yazarın "Kur’an’ın Arapça olması, Arap cahiliye karanlık ve utancından kurtarmak için indirilmiş olmasından dolayıdır. Yoksa İslâmiyeti bir cihan ha­reketi yapmış Türklüğü cezalandırmak için değil." (s. 69) şeklindeki mesnetsiz ve tutarsız ifadelerini de yukarıdaki bakış açısından değrlendirmek gerekir.

Kur’an’ın Arap dili ile inmiş olması ve namazda Arapça lafızlarıyla okun­masının şart olması, onun hidayetinden başka ümmetlerin yararlanmalarının önünde bir engel değildir. Namazda "kı­raat" m dışında, Kur’an’ı anlama, ondan ışık alma konusunda tercüme ve tef­sirlerden yararlanmak, her toplum ve millet için mümkün, hatta gereklidir. Bu gerçek tüm çıplaklığı ile ortadayken, Türklerin Kur’an’ın nurundan ya­rarlanması adına "Türkçe İbadet" diye ısrar etmeyi açıklayabilmek ise mümkün değildir.

Eğer bir millet Kur’an ile olan iliş­kilerinden dolayı "ceza görmüş" ise bu, Kur’an’ın Arapça metniyle okunuşundan dolayı değil, Kur’an’ı yaşayamamaktan, hayatın dışına itmekten dolayıdır. Kur’an’ın anlaşılmasının, yaşanmasının, hayatımızı etkilemesinin önündeki ilk engel asla, onun Arap dilinde olması, bizim ise Türkçe konuşuyor olmamız değildir. Eğer bir toplumun, Kur’an’ın o toplumun dilinde olması yeterli olsaydı, Arap dünyasının bugünkü halde ol­maması gerekirdi. Demek ki biz Türkler de dahil, İslâm dünyasının, hatta tüm in­sanlığın Kur’andan gereği gibi ışık ala­bilmesinin birinci şartı, onu benimseyip incelemeye ve onu kendisinden et­kilenmeye layık bulmaktır. Bu noktaya gelindikten sonra, Kur’an’ın namazda Arapça nazmıyla okunmasının çağa açı­lımın önünde bir engel olduğundan söz etmenin anlamsızlığı, bazı anlayış sa­hipleri açısından da ortaya çakacaktır.

Tüm bu gerçeklerin ışığında de­nebilir ki: Kur’an ile ilişkilerinden do­layı bir toplumun ceza görmüş olması söz konusu ise bunun sebebi, Kur’an’ın hükümlerinin niteliğinde değil, o top­lumun Kur’an’a bakışında ve ona karşı tutumunda aranmalıdır.

4- "KARADA VE DENİZDE FESAD ZUHUR ETTİ"

Kutay, Rûm Sûresi 41.âyetinde yer alan "İnsanların bizzat kendi işledikleri yüzünden denizde ve karada fesad be­lirdi.” ifadesinin ‘"cahiliye Devri Arap yarımadası’nm, özellikle yeni dinin çık­tığı Mekke çevresinin görünümünü” tas­vir ettiği düşüncesinden hareketle Kur’an’ın dünyaya yönelik ahkamının aslında Araplara yönelik olduğunu ifade ederek şöyle demektedir:

"Fakat bu gerçek ("Arapların cahil, ilkel, idraksiz, kanunsuz," oluşlarını kas­tediyor) İslamiyetin bünyesinde öteki iki semavi din, Musevilik ve Hristiyanhk’da rastlanamayacak nisbette Müslümanlığı "Dünya sorunları üzerinde esaslara" mecbur etmiştir.’’(s.72)

Yazar "İslamiyetin çıplak bir din değil, kendine inananı, anne kamından alıp sonsuzluğuna inandığı bir başka dünyaya götürecek bütünlükte yaşama düzeni olduğu gerçeğini (s .71) bu ge­rekçeye dayandırmaktadır. Yani ona göre İslam Dini de aslında Yahudilik ve Hristiyanlık gibi semavi bir din ol­duğuna göre, bu din de tıpkı onlar gibi hayatın maddi alanlarına, dünyaya iliş­kin konularda pek hüküm getirmemeli idi. Ne var ki cahiliye Araplannın ıslahı amacıyla İslâm bu tür hükümler ge­tirmek zorunda kalmıştır. Yoksa, İslâm’ın dünyaya ilişkin hükümleri on­ların durumunda olmayan başka mil­letleri (Mesela Türkleri) bağlayıcı ni­teliktedir. Kutay’m:

"Bugün tesettür adı altında dinsel yapı içinde gösterilen kısıtlamalar, as­lında bu kapanmış devrin (cahiliye Arapları dönemini kastediyor) zamanın reddindeki izlerdir." (s.72) şeklindeki sözleri, tüm anlatım bozukluğuna rağ­men onun bu konudaki yaklaşımını açıkça ortaya koymaktadır.

Bundan önceki iki başlık altında da denildiği gibi yazarın asıl amacı, Kur’an’ın maddi ve sosyal hayata yö­nelik hükümlerinin bugün ge­çerliliklerini yitirdiğini, bugün İslâm de­yince Allah ile kul arasındaki bir takım duygusal ve imani bağlardan ibaret ol­duğunu, dolayısıyla laik dünya gö­rüşünün Kur’an’a aykırı olmadığını Müslümanlara benimsetmektir. "Türkçe iba­det" isteklerinin arkasında yatan gerçek sebep budur. Zira müslümanlar, na­mazlarında olsun Kur’an’ı orijinal la­fızlarıyla okumakla asgari ölçüde de olsa, indiği form içindeki Kur’an ile bağ­lantılarını ve ilişkilerini sürdürecekler, bu da onları Kur’an’ı gösterilmek is­tenenden başka bir dünya görüşüne sahip olduğu gerçeğini yüreklerinde ve kafalarında diri ve taze bir biçimde ko­rumalarını sağlayacaktır. Asıl sıkıntı da buradan kaynaklanmaktadır.

5- ABDULLAH CEVDET VE "İHVANU’S-SAFA"

Yazar, Kur’an karşısında takınılması gereken bakış açısının belirlenmesi ko­nusunda, asıl cesurca tutumun İslami bi­limler alanından uzmanlaşanların dı- şmdakilerce sergilenmiş olduğunu söylemekte ve Abdullah Cevdet ile "İhvânu’s-Safa’yı bu konuda örnek ola­rak sunmaktadır. Kutay’ın, son gün­lerinde kendisini tanıdığım, ellerini öp­tüğüm, ..neden Kur’an-ı Kerim’in bir çevirisini, hayır sadece çevirisini değil, açık yorumunu yapmadığını bugün de düşünmekteyim" (s.76) dediği Abdullah Cevdet hakkında yazdığı onüç satırlık bir cümleden (s.76) zorlanarak da olsa aktardığımız yukarıdaki ifadeden an­laşılan şudur: Abdullah Cevdet’in (1869­1932) din konusunda sahip olduğu fi­kirler ve bakış açısı ile İslâmiyet an­laşılmalı ve yorumlanmalıdır.

Bilindiği gibi Abdullah Cevdet Mek- teb-i Tıbbiyye’ye girdikten sonra, o dö­nemde moda olan biyolojik materyalizm akımına kapılmış, dine karşı takındığı olumsuz tavır sebebiyle büyük tepkiler almış bir kimsedir. R.Dozy’nin "Essal sur I’histire de I’İslamisme" adlı kitabını "Tarih-i Din-i İslâm" adıyla ya­yınlanmıştı. Hz. Peygamber’in hayatını marazi psikoloji ile açıklamaya çalışan bu kitap sebebiyle Abdullah Cevdet din düşmanı olarak tanınmış ve pek çok eleştiri almıştı. Daha da ilginci, ya­yınladığı "İctihad dergisinde, Bahâiliğin yeni bir din alarak kabul edilmesini de tavsiye edebilmişti. Bugün "Tan­rısızlığın İlmihali" adı altında dördüncü baskısı yapılan (Kaynak yayınlan, İst.1995) ve LMeslier adlı iki yüzlü bir Hristiyan köy papazına ait LE BON SENSE adlı eseri tercüme edip ya­yınlayan da yine Abdullah Cevdet’tir1

İşte Kutay’ın ellerini öptüğü ye niçin bir Kur’an tercümesi, bir Kur’an yorumu (Tefsiri) yapmadığına hayıflandığı "cesur düşünceli" Abdullah Cevdet budur.

Cemal Kutay, "Kur’an üzerinde yo­rumlar yapılırken, değişen zaman şart- lanna uygun köklü deneyimler (de­nemeler olacak) yapılmadı mı?" sorusunu sormakta ve şöyle demektedir:

"Bir ihvânu’s-Safâ (Safalı, mutlu kar­deşler) hareketi vardır ki, İslâm hayat ve felsefelerini değişen şartlara göre temel kurallara sadık kalarak ve de önemlisi, telkine ve tebliğe değil de akla ve tat­bike uygun ölçüler içinde ele almayı dü­şünmüştür. Adı bilinen beş kurucusunun kökeni Türk çoğunluğudur. Sadece Kur’an, Tevrat, İncil ve semaviliğine inanılmış öteki kitaplardan da faydalanmışlardır.(s.77)

Yazarın sözünü ettiği ve Kur’an’ın yorumlanmasında görüşlerinin esas alın­masını öngördüğü İhvânu’s-Safa, X (H.IV.) asrın ikinci yansında oluş­turulmuş, aşırı Şirî daha doğrusu Îsmailî eğilimli siyasi-dinî bir oluşumdur.® Görüşlerini "Risail-ü İhvanu’s-Safa" diye anılan risalelerde ortaya koy­muşlardır/2 3 4 5) Bunlar Şeriat hü­kümlerinin, dini inançlann, felsefeden haberdar olmayan kişiler yüzünden bu­landığı, ancak felsefe ile te­mizleneceğini; insanın da, şeriatı felsefe ile açıklayabildikten sonra kemale ere­bileceği görüşündedirler. Görüşleri, Hint-İran ve Yunan felsefesine da­yanmaktadır. Risaleleri, bu felsefi sis­temleri ile İslâm inançlarını bir­leştirmeye çalışan esasları içermektedir. "Özellikle yaradılışın zarûri oluşu, âlemin ezeli ve ebedi oluşu inançları do­layısıyla İslâm’a hiç bir surette uymayan fakat risaleleriyle yayılan bu cemiyetin kurduğu sistem, İsmaililer tarafından ha­yati bir şekle sokulmuş, mezhebin teş­kilatı bu sisteme oturtulmuştur." ®

Görüldüğü üzere yazar, Kur’an’ın de­ğişen zaman şartlarına göre yorumu" adı altında, Kur’an-ın pratik hükümlerini devre dışı bırakan keyfi yorumlarını "delillendirme" konusunda sapık "İh- vanu’s-Safa"yı örnek göstermektedir. Ancak bu işi yaparken adı geçen grubu, asıl veçheleri ile değil, insanların zi­hinlerini çelecek ifadelerle sunmakta, ilmi gerçekleri saklama yolunu seç­mektedir.

Yazar’ın, Kur’anın yorumlanması ko­nusunda; asıl amacı İslâm’ı, bir takım felsefi sistemlerle birleştirmek olan "İhvan-ı Safa’yı örnek verişini, İslâm’a ve Şamanhğa bakışı ışığında de­ğerlendirecek olursak onun; İslâm inan­cının, Şaman pratik hayatıyla bir­leştirilmesi gibi bir din anlayışında

olduğu görülecektir. Bu tutumun İslâm ile alakası olmadığı ise açıktır.

6- DİVAN İ LUGATİ’T-TÜRK VE "TÜRKÇE İBADET"

Kutay Kaşgarlı Mahmud’un Ünlü eseri "Divan-i Lügati’t-Türk"ten söz ederek şöyle demektedir:

"Kaşgarlı Mahmud’un bin yıla yak­laşmakta olan bu eşsiz hizmetinin açık­landığı temel gerçek Türk Milletinin ibadetini ana diliyle yerine getireceğini sahih hadislerle isbatlamasıdır.’(S.196)

Bilindiği gibi "Divan-i Lugati’t- Türk" Kaşgarlı Mahmud’un Türk dilinin Arapçadan geri kalmadığını, bu dilin önemini ve gücünü gözler önüne sermek ve Araplara Türkçeyi öğretmek ama­cıyla kaleme aldığı (470/1077) bir söz­lük gramer kitabıdır.

Kaşgarlı, eserinde, açıklamasını yap­tığı kelimelerin daha iyi anlaşılmasını sağlamak için, atasözü, şiir gibi mal­zemeden olduğu gibi, ayet ve ha­dislerden de yararlanmış. Ayrıca ese­rinin önsözünde "Türk dilini öğreniniz; çünkü onlar için uzun sürecek bir ege­menlik var"dır.® "hadis"ine yer ver­miştir.

Kaşgarlı Mahmud’un amacının Türk- lerin siyasal alanındaki üstünlüklerinin dil ve kültür alanında da bir vakıa ol­duğunu vurgulamak olduğunu onun "Derdini dinletebilmek ve Türklerin gönlünü alabilmek için onların diliyle konuşmaktan başka yol yoktur" ifa­desinden anlıyoruz/6) Ancak, ne onun önsözünde aktardığı hadis ne de ki­tabının metni içinde örnek olarak sun­duğu diğer hadislerin hiçbirinde na­mazda Kur’an’ın Türkçe tercümesi okunabileceğine dair bir işaret yoktur. Zaten Kaşgarh Mahmud’un konusu "iba­det dili" değil, Türk dilidir. Eğer Kutay’m iddia ettiği gibi, "Türkçe iba­det" yapılabileceğine dair sahih hadisler bulunsaydı, daha ilk dönemden itibaren bu uygulanagelirdi. Bırakalım sahih hadis bulunmasını, bu konuda zayıf, hatta mevzu (uydurma) "hadis" bile yok­tur. Ayrıca, yazar; iddiasını isbat ettiğini söylediği bu hadisleri niçin kitabına al­mamıştır. Öyle anlaşılıyor ki, halkın elinden yaygın olarak bulunmayan, her- keşçe okunmayan ama Türk Dili tarihi açısından çok önemli olduğu için biraz kültürü olan herkesçe tanınan "Divan-ı Lügatü’t-Türk" e atıf yaparak "Orada ya­zıyorsa doğrudur" düşüncesi uyan­dırılmak istenmektedir.

Kutay yukarıdaki ifadelerinden sonra, Mehmet Hamdi Yazır’ın Hak Dini Kur’an Dili adlı Kur’an tefsirinin Atatürk döneminde yapıldığım ha­tırlatarak kendi tezini desteklemeye ça­lışmaktadır. Halbuki Kutay’ın "sahada bilgisiyle tanınan" diye takdim ettiği Hamdi Yazır, adı geçen eserin daha ön­sözünde şöyle demektedir:

"Öylelerini görüyoruz ki Kur’an’ı an­lamıyor ve tefsirlere, müfessirlerin te’villeri karışmıştır, diye onları da kâle almak istemiyor da eline geçirdiği ter- cemeleri okumakla Kur’an’ın tetkik

etmiş olacağını iddia ediyor. Dü­şünemiyor ki okuduğu tercemeye âlim müfessirlerin tevili değilse, cahil mü­tercimin reyi (görüşü) tevili, hatası, nok­sanı karıştırmıştır. Bazılarından da du­yuyoruz ki Kur’an tercümesi demekle iktifa etmiyor da "Türkçe Kur’an" de­meğe kadar gidiyor. Türkçe Kur’an mı var behey şaşkın? Kur’an Arabidir. Şüp­hesiz biz onu Arapça bir Kur’an olarak indirdik"^7 8) (ayeti) mansustur. (Bunu ça- kıça ifade eder) Düşünmeli ki Kur’an’ı tefsir etmek üzere Peygamber’in irâd bu­yurduğu hadise bile Kur’an denemez, denirse küfrolur. Hasılı, tercüme, Kur’andan, mütercimin anlayabildiği kadar bazı şeyleri anlatabilirse de hak- kıyle anlatamaz. Anlattığı şeyler de Kur’an’ın hülun-ü kıymetini haiz olmaz."®

Ortaya atılan "Türkçe İbadet" tezi böylesine dayanaksız olduğu için yazar, Divan-ı Lügatü’t-Türk örneğinde olduğu gibi, bir takım hayali delillere baş­vurmak zorunda kalmaktadır. Bu se­beple işi; "Şayet Mevlânâ eserlerini Türk dili ile yazmış olsaydı bunun; "Türkçe İbadet davasında sağlam bir da­yanak olacağını" düşünmeye kadar var­dırmaktadır.(s.200)

Mesnevi’nin Türkçe olarak yazılmış olmasının bu konuda nasıl bir dayanak olacağının izahı akli ölçüler içinde mümkünse bu, yazara ait bir iştir.

7- ’...KILIK KIYAFETİ,DIŞ

GÖRÜNÜMÜ KIYMET SAYMAKTAN KURTULACAKSINIZ"

"Müslümanlıkta ibadette kılık kı­yafet özelliği yoktur. Temiz giyinmeye elden geldiğince ilgi göstermiş olmak yeterlidir. Kûfe’li bir zenginin şatafatlı kılıkla meclise geldiğini gören Hz. Ali’nin: "....Allah’ın huzuruna kalbini iyiliklerle süsleyerek çıkman daha doğru olmaz mı?" dediği bilinir?

"Günlük hayatımımızda kıyafet özel­liği, dinsel düşüncelerin manevi hayata verilen değerin kıstası gibi gösterilmek istendiğinde, ardında açıklanmamış bir maksadı arayacaksımz."(s.225)

"...Türkiye de özellikle bir siyasi partinin kademeli faaliyetlerinden sonra (tesettür-örtünme) dini vecibeler ara­sında yer aldı. Başörtüsüyle başladı; uzun etekli manto ve çarşafla devam ediyor. Aslında öyle almadığı halde, dinsel bir yapıya bürünerbk..."(s.225- 226)

Cemal Kutay’ın örtünme ko­nusundaki "ictihad"ı (.) böyle. Bu ”ic- tihad"a ulaşırken başvurduğu yol bir "göz boyama"dan öteye geçmemektedir. Bir kere Hz. Ali’ye nisbet edilen söz ko­nusu ifade "vücudun belli yerlerini ört­meye özen göstereceğine, kalbini gü­zelleştir" anlamında kullanılmış değildir. Kastedilen, şey, lüks ve israfa kaçarak, gurur ve kibre sebep olacak süslü elbiseler giymenin iyi olmadığını, asıl önemli olanın manevi güzellik ol­duğunu vurgulamaktır. İfadede yer alan "şatafat" kelimesi, bu gerçeği her ke­simden insanın kolaylıkla an­layabileceği biçimde ortaya koy­maktadır.

Yazar’m, bir kısmını bizim de bu ko­nuya başlık olarak kullandığımız bir başlığına göre (s.225) ana dilimizle iba­det ettiğimiz, yani namazda Kur’anın tercümesini okuduğumuz zaman, kılık kıyafetin, örtünmenin bir değer ol­madığını anlayacakmışız. Halbuki Kutay, ileri sürdüğü bir çok dayanıksız ve İslâm dışı iddialarını olduğu gibi, ör­tünmenin bir değer olmadığı iddiasını benimsetmek istiyorsa, insanlara na­mazda Kur’an’ı okuyup anlayan insanlar, kitabında ileri sürdüğü iddialarının ta­mamının aksini, özellikle örtünme ko­nusundaki apaçık ilahi emirleri içeren ayetleri göreceklerdir.

Acaba Kutay neden, "Örtünme ko­nusunda din ne diyor?" diye Kur’an’a yönelmiyor da Hz. Ali’ye nisbet edilen bir sözü çarpıtma yolunu tercih ediyor? Çünkü Kur’an’da çarpıtılamayacak açık­lıkta ve kapsamda, örtünmeyi emreden ayetler bulunmaktadır:

"Ey Peygamber. Hanımlarına, kız­larına ve müminlerin kadınlarına şöyle (bir ihtiyaç için dışarı çıktıkları zaman) örtülerini üstlerine almalarını (vü­cutlarını örtmelerini) söyle.

"(Resûlüm) Mümin kadınlara söyle: Gözlerini (harama bakmaktan) ko­rusunlar; namus ve iffetlerini esir­gesinler. Görünen kısımları müstesna olmak üzere zinetlerini teşhir et­mesinler. Baş örtülerini yakalarının üze­rine kadar örtsünler.

Müslümanın ölçüsü, kimin nasıl dav­randığı değil, Allah’ın ve Peygamber (s.a.s.)’in ne dediğidir. Bu sebeple ör­tünme Kur’an’a inanan herkes için bağlayıcı bir değer ölçüsüdür. Kur’an red­dedilmedikçe, bunun inkârı mümkün de­ğildir.

8- "TABERİ: İLK KUR’AN YORUMU"

Kutay, Kur’an-ı Kerim üzerinde ilk yorum yapanın Taberî (Ö.110/728) ol­duğunu söylemektedir.(s .75)

Her şeyden önce Kur’anın ilk yo­rumcuları Hz. Peygamber (s.a.s.) ve onun âlim sahabileridir. Hadis mec­mualarının "Kitabü’t-Tefsir" bölümleri Hz. Peygamber’in yorum örneklerinin yer aldığı kaynaklardır. Taberi’ye kadar Kur’an üzerinde yorum yapan pek çok ulema gelip geçmiştir. Taberi’nin özel­liği, bilinen en eski Kur’an tefsirlerinden biri olması yanında, "rivayet" ve "di­rayet" usullerini birleştirmiş olmasıdır.

9- "ANLAMSIZ MEAL SÖZCÜĞÜ"

Kutay, yapılan Kur’an çevirilerine ifade için kullanılan terimler hakkında:

"...Bu emeklerden önce, Kur’an’ın di­limize kazandırılması için TERCÜME, ÇEVİRİ değil, anlamsız meal sözcüğü kullanılıyordu." demekte ve şöyle ek­lemektedir: "Büyük osmanlı Lügati (Cilt II. Sayga 961) Arapça MEAL söz­cüğünü şöyle açıklıyor: Manâ, mefhum, anlama, kavram, manâ itibariyle, anlam olarak.”

"Görüyorsunuz: Arap kültür em­peryalizminin emrindeki şeriatçı Mus­tafa Kemal’e kadar kutsal kitabımızın di­limize TAM ÇEVİRİ sini bile önlemiş, değil onun buyruklarıyla Tanrıya kulluk görevimizi yerine getirmeyi..."(s.197).

Yazarın "tercüme" yerine "meal" ke­

limesini kullananları böylesine ağır bir dille eleştirmesinin sebebi, üzerinde kalem oynattığı konu hakkında bilgisiz ve kendi gibi düşünmeyenler hakkında ön yargılı olmasıdır.

Kutay’ın zannettiği gibi, ne "meâl" anlamsız bir kelimedir, ne de "tercüme" ile aynı anlama gelmektedir.

"Meâl sözlükte, bir şeyin varacağı yer ve gaye anlamına gelir. Buna göre bir lafzın, sözün meâli de o sözün muh­temel bulunduğu manâlar içinden asıl kastedilene döndürülüp bağlanması de­mektir. Meâl sözünün bir de eksiltmek anlamı vardır. Bu sebeple tefsir bilimi alanında, "bir sözün anlamını her yö­nüyle aynen değil de, biraz eksiği ile ve sonuç itibariyle ifade etme işlemi "meal" terimi ile ifade edilir. "Tercüme" kelimesi ise bir sözü bir dilden diğer bir dile aktarmak demektir. "Mutlak olarak kullanıldığında bir sözün başka bir dile aktarılması sırasında sergilenen zaaf ve eksiklikleri çağrıştırmaz. Bu bakımdan "meâl"e göre daha "iddialı" bir ifadedir.

Arap diline ve oun edebi özel­liklerine biraz olsun vakıf olanlar iyi bi­lirler ki, özellikle, Kur’an’ın içerdiği tüm anlamlarıyla tercüme edilmesi mümkün değildir. Gerek tercüme dilinden ve mü­tercimden, gerekse Kur’anın kendine has edebi üstünlüklerinden kaynaklanan bir takım zorluklar sebebiyle tercüme sı­rasında mutlaka aktarılamayan manâlar bulunmaktadır. İşte "bazı Kur’an mü­tercimlerinin tercüme sözü yerine meâl’i tercih etmeleri bu eksikliğe işaret etmek içindir.’^1 D Yazarın, iddiasını isbat etmek için alıntıda bulunduğu "Büyük Osmanlı Lügati" da ilmi bir üslup içinde aynı şeyleri söylemektedir.

Nitekim, Kutay’ın haklı olarak takdir edip değer verdiği Hamdi Yazır da Tef­sirinin önsözünde "meal"i kullanmayı tercih etmiştir.

10-"NESH" VE "TAĞAYYUR-Ü EZMAN" MESELELERİ

Yukarıda verdiğimiz örneklerde, Kutay’ın; İslâm’ın Arap şeriatı olduğu, Kur’an’daki dünyevi ahkamın sadece Arapları bağladığı, Kur’an’ın Arap üm­meti için inmiş olduğu şeklinde Kur’an’a aykırı fikirlerin sahibi olduğu gö­rülmüştü. Yazann, bu sakat dü­şüncelerini, kendi mantığmca yine bazı İslâmi prensiplere bağlayarak is- batlamaya çalıştığını da görmekteyiz. Ancak’ kullandığımız "İspatlama" ke­limesine bakarak, söylediklerinde bir tu­tarlılık, bir sebep-sonuç ilişkisi bu­lunduğu sanılmamalıdır. Tüm kitap boyunca sergilenen çözük ve düzensiz üslûp burada da kendini göstermekte, sabrı zorlayacak noktalara ulaşmaktadır.

Kutay, "İbadetimizin, bir başka de­yişle yüce Tanrımıza kulluk ödevimizin bize yabancı Arapça yerine öz dilimizle yerine getirme özgürlüğümüze kavuşma yolundaki seslenişimizin dayanakları üzerinde son bölüme gelmiş bu­lunuyoruz" (s.213) dedikten sonra şöyle devam etmektedir:

"İsbatlanmız arasında, değerli bir Türk ilahiyatçısının senelerini vererek sahip olduğu bilimsel dayançları açık­layan kitabı ve ona dayalı izahları var....: "KUR’AN’IN NASİH VE MEN- SUH AYETLERİ"

Yazar bunca iddialı ifadelerden sonra, adı geçen eserden "ispat" (delil)

olarak aktardığı şey ise, Hz. Ali’nin Küfe mescidinde vâz eden, ancak; Kur’an’ın "nasih’ini ve "mensuh"unu bil­meyen bir kıssacı"ya hitaben söylediği:

"Sen hem kendini, hem de baş­kalarını helak ettin."^2)’ şeklindeki ifa­desidir. Tüm yapılan bu. Sonra da Ahmet GÜRKAN’ın; önemli bir konu olan nesh üzerine o zamana kadar ne yazık ki Türkçe bir eser yazılmamış olu­şunu; neshi inkar edenlerin bulunmasına kaşılık, yaptığı ilmi araştırmalar so­nunda neshedilmiş ayetlerin bu­lunduğunu tesbit ettiğini belirtmede ve nesh konusuna kasden göz yumulduğu sonucuna varmaktadır. Kutay şöyle devam ediyor:

"(Gerçeği) ortaya koyan sayın Gür- kan elbetteki bu göz kapamanın ("yumanın" olacak) hakiki sebini de bi­liyordu."

"Açıklamak istemediği dü­şünülebilir. Sebepler arasında kendi emeğini değerlendirmemek gibi te- vazununda etken olduğu hatıra ge­lebilir."

"Fakat aslında, böylesine mevzua göz kapamış olmanın hakiki sebebi rüsûn uleması ve "bâb-ı ictihad (dü­şünce kapısı) kapanmıştır" diyen med­rese mantığının "nesheden" ve "nes- hedilen" yani hükmü kaldıran ve kaldırılan ayetlerin varlığı sonunda, in­sanımızın kaafasmda Kur’an-ı Kerim’in hikmetlerinin mantığının, akan zaman karşısındaki felsefesinin ve asıl "ta- gayyür-i ezmân ile tebeddül-i ahkâm" yani "zamanın yapı değiştirmesiyle ku-. rallann da zamana uyması" gerçeği onunda vatandaşların, bu donmuş kafalara 1417 senede sizler bu ebedi ha­kikat üzerinde neler yaptınız? sorusunun önlerine çıkması korkusudur" (s. 215)

Kutay’ın mantık yapısını ortaya ko­yacak bu ifadesini, tüm karmaşıklığına ve kapalılığına rağmen, aynen aktardık. Kitabın başından beri anlatmaya ça­lıştığı şeyi ispata çalıştığı bu paragrafta yazar şunları söylemeye çalışıyor:

Kur’an’da hükmü kaldırılmış ayetler vardır. O halde zamanın değişmesiyle başka ayetlerin hükmü de kaldırılabilir. Zaten "zamanın değişmesi ile hü­kümlerin de değişeceği İslâm hu­kukunda tartışmasız kabul edilen bir prensiptir. Bu gerçek Türk halkından özellikle gizlenmiştir ki Kur’an’daki dünya ile ilgili hükümlerin ve namazda Kur’an’ı orijinal lafzıyla okuma ge­reğinin Türkleri bağlamadığı bilinmesin ve "İbadetimiz Arapçanın elinde esir" (s. 196) olmaya devam etsin.

Konunun erbabı olanlar için tüm bu iddialara verilecek cevap bir kaç cüm­leden öteye geçmez. Ancak bu bir kaç cümleyi söyleyebilmek için bunca na­killer yapmak zorunlu oldu.

Önce nesih konusuna kısaca de­ğinelim:

Bu terim tefsir ilminde, önce inmiş olan bir ayetin hükmünün, daha sonra inen bir ayetle kaldırılmış olması an­lamını ifade eder.

Kur’an’da neshin bulunmadığını söy­leyenler çıkmışsa da İslâm bilginlerinin çoğu Kur’an’da neshin var olduğu gö­rüşündedirler. Burada Kur’an açısından nesh olayının, vahyin sona ermesi ile bitmiş olduğunu, Hz. Peygamber’den sonra hiç bir ayetin hükmünün kal­dırılmasının söz konusu olmadığını özellikle vurgulamak gerekir. Bir ayetin

hükmü kalkmışsa, bu, tüm müslümanlar için kalkmış demektir. Bir zaman, bölge ya da toplum ayırımından söz edilemez. Bu sebeple Kutay’ın tasarladığı biçimde, "nesh" olayından hareket ederek Türk­leri Kur’an’ın pratikle ilgili hü­kümlerinden "muaf tutmak" mümkün değildir.

Kutay, tüm kitap boyunca diline do­ladığı "zamanın değişmesi ile hü­kümlerin de değişeceği inkâr olu­namaz."^ 3> kuralını da, Kur’andaki hükümlerin bir kısmının zamanla kal­kabileceği iddiasına dayanak olmak üzere saptırarak kullanmıştır. Zira İslâm hukukunda temel bir prensip olan bu ifade asla mutlak değildir ve hakkında kesin delil (ayet ya da sahih hadis) bu­lunan hükümleri içermez. Ömer Nasûhi Bilmen kural hakkında şu açıklamayı veriyor:

"Yani "nass" ile sabit olmayan ve genel hükümlerden olmayan bir kısım cüzî (detaylarla ilgili konulara ait) hü­kümler, zamanın değişmesi ile de­ğişebilir, yoksa kati nasslar ile sabit olan, veya) (zulüm; i’tisâf) (haksızlık) gibi haramlığı genel hükümler arasında bulunan şeylerde zamanın değişmesi et­kili olmaz. Mesela vaktiyle salah ehli (iyi yaşayışlı) insanlar çok olduğunda şahitlerin dürüst olup olmadıklarının araştırılması gerekli görülmemişti. Son­raları imameyn (Ebu Yusuf ve Mu­hammed) zamanında insanların hal­lerinin değişmesi ile, şahidlerin durumunun gizlice ya da açıkça araş­tırılmasının gerekli olduğu içtihadında bulunulmuştur."13 (14)

Kısaca söylemek gerekirse, nesh ko­nusunda vahy eseri olan Kur’an’ın bazı ayetlerini hükmünü kaldırma konusunda tek yetkili merci yine vahyin kendisidir. İslâm Dini dairesinde kalarak bunun ak­sini iddia etmek mümkün değildir.

11- DOMUZ ETİNE DAİR

Cemal Kutay İslâmî ilimlerle ilgili her hangi bir konuda söz söyleyecek kadar görüş bildirecek konum ve yet­kinlikte olmadığı için tezini kabul et­tirmek istediği noktada, meseleyi ilmi delilleri ile ortaya koyup münakaşa etme, açma yerine; alıntılarla ye­tinmektedir. Alıntı yapma konusunda da tarafsız davranmayarak, yalnızca kendi görüşüne paralel ifadeleri, zayıf ve yan­lış da olsa aktarmakta, karşı görüşte olanlar ne kadar çok ve görüşleri ne de­rece bilimsel ve sağlam da olsa, onların görüşlerinden söz etmemektedir. Kur’an’ın pratik hayatla ilgili ahkamının Arapları bağlayıcı olduğunu, ya da ta­mamen devre dışı bulunduğunu kabul ettiği, buraya kadar verdiğimiz bazı ör­neklerle ifade edilmişti. Bir başka örnek te domuz eti konusundaki yaklaşımdır. Ancak burada görüşünü doğrudan söy­lemeyip Musa Carullah Bigiyefi (1875­1949) konuşturmuştur. Ancak ak­tardıkları Bigiyefin her hangi bir ese­rine değil, kendi hafızasına da­yanmaktadır. Yazar "İyi hatırlıyorum" vurgulamasıyla, Musa Carullah’m şöyle dediğini söylemektedir:

"Fin müslümanlarının soğuktan telef olmamaları için, domuz eti ve yağı yi­yebilecekleri, çünkü İslâmiyette, domuz etinin sıcak iklimlerde oluşan trişin do­layısıyla sıhhata zararlı olması yü­zünden yasaklandığı sebebiyle... İslâm fıkhının en muhteşem ve başka bir din

veya hukukta bu kadar açık ve sarih ol­mayan hikmeti, dinimizin üç esas rük­nünden biri olan tegayyür-ı ezman ile ta- havvul-i ahkâm" dır. Bu büyük hakitakı malesef bizim ulemayı rusûn kav­rayamamışlar, anlayamamışlar, bu se­beple de " ictihad (düşünce ka­

pısı) kapanmıştır safsatasıyla muazzam Osmanh Hakanlığını yıkmışlardır." (s.172)

Kutay’ın "iyi" hatırlayıp aktardığına göre Bigiyef şunları demiş oluyor:

1- "Fin müslümanları, soğuktan don­masın diye, "onların, domuz eti ve domuz yağı yiyebilecekleri konusunda fetva verdim."

2- "Zira İslâm’da domuz etinin haram kılınması trişin zararı dolayısı ile­dir. Bu zararlı yok edilince, domuz eti de yenebilir. (Zira "mâni kalkınca memnû avdet eder.".

Bigiyef gerçekten böyle bir fetva vermiş olabilir mi? Bu tabi ki müm­kündür. Ancak böyle bir fetva Kutay’ın sözünü etmeye çalıştığı gerekçelere da­yandırılmış olamaz. İslâm hukukunda böyle bir fetvanın tek dayanağı "zaruret" prensibi olabilir. Zaten ilk maddede buna işaret edilmiştir. Orada söz konusu olan zaruret, insanların soğuktan don­maları tehlikesidir. İslâm’ı hükümlere göre insan, haram kılınan şeylerden, - başka meşru bir seçenek yoksa- öl­meyecek kadar yiyebilir. Bigiyefin ver­diği fetva da bu yönde olmalıdır.

Kutayın, Bigiyefin ağzından ileri sürdüğü gerekçeler ise, hem ilmi açıdan hem de İslâm hukuku açısından hiç bir geçerliliğe sahip değildir, bu sebeple Bi­giyef gibi alim bir zatın böyle yanlış bir yola girmiş olması düşünülemez. Geriye bir ihtimal kalıyor; o da şudur:

Aslında Kutay, iddia ettiği gibi, ko­nuyu "iyi" hatırlayamamaktadır ve te­melden yanlış olan iki ön yargısını Bi­giyef e mal etmektedir.

Birinci gerekçe (2 no’lu madde) ge­çersiz dir. Çünkü:

İslâm’a göre bir şey Allah haram kıl­dığı için haram; helâl kıldığı için helâl olur. Bu haram ya da helâl kılma için gösterilecek illet ya da "hikmet"ler asla kati ve muayyen değildir. Bir hükme bugün illet olarak gösterilen bir durum yarın bu niteliğini yitirebilir. Ama o şey yine haram ya da helâl olma hükmünü taşımaya devam eder.

Bu konuda içtihada dayalı hükümler ile kati hükümleri bir birine ka­rıştırmamak gerekir. Zira, bir şeyin haram ya da helâl olduğuna kıyas, ic- tihad yoluyla hükmedilmişse, o hü­kümde esas alınan illetin değişmesiyle hüküm de değişir.

Domuz etinin haramlığı Kur’an ile, kesin olarak sabit olduğu için, bu ko­nuda belirlenecek "illet"lerin değişmesi ile hüküm değişmez. Dolayısıyla "domuz etinin haram kılınmasının se­bebi "trişin "dir, onun izale edilmesi ile bu haramlık kalkar denemez. Beşeri bir çok zararların bulunmayacağı söy­lenemez. Nitekim domuz eti için gerçek budur:

Alman hekimi Rockeweg (8) "Domuz Eti ve İnsan sağlığı" isimli ki­tabında; "Almanya’da domuzlar hastane artıklan ile beslenir. (Mealesef ül­kemizde de böyledir). Bunlar yemek ar­tıkları ve hastalara ait cerahatli sargı bezlerinden ibarettir. Bu mikroplu sargı bezleri yakılmak yerine domuzlara atılır. Böylece domuzla insan arasında zehirli ve mikroplu hastalık amillerinin bir do­laşımı sağlanmış olur. Aslında bu ar­

tıklar domuza verilmese bile domuz, ta­biatının icabı olarak buldukça her türlü pisliği yer ve mikrop dolaşımını devam ettirir. Böylece domuzun bütün dokuları bilhassa lenfa sistemi çeşitli hastalık amilleri ile dolar ve insana her türlü has­talığı bulaştıracak hale gelir. Son yıl­larda domuzlar yukardaki yanlış bes­lenme şekilleri dikkate alınarak, özel bakım ve antibiyotikler ilâvesiyle ha­zırlanan yemlerle besleniyor. Fakat bütün bu ihtimamlara rağmen domuz hiç bir zaman sağlıklı bir hayvan telâkki edilememektedir.

İkinci gerekçe (3 no’lu madde) de geçersizdir. Zira "nesh" ve "Tağayyür-ü Ezmân Meseleleri başlığı altında da de­ğindiğimiz gibi, zamanın değişmesi ile değişmesi söz konusu olan hükümler, hakkında kati nas kesin delil bu­lunmayan hükümlerdir. Domuz eti ya­sağı ise Kur’an’da açıkça yer almaktadır. Bu sebeple bu yasak hükmünün, za­manla değişmesi asla söz konusu de­ğildir. Musa Carullah Bigiyefin böy- lesine basit bir usûl bilgisinden mahrum ve İslâm fıkhının ve İslâm fıkhının açık naslara dayalı hükümlerini kişisel ve te­melsiz birtakım anlayışlara göre alt üst etme gibi bir düşünceye sahip bulunmuş olması düşünülemez. Bu gerçeği bizzat Bigiyef şöyle dile getirmektedir: "Kütûb-i fıkhiyye talimlerini, zamanın cereyanlarına tevfık etmek hevesleri bende yoktur. Medeniyet ve terakkiyi ufak modalarda aramak sadeliği de bende yoktur. Hayatın zaruriyetleri kar­şısında hükümleri terketmek acizliği de bende asla yoktur."(15

Kutay’a ve İslâm’ı pratik hayattan kovmak, onu bir "vicdan işi" gibi al­gılamak isteyenlere en güzel cevabı yine Bigiyef in şu ifadesinde buluyoruz:

"Benim nazarımda İslâmiyet, islahât-ı diniyelerin hiç birine muhtaç değildir. İçtimai, dini ve siyasi has­talıklar islâmiyette değil, bizim özü- müzdedir. O öldürücü hastalıklardan arınmak için çarelerini aramak elbette lazımdır. Ancak İslâm’ı değil, İslâm’ın davasıyla kafalarımızı İslah etmek la­zımdır." 06)

Musa Carullah’m dinî ve dinî hü­kümlere bakışı böyle. "İyi hatırlıyorum" diyerek aktardıkları ile bu açıklamalar arasındaki çelişkiyi açıklamak yazarın kendisine düşmektedir.

12-BEHÇET KEMAL

ÇAĞLAR IN "TAM SADAKAT HALİNDE "Kİ ÇEVİRİSİ

Cemal Kutay, namazda okunmak üzere hazırlandığını söylediği Behçet Kemal Çağlar’a ait, bazı sûrelerin man­zum çevirilerini sunarken şöyle de­mektedir.

"Behçet Kemal’in çevirilerinde ayrı bir özellik var. Aslî metne tam sadakat halinde yapılan çeviriye ek olarak, sûrenin tefsir (yorum) metni de alın- mıştır."(s.l82)

Oysa bizzat Behçet Kemal, sözü geçen ve Kur’an’dan ilhamlar" adını ta­şıyan çalışmasından "Tercüme" diye söz eden bir gazeteciye şunları söylemiştir:

"-Bir kere tercüme değil. Bu, yersiz bir cür’et olur. Baksanıza: "Kur’an’dan İlhamlar" diyorum. Değil Allah’ın ke­lamını, herhangi büyük bir şairin şiirini

bile aynı ifade ve ahenk gücü ile ge­çirmemiz mümkün olmaz."

Sûrelerde emsalsiz bir şiiriyet var. Bu şiriyeti elimden geldiği kadar kay­betmemeye ve metnin havası ile kav^ ramından ayrılmamaya çalıştım. Gerçek ilham eseri bir şiir tam "nesre tahvil" edilemediğine göre ilham’ın çok, pek çok yücesi Peygambercesi olan vahyin eseri kelime kelime nesre çevrilirse ondan ne kalır." <,7)

Bizzat "çeviren"inin; aslını ak­tarmaktan çok uzak olduğunu söylediği bir metni, Kutay, "asıl metne tam sa­dakat halinde" diye niteleyerek, tüm ki­tabında takip ettiği ilmi zihniyetinin öl­çüsünü ortaya koymuş olmaktadır.

B- BAZI FİKİR ZAAFLARI

1- SÖZ OYUNLARI

Kutay’ın, "Türkçe İbadet" iddiasına haklılık payı çıkarmak amacıyla baş­vurduğu yollardan biri de bir takım söz oyunlarıdır. Aşağıda bunun bazı ör­neklerini vereceğiz.

1. "Trafik Canavarı"

Yazar şöyle diyor:

"Kur’an-ı Kerim’de namaz sûrelerinin namazdan başka yerde okun­maması gibi bir sınırlama ve buna karşı sûrelerin belli yerlerde okunması zo­runluluğunu getirmiş bir kayıt (tahdid, sınırlama) var mıdır?" (s.223)

Bu sözler "Trafik Canavarı ve Ha­yatın Değerini Kalp ve Dimağa Emanet Eden Tanrısal Düşüncenin Yüceliği"(.) başlığı (s.221) altında yer almaktadır. Yazar kendince, namazda ayetlerin asli şekilleriyle okunması yüzünden "Kur’an-ı Kerim’de mini mini canlı ya­ratıkların aklı durduran yaşama dü­zenleri" üzerindeki açıklamalardan mah­rum olunmakta ve bu sebeple hayatın kıymeti bilinemediği için trafik ka­zalarına sebebiyet verildiğini anlatmaya çalışmaktadır.

Biz bu düşüncenin tutarlılık derecesi üzerinde durmak istemiyoruz. Ancak asıl ilgi çeken şey, yukarıda ak­tardığımız ifadenin böyle bir konu için­de yer almasıdır. İfadenin ne öncesinde ne de sonrasında bağlantı kurulacak bir yer bulunmamaktadır. O anda öyle gel­diği için söylenivermiş bir söz gibi du­ruyor.

"Namaz sûreleri"nin namazdan başka bir yerde okunmamasını, sûrelerin sadece belli yerlerde okunmasını em­reden âyetlerin bulnduğunu söyleyen kimse zaten hiç olmamıştır. Kutay böyle bir söz oyunuyla, konu hakkında bilgisi olmayanların beyinlerini bulandırarark "taraftar" edinme çabasına girmektedir.

2. "BEŞ BİN YILLIK ŞAMAN DUASI"

Kutay "Karlık Türklerinin Gök- tanrı’ya yakarışlarından bir örnek" sun­duktan sonra şöyle demektedir.

"Hepinizden, vicdanınızı, sağ­duyunuzu, aklınızı yaparak şu soruya cevap rica ediyorum:

"-Beş bin yıllık şaman duasını mı Yüce Tanrıya yakarış olarak se­lamlıyorsunuz, yoksa anlamını, kay­nağını, özellikle geçmişinizin dokusu "doğa gerçekleri"yle ilgisiz Arapça du­aları mı anlıyor, benimsiyor, yü­

reğinizde iz buluyorsunuz?" (s.54)

Bu ifadelerde, gözden kaçırılan ya da görmezlikten gelinen bir gerçek var­dır: Duaların Arapça olarak yapılması zorunluluğu yoktur, ayrıca ülkemizde dualar genellikle Türkçe olarak ya­pılmaktadır. Yazar’m, dikkatleri başka yöne çekerek, asıl devreye sokmak is­teği şey "beş bin yıllık şaman duası" ve Şaman hayatıdır. Bu amaç kitabın bü­tününde açıkça görülmektedir.

2- ÇELİŞKİLER

Kutay’ın Kitabında bir kısmına de­ğinebildiğimiz yanlışların yanında bir­takım çelişkilere rastlamak da müm­kündür. Bu noklatalarda, var olan bir ön kabülün ne pahasına olursa olsun baş­kalarına da benimsetilmesi çabalarının, bir takım gerçeklerle çatımasının do­ğurduğu kararsızlık belgeleri olarak ön plana çıkmaktadırlar. Bunlardan ba­zılarına değinmek istiyoruz?

a- "TÜRK MİLLETİNİN

HAYATINDA PUTA TAPMIŞ OLMA GİBİ BİR İLKELLİK YOKTUR"

Kutay başlık olarak kullandığımız bu ifadesinden sonra şöyle demektedir?

"Şamanlık, doğası yüceliklere say­gıdır. bu saygı doğasal yüceliklerin var­lığında onları yaradan yani evrenin tek sahibine olan saygıdır. Arap ümmetinin cahiliye devrindeki felâketli yapısını ha­tırlar mısınız?"

Önce şunu belirtmek gerekiyor?

İslâm’ın putlara tapmayı ya­saklamasının sebebi, putların "şirk" (Allah’a ortak koşma) aracı olmaları se­bebiyledir.

İslâm "Doğa üstünlüklerine ibadet şeklinde saygı duymak" ile putlara saygı duymak arasında bir ayırım yapmaz. Şirk şirktir.

Yazar, Türklerin puta tapmadığı id­diasından sonra, bir başka yerde, "Türk­lerin Şaman totemizmi"nden söz et­mektedir. (s.63) Totemizm, bir kısım insan topluluklarının manevî yön ve duygularını irtibatlandırdıkları tabiat varlıkları ve bunların temsilî şekilleri değil midir?

Burada vurgulamak istediğimiz şey Türklerin tarihte puta tapmış olup ol­madığı değil, Kutayın araştırma yap­madan asılsız ve çelişkili ifadelerde bu­lunduğunu sergilemektir.

"DİN BİR VİCDAN HA­REKETİ" MİDİR?

Kutay bir başka çelişkiyi de dinin ne ’ olduğu konusunda yaşamaktadır. Ki­tabının bir yerinde: (s.66)

"İsmail Hakkı İzmirli’nin ter­cümesinde Kur’an’da yer almış ve büyük bölümü din değil, dünya ile ilgili ko­nuların fıhrist"ini yaptığını hatırlatarak diyor ki:

"Cesaret eden lütfen denesin: Ord.Prof.İsmail Hakkı İzmirli’nin "Meani Kur’an" adlı Türkçe tercümesini önüne koysun, hayranlık yaratacak sabır ve konu üzerinde mutlak bilgiyle be­zenmiş sayfalarda hayatı terkib eden mevzuları sıralasın, bakalım yaşamda geri kalan bir şey var mı?"(s.66)

"Şeriat tabirini Türk Hukuk Lügati şöyle izah ediyor:

"-İbadet ve muamelâta müteallik olan dini ahkâmın heyet-i mecmuasıdır ki bunlara ahkâm-ı şeriyye-i ilmiyye

denir. Şeriat tabiri din manasına da kul­lanılır."

"Bu ağır üsluplu açıklama gösteriyor ki aslında bir yaşama düzeni olan İs­lamlığın kuralları şeriatte toplanıyor." (s .239)

Şu cümle de Kutay’ın:

"Unutmayalım: İslâmiyet bir yaşama biçimidir"(s.223) Dinin hayatı ku­şattığını açıkça ifade eden bu cümlelerin sahibi olarak Kutay şunları da söy­leyebilmiştir:

"Türkiyede şeriat isteyenler, asla ha­kiki İslâm şeriatı’nın ardında değildirler: Çünkü din, aslında, bir vicdan ha- reketidir."(s.İ75)

Din (İslâm) nedir?

Kutay önce buna bir karar vermek durumundadır.

C- HANGİSİ ASR SURESİ?

"Türkçe İbadet" (namazda Kur’an’ın Türkçe tercümesinden okumanın müm­kün olmadığı ilmi delillere gerek bı­rakmayacak açıklıkta ortaya koyan üzere bir örneği de bizzat Kutay ser­gilemektedir. Yazar, namazda okunmak üzere hazırlamış olduklarını ifade ettiği "namaz sûreleri" tercümelerinden ör­nekler sunmaktadır. Behçet Kemal Çağ­lar ve Enver Tuncalp’a ait "Asr Sûresi" tercümelerini buraya alıyoruz:

ASR SURESİ

"Günün omuzlara çöktüğü saat "Yoğrulmuş insanın hayat yükünü "Söylene yüksüne çektiği saat "O vakti de sever inanan yürek "Çevresine sabrı salık vererek"(s.243)

B Kemal Çağlar

ASR SURESİ

"Asra yemin olsun devran içinde "İnsan mutlak ziyan hüsran içinde Ancak iman edip güzel ameller İşleyip de hayra yönelen eller"

"Bir de bir birini hakka ileten

"Ve bir de sabn tavsiye eden her beden "İyiye, doğruya etmiştir meyil, "İşte bu kişiler ziyanda değil..."(s.179)

Enver Tuncalp

Yukarıdaki "çeviri"lerden hangisi "Asr" sûresine aittir, bunların hangisi namazda okunacaktır? Ortaya konan ifa­deler, çevirenlerin aczini, bunların namaz da okunabileceği, okunması ge­rektiğini söyleyenlerin çelişkilerinin ve asıl nimetlerinin birer belgesidir.

SONUÇ:

1. Cemal Kutay tarafından "Türkçe İbadet" adı altında hazırlanan kitap muhteva bütünlüğü, iç tertip, dil ve üslûp açılarından son derece yetersiz bir çalışmadır. İlmi araştırma usulleri ve objektiflik ilkesinden yoksundur. Bir takım ön yargıların ve kişisel arzuların bir ürünüdür.

2. Muhteva, kapaktaki başlığı doğ­rudan ilgilendirmeyen konulardan oluş­makta, bir ilişki kurarak ya da çok kere buna da gerek duyulmadan asıl konuya sıçramalar yapılmaktadır. Bu haliyle ki­taba "Türkçe İbadet" ile ilgisi olmayan

bambaşka bir isim konulabilir.

3. Kullanılan üslûp ve ifadeler se­bebiyle toplumu kamplara ayırıcı bir ni­teliğe sahiptir.

4. "Türkçe İbadet" isteği görüntüsü altında İslâm Dini’nin genel çatısını çar­pıtacak şekilde domuz eti, örtünme, resim ve heykel İslâm evrenselliği vb. konulardaki pek çok kesin hükmün Tür­leri bağlamadığı, zaten zamanın geçmesi ile hükümlerin değişmiş olduğu görüşü ileri sürülmektedir.

5. Namazda "kıraat"in, Kur’an’ın ori­jinal metni ile yapılması gerekliliği sebep gösterilerek Türklerin Arap em­peryalizmine maruz bulunduğu ifade edilmekte, "Türkçe İbadet" bundan kur­tuluşun tek çaresi olarak gös­terilmektedir.

6. "Türkçe İbadet" kavramı ile kas­tedilen şey, İslâm’ın pratik hayat ile il­gili hükümlerini, Türler adına yok say­mak ve gündelik hayat için Şamanlık’ın esas alınması ve İslâm’ın "Milli birdin" haline getirilmesidir. "Türkçe İbadet" iddiası ise, bu amaca ulaşma konusunda en büyük engel olarak görülen Kur’an’ın aradan çıkarılması yolunda en geçerli usul olarak seçilmiş bulunmaktadır.

7. Bu nitelikleriyle adıgeçen kitap hiç bir ilmi ve edebi değer taşımamakta, esas itibariyle İslâm’ın ruhuna ve te­meline aykırı bir bakış açısına sahip bu­lunmaktadır.

(1) Bak; Diyanet İslâm Ansiklopedisi J, 90-93 (Abdullah Cevdet Maddesi).

(2) İslâm Ansiklopedisi 5/11, S.946 (İhvanü’s-Safa Md.)

(3) Adı geçen Risaleleri Nureddin B.Civan Han ta­rafından 2 cilt halinde bastırılmıştır. (Matbaat- ü Nuhbetü’l- Ahbâr, Bombay, 1305).

(4) Abdulbaki Gölpınarlı, İhvanü’s-Safa (Türk An­siklopedisi).

(5) Bu hadis Mevzu’dur. Besim Atalay’da Divan-ı Lûgati’t-Türk Tercümesi’nde (I, XVII) bunu ifade etmektedir.

(6) Divân-ı Lügati’t Türk (Tercüme: Besim Ata- lay,) 1,4..

(7) Yusuf, 2.

(8) Hak Dini Kur’an Dili, Önsöz.

(9) 33/Ahzâb,5?.

(10) 24/Necm, 31.

(11) Mehmet Sofuoğlu, Tefsire Giriş (Çağrı Yay. 1st. 1981) s. 247.

(12) Suyûtî,El-Itkân,II,29.

(13) Mecelle, Mad.29.

(14) Ömer Nasûhi Bilmen, Hukuk-ı tslâmiyye Ka­musu, 1,265,266.

(15) Musa Carullah Bigiyef, Edebiyât-ı Arabiye, S. I7’den nakleden Mehmet Görmez, Musa Carullah Bigiyef, s.93.

(16) Adı geçen eser, s.93-94.

(17) Behçet Kemal Çağlar, Kur’an-ı Kerim’den il­hamlar (Kültür Bakanlığı Ankara 1995) s.45- 46.