Makale

TOPLUMU ISLAHTA KUR'ÂN'IN ÖNGÖRDÜĞÜ BAZI İLKELER

TOPLUMU ISLAHTA KUR’ÂN’IN ÖNGÖRDÜĞÜ BAZI İLKELER

Dr. Muhittin AKGÜL
Sakarya Üniv. İlahiyat Fak. Araştırma Görevlisi

Her düşünce, fikir ve ideoloji, ken­disini başkalarına anlatma ve kabul ettirme amacını güder. Sadece kendini ikna etmeye çalışan, başkalarıyla il­gilenmeyen ortaya koyduğu ilkeleri başkalarına anlatmayan bir fikir ve insan yok gibidir. Çünkü ortaya konulan her­hangi bir şeyin maksatlarından başlıcası başkalarının istifade etmesini ve onu bir hayat felsefesi yapmalarını sağ­lamaktadır. Ancak her düşüncenin ve in­sanın bu konudaki metodu farklı olmuştur. Başlangıçtan günümüze çeşitli düşünceler, farklı felsefi ekoller ve de­ğişik dinler ortaya çıkmış ve hepsi de toplumsal belli bir düzen getirmek is­temiştir. Ne var ki bunlardan çok azı ba­şarılı ve uzun ömürlü olmuş, bir çoğu insanların severek kabul ettiği bir dü­şünce, inanç ve yaşam biçimi haline gel­meden tarihin derinliklerine karışmıştır. İslâm ise, yeni bir toplum ve me­deniyetin kurulmasını temin etmiştir.

İslâm toplumunun oluşumunda en önemli etken Kur’an olmuştur. Bu ça­lışmada, Kur’an-ı Kerim’in toplumu ıs­lahta kullanmış olduğu metodlardan belli başlıları ele alınacaktır.

1. Üslûp Mükemmelliği

Bazı kimselerin güzel fikirleri, yerli yerinde, herkesin istifade edebileceği düşünceleri, hatta büyük toplulukları ar­kalarından sürüklemeye muktedir il­keleri vardır. Bununla birlikte, bu güzel fikirlerini anlatacak etkili bir üslûptan mahrumdurlar. Kime nasıl anlatılır, hangi fikir ne zaman öne sürülür, ne­reden başlanılır, hangi cümleler ve ke­limeler kullanılır, insanlar bu yeni dü­şüncelere nasıl bağlanır, dikkatler nasıl çekilir gibi, hususları ihmal et­tiklerinden dolayı, sahip olduğu değerli ilkeler, kıymetli fikirler heba olup gi­derler. Bu kişiler öyle bir ifade tarzı kul­lanır ki, insanları etrafından kaçırtır, zaman ve zeminine göre ko­nuşmadığından çoğu kimse tarafından reddedilir. Neticede gerçekte mü­kemmel olan bir düşünce, üslûp ve ifade tarzındaki metodsuzluk veya uygun tarzı bilememeden dolayı tükenir gider ya da sadece tek kişiye münhasır kalır. Öte yandan bir çok zararlı ve ifsat edici öyle düşünce ve cereyanlar, felsefî akımlar vardır ki, temsilcileri tarafından çeşitli renklere büründürülerek, farklı üslûplara sokularak, dilin de inceliklerinden is­tifade edilerek takdim edildiği için, fert ve toplundan peşinden sürükler. Ger­çekte verilmek istenen fikir kötü de olsa, seçilen üslûp güzel olduğu ve insanların hisleri iyi değerlendirdiği için, bu tarz fikirlerin toplumda kabul görmesi müm­kündür. Ancak bunun da uzun ömürlü olması düşünülemez. Bir süre sonra söz konusu düşüncenin temelinde yatan ger­çekler ortaya çıkınca, bu doğrultuda top­luma zararlı bir kısım insanlar yetişince, yeniden başa dönülmüş, o kadar emek ve zaman boşa harcanmış ve bir sürü insan zayi edilmiş olur.

Kur’an’a gelince o, zikredilen farklı iki metodun faydalı yanlarını almış ve onu bir araç olarak kullanmıştır. Kur’an’m ortaya koyduğu ilke ve dü­şünceler hem de bu prepsipleri insanlara aktarırken kullanmış olduğu üslûp son derece doğru ve mükemmeldir. Diğer bir deyişle Kur’an, bir yandan fikir mü­kemmelliğine, diğer yandan da bu fi­kirleri aktarmada kullandığı üslup mü­kemmelliğine sahiptir.

Herkesin kendine göre bir üslubu ol­duğu gibi, Kur’an’ın da kendine özgü bir

üslûbunun olması son derece olağandır. Kur’an, kelimelerinde, harekelerinde, sü­kunlarında, medlerinde, ğunnelerinde eşsiz ve akıcı bir özelliğe sahiptir. Gerek nesir ve gerekse şiir, hiçbir ifade vic­danları onun kadar kendisine çe­kememiş ve kulakları kendisine doğru yönlendirememiştir. Kur’an’ı dinleyen bir insan, Arapçayı bilmese dahi, çok geçmeden farklı ve eşsiz bir ifadeyle karşı karşıya olduğunu hemen an- layıverir. O, dinleyeni bıktırmaz, ku­laklarını rahatsız etmez, her kelimesinde ayrı bir terennüm vardır. Araplar Kur’an’ı ilk kez işitince, şiir zan­netmişler, fakat çok geçmeden onun bir şiir olmadığını anlamışlardı^. Şu örnek de, onun üslup bakımından eşsizliğini ve mükemmelliğini göstermektedir. Kureyş liderlerinden Velid b. Muğîre, Rasûlulâh’ın yanına geldi, Pey­gamberimiz ona Kur’ân okudu, o da et­kilendi. Müteâkiben kalkıp akrabaları olan Benî Mahzûm’a vardı ve dedi ki: "Vallahi, Muhammed’den demin bir kelam dinledim ki insan sözü desem değil, cin sözü desem değil! Öyle bir tat­lılığı, öyle bir güzelliği var ki sormayın! Öyle bir kelâm ki üstü meyveli, altı ve­rimli, bereketli! O muhakkak üste çıkar, üstüne çıkılmaz." Bunun üzerine Ku- reyşliler: "Velid saptı, vallahi peşinden bütün Kureyş sapacaktır!" dediler. Ha­diseyi işiten Ebûcehil: "Endişe etmeyin, ben onun hakkından gelirim." deyip, üzgün bir eda ile onun yanına vardı ve: "Velid amca, dedi, kavmin seferber olmuş, mal ve para topluyorlar." Velid: "Nedenmiş o?" diye sorunca: "Sana ver­mek için" diye cevap verdi. Velid se­bebini sorunca, Ebûcehil: "Çünkü sen, Muhammed’den bir şeye nail olabilmek için onun yanına gidiyormuşsun." dedi. Bunun üzerine Velid: "Kureyş bilir ki ben malca onların en zenginleriyim!" di­yerek kızgınlığını ifade etti. Ebûcehil de umduğuna nail olmuş olarak: "O halde onun hakkında bir şey söyle de kavmin işitsin, senin ondan hoşlanmadığını, onu inkâr ettiğini anlasınlar." dedi. Velid ce­vaben: "Ne diyeyim, bilmem ki? İçi­nizde şiiri, recezi ve kasidesi ile benden iyi bileniniz olmadığı gibi, cin şiirlerini de benden iyi bileniniz yoktur; onun söylediği bunlardan hiç birine ben­zemiyor ki!..." dedi. Fakat Ebûcehil ısrar edip dedi ki: "Onun hakkında bir şey söylemedikçe kavmin senden ka- tiyyen razı olmaz." Velid kalktı ve kav- minin meclislerine gitti: "Siz" dedi, "Muhammed mecnundur" diyorsunuz, hiç kimseyi boğarken gördünüz mü? "Kâhindir" diyorsunuz, hiç kehânete ça­lışırken gördünüz mü? "Şâirdir" di­yorsunuz, hiç şiirle uğraşırken, şiir söy­lerken gördünüz mü? "Yalancıdır" diyorsunuz, hiçbir yalanına rastladınız mı? Muhatapları: "Hayır, ama nedir öy­leyse? deyince: "Bırakın, düşüneyim" dedi. Düşündü, düşündü, sonra "Bu, eh­linden öğrenilen cazibeli bir sihir! Bu, başka değil, herhalde bir beşer sözü!" dedi. Bu söz meclistekilerin çok hoşuna gitti, bir alkıştır koptu. Alkışa devam ederek dağıldılar/2 3 4)

‘ Yukarıdaki hâdise, Kur’an’ın, düş­manı dahi tasdike zorlayacak kadar eşsiz bir üslûba sahip olduğunu açıkça gös­termektedir. Kur’an, bu mükemmel üslûbuyla her grup insana hitap etmekte, onların ihtiyaçlarını karşılamaktadır. Ne sadece akıllara ve ne de sadece hislere hitap etmeyip, ikisini de birden ele al­makta ve ihmal etmemektedir.

Meselâ şu ayetlerdeki üslûp, ger­çekten mükemmellikte zirveyi tut­maktadır:

"O’nun ayetlerinden biri de şudur: Sen, toprağı, boynu bükük (kupkuru) gö­rürsün. Onun üzerine suyu döktüğümüz zaman titreşir ve kabarır. Onu dirilten (Allah) elbette ölüleri de diriltir. O her şeye kâdirdir."^ "Üstlerindeki göğe bakmadılar mı, onu nasıl yaptık, süs­ledik, hiçbir çatlağı yoktur? Arzı nasıl yaydık, ona sağlam dağlar attık onda her güzel çifti bitirdik! (Bütün bunları) Allah’a yönelen her kulun gönül gözünü açmak için ve (ona) ibret vermek için (yaptık). Gökten bereketli bir su in­dirdik, onunla bahçeler ve biçilecek ta­neli ekinler bitirdik. Birbirine girmiş kat kat tomurcukları olan yüksek hurma ağaçları yetiştirdik. Kullara rızık olması için. Ve o su ile, ölü bir memlekete can verdik. İşte hayata yeniden çıkış da böyledir4

"...Onu dirilten (Allah) elbette ölü­leri de diriltir...” ifadesiyle, "..İşte çıkış da böyledir..." ifadesi arasında, öyle bir ilişki vardır ki, bu birkaç kelimeyle hem insanın aklı, hem de vicdanı ve hisleri doyuruluyor. Aynı zamanda deliller de gayet açık ve kolay olanlardan se­çiliyor.5

Kur’an üslûbunda yeni olan taraf, hangi sahada söz söylerse söylesin, daima en üstün malzemeyi ve kasdolunan manaya en uygun olanı seç­mesi, her şeyi yerli yerine koymasıdır. Öyle ki mana, lafzında en şeffaf, en ber­rak aynasını, en mükemmel suretini; lafız ise manada, emin vatanını, tam sağlam yerini bulmaktadır. Değil yarım gün, bir gün, asırlar ve asırlar geçse dahi ne mekân sakininden başkasını istiyor ne de yerleşen, bulunduğu yerden ay­rılmak istiyor. Hülâsa bu üslûp, beyan sanatının en ideal şeklini insanın önüne getirmektedir.® .

Bu şaheser üslûbuyla Kur’an, ge­tirmiş olduğu mükemmel prepsipleri in­sanlara sunmuş, hiçbir kapalılık ve aşı­rılığa gitmeksizin, bu ilkeleri onlara bildirmiş ve böylece insanları bütün kötü alışkanlıklardan vazgeçirip, iyi­liklere, güzelliklere teşvik etmiş ve bunda, en büyük başarıya da ulaşmıştır. Mü’minlere düşen görev ise, Kur’an’ın hakikatlerini, sade, tekellüfsüz, anlaşılır, bir takım muğlâk ifadelerden uzak bir şekilde insanlara anlatmaları ve üslûp olarak Kur’an’ı kendilerine örnek al­malarıdır.

2. Tedrîcilik

Kur’an’ın, insanları ıslahta kullanmış olduğu önemli bir metod da, hü­kümlerindeki tedrîciliktir. İnsanlar ya­ratılış gereği, öteden beri alışageldikleri bir kısım davranışlardan vazgeçemezler. Hele bu alışkanlıklar, bütün bir topluma yayılmış, herkes tarafından hüsn-ü kabul görmüş ve aynı zamanda topluma hük­meder hale gelmişse, durum daha da zorlaşır, insanların bunlardan ay­rılmaları daha da güçleşir. Böyle top­luluklarla uğraşmak hayli zor, zor ol­duğu kadar da başarıya ulaşmak imkânsız gibidir. Fakat Kur’an bu imkânsızı başarmıştır. Hükümlerindeki tedrîcilikle, yani her şeyi birden em­retmemek ve yasaklamamakla, onları alıştırarak önce kafa ve vicdanlarını bu işe hazırlayarak, daha sonra da hiçbir baskı yapmaksızın sadece bir emir ve yasakla bir ilkeyi kabul ettirerek başarılı olmuştur. Kur’an’ın hangi emir ve yasağı ele alınırsa alınsın, hepsinde aynı tedrîciliği görmek mümkündür.

Hz. Peygamber geldiği zaman in­sanlar, kötü âdet diyebileceğimiz pek çok alışkanlık içerisindeydiler. Bu alış­kanlıklarından hemen vaz geçmeleri kolay görünmüyordu. Pek çok yanlış inanış vardı. Onları yola getirmek zaman istiyordu. Bu açıdan gerek bir­takım yasaklar, gerekse bir kısım emir­ler yavaş yavaş uygulamaya ko­nuluyordu. Şayet bunların hepsi bir anda tatbikat sahasına konsaydı, netice o kadar kolay alınamayaktı.7 Bu durumu Hz. Âişe (r.a.), şu sözleriyle ifade eder:

"Kur’an vahyi, önce cennet ve cehennemden bahseden mufassal bir sure ile başladı. İnsanlar, İslâm etrafında top­lanınca, helâl ve haramlar indi. Şayet ilk önce: "İçki içmeyin!" şeklinde bir emir gelseydi, o zaman insanlar: "İçkiden ke­sinlikle vazgeçmeyiz" derlerdi. Şayet: "Zina etmeyin!" şeklinde bir hüküm gel­seydi, onlar: "Zinayı asla bırakmayız" derlerdi"8

Kur’an, gerek ferdin, gerek toplumun ruhunda, satıhta olanlarla derinde yer­leşen unsurlar arasında bir ayırım yap­mıştır. Fert ve cemiyet varlığının de­rinliğinde kök salmış hususları değiştirmekte aceleci davranmamıştır. Plânlı bir gecikmenin, her şeyi karışık olarak birden ortaya atmaktan daha iyi olduğuna inanmıştır. İçki ve faiz ya­saklarına, namaz ve zekât emirlerine, kölelik konusundaki ıslahata alıştırmak, hep böyle yavaş yavaş olmuştur. Buna karşın, derinliklere kök salmamış, fakat beşerî yaşamda suç olan yüzeysel ko­nulara ait hükümler, bir defada ke­sinleşmiş, tedrice gidilmemiştir. Zina, hırsızlık, adam öldürme, gasb, aldatma gibi yasaklar bu cümledendir/9 10)

Kur’an’ın aşamalı olarak getirmiş ol­duğu hükümlere, içkinin yasaklanması güzel bir örnek teşkil etmektedir. Bu alışkanlıktan insanlar, ancak üç hatta

dört aşamada kurtulabilmişlerdir. Ve son emir gelince mü’minler, bir daha ağızlarına koymayacak derecede ondan sakınmışlardır. Birinci merhalede-ki bu Mekke’de nazil olmuştur-hurma ve üzümlerden , sarhoş edici ve güzel rı- zıklar elde edildiğine, dolayısıyla as­lında içkinin kötülüğüne dikkatler çe­kilmiş, 10 ikinci merhalede, içkinin bazı faydalarının olmasının yanında, za­rarının ve günahının daha büyük olduğu üzerinde durulmuştur11 Üçüncü mer­halede, mü’minler için çok önemli bir ibadet olan namaza sarhoşken yak­laşılmaması emredilmiştir ki, 12 bu­nunla, içki içilecek vakitler iyice kı­sıtlanmış ve inananlar içmemeğe yönlendirilmişlerdir. Dördüncü ve son merhalede ise içki tamamen ya­saklanmış ve bu konuda son nokta ko­nulmuştur/13)

Bu metoduyla Kur’an, getirmiş ol­duğu yeni prensipleri insanlara kolayca kabul ettirmiş eski kötü alış­kanlıklarından vazgeçilmiş ve toplumda büyük bir ıslahata muvaffak olmuştur. Ancak son noktayı koyduktan sonra da asla bir daha da geri adım atmamış, or­taya koyduğu ilkelerinden vaz­geçmemiştir.

İnanan insanlara düşen, anlatmak is­tedikleri şeyi plânlı bir şekilde sıraya koymaları, neyi ne zaman an­latacaklarını iyi seçmeleri ve özellikle de her şeyi birden anlatmayıp, an­latacakları şeyleri önemine binâen sı­rasına koyarak anlatmalarıdır. Böy­lelikle Kur’an’ın getirmiş olduğu tedrîcilik metodunu kendilerine örnek almalarıdır.

3. Kolay Ve Uygulanabilir Hü­kümleri İhtiva Etmesi

İnsan, yaratılışı gereği zor olan şey­lerden, altından kalkamayacağı hü­kümlerden, yaşanması imkânsız gö­rünen ilkelerden kaçar ve onu kabul etmez. İnsanı yokluktan varlık âlemine çıkaran Yüce Allah, onun neye gücünün yeteceğini, neleri kaldırabileceğini ve hangi usullerle ona doğru yolun gös­terileceğini yine en iyi kendisi bilir. Bu yüzden insanları ıslah ederken, onları bir sürü kötü alışkanlıklardan vaz ge­çirirken, zor prensiplerle onlara yak­laşmamış, daima kolaylığı ön plânda tut­muştur. Meselâ: "..O, sizi seçti ve dinde size bir güçlük yüklemedi."..Allah sizin için kolaylık ister, güçlük is- temez.."(,5\ "Allah, kimseye gücünün üstünde bir şey teklif etmez.ve "Allah size güçlük çıkarmak istemiyor, fakat sizi temizlemek ve size olan ni­metini tamamlamak istiyor ki, şük­redesiniz."^7^ mealindeki yüce be­yanları bunu göstermektedir.

Cenab-ı Hakk, kimseye gücünün yet­tiğinden başkasını yüklemez, yük­leyemez değil, yüklemez. Allah’ın kendi kullarına yüklediği sorumluluk, kulların güç yetireceği kadardır ve hatta onun

çok altındadır. Allah insanları zora koş­maz, güçlerini son sınırına kadar zor­lamaz, sıkıntıya sokmaz, müşkilat ve meşakkat vermez. Mükellef olan kullar o görevleri güçleri rahat rahat yetecek şekilde yapabilirler. Hak din kolaylıktır, onda zahmet yoktur. Böyle olması da, güç yetmez bir sorumluluğu yüklemeye Allah’ın kudreti olmadığından değildir, sırf fazl-u kereminden ve rah- metindendir. Her ferdin sorumluluğunu gücüyle ve kapasitesiyle ölçülmek ge­rekir. Bundan dolayı kişilerin güç ve ta­katleri farklı olduğundan, gücü ve ka­pasitesi fazla olanların sorumluluk dereceleri de fazla olacaktır ki, adalet ve eşitlik de bunu gerektirir. Meselâ malı olmayan zekatla mükellef olmayacağı gibi, çeşitli zenginlerin zekadan da bir ölçü çerçevesinde değişik olur. Zen­ginlik derecesine göre kimi on, kimi yüz verir. Fakat hepside aynı nispet da­hilinde, mesela kırkta birdir. Hasılı so­rumluluk, onu yüklenecek olanın ka­pasitesi ile orantılıdır/14 15 16 17 l8) İslâm dini, bu ilkeyi ön plânda tutarak insanlara yak­laşmış, böylelikle Kur’ an, kısa bir sü­rede pekçok insan tarafından kabul edi­len bir kitap haline gelmiştir ve hangi dönem ve şartlarda olursa olsun, Kur’an’ın getirdiği inanç sistemi, her­kesin rahatlıkla kabul edip ya­şayabileceği bir sistem olmuştur.

Özellikle Kur’an’ı anlatma vazifesini kendilerinde görenler, onun bu mü­kemmel prensibini iyi anlayıp, hangi meselede olursa olsun, asla insanları kalkamayacakları külfetlerin altına sok- maksızın, onların her şartta ina- nabileceklerini, Kur’an’ı her şartta ya­şayabileceklerini anlatıp, dinin ütopik bir inanç olayıp, herkesin kolaylıkla ya­şayabileceği bir sistem olduğunu izah etmelidirler.

4. İkna Metodunu Kullanması

Kur’an-ı Kerim bazı emir ve yasaklar dışında, diğer bütün konularda insanları ikna ile inanmaya davet etmiştir. Zâten iknâ edilmeden, zorla kabul ettirilmeye çalışılan düşünce ve inanç sistemlerinin uzun ömürlü olmadığı açıktır. Kur’an-ı Kerim’in temelini teşkil eden tevhid aki­desi bile, zor değil, ikna yolu kul­lanılarak takdim edilmiş, neye, niçin ve nasıl inandıkları, Yüce Yaratıcı’nın sıfat, isim ve fiilleri ön plâna çıkarılarak, in­sanlar düşünmeye davet edilmiş, böy­lelikle bilmeden, kalp ve vicdanları iyice kanaat sahibi olmadan sadece tak­lide dayanarak inanmalarının önüne ge­çilmiştir. Bunun için Kur’an’da, dü- , şünme, tefekkür etme, ibretle bakma ve inceleme anlamına gelen "fikr"<19) 20 21 22 23 24 25, yine aynı anlamlara yakın "zikr" kelimesinin geçtiği pekçok âyet vardır/201 Ayrıca bunun yanında insanlara sorular sorarak düşünmeye dâvet edilen değişik âyetler mevcuttur/211 Nitekim:

"Göklerde ve yerde olanlara bakın!" de; ama (göklerde ve yerde bulunan) o âyetler ve uyarmalar, inanmayacak bir kavme yarar sağlamaz”^ "Bu gün yurtlarında dolaştıkları nice kuşakları daha önce helak etmiş olmamız hâlâ on­ları yola getirmedi mi? Şüphesiz bunda ibretler vardır. (Öğüt alma kulağıyla) işitmiyorlar mı?"^ "Bir kâhinin sözü de değildir. Ne de az düşünüyorsunuz!” (24) "Bakmıyorlar mı develer, nasıl ya­ratıldı? Göğe, nasıl yükseltildi? Dağ­lara, nasıl dikildi? Yere, nasıl yayılıp döşendi? "<251 meâlindeki âyetler, bu hu­susa delâlet eden örnekleri oluş­turmaktadır.

Kur’an-ı Kerim tevhid kadar, nü­büvvet, haşr, ahiret gibi diğer itikâdi ko­nularda da ikna metodu kullanmış, in­sanları zihnen meşgul edecek her mesele açık bir şekilde îzah edilmiştir. Meselâ Cenab-ı Hakk insanlara: "benim bir ol­duğuma inanacaksınız" der, tek Allah inancını detaylıca anlatıp, birden fazla ilahların olmasının imkânsız olduğunu söylemeyebilirdi. Fakat O, insanların körü körüne değil, bilerek içlerinde her­hangi bir şüphe kalmaksızın ikna olarak ve gönül rahatlığıyla tevhid inancını kabul etmelerini dilemiş; bu hikmete bi- naendir ki ikna metodunu tercih et­miştir.

Meselâ tevhidle ilgili olarak: "Yahut şu dünyayı durulacak yer yapan, ara­sından ırmaklar çıkaran, üstünde sağ­lam dağlar yaratan ve iki deniz arasına bir perde koyan kimdir? Allah ile be­raber başka bir tanrı mı var? Hayır çok­ları bilmiyorlar. Yahut dua ettiği zaman darda kalmışa kim yetişiyor da kötülüğü (onun üzerinden) kaldırıyor ve sizi (es­kilerin yerine) yeryüzünün hâkimleri ya­pıyor? Allah ile başka bir tanrı mı var? Ne de az düşünüyorsunuz? Yahut ka­ranın ve denizin karanlıkları içinde size yol gösteren kim? Allah ile beraber başka bir tanrı mı var? Hâşâ, Alah on­ların ortak koştukları şeylerden çok yü­cedir, menezzehtir. Yahut yaratmağa kim başlıyor, sonra onu kim iade ediyor (ölüp ortadan kalkan şeyleri yeniden ya­ratıyor)? Sizi gökten ve yeden kim rı- zıklandırıyor? Allah ile beraber başka bir tanrı mı var? De ki: "Eğer doğru iseniz delilinizi getirin."^ tarzındaki ifadeler, konuya ilişkin oldukça çarpıcı olanlardır. Söz konusu âyetlerde in­sanlar, etraflarında cereyan eden, ancak pekçoğundan belki haberdar olmadıkları olaylar üzerinde düşünmeğe ve böy­lelikle sonunda doğruya ulaşmağa teşvik edilmişlerdir. Zâten medenî insanlara galip gelmek ancak ikna ile olur, zor­balıkla değil. Bu sebeple de mü’minler, Kur’an’ın davet metodlarından olan "ikna metodu "nu kullanarak insanlara yaklaşmalılar, zorbalığı, ikna edici de­liller getirmeksizin başkalarına yak­laşmayı terketmelidirler.

5. İnsanî Duygulara Hitap Etme

İnsan, korku, sevgi, gelecek endişesi taşıma, heyecan,’sonsuz yaşama arzusu, taklid gibi çeşitli duygulara sahiptir. Yine insanların hepsinde, bahsi geçen duygular aynı ölçüde olmayıp farklılık

arzetmektedir. Bazılarında korku, ba­zılarında sevgi, bazılarında bekâ arzusu, bazılarında güzel şeylere karşı aşırı ilgi vs. daha ön plândadır. Yüce Yaratıcı, in­sanları ıslah ederken, bu gibi duy­gulardan istifade ederek onları kendisine inanmağa davet etmiştir. Kur’an-ı Kerim’de, insandaki duyguları harekete geçirecek, onun duygusallığının çeşitli yönlerini tahrik edecek, gönülerin iş­tiyakla arzulayacağı veya korkudan ne yapacağını şaşıracağı değişik tasvir ve haberler vardır. Ancak Kur’an’ın bütün bunları sunmasındaki hedefi, insanlara lüzumsuz bazı tasvirler yapıp, onları hayal âleminde yüzdürme değil, onları ıslah etme, Kur’an gerçeklerini ken­dilerine aktarmadır. Hiç kimsenin İslâm davetinin dışında kalmaması için Kur’an, bütün insan tiplerinin duy­gularına hitap edip, onlara daha kolay te’sir etmesi için, bütün bu metodları kullanmıştır.

Kur’an-ı Kerim, söz konusu metod doğrultusunda insandaki bazı şeylere karşı duyulan sevgi duygusundan ha­reketle, inananlara cennette hazırlanmış nimetlerden bahsetmiştir. İnananlara vadedilen cennetin özellikleri/27^ oradaki kuşlar, bazı nimetler, şarap, hûriler26 27 (28) bunlardan yalnızca bir kaçıdır. Bunlar, normal bir insanın bunlara karşı şiddetli bir arzu ve alâka duymaması, duyup da onlara ulaşmak istememesi dü­şünülemeyecek bir üslûp içinde an­latılmıştır.

İnsanlardaki korku duygusundan ha­reketle, cehennemin varlığı, orada in­sanların başlarına gelecek acı durumlar,29 geçmiş dönemlerdeki ümmetlerin başlarına gelen bazı korkunç azaplar ha­tırlatılarak , (30) iyi birer insan olmaları ve kimseye zarar vermeksizin bu dün­yadaki yaşantılarını tamamlamaları yeğ- lenmiştir.

İnsanlardaki bekâ duygusundan ha­reketle, şehitler, onların ulaşacakları makam ve mertebeler dile getirilmiş/3 böylece vatan ve din korunma altına alınmış, bu konuda insanlar gerektiği gibi yetiştirilmiştir. Yine insanlardaki taklid duygusu göz önüne alınarak, iyi insanların örnek alınması istenilmiş, böylece iyilerin takibi neticesinde sağ­lam nesillerin yetişmesi sağlanmıştır. Meselâ: "De ki: "Allah’ı seviyorsanız, bana uyun ki Allah da sizi sevsin ve gü­nahlarınızı bağışlasın. Allah bağışlayan ve merhamet edendir."^, "İşte onlar, Allah’ın hidayet ettiği kimselerdir. On­ların yoluna uy ve de ki: "Ben ona kar­şılık sizden bir ücret istemiyorum. O, sa­dece bütün âlemlere bir öğüttür. ve "Andolsun Allah’ın Elçisinde sizin için Allah’a ve âhiret gününe kavuşmaya inanan ve Allah’ı çok anan kimseler için, (uyulacak) en güzel bir örnek var­dır."^ meâlindeki âyetler, bu hususa ilişkin ifadelerden bazılarıdır.

Kur’an’ı kendisine bir düstur edinen insanların da, aynı prensiplere riâyet edip, insanları gerçeklere davet ederken, onların mizaçlarını dikkate alarak, ona göre hareket etmeleri, herkesin ka­rakterine göre söz söylemeleri ve prob­lemlerine çözüm sunmaları gerekir ki, kesin ve güzel bir netice alabilsinler. Mizaçlara göre, bazı kişiler cehennemle ilgili haberlerden öğüt alırlar, bazıları cennete dair tasvirlerden etkilenirler, ba­zıları başa gelebilecek belâlardan ken­dilerini sakınmak isterler, bazıları iyi in­sanları takip etmekten hoşlanırlar veya bütün bu farklı şeyleri farklı zamanlarda bir şahsın üzerinde uygulamak ge­rekebilir. O zaman böyle bir metod kul­lanıldığında, sadece bazı kimseler değil veya bir şahsın sadece bir yönü değil, bütün insanlar yahut bir insanın bütün yönleri nazarı itibara alınmış olur ki, bu, gayet mükemmel bir ıslah tarzıdır. Ve Kur’an da bunu uygulamıştır.

6. Dünya-Ahiret Dengesi

Kur’an, insanlara yaşanamaz ve uy­gulanamaz bir hayat tarzı sunmamakta, aksine o, kabul edildiği takdirde ya­şanılabilir ve uygulanabilir bir yaşam şekli getirmektedir. O, insanların hem maddî, hem de manevî yönlerini do­yurmaktadır. Kur’an, insanlığı ne yal­nızca madde ve ne de mananın içine atı­yor. Bilâkis ikisini bir kuşun iki kanadı olarak görüp, ona göre önerilerde bu­lunuyor .Yani o, dünya ve âhireti dengeli bir şekilde götürmelerini tavsiye ediyor. Dünya için âhireti, âhiret için de dün­yayı feda ettirmiyor. Bu dünya fâni ve zâil olmasına rağmen, burasının imarını da inananların üzerine yükleyip, dün­yayı âhiretin bir tarlası görüyor. Kur’an, ne Hrıstiyanlık’taki gibi sadece âhireti, ne de Yahudilikte olduğu gibi yalnızca dünyayı öne çıkarmayıp, ona, birisi ol­mazsa diğeri de olmaz nazânyla ba­kıyor. Kur’an-ı Kerim’deki:

"Nihayet hac ibadetlerinizi bi­tirdiğiniz zaman, önceleri babalarınızı andığınız gibi, hatta daha kuvvetli bir anışla Allah’ı anın. İnsanlardan kimisi: "Ey Rabb’imiz! Bize dünyada ver!" der. Onun için âhirette hiçbir kısmet yoktur. Yine onlardan: "Ey Rabb’imiz! Bize dünyada bir güzellik ve âhirette de bir güzellik ver ve bizi ateş azabından koru!" diyenler vardır. İşte onlar için, kazandıklarından bir nasip vardır.."^ "Allah’ın sana verdiği (bu servet) içinde âhiret yurdunu ara, dünyadan da na­sibini unutma..."^ ifadeleri bu den­geye işaret etmektedir.

Zaten İslâm’da insanın dünyadan ta­mamen çekilmesi ve kendini ibadete vermesi istenmediği gibi, aynı zamanda kendini tamamen maddeye kaptırıp, onun arkasından devamlı koşması da tavsiye edilmemiştir. Bilâkis dünyâ- ukbâ uygunluğu, dünyanın âhirete bir tarla kılınması tavsiyesinde bu­lunulmuştur. Mü’minin dünya ve âhiret mutluluğunu beraber istemesi,(37) Kârûn gibi sadece dünyaya takılıp ka-

lınmaması/38) ama bununla birlikte, çe­şitli nimetlerden istifade edilebilmesi^35 36 37 38 39 40) de, yine îslâmın prensipleri arasındadır. (40)

İnsanın fıtratında mala karşı büyük bir hırs vardır. Bu hırsını yenmesi ve onu tamamen terketmesi çok zordur. Diğer taraftan az da olsa bazı insanlarda da dünyaya karşı bir boş verme, önem­sememe vardır. Her ikisi de uç noktaları teşkil etmektedir. Birincisinde insan, bir Firavun veya Kânın olup çıkarken, ikin­ci durumda, dünyanın zalim ve ceb­barlara terkedilip yaşanmaz bir hal al­ması vardır. Kur’an bu ikisini de reddetmiş, orta yolu göstermiştir. Böy- lece her iki uç noktanın aşırılıklarını tör­pülemiş ve onlan herkese faydalı bir ko­numa getirmiştir. Hz. Peygamberin şu örnek davranışı da, dünya-âhiret den­gesini gösteren güzel bir misaldir: Bir defasında ashaptan üç kişi, Resûlullâh’ın ibadetini sormak için onun hanımlarının yanına gitmişlerdi. Bunlara Hz. Pey­gamberin ibadeti haber verilince güya bunu az görerek: "Biz nerede, Resûlullâh nerede? Muhakkak ki Allah, Peygamber’inin geçmiş olan ve ge­lecekte işlenmesi muhtemel bulunan bütün günahlarını mağfiret etmiştir." de­diler. Sonra da içlerinden birisi: "Ben geceleri daima namaz kılacağım." dedi. Diğeri: "Ben de her zaman oruç tu­tacağım." dedi. Üçüncüsü de: "Ben de kadınlardan ayrı yaşayacağım, hiç evlenmeyeceğim." dedi. Onlar bu söz üze­rindeyken Resûlullah bunların yanına gelerek: "Siz şöyle şöyle söyleyen kim­selersiniz değil mi? Fakat şunu iyi bi­liniz ki: Ben sizin Allah’tan en çok kor­kanınız ve korunanızım. Bununla beraber ben kâh oruç tutarım kâh tut­mam. Gecenin bir kısmında namaz kı­larım, bir kısmında uyurum. Kadınlarla da evlenirim. (îşte benim sünnetim budur.) Her kim benim bu yolumdan yüz çevirirse, benden değildir."*41) bu­yurdular.

Kur’an’ın bu metoduyla ilgili olarak inananlara özellikle de toplumu İslahla uğraşanlara düşen, insanlardaki bu iki yönü iyice kavrayıp, uğraştıkları in­sanların madde-mânâ dengesini iyi ayar­lamaları, ne tamamen dünyadan so­ğutma ve ne de tamamen âhireti bir kenara koyma düşüncesinden uzak­laştırmamaları, böylelikle yetişen in­sanların ne birer canavar kesilip, her fır­satta toplumu sömürmeye kalkan birer fırsatçı, ne de bir kenara çekilip tembel tembel oturan birer asalak haline gel­melerine fırsat vermemiş olurlar.

7. Önemli Konuların Tek­rarlanması

Herhangi bir şeyin tekrarlanması, tekrar dile getirilmesi veya çok sevilse de bir yemeğin tekrar tekrar yenmesi in­sanın hoşuna gitmez. Tekrar, insanın hem kulağına hoş gelmez, hem de ka­fasını şişirir. Okuduğumuz bir kom­pozisyon, şiir veya romanda aynı şey­lerin defalarca dile getirilmesi okuyucuyu bıktıran bir durumdur. Ay­rıca bunların bir de aynı cümlelerden meydana geliyor olması daha da sıkıcı şeylerdir. Fakat aynı sıkıcılığı Kur’an’da

görmemiz imkânsızdır.

Kur’an’da, üzerinde ciddiyetle du­rulması gerekli görülen mühim me­seleler devamlı olarak tekrarlanmıştır. Böylece Kur’an, insanların âsi ta­biatlarına ve ürkek nefislerine nüfûz eden bir yol bulmuş, kendine ısındırmış ve böylece bir sulh ve sükûn ortamı hâsıl olmuştur. Bunun en güzel ör­neklerinden birisi, Kur’an’ın, tevhîd, akîde ve inancını yerleştirmek, şirkin yarasını da tedâvi etmek için, müteaddit defalar, bazan tasrihler yaparak, bazan imalarda bulunarak, bazı defa veciz, bazan da uzunca bu tekrar vasıtasını kul­lanmış olmasıdır^42). Kur’an’da, bazı cümlelerin, kelimelerin, kıssaların, de­ğişik yerlerde tekrarlandığı görülür. Ancak bütün bu tekrarların bir gayesi ve hedefi vardır. Ve okuyanı asla sık­mamaktadır. Bazan bir sûrede birçok tekrar olmasına rağmen, insanı bıktırıp usundırmaz. Hatta okuyan veya din­leyen, bir sonraki tekrarda, bir ön­cekinden daha farklı şeyler hisseder. Meselâ tevhidi bir surede bile çokça tek­rar eder. Ancak her zaman onun ayrı bir tarafını ele alır. Bunun için bazan bir yö­nünü uzunca ele alıp, diğer yönünü kısa geçer. Bazan mücerred olarak akideyi takdim eder, bazan bunun arkasından bir delil getirir; bazan darb-ı meselle bunu anlatır; bazan da bir kıssanın arasında zikreder. Kur’an’daki tekrarların çeşitli maksat ve hedeflere göre farklı üslûpları vardır. Söz konusu hedeflerden biri, bir şeyi pekiştirmek ve dinleyeni çarpıcı bir şekilde etkilemektir.

Meselâ: "kellâ sevfe talemûne sümme kellâ sevfe talemûn"

"Hayır! Yakında bileceksiniz. Yine hayır! Yakında bileceksiniz (hatanızı)-"(43)

Burada aynı ifadenin iki defa tekrar edilmesi te’kid içindir. Aynı zamanda bu, tehdit üstüne tehdittir. Nitekim biz de nasihat ettiğimiz birisine: "Ben sana demedim mi, demedim mi ben sana böyle yapma..." deriz/ 44

vema edrâke mâ yevmüdddin sümme mâ edrâke mâ yevmüddîn

"Ceza gününün ne olduğunu sen bilir misin? Evet, bilir misin nedir acaba o ceza günü?(45

Buradaki tekrarda da, ceza gününün büyüklüğü ve dehşeti anlatılmak is­teniyor ve karşıdakinde bir tesir ve etki meydana getirilmek hedefleniyor.

Söz konusu hedeflerden biri de, ta’zim ve korku uyandırmak içindir. Kur’an-ı Kerim’deki bazı ifadeler, an­latılan şeyin büyüklüğü ve ondan in­sanların çekinip kendilerini korumaları için tekrar edilmiştir. Buna örnek olarak şunları verebiliriz:

"el-Hâkkatü? Me’l-Hâkkatü? Vemâ edrâke me’l-Hâkkatü?" "Ger­çekleşen. Nedir o gerçekleşen? Evet, gerçekleşenin ne olduğunu acaba sen bilir misin?46.

"el-Kâriatü. Me’l-Kâriatü? Vemâ edrâke me’l-Kâri’ah?" "Kapıları döven... Nedir o kapıları döven? Ka­pıları döven o müthiş hâdiseyi sen ne­reden bileceksin ki?" )47

Kâri’a, kıyametin isimlerindendir.

Burada tazim ve korkutma maksadından tekrar edilmiştir. Yani kıyametin o deh­şetli anının özelliklerini henüz an­latmadan, karşıdaki muhataplara, mey­dana gelecek o dehşetli olaylar hissettirilmiştir.

Tekrardaki diğer bir hedef de şaş­kınlık ve hayranlık uyandırmak içindir. Bazan da tekrar edilen ifadeyle, mu­hatapların hayretleri uyandırılmak is­tenmiştir. Buna örnek olarak şu âyeti ve­rebiliriz:

innehû fekkera ve kaddera fe ku- tile keyfe kaddera Sümme kutile keyfe kaddera? "Zira o düşündü ta­şındı, ölçtü biçti. Kahrolası nasıl da ölçtü, biçti? Hay kahrolası nasılda ölçtü, biçti!,48

Bu ifadeler, kelimeleri değil, sanki bir fırçanın resim yapması hatta ondan da öte âdeta bir film sahneleri gibi zikri geçen bu adamın hareketlerini gözler önüne seriyor. Evela düşünüp taşındı, sonra da "kahrolası" hükmüne muhatap oldu. "Nasıl da ölçtü biçti?" denilerek de alay edilmekte ve onun bu durumu hayretle karşılanmaktadır. Devamında da hakkmdaki beddua ve istinkâri durum iyice ortaya çıksın diye tekrar edilmektedir^49). Yani onun bu durumu son derece yadırganmış ve böylece azabı hak ettiği vurgulanmıştır.

Ayrı bir gaye de, insanları iyice uyarmak ve muhatapta hüsn-ü kabul bulmaktır. Kur’an-ı Kerim, bazan da karşıdakinin dikkatini iyice uyandırmak ve onda bir tesir icrâ etmek için bazı ke­limeleri bir veya birbiriyle ilgili iki cümle içerisinde tekrar eder..Buna örnek olarak:

"İnanan (adam) dedi ki: "Ey kavmim, bana uyun, sizi doğru yola gö­türeyim. Ey kavmim, bu dünya hayatı (kısa) bir geçinmedir. Âhiret ise ebedî olarak durulacak yerdir.”^ âyetlerini verebiliriz. Burada iki defa "Ey kav- mim" geçmekte ve bununla karşıdaki muhatap uyarılmakta, söylemek istediği şeyi iyice dinlemesi için onun dikkatleri çekilmektedir.

Diğer bir hedef de söz uzadığında onu yeniden hatırlatmak içindir. Kur’an’da bazan cümleler uzun olabilir. Bu durumda muhataplar başta söy­lenilen şeyi unutabilir veya dikkatleri dağılmış olabilir. Böyle bir duruma düş­memek için, bazı kelimeler cümlenin orta veya sonunda yeniden tekrar edil­miştir:

"Sonra Rabb’in şunlardan yanadır ki, cehaletle kötülük işlediler, sonra onun ardından tevbe ettiler, uslandılar. Bun(u yaptık)dan sonra Rabb’in (böy- leleri için) elbette bağışlayan ve mer­hamet edendir.”^

"Ettiklerine sevinen ve yap­madıklarıyla övülmekten (taşlananların, sakın sakın onların azaptan kur­tulacaklarını da sanma; elem verici azap anlaradır."(5->

Tekrardaki ayrı bir hedef, tekrarı il­gilendiren bir anlamın yeniden iâdesidir.

Yine Kur’an-ı Kerim’de bazı cümlelerin aynı sure içerisinde belli aralıklarla ye­niden tekrar edildiğini görürüz. Bu tek­rarlar lüzumsuz ve maksatsız olmayıp, herbirinin ayrı bir sebebi bulunmaktadır. Her bir tekrar, kendinden önceki tek­rardan farklı bir durumu il­gilendirmektedir. Mesela Rahmân sûresindeki "Öyleyken, Rabb’inizin hangi ni’metini inkâr edebilirsiniz?"^ ifadesi otuz bir kez tekrar edilmiştir. Bu tekrarların her biri, Cenab-ı Hakk’ın say­mış olduğu ayrı bir nimetten sonra söy­lenmiş olup, bununla, insanların ve cin­lerin bu nimetleri hatırlamaları, Yaratıcı’larına şükretmeleri ve gö­revlerini unutmamaları amaçlanmıştır.

Yine aynı şekilde Mürselât su­resinde: "Yalanlayanların vay haline o gün!"(54) ifadesi on kez tekrar edilmiştir. Bunun, her âyette tekrarlanmadan önce geçen konunun ifade ettiği manaya göre düşünülmesi gerekir. Meselâ birinci geçtiği yerde hüküm gününü, İkincide suçlulara yapılacak azabı, üçüncüde Allah’ın ilmini ve gücünü, dördüncüde insanoğlunun muhtaç ve sınırlı bir güce sahip olduğunu, İlâhî kudretin her şeyi kapladığını ve Allah’ın nimetini inkâr mânâları ile ilgilidir/50 51 52 53 54 55^

Anlaşıldığı üzere Kur’an’da bir takım ifadeler tekrar edilmektedir. Bu bazan bir kelime, bazan bir cümle ola­bilmektedir. Ancak bütün bunların bir hedefi ve gayesi vardır. Yoksa onların yerine başka kelime veya cümleler bu­lunamadığından böyle bir duruma baş­vurulmuş değildir. Ancak bu tekrarların muhatapları bıktırması bir yana, onları daha fazla etkilemekte ve tekrarının lüzûmunu hissetmektedirler. Bu me­toduyla Kur’an, ıslah ettiği kimseleri mükemmel bir şekilde eğitmek, gü­nümüz ifadesiyle pedagojik formasyonu tam bir öğretmen edâsıyla öğrencilerini yetiştirmek ve onlara vermek istediği faydalı bilgileri daha iyi aktarmak ama­cını gütmüştür.

Kur’an’ın bu metodundan alacağımız derse gelince şunları söyleyebiliriz: İn­sanlar yaratılış itibariyle unutkan, dalgın ve kafalarını bir konuya teksif ede­meyebilirler. Onun için de, öğretici ve eğitici konumunda olan kimseler, mu­hataplarına birşeyler anlatırken, onları etkilemek, dikkatlerini çekmek, onları hayrete sevketmek, bir konuyu iyice pe­kiştirmek gibi yolları deneyip, bazı cüm­leleri veya ifadeleri yerine göre tek- rarlamalıdırlar. Ta ki onların kafasına iyice yerleşsin ve maksat hasıl olsun.

8. Konu Çeşitliliği Ve Zenginliği

İnsanlar, kitap yazarken konuyu çe­şitli bölümlere, başlıklara hatta alt baş­lıklara ayırarak yazmışlardır. Bu me- todla meydana getirilen kitaplar, her konuyu ihtivâ etmeyip, mahdut birkaç meseleyi ele almaktadır. Ancak Kur’an’ın, insanları ıslah ederken kul­lanmış olduğu metod bu husuta bun­lardan çok farklıdır. Onda, alt alta ko­nular, başlıklar, alt başlıklar bulunmamaktadır. Konu yönünden bir hayli zengindir. Bir surede, hatta bazan bir âyette farklı konular işlenmektedir.

Yemek yerken sofraya oturup da çe­şitli yemekler yediğimizde değişik lez­zetler aldığımız gibi, gerçekten an­layarak Kur’an’ın herhangi bir suresini veya bölümünü okuduğumuzda, çeşitli tadlar, lezzetler ve zevkler alırız. Zâten insan aynı yemeği yediğinde bıktığı gibi, aynı konuları okuduğunda da bıkar. Kur’an, insanları bıktırmamak, dikkatlerini hep uyanık tutmak ve onları çekmek için bu üslubu seçmiştir. Ayrıca insanlar Kur’an’ın tamamını kısa bir sü­rede okuma fırsatı bulamayabilirler. Fakat okumuş oldukları bir surede, belki de Kur’an’daki pek çok meseleyi özetle görmüş olurlar.

Kur’an âyetleri, güzel ahlâkın her çe­şidini, kâinattaki üstün hikmetin ka­nunlarını, insanlığın ferdî ve sosyal ha­yatının prensiplerini, ilimlerin köklerini ihtivâ edip, bu kadar çeşitli ve bir­birinden uzak meselelere temas ettiği halde herhangi bir karışıklığa meydan vermemesi, onun i’cazını gösterir. Kur’an’a bakıldığında, onun, insanın va­zifelerinden, kâinat ve kâinatı yaratan’dan, göklerin, yerin, dünyanın, âhiretin,. geçmiş ve geleceğin, ezel ve ebedin bütün meselelerini ihtivâ et­tiğinden, yeme, yatma ve konuşma âdâbından, insanın kabre girmesinden, orada karşılaçacağı hallerden, cennet ve cehennemin durumundan, yaratılışın başlangıcında göklerin bir duman olu­şundan, her canlının sudan ya­ratılışından, dünyanın imtihan için ya­ratıldığından, beşer tarihinden, Hz. Adem’in bedeninin yaratılıp meleklerin ona secdesinden, iki oğlunun kav­gasından, Nûh tufanına, Firavn’un bo­ğulmasına kadar, göklerin ve yerin bi­tişik (retk) halinde bulunduktan sonra ayrılmasından, kâinatın genişlemesine ve onların kıyâmette Cenab-ı Hakk’ın iradesiyle düriilmesine kadar, her in­sanın parmak uçlarındaki farklılıktan, öldükten sonra aynı şekilde ya­ratılmasına kadar...pek çok konudan bahsettiği görülür.

Aşağıda mealleri verilen âyetler, Kur’an’ın muhteva zenginliğine birer örnek teşkil etmektedir:

"De ki: "Rabb’imin sözL i(ni yaz­mak) için deniz mürekkep olsa, Rabb’imin sözleri tükenmeden önce deniz tükenir.” Yardım için bir o ka­darını daha getirsek (yine yetmez)-56 "Allah, O’tıdan başka tanrı olmayan, Kendisini uyuklama ve uyku tutmayan, diri, her an yaratıklarını gözetip du­randır. Göklerde olan ve yerde olan ancak O’nundur. O’nun izni olmadan katında şefaat edecek kimdir? Onların işlediklerini ve işleyeceklerini bilir, (in­sanlar ise) dilediğinden başka, ilminden hiçbir şeyi kavrayamazlar. Kürsîsi, hü­kümranlığı gökleri ve yeri kaplamıştır, onların gözetilmesi O’na ağır gelmez. O yücedir, büyüktür.

"(Ey insanlar) Sizi yaratmak ve tek­rar diriltmek, tek bir insanı yaratıp tek­rar diriltmek gibidir. Şüphesiz Allah işi­tendir, görendir."^ "Allah’ı lâyık olduğu gibi bilip takdir edemediler. Hal­buki kıyâmet günü bütün yeryüzü O’nun avucu içindedir; gökler de sağ elinde dürülmüştür. O, müşriklerin ortak koş­malarından yüce ve münezzehtir."^ "Hani Rabb’in meleklere: "Ben yer­yüzünde (emirlerimi icrâ edip Benim adıma iş yapacak) bir halîfe (insanoğlu) yaratacağım” demişti."^

"İnsan, kemiklerini bir araya top-

layamayacağımızı mı sanıyor? Evet top­larız; Biz onu, parmak uçlarına va­rıncaya kadar bütün incelikleriyle ye­niden yapmaya kâdiriz"^ "İnkâr edenler, gökler ve yer yapışıkken onları ayırdığımızı ve bütün canlıları sudan meydana getirdiğimizi bilmezler mi?" (62) "Tufanın sonunda: "Ey yer, suyunu yut ve ey gök, sen de suyunu kes!" de­nildi. Su çekildi, iş bitirildi."^ "Ey îman edenler, ellerinizin altında bu­lunanlar (köleler, hizmetçiler) ve henüz erginliğe ermemiş çocuklarınız, şu üç vakitte (odalarınıza girebilmek için) izin istesinler: sabah namazından önce, öğ­leden sonra elbisenizi çıkar(ıp yakacağınız vakit ve yatsı namazından sonra...

"Güneş dürüldüğü zaman, yıldızlar kararıp döküldüğü zaman, dağlar yü­rütüldüğü zaman, on aylık gebe develer başı boş bırakıldığı zaman, vahşî hay­vanlar bir araya toplandığı zaman, de­nizler kaynatıldığı zaman... cehennem alevlendirildiği zaman, cennet yak- laştırıldığı zaman, işte o zaman, her can ne yapıp getirdiğini bilir.

Kur’an’ın ıslahta kullanmış olduğu bu metoddan hareketle inananlara düşen, muhataplara birşeyler anlatırken, sadece belli konuları değil, ilgili ve gerekli her konuyu, kıymetine ve de­recesine, zaman ve zeminine göre an­latmalı, böylelikle muhatabın belli bir meseleyi dinlemekten sıkılıp ilgisiz kal­masını önlemelidir. Bu, aynı zamanda muhatabın ilgisinin çekilmesini, her okuduğu ve dinlediği yeni şeye dikkat etmesini sağlayacaktır.

9. Kıssalardan İbret ve Öğüt İçin İstifade Edilmesi

Kur’an-ı Kerim, geçmiş ümmetlere ve Peygamberlere âit pek çok hususu anlatır. Ancak o, hiçbir zaman bir tarih I kitabı değildir. Bundan dolayıdır ki o, bunları insanları ıslahta bir metod olarak belli bir üslup ve ifade tarzı içinde ele almış sırf bazı tarihi olayları anlatmak için ifade etmemiştir. Kur’an’ın kendisi de bu gerçeği şöyle dile getirmektedir ki: "Elbette onların hikayelerinde akıl sahipleri için ibret vardır..."^6’) "İbret"; görülenin vâsıtasıyla, görülmeyen şey­lere ulaştıran hal ve durum66 (67) olarak ta­nımlanmıştır. Bu itibarla anlatılan kıs­salarla, , insanların, kendi hayatlarına âit birtakım dersler çıkarıp, ona göre ha­reket etmeleri amaçlanmıştır.

İfade edildiği üzere Kur’an-ı Kerim’deki herhangi bir olay veya hi­kaye anlatıldığı zaman, amacı sırf târihi bir realiteyi dile getirmek değildir. Bu­nunla, genellikle evrensel bir ahlâk dersi vermek ya da cihan şumûl bir gerçeği açıklamak amacı güdülmüştür. <68> Kur’an’daki kıssalar, sırf kıssa oldukları için değil, ancak öğüt, hatırlatma, sus­turma, ayıplarını yüzlerine vurma, âhiret azabıyla tehdit, tesellî etme, dayanma ve direnme, güçlerini artırma gâyelerine yönelik olarak söz konusu edilmişitir.

Nitekim detaylı bir târihi bilgi ver­meyen, yer yer öğüt, irşâd, müjde ve uyarma biçimiyle gelen bütün Kur’an kıssalarının üsluplarında bu husus apa­çık ortadadır/69^ O halde anlatılan bütün kıssalar, insanların yaşamlarına uy­gulayabilecekleri muhtelif prensipleri içermektedir.

Kur’an kıssalarında, insanları ıslah edecek şu temel unsurlar dikkat çek­mektedir. Anlatılan bu kıssalarla in­sanların ders almaları hedeflenmiştir. İnsan, kıssalarda anlatılan iyi kişileri takdir edip onlara benzemek ister; kö­tülerden nefret edip huylarından sa­kınmak lüzümunu hisseder. Çünkü ta­rihin işleyişinin, her iki grubun âkıbetlerini açıkça ortaya serdiğini görür. Toplumlar, çeşitli özellikleriyle, sadece tarihin uzak bir köşesinde gelip geçmiş birer kavim değil, örnekleri her zaman bulunabilecek birer tip olarak ar- zedilmektedirler.(70) 71 Yukarıda da meâlini verdiğimiz "Elbette onların hi­kayelerinde akıl sahipleri için ibret var- dır..."W âyeti göstermektedir ki, gerek Hz. Yûsuf ve gerekse diğer bütün kıs­salarda, bir ders alma, öğüt alma, kıs­sadaki insanların yapmış oldukları ha­talara düşmeme, iyilerin yolunu tâkip etme gibi dersler çıkarmamız is­tenmiştir. Bununla da toplumu teşkil eden fertler, aynı hatalara düşmemiş, aynı kötülükleri işlememiş ve iyi in­sanların başarılı sonlarını görüp, onları kendilerine rehber edinerek, iyi birer fert olmuş olurlar.

Diğer bir hususa gelince o da, kıs­saları anlatmak suretiyle onları dü­şünmeye sevketmektir. Kur’an’da an­latılan kıssaları dinlemek veya onları okumak, insanı düşünmeye sevkeder. Düşünme ameliyesi, akılla yapılır. Kişi aklının bunlarla meşgul ettiğinde, so­nunda ’ bir neticeye varır. Bu dü­şüncesiyle insan, çok çeşitli ibretler ve dersler almış olur. Demek ki, düşünme, aklı çalıştırma ve ders alma, Kur’an kıs­salarının önemli bir gayesi du­rumundadır. Aşağıda mealleri verilen âyetler bu konuda birer örnek du­rumundadır:

"Nice memleketler vardı ki, zulüm yaparlarken biz onları yok ettik. Artık damları çökmüş, duvarları üzerine yı­kılmıştır. (Geride) nice terkedilmiş ku­yularla, bomboş kalmış yüksek saraylar (bırakılmıştır.) Yeryüzünde do­laşmıyorlar mı ki olanları akledecek kalpleri, işitecek kulakları olsun. Gerçek şudur ki, gözler kör olmaz, fakat asıl gö­ğüslerin içindeki kalpler kör olur."W

"Şüphesiz Lut da gönderilen Pey­gamberlerdendir. Hani biz onu ve âilesinin tamamını kurtarmıştık. Ancak geride kalıp batanlar içinde kalan yaşlı bir kadın hariç. Sonra diğerlerini helak etmiştik. Ve siz elbette sabahleyin ve ge­celeyin onlara uğrar ve üzerlerinden ge­çersiniz. Hâlâ akıl edip düşünmez mi­siniz?

Konumuzla ilgili Kur’an’ın kıs­salardaki hedeflerinden bir diğeri ise, in­sanların kalplerini sağlamlaştırmadır: "Peygamberlerin haberlerinden kendisi ile kalbini (tatmin) ve tesbit etip sağ­lamlaştıracağımız her çeşidi, sana kıssa olarak anlatıyoruz. Bunda, senin için hak, mü’minler için bir öğüt ve ha­tırlatma geldi. "(74) meâlindeki âyette de belirtildiği gibi, kıssaların bir hedefi de, Hz. Peygamberin Peygamberliğini edâ etme hususunda sabra ve eziyetlere kat­lanmaya -karşı kalbini sağ­lamlaştırmaktır. Zira insan, herhangi bir sıkıntı ve musibete maruz kalıp bu hu­susta başkalarının da kendisi gibi ol­duğunu görünce, kendi başına gelen bu sıkıntılar daha hafif gelmeye başlar. Bi­naenaleyh Resûlullah (s.a.s.) bu kıssaları öğrenip de, her Peygamberin ka- vimleriyle olân münasebetlerinin aynı olduğunu anlayınca, kavmirftn ezi­yetlerine karşı katlanıp sabretmesi daha da kolay bir hale gelir/72 73 74 75) Öte yandan mezkur âyette hitap Hz. Peygambere olsa da, diğer insanlar da buna dâhildir. Yani Kur’an kıssaları anlatılmıştır ki, dünyanın değişik yerlerinde, farklı zaman dilimlerinde insanların başlarına bir kısım belâlar, musibetler, sıkıntılar, çevresindeki insanlar tarafından hak­sızlıklar gelebilir. Bu durumlardaki in­sanlar sabretmeli, kendilerini ümitsizlik karanlığına atmamah ve da­yanmalıdırlar. Çünkü kendilerinden ön­ceki insanların başlarına da bunların benzerleri gelmiş, ancak onlar bütün bunlara sabretmiş ve sonunda kazanan her zaman için onlar olmuşlardır.

Kur’an’ın bu metodundan hareketle, eğitimcilere düşen şey, eğittikleri in­sanları kötülüklerden korumak, vaz­geçirmek ve uzaklaştırmak is­tediklerinde kullanacakları yollardan birisi de, daha önce aynı kötülükleri iş­leyip, sonlan iyi olmayan, dolayısıyla kaybeden bir kısım kimselerin du- rumlannı anlatmak, böylelikle onları kö­tülüklerden vazgeçirmektir. Aynı şe­kilde insanlan sabretmeye, zorluklar karşısında dayanmaya, iyi hareketlere teşvike, insanlara yardıma vs. yön­lendirmede, tarihte veya günümüzde ya­şamış olan iyi şahsiyetlerden bahsedip, onlann ulaştıkları neticeden söz ederek örnek alacaklan model insanlar gös­terilmelidir. Böylece insanlar, hem iyi şeylere yönlendirilmiş ve hem de kö­tülüklerden kaçındırılmış olurlar.

Netice olarak diyebiliriz ki, evrensel prensiplerle gelen Kur’an-ı Kerim, her devirdeki insanların başvuru kitabıdır. Getirmiş olduğu eşsiz metodlarla o, in­sanları mükemmel bir şekilde ıslah et­

meyi, onları topluma yararlı kişiler ha­line getirmeyi ve böylelikle toplumsal huzuru tesis etmeyi hedeflemiştir. Bunu gerçekleştirmek için de, değişik yön­temler kullanmıştır. Bunlar, üslubundaki mükemmellik, insanlara takdim ettiği prensiplerdeki tedrîcilik, kolaylıkla uy­gulanabilecek hükümleri getirmesi ve bunları baskıyla değil de ikna ederek sunması, bunların iyice yerleşmesi için insanlardaki çeşitli duygulara hitap et­mesi, dünya-âhiret dengesini kurarak onlara yaklaşması, hayatî öneme sahip konuları farklı yer ve zamanlarda de­ğişik üsluplarla tekrar etmesi, içerdiği konuların çok zengin ve herkesi do­yurucu olması ve geçmişte meydana gelmiş bazı kıssaları nazara vermesi gibi hususlardır. Böylece Kur’an, insanlan yalnızca bir yönüyle değil, bütün yön­leriyle ele almış, değişik açılardan on­lara yaklaşmış, her yapıdaki insana ulaş­mayı gaye edinmiş ve insanoğluna mükemmel bir örnek ortaya koymuştur. Kur’an’a inananlara düşen, ondaki bu ev­rensel mesajları en iyi şekilde kavramak ve ondan günümüze âit prensipler çı­karmaktır.

(1) BKZ: Zerkânî, Muhammed Abdulazîm, Menâhilü’l-lrfân fî UIûmi’l-Kur’ân, Dâru’l-Kütübi’l- ilmiyye, Beyrût 1988,2/331-332.

(2) Taberî, İbn Cerîr, Câmiu’l-Beyân An Te’vîl-i Âyi’l-Kur’ân, Dâr-u-Fikr, Beyrut 1995, 14/194-197;

ibn Kesîr, Ebu’i-Fidâ Ismâîl b. Ömer, Tefsîru’l-Kur’âni’l-Azîın, Dâr-u Kahraman, 1st. 1992,8/291­294; Âlûsî, Şihâbuddin Mahmûd, Rûhu’l-Meânî, Dâr-u İhyâi’t-Turâsi’l-Arabî, Beyrut 1985, 29/ 123-125.

(3) Fussilet 41/39.

(4) Kâf 50/6/11.

(5) Zerkânî.a.g.e, 2/336.

(6) Draz, Muhammed Abdullah, En Mühim Mes^j Kur’an, (Ter: Suat Yıldırım), Işık Yayınlan, İzmir 1994,s. 110-111.

(7) Akgiil, Mühittin, Kur’an-ı Kerim’de Hz. Peygamber, (Basılmamış Doktora Tezi),

M.Ü.S.B.EnstitüsU. İstanbul 1997, s. 88.

(8) Buhârî,Fedâilü’l-Kur’ân,6

(9) Salih, Subhi, Mebâhis Fİ Ulûmi’I-Kur’ân, Dersaâdet, 1st. ts.s.57-58.

(10) "Hurma ağaçlarının meyvalanndan ve üzümlerden de içki ve güzel rızık elde edersiniz. Şüp­hesiz bunda aklını kullanan bir toplum için (Allah’ın büyüklüğüne) işaret vardır." Nahl 16/67. Burada içki ve güzel rızık demek sûretiyle, içkiyle güzel rızkın farklı iki şey olup, birinin diğerinin alternatifi olduğu işareti vardır. Ve aynı zamanda güzel rızkın alternatifinin de içki olduğu açıktır.

(11) "Sana şaraptan ve kumardan soruyorlar. De ki: "O ikisinde büyük günâh vardır. İnsanlara

bazı faydalan varsa da günâhtan yararlarından büyüktür.." Bakara 2/219. "

(12) "Ey inananlar, sarhoşken namaza yaklaşmayın ki, ne dediğiniz bilesiniz." Nisa 4/43.

(13) "Ey inananlar, şarap, şeytan işi birer pisliktir. Bunlardan kaçının ki kurtuluşa eresiniz. Şey­tan, şarap ve kumar ile aranıza düşmanlık ve kin sokmak, sizi Allah’tan alıkoymak istiyor. Artık (bunlardan) vazgeçtiniz değil mi?" Mâide 5/90-91.

(14) Hac 22/78.

(15) Bakara 2/185.

(16) Bakara 2/286.

(17) Mâide5/6.

(18) Yazır, Elmalılı Hamdi, Hak Dini Kur’an Dili, Azim Dağıtım, 1st. ts. 2/273-274.

(19) Mesela bunlardan bazıları için bkz: Âl-i İmrân 3/191; Yûnus 10/24; Nahl 16/1L Câsiye45/13...

(20) Bunlardan bazıları için bkz: En’âm 6/80; A’râf 7/3; Gâfir 40/58; Nahl 16/17; Nemi 27/62...

(21) Bunlardan bazıları için bkz: Kehf 18/57; Hûd 11/24,30; Nemi 27/62; Secde 32/22; Fâtır 35/37...

(22) Yûnus 10/101.

(23) Secde 32/26.

(24) Hakka 69/42.

(25) Ğâşiye 88/17-20. ’

(26) Nemi 27/60-64.

(27) Bunlardan bazıları için bkz: Râ’d 13/35; Fürkân 25/24; Hâkka 69/18-24.

(28) Bkz: Vâkıa 56/15-38; İnsan 76/13-22.

(29) Bkz: Tevbe 9/35; İbrahim 14/16-17; Tâhâ 20/74.

(30) Kur’an-ı Kerim’de geçmiş ümmetlerin başlarına gelen pekçok azap hatırlatılmaktadır. Gönderilen her peygamber, kavmi tarafından yalanlanmış, bunun için de Cenab-ı Hakk, peygamberlerine karşı katı bir tutum içerisine girip, hatta zaman zaman onları öldürme teşebbüslerine bile kalkışan bu insanları, farklı şekillerde helâk etmiştir. Bkz: En’âm 6/42-44; Mü’min 41/16-17.

(31) Gerek Kur’an ve gerekse Hz. Peygamberin hadislerinde, şehitlik ve onların ulaşacakları nimetlerden bahsedilmektedir. Bkz: Hadîd 57/19; Âl-i İmrân 3/157.

(32) Âl-i İmrân .3/31.

(33) En’âm 6/90.

(34) Ahzâb 33/21.

(35) Bakara 2/200-202.

(36) Kasas 28/77.

(37) Bakara 2/200-201.

(38) Kasas 28/81.

(39) A’râf 7/31-32,157.

(40) Zuhaylî, Vehbe, el-Kur’ânu’l-Kerim, Dâru’l-Fikr, Beyrut 1993, s. 57-58,

(41) Buhârî, Nikâh 1.

(42) Zerkânî, a.g.e, 2/388-399; Ayrıca bkz: Ka­raçam, İsmail, Sonsuz Mûcize Kur’an, Çağ Yayınları, 1st. 1990, s. 394.

(43) Tekâsür 102/3-4.

(44) Râzî, Fahruddin, et-Tefsîru’l-Kebîr, Dâru’l- Kütübi’l-llmiyye, Beyrut 1990,32/75.

(45) İnfitâr 82/17-18.

(46) Hâkka 69/1-3.

(47) Kâri’a 101/1-3.

(48) Müddesir 74/18-20.

(49) Kutup, Seyyid, Fî Zilâli’l-Kur’ân, Dâru’ş- Şurûk, Beyrut 1988,6/3757.

(50) Mü’min 40/38-39.

(51) Nahl 16/119.

(52) Âl-i İmrân 3/188.

(53) Rahmân 55/13.

(54) Mürselât 77/15.

(55) Elmalılı, a.g.e. 8/480.

(56) Kehf 18/109.

(57) Bakara 2/255.

(58) Lokman 31/28.

(59) Zümer 39/67.

(60) Bakara 2/30.

(61) Kıyâme 75/3-4.

(62) Enbiyâ 21/30.

(63) Hûd 11/44.

(64) Nûr 24/58.

(65) Tekvîr 81/1-14.

(66) Yûsuf 12/111.

(67) FîrÛzâbâdî, Mecdüddin Muhammed b. Ya’kûb, Besâir-u Zevi’t-Temyiz, el- Mektebetü’l-İlmiyye, Beyrut ts. 4/15.

(68) İkbal, Muhammed, (Bahaddin Sağlam’ın Kur’an Kıssaları adlı eresinden naklen) s. 138.

(69) Derveze, İzzet, Kur’an Cevap Veriyor, (Ter: Abdullah Baykal), Yöneliş Yayınları, 1st. 1988,s. 213.

(70) Yıldırım, Suat, Kur’an-ı Kerim’de Kıssalar, Yeni Ümit Dergisi, Sayı 25, s. 5.

(71) Yûsuf 12/111.

(72) Hacc 22/45-46.

(73) Saffât 37/133-138.

(74) Hûd 11/120.

(75) Râzî, a.g.e, 18/64.