Makale

FETİHTEN SONRA İSTANBUL’ UN İMAR VE İSKÂNI

FETİHTEN SONRA İSTANBUL’ UN İMAR VE İSKÂNI

Prof. Dr. Hüseyin ALGÜL
Gazi Üniv. Çorum İlahiyat Fakültesi Dekanı

Şehir Medeniyeti

İslâm tarihinde medeniyetler, genellikle, fetihlerden sonra kurulan önemli şehir merkezleri çevresinde parlamıştır. Önemli fetihleri, büyük şehirlerin kurulması, bunu da fikir, ilim ve sanat alanındaki hamleler takip etmiştir. Esasen tarihte kazanılan siyasî zaferleri içtimaî ve ilmî müesseselerle, kültürel hamlelerle bütünleştiremeyen milletler dünya tarihinde kalıcı izler bırakamamışlardır.

Meseleye İslâm tarihi içinde baktığımız zaman Asr-ı Saadet’ten itibaren bu konunun en güzel örneğinin verildiğini ve sonraki nesillere de geliştirilmeye açık bir mi­rasın bırakıldığını görüyoruz. Nitekim Hz. Muhammed (sav.) Mekke’den Medine’ye hicret ettikten sonra şehrin “Yesrib” adı unutulmuş, yeni müesseseleriyle “Medinetü’n-nebî : Peygamber şehri” adını almıştı. Mescid-i Nebî’nin inşası, Suffe okulu­nun açılması, kardeşlik tesisi, selâmlaşmanın yaygınlaştırılması, açların doyurulması, yoksulların himayesi, akrabalık bağlarının (sıla-i rahmin) kuvvetlendirilmesi, çarşı- pazar kurularak İslâmî değerlerin ekonomik boyutuna yer verilmesi, şehrin etnik gruplarıyla muahedeler imzalanması, ilk anayasanın hazırlanıp yürürlüğe konulması (Medine Vesikası) gibi dinî, siyasî, askerî, ekonomik, sosyal muhtevalı uygulamalar, Yesrib’in bu kabil hamlelerle “Medine” haline nasıl dönüştüğünü ifade eder. Bu du­rum aynı zamanda dinî ve siyasî bakımdan önemli bir zafer ve fetih sayılan hicretin bu kabil plân, program ve uygulamalarla semerelerini verdiği gerçeğini de gösterir.

Bu ilk örnek müteakip asırlarda dinî, ilmî, sosyokültürel, sanat ve düşünce hayatının canlı kalmasına ve olumlu bir zeminde gelişmesine önem veren Müslüman dev­letlerce ve bunun idrakinde olan devlet adamlarınca devam ettirilmiştir. Nitekim Abbasîler devrinde Bağdat, Endülüs Emevi devletinde Kurtuba (Kordova), Benu Ahmer (Nasrîler Hanedanı) devrinde Gırnata (Granada), Selçuklular devrinde Semerkand, Buhara, Merv, Nişapur, Rey, Bağdat, Erzurum, Sivas, Kayseri, Konya; Osmanlılar devrinde ise şehzadeler şehri olarak, Amasya, Manisa, merkezî şehirler olarak Bursa, Edirne, İstanbul kendi devirlerinin şartları içinde medenî, ilmî, fikrî ve sanata ilişkin hamlelere sahne olmuştur.

Büyük Fetih ve İstanbul

Tarihçilerin ortak kanaatine göre İstanbul, coğrafî durumu ve stratejik açıdan yeryüzünün en mühim şehirlerinden biridir. (1) Çağların akışına ve şartlara göre azalıp ço­ğalma gösterse de bu “Mühim oluş” daima var olmuş ve bundan sonra da var olagelecektir. Fatih Sultan Mehmed bunun şuurundaydı. Bu nedenle, gerçekleştirdiği bü­yük fethin şanına yakışan bir imar ve iskân faaliyetine girişmesi gerektiğinin farkın­daydı. Devlet adamlığındaki ve kumandanlığındaki başarısına bir de şehircilikteki hünerini eklemeliydi.

O devrin tarihçisi Dursun Bey’in verdiği bilgilerden anlaşıldığına göre Fatih, İstanbul’un güzelliğine hayran kalıyor, uzun zamandır ihmal edilmiş, perişanlığa terk olunmuş, ilgisiz ve bakımsız kalmış olan bu şehrin mahzunluğunu yeni bir Müslüman- Türk şehircilik hamlesiyle giderebileceğini ve mahzun Konstantiniye’yi bu yeni dö­nemde “İslâmbol: İstanbul” haline getirebileceğini düşünüyordu. (2)

Ünlü tarihçi A. Cevdet Paşa, İstanbul’un fethinden sonra Devlet-i Aliyye (Osmanlı Devleti)’nin sıhhatli bir merkezde (İstanbul’da) istikrarı elde edip, devlet idaresinde en ileri hedeflere ulaşabilecek bir yapıya kavuştuğundan, bu münasebetle az zamanda çev­resindeki ülkelere çok büyük bir üstünlük sağladığından bahisle, baştan beri bütün Os­manlı Sultanlarının bunun farkında olduğunu belirtiyor ve ‘İstanbul elbette fetholunacaktır; Onu fetheden kumandan ne mutlu kumandan! Onu fetheden askerler ne mutlu as­kerlerdir!” mealindeki peygamber müjdesinin bu nükteye işaret ettiğini söylüyor.

Aynı tarihçinin haklı tespitine göre malî ve teknolojik güç, uluslararası ilişkilerdeki başarı için yeterli değildir. Eğer bir milletin içine kötü ahlâk, nifak, fitne vs. girmişse, millî birlik zedelenmişse, insanlar kendi tarihî ve kültürel değerleri etrafında bütünleşmekten mahrum ise o milletin istenilen başarıyı elde etmesi mümkün değildir. Fatih Sul­tan Mehmed bunun da şuurundaydı. Çünkü onu Bizans’a galip getiren güç, maneviyat, ilim ve teknoloji işbirliğinin eseriydi. Fatih, şimdi aynı gücü arkasına alarak bir şehir medeniyeti kumlayı düşünüyordu. Çünkü o, inanıyordu ki, Ebû Eyyûb el-Ensarî Haz­retlerinden beri İstanbul seferlerine katılan tüm Müslüman devlet adamı, kumandan ve neferlerinin İstanbul rüyası ancak bu şekilde tamamlanabilirdi. Şairin dediği gibi:

"Hüner, bir şehir bünyad eylemektedir.

Reâyâ kalbin âbad eylemektir."

Fikir ve Sanat Adamı

Fatih İstanbul’u her yönüyle imara niyetlenmişti. Fakat acaba niyet yeterli miydi? Bir hükümdar olarak bu niyetini kuvveden fiile çıkarabilecek niteliklere sahip miydi?

Bu sorunun cevabını Nihad Sami Banarlı veriyor:

“İyi bir dikkat neticesinde açıkça görülüyor ki, Osmanlı cihangirlerinin askerî ve siyasi zaferlerini besleyen kudretlerinin başında bu hükümdarların fikir, sanat ve kültür hayatına verdikleri kıymetin himmeti vardır... Fatih’in zafer sırlarından biri de onda bir aile kabiliyeti halinde tekâmül eden; büyük işler yapmaya, büyük eserler meydana getirmeye uygun bir aşk ve sanat insanı olabilmektir.” (4) Z. Dolfin’in tavsifiyle “atılgan, zeki, hareketli, cesur, yorgunluğa, soğuğa, sıcağa, açlığa, susuzluğa dayanıklı, sözünü sakınmaz, zevk-u salaya bigâne...” olan Fatih, tasarladığı cihan devleti nizamının fikrî, ilmî, içtimaî hamlelerini bu şehirde başlatacaktı.(5)

Fetihten Önceki İstanbul’un İmar Durumu

Feridun Dirimtekin’in, "Fetihten Sonraki İstanbul” adlı eserinde belirttiği gibi “29 Mayıs 1453 sabahı Fatih Sultan Mehmed ordusunun zapt ettiği İstanbul, ortaçağ­da zenginliği, ihtişamı, kilise ve sarayları, meydanlarını tezyin eden abideleriyle, dillere destan olan Constantinopolis’in bir hayalinden başka bir şey değildi.”

Şehir 1204’lerde Haçlı istilâsı geçirmiş ve bu esnada yakılıp yıkılmış, şehrin serveti yağmalanmış, Hristiyanlıkça kutsal sayılan eşya Avrupa kiliselerine taşınmış, tunç abideler eritilip para basılmıştı. 1261 yılına kadar devam eden Lâtin İmparatorluğu hâkimiyetinde şehrin yoksulluğu ve harabesi bir kat daha artmıştı. 1261’ den son­ra şehirde tekrar Doğu Roma İmparatorluğu hâkim olmuşsa da yörenin geçmişteki harabeye dönmüş olan çehresi yine de değiştirilemedi. (7)

Fatih’in fetihten sonra İstanbul’da gerçekleştirdiği imar hareketinin önemini kavramak için XIV. ve XV. asırlarda şehri gezen seyyahlardan Clavijo, Per Tafru, Buondelmonte, Bertrandon de la Brogiere gibi kişilerin izlenimlerini hatırlatmakta yarar vardır.

Adı geçen seyyahların ve başkalarının verdiği bilgilere göre o zaman şehir halkı Haliç ile Marmara arasındaki yarımadanın batı ucunda ve Haliç sahil boyunda toplan­mıştı. Şehrin sur içinde kalan kısımlarında büyük boş arazi, ağaçlıklar, bağ ve bahçe­ler, ekilmiş tarlalar ve bunların arasında köy evlerini andıran binalar vardı. Marmara sahil limanlarının bir kısmı kumlar tarafından doldurulmuştu. Fetihten önceki yıllar­da Hipodrom harap haldeydi. Açık hava sarnıçlarının hepsi bağ bahçe olarak kullanı­lıyordu. Şehirdeki pek çok kilise bu arada yanmış olarak Blachernae’deki meşhur Sta. Vierge kilisesi ile Havariyon kiliseleri harap durumda idiler. Ayasofya bakımsız kalmıştı. Birçok kapıları yerinden oynamış ve düşmüştü, civarı binalarla dolu idi. Şehir, büyük çapta harabe halindeydi. (8)

O sıralarda Edirnekapısı bir köyden ibaretti. Aksaray ve İmrahor da birer köy idi. Bunlar patika yollarla birbirine bağlıydı. Sadece Yedikule - Yaldızlıkapı’dan bir yol Aksaray’daki Form Bovis’e ve oradan da Bayezid’deki Form Tavrus’a geliyor, ora­dan Çemberlitaş’a, Form Konstantin’den geçerek Ayasofya’ya varıyordu. Unkapanı, Şehzadebaşı ve Aksaray arası ile Kumkapı, Bayezid, Çarşıkapısı, Nuruosmaniye, Mahmutpaşa, Sultanhamamı, Asmaaltı ve Küçükpazar tarafları şehrin kalabalık semt­lerini oluşturmaktaydı.(9)

Ayasofya’nın Camiye Çevrilmesi ve İbadete Açılışı

İslâm tarihinde mevcut bir geleneğe göre fetihten sonra hemen bir cami yaptırılır, buna zaman yetmediği hallerde elverişli bir bina camiye çevrilir, ibadete açılır; orada, İslâmî gelenekte hürriyet ve hâkimiyetin sembolü sayıla gelmiş olan ilk cuma kılınırdı. Cuma namazında sultan veya onun adına bir âlim hutbe okur, hutbenin ikinci kısmının sonunda dine - devlete geçmişte hizmet edenlere dua edildiği gibi, beldenin fatihinin adı anılır, devlet ve milletin payidar olması ve ümmet-i Muhammed için de dua edilirdi.

Fatih de öyle yaptı. Şehrin en büyük kilisesini camiye çevirdi. Fetihten evvel Katoliklerle birleşmekten yana olan Politiklerle Ortodokslukta direnen Zeloteler arasın­daki kavgalardan dolayı Ayasofya eski mevkiini kaybetmişti. Zeloteler Türk hâkimiyetini Lâtin tahakkümüne tercih ediyorlardı. Papalığın temsilcisi Rum asıllı muhteme­len Moralı Kardinal İzidor (İsidore), Bizans’ın son imparatoru XI. Kostantinos Paleologos’un tasvibiyle Fatih’in İstanbul muhasarasından yaklaşık dört ay evvel Ayasofya’da bir Katolik ayini yapmış ve iki mezhebin birleştiğini ilân etmişti. O sırada Orto­doks patriği olan Grigories Mammas da bunu benimsemişti. Bu kişi, papalığın adamı fakat Bizans halkının nefret ettiği bir tipti. Mezheplerine bağlı olan Bizanslılar bu bir­leşmeyi küfür telakki etmişlerdi. Ayasofya’da yapılan Katolik ayini sırasında Hipodrom (şimdiki Sultan Ahmed meydanı) ile diğer bazı meydan ve sokaklarda gürültülü göste­riler yapmışlardı. İ. Hami Danişmend’in “İstanbul Fethi’nin Medeni Kıymeti" adlı ese­rinde kaydettiğine göre “Katolik ayinine sahne olan Ayasofya Kilisesi Zeloteler nazarında artık, kutsiyetini kaybedip mülevves bir şeytan yuvası sayılmaya baş­ladığı için bomboş kalmıştı...” (10)

İşte Bizans’ın koyu Ortodoks ahalisi tarafından Katolik ayinine sahne olup, din ve vicdan hürriyetine saldırıya vesile kılındığı için “şeytan yuvası” olarak ilan edilen kilise, Fatih Sultan Mehmed tarafından İslâm mabedi haline getirildi. Fetihten sonra­ki ilk cuma günü (1 Haziran 1453) cuma hutbesini Fatih Sultan Mehmed adına Doğu Roma’nın manevî fatihi Akşemseddin Hazretleri okudu." (11)

Şehrin İmarı

İstanbul’un fethinden sonra Fatih en başta mabet ve saraylar olmak üzere kamu ile alâkalı binaları “sultanî” statüye ve çerçeveye oturtarak koruma altına almıştı. Böylece sanat eserleri, sanat değeri olan binalar ve abidevî yapılar devletin sıkı kontrolü altına alınmış oluyordu.

Tacîzâde Cafer Çelebi’nin "Mahrûsa-i İstanbul Fetihname” sinde belirttiğine gö­re fetihten sonra Fatih Sultan Mehmed, Süleyman Bey’i İstanbul’a Subaşı (Emniyet Müdürü) yaptı. (12) Hendeklerin temizlenmesini ve surların tamir olunmasını istedi. Hendeklerin temizlenmesi ve surların tamirinde Bizanslı esirler de çalışıyorlar ve aldıkları ücretleri (yevmiye 6 akçe) biriktirmek suretiyle diyetlerini ödemeye yol bularak serbest kalabiliyorlardı. Böylece hem yoksul Bizanslılara iş imkânı verilmiş olu­yor, hem de şehrin surları ve hendekleri temizlenip onarılarak savaş durumundaki ha­rabe görüntüsünden kurtarılmış oluyordu. Bu masraflı iş, İstanbul’a her yönden dam­gasını vurmak isteyen Müslüman-Türk ruhu için vazgeçilmez bir arzu idi.

Öte yandan Hızır Bey Çelebi, İstanbul’un ilk Kadısı, Belediye Reisi ve en yüksek hâkimi oldu. Suyollarının ıslahı, mahallelerin kuruluşu, caddelerin genişletilip onarılması ve çeşmelerin artan nüfusa göre çoğaltılması gibi pek çok beledî hizmetleri yerli yerince ifa etti. (13)

Şehrin iktisadî hayatının tanzimiyle ilgili olarak görevlendirilen zat ise Gedik Ahmed Paşa idi. İstanbul’un ekonomik hayatının düzenlenmesi, iskân edilen Türklerin bedestenlerdeki dükkânlara yerleştirilmesi ve el sanatlarının yola konulmasında Ge­dik Ahmed Paşa’nın önemli hizmetleri olmuştur. Yaptığı görev itibariyle bu zat fetih­ten sonraki İstanbul’un ilk İhtisap Ağası sayılır. (14)

Eski Saray ve Topkapı Sarayı’nın Yapılışı

Fatih Sultan Mehmed İstanbul’u fethettiğinde İğrikapı civarındaki VI ahema sa­rayının küçük bir kısmının ayakta durduğunu. Marmara sahilindeki sarayın ise tamamen yıkılmış olduğunu gördü. Bunun üzerine fetihten sonra İstanbul’da yaklaşık ola­rak kaldığı 20 günlük süre için de Bayezid’te şimdiki Üniversite, Süleymaniye Camii ile Küçükpazar semtine kadar olan 350.000 m2’lik alan üzerine bir saray yapılma­sını emretti. Saray-ı Atîk (Eski Saray) diye anılan bu sarayın yapımına 1453’te hemen başlanmış olup, bir sene sonra 1554’te tamamlanmıştı. Bu sarayın Bayezid meydanı­na açılan esas kapısının II. Bayezid zamanında Baba Nakkaş tarafından tezyin edildi­ği bilinmekte olup, sair kısımları hakkında ayrıntılı bilgi yoktur. Üniversitenin şimdi­ki kapısı da sarayın dışa açılan cümle kapısıydı.

Fatih’in yaptırdığı ikinci saray, Saray-ı Cedid (Yeni Saray) olup şimdiki Topkapı sarayıdır ve sonraki devirlerde gerçekleştirilen ilâvelerle oldukça genişletilmiştir. Topkapı sarayı fetihten 15 yıl sonra o zaman Zeytinlik denilen üç denizin birleştiği Sarayburnu mevkiinden başlayarak büyük bir alana yayılmıştır. Yapım çalışmaları 1462-1487 yılları arasında sarayın kara cihetinden tecridini sağlayan 1400 m2’lik sur da dâhil olmak üzere tamamlanmış bulunuyordu. Bu surlar herhangi bir tehlike anında savunmaya imkân verecek 28 kule ile takviye olunmuştu. Bâb-ı Hümayun’da içte ve dışta aynalı yazılar medhali güzelleştirmekte, kapının solunda hattat olarak mer­mere nakşedilmiş vaziyette Alî b. Mürid es-Sûfi imzası yer almaktadır. Topkapı Sa­rayı tamamlandıktan sonra Fatih, başta kütüphanesi olmak üzere bütün eşyasıyla bu­raya taşınmıştır. Bu tarihten itibaren Bayezid’deki Eski Saray, kendinden sonraki pa­dişahlar öldükten sonra aile ferileri için merkez vazifesi görmüştür. (15)

Medreseler

Fatih, Ayasofya’yı bir İslâm mabedine dönüştürerek ibadete açtıktan hemen sonra aynı mekânda ve Pantokrator manastırında bulunan odaları devreye sokarak ilim ve kültür faaliyetlerini başlattı. Fakat bunun peşinden kendi adıyla tarihe geçecek olan Fatih Külliyesini (İlk İstanbul Üniversitesi) bina etti. Üniversitenin tam ortasına Yeni Cami yapıldı. Yeni Cami 295 yıl ayakta kaldıktan sonra 1747’deki zelzeleden za­rar görmüş ve 1765’te Sultan III. Mustafa tarafından Fatih Camii adıyla tekrar yapıl­mıştır. Camiinin her iki cihetine (Haliç, Karadeniz ve Akdeniz cihetlerine) dörderden sekiz adet Sahn (Semaniye-Alî) ve sekiz adet de Tetimme (Tâli) medreseleri yapıl­mıştır. Ayrıca Külliye’nin kampüsü içinde 70 hücreli, 80 kubbeli bir Darüşşifa (hastane), kervansaray, Tâbhâne (misafirhane), ziyafethane bulunuyordu. Ayrıca kütüp­hane ve sıbyan mektebi (ilkokul) de bulunuyordu. Kampüs civarında iki tane de ha­mam vardı. (16)

Camiler

Fatih’in mabed olarak İstanbul’a ilk hediyesi; cami, medrese, türbe, imaret ve hamamdan oluşan Eyyûb Sultan Sitesi’dir. 1459’da tamamlanmıştır.

Bu dönemde Fatih’in Sadrazamı durumunda olan Mahmud Paşa; cami, medrese, türbe, mektep, mahkeme ve gelir olarak da hamam ve handan oluşan külliyesini tesis etmiştir. Böylece, İstanbul’un sosyokültürel hayatına katkıda bulunmuştur. Bugün söz konusu külliyenin halâ sağlam olarak intikal eden kısımları vardır.

1469’da yapımı tamamlanan Aksaray Murad Paşa Camii “Bursa T tipi”ndeki eserleri andırır. Güneyindeki medrese yıkılmışsa da Horhor caddesi üstündeki çifte hamamı günümüze kadar ulaşabilmiştir.

Fatih camii (ilk yapıldığı devirdeki adıyla Yeni Cami) 1462-1470 yılları arasında Fatih Külliyesi’nin lam merkezinde bina edilmiştir. Günümüzdeki cami 1765’lerde yeniden inşa edilmiştir ve Fatih Camii adıyla günümüze kadar gelmiştir.

Üsküdar - Rum Mehmed Paşa Camii de 1471 ’de yapılmış olup, Fatih devrinde İs­tanbul’da yapılan camiler arasındadır. Davud Paşa camiinin yapımına da Fatih devrinde başlanmış olup, o devirde az sayıda da olsa ahşap çatılı mescitler bina olunmuştur." (17)

Bedesten - Kapalı Çarşılar ve Hamamlar

Fatih Sultan Mehmed devrinde Kapalı Çarşı’lar - Bedestenler de devrin mimarî eserleri arasında bir yer tutar. Esasen Bizans çarşıları fetihten önceki dönemlerde da­ha çok Ayasofya civarında idi. Fethe takaddüm eden yıllarda ise iç piyasa durmuş, Bi­zans transitle geçinir olmuştu. Bu yüzden ticaret Haliç civarına intikal etmişti. Venedikli, Cenevizli, Pizalı, Ankonalı tüccarlar da mahallelerini oralara kurmuşlardı.

Fatih devrinde ise Türkler çarşılarını daha ziyade yüksek yerlere kurdular. Türk çarşılarının esasını yangından korumak için taştan inşa edilen bedestenler teşkil etmiştir. Ahşap küçük dükkânlar bedestenlerin çevresinde gelişmiştir. Bunlardan Fatih devrinde Avrupa yakasında Bedesten-i Atîk denilen büyük kâgir bina, Sandal bedes­teni, Galata bedesteni. Asya tarafında ise Üsküdar bedesteni yapılmış olan çarşılardır. Büyük bedesten 8 ayak üzerinde 15 kubbeli, Sandal bedesteni ise 12 ayak ve 20 kub­beli olup, kasa vazifesi gören 140 dolap mevcuttu. Bugün İstanbul’un meşhur Kapa­lı Çarşı’sındaki mevcut 3000 dükkândan en az 1800 tanesi Fatih devri yapısıdır." (18)

Hiç şüphesiz bu bedestenler ve Kapalı Çarşılar kendi devrinin şartları içinde dünya çapında sayılabilecek birer şehircilik abidesidir. Bu eserler İstanbul’un Türkleşme­sinde fevkalâde tesirli merkezler olmuştur. Bedestenlerin faaliyete geçmesiyle şehir­deki ticarî hayat, Fatih’in fetih nesli için - işin ehli olan ticaret erbabı ile - plânladığı doğrultuda gelişiyordu.

İstanbul’da Mahmud Paşa, Murad Paşa, Davud Paşa, Tahtakale, Gedikpaşa, İshakpaşa hamamları ve Çukurhamamı Fatih devrinde yapılan hamamlar arasındadır. Erken devirde yapılan hamamların semtlere dağılarak bu kadar sayıya ulaşmış olma­sı Müslüman - Türkler arasında hamam kültürünün yaygınlığını ve temizliğe verilen ehemmiyeti göstermektedir.

Fatih Devrinde Yapılan Mimarî Eserlerin Bir Dökümü ve Kısa Bir Değerlendirme

Fatih devrinde İstanbul’da yapılmış mimarî eserlerin toplamı o günkü Türk şehircilik zekâ ve gücünün hangi seviyede olduğu hakkında herhalde kâfi bilgi verir ve ki­şiyi tatmin derecesine eriştirir. Bu devirde 15 kiliseden değiştirme olmak üzere

Cami ve mescit, 32 medrese, 12 han, 32 hamam. 2 saray, 2 tersane, 2 kışla, 3 bedes­ten ve çarşı ile beraber 5000 kadar dükkân yapılmış, Halkalı ve Kırkçeşme tesisleri inşa olunmuştur. Bütün bu yapılar 30 yıl gibi kısa bir süreye sığdırılmıştır. Fetihten evvel yapılan Rumeli Hisarı’nı da Fatih’in İstanbul’da yaptırdığı mimarî eserler ara­sında saymakta yarar vardır.

Kaynakların verdiği bilgiye göre Fatih devri, mimarî alanda Osmanlı mimarî sanatının kökleşme devridir. Bu dönemde Selçuklu tesirlerinden uzaklaşılmıştır. Bizans’tan plân, dış görünüş ve cephe işçiliği itibariyle yararlanılmamıştır. Bu alana Os­manlı mimari düşüncesi kendi ağırlığını koymuştur. Bünye ahenginin oluşturduğu büyüleyen nispetlerle ilk izlenimdeki çekiciliği oluşturma hususunda Fatih dönemi, XVI. yüzyıldaki gelişmelere iyi bir temel atmıştır. (19)

Hâsılı, hayatı kuşatan bütün ayrıntılara inilmek suretiyle Fatih devrinde insan hayatını ilgilendiren, topluma canlılık kazandıran her tür bina ve tesisler yapılmıştır. İlim merkezleri (medreseler - ilk İstanbul Üniversitesi), ibadethaneler (cami ve mescitler), ticaret sahaları (bedestenler, kapalı çarşı), hanlar, mahalleler, meskenler inşa olunmuş, ihtiyacı ölçüsünde şehre su getirilmiş, mahallelerdeki çeşme adedi artırıl­mış, suya bağlı olarak temizlik yuvaları (hamamlar) yapılmış, şehrin kalabalık cadde­lerine taş döşetilmiş, caddeler çok temiz tutulmuş, merkezden uzak semtlerde kışın çamur, yazın ise toz yapmayan sertleştirilmiş toprakla, tazyike tabi tutularak kerpiç­leştirilmiş yollar yapılmıştı.

Haliçle İlgili Bazı Tedbirler

Nakledildiğine göre Fatih Sultan Mehmed. Haliç’in, tepelerden gelecek toprak aşınmalarıyla (erozyonla) dolmasını önlemek için bazı tedbirler düşünmüştü. Bu tedbirlerden biri Haliç sırtlarında tırnaklı hayvanların otlatılmasının yasaklanmasıydı. Zira tırnaklı hayvanlar toplu olarak geçtikleri ve çiğnedikleri yerlerin toprağını yumuşatırlar, böylece yüzeydeki yumuşayan kısımlar yağmur ve rüzgârla kolayca akıp gi­derek Haliç’e ulaşabilirdi. Ayrıca Fatih, Haliç tepelerine ayrık otu diktirmişti. Böyle­ce ayrık kökleri yer üzerinde kök salarak toprağı tutacak ve aşınmayı (erozyonu) ön­lemiş olacaktı. Bu tedbirlerden biri de Kâğıthane sırtlarının ağaçlandırılmasıydı. (20)

Şehrin İskânı

İstanbul’un fethinden sonra şehrin Müslüman - Türklerle iskânı başlıca şu yollar­la gerçekleşmiştir:

1- İhtiyarî Yerleşim: Anadolu ve Rumeli’den gelen Türkler kendi istekleriyle, Rumlardan boşalan evlere yerleştirilmişlerdir. Bunlar genellikle yerleştikleri yerlere, göçüp geldikleri yerlerin adını vermişlerdir. Meselâ, Fatih külliyesi civarına Orta Anadolu’dan gelip yerleşenler orada Büyük ve Küçük Karaman semtlerini oluşturmuşlardır. Konya Aksaray’ından (şimdiki Aksaray ilimiz) gelenler de yerleştikleri bölgeye “Aksaray” adını vermişlerdir.

2- Mecburi Yerleşim: Şehrin İslamlaşmasını ve Türkleşmesini sağlamak için özellikle bazı meslek erbabı resmî olarak İstanbul’a sevk olunmuşlardı ki bunların arasında tacirler de vardı.

3- Tehcir Yoluyla Yerleşim: Yaşadıkları yerlerde huzursuzluk sebebi olanlar da terbiye gayesiyle devlet tarafından İstanbul’a sevk olunarak çeşitli semtlere yerleştiriliyorlardı.

4- Camilerin Çevresinde Yerleşim: Buna, “imaret sistemine bağlı iskân faali­yeti” denilebilir. Daha evvel Edirne ve Bursa’da örnekleri görüldüğü gibi İstanbul’da da imaret sistemi içindeki tesisler, semtin çekirdeğini teşkil ediyordu. Bu tesisler “ca­mi, medrese, aşhane, tâbhane (misafirhane), hamam, kervansaray, suyolu, kanalizasyon ve bunlara gelir sağlamak için vakıf müessesine bağlı olarak yapılmış hanlar, çarşılar, fırın, değirmen, mum imalathanesi, boyahane, salhane, başhane, bayram ve pazar yerleri, cendere gibi yapılar olarak” sıralanabilir. Bazı vakıf ve imaretlerde buna hastane de ekleniyordu. Bu arada bütün bu tesislerde çalışan çok sayıda elemanı dikkate alır ve bunların da civardaki iskânını düşünürsek bu tesis­lere bağlı mahalle oluşumunun ve iskân faaliyetinin önemini de kavramış oluruz. Fa­tih devrinde imaret sistemine bağlı iskân faaliyetinin en güzel iki örneğini “Fatih ve Ayasofya Külliyesi Vakıfları” teşkil eder. (21)

5- Bazı Din Büyüklerinin İsimleri Çevresindeki Yerleşim: Bunun en güzel örneklerinden birini “Eyyüb Sultan” semti oluşturur. Mekke’den Medine’ye hicret ettiğinde Hz. Muhammed (sav.)’i evinde yedi ay misafir ettiği için “Mihmandar-ı Nebî” diye anılan İstanbul muhasarası şehitlerinden (ni’me’l-ceyş’lerden) Halid b. Zeyd (Ebû Eyyub el-Ensarî) Hazretlerinin kabri Akşemseddin Hazretlerinin delâletiyle belirlenince üzerine hemen bir türbe ve yanına bir cami yaptırılmış, sonra da imaret sis­temine bağlı diğer unsurlar eklenerek sur dışındaki bu yöreye canlılık kazandırılmış­tır. Öyle ki ahali bu mümtaz sahabenin adını alan semtte mesken edinmek için oraya akın etmiş ve kısa zamanda orası, “Havass-ı Kostantıniyye” adıyla müstakil Eyyûb Kadılığını oluşturmuştur.

6- İleri Gelen Devlet Adamlarının İsimleri Çevresindeki Yerleşim: Padişahlardan ayrı olarak ileri gelen bazı devlet adamlarının da hayrî hizmetlerde bulunması es­ki bir Müslüman - Türk geleneğidir. Fatih ve onu takip eden devirlerde de bu gelenek yaygınlaşarak devam ettirilmiştir. Söz konusu devlet adamları da imaretler yaptırarak, vakıflar tesis ederek birtakım yeni yerleşim merkezlerinin oluşmasına katkıda bulun­muşlar ve bu semtler bu hayır sahibi devlet adamlarının adıyla anılmıştır. Meselâ Mahmud Paşa, Gedik Ahmed Paşa, Karamanlı Mehmed Paşa kendi adlarına cami, medre­se, imaret ve hamamlar yaptırmışlar, ilmî, içtimaî, iktisadî ve temizlikle alâkalı tesisler kurmuşlardır. Bu tesislerin kurulduğu yerler, tarihe daima kuranların adı ile geçmiştir.

SONUÇ

Netice olarak anlaşılıyor ki, Fatih, cihan topraklarına sadece kılıcıyla değil, aynı zamanda kafasıyla hükmetmiştir. Bu yüzden onun başarıları, İskender ve Cengiz’de olduğu gibi sabun köpüğünü andırmaz. O, ilim, fikir, sanat, iman, insanlık, adalet, devlet yönetme ve hizmet terbiyesinin bir mahsulüdür. Hocaları onu, sanat, edebiyat, şiir zevkiyle beslemişlerdir. Üstelik onda yarı mutasavvıf çehresiyle babası II. Murad’ın ve aile kabileydi halinde tekâmül eden aşk ve sanal mirasının etkisi büyüktür. O, akademik bir muhit anlayışı içinde müspet ve manevî ilimlerden nasibini almış, hür düşüncenin, yazıp okumanın, araştırmanın, ilmî seminer ve tartışmaların nimet­lerine erişmiştir. Nihad Sami Banarlı’nın dediği gibi “Öyle hocalar elinde (ve öyle bir ortamda) yetişen herhangi bir Osmanlı şehzadesinin bir fatih olmaması kolay değildi.”(22)

Evet, İstanbul bugün de her Müslüman-Türk’ün sembol şehridir. Hepimiz Anadolu’muzun farklı il, ilçe ve köylerindeniz; ama yine hepimiz, bir nebze İstanbulluyuz. Orada hepimizin rahmetle andığı başta Ebû Eyyûb el-Ensarî Hazretleri olmak üzere ni’me’l-ceyş’lerimiz (mutlu askerler) vardır. Fatih, Süleymaniye, Selimiye, Edirnekapısı, Bayezid, Aksaray, Sultanahmed, Topkapı Sarayı, Sümbül Efendi, Merkez Efen­di, Aziz Mahnmd Hüdaî, Üsküdar, Boğaz, Haliç, Adalar, Eyyûb ve Hisarlarıyla orası bizimdir, hepimizindir. Evet, İstanbul, şiir, şarkı ve türkülerimizde terennüm ettiğimiz ortak güzelliklerimizdir, ortak ülkü ve değerlerimizdir. Bu, yalnız Anadolu Türklüğü için değil, Balkan Türk dünyası için de böyledir. Türkistan-Türk dünyası için de böyledir.

Gidiniz Gümülcine’ye, Üsküp’e, Bosna’ya; gidiniz Taşkent’e, Bişkek’e, Çimkent’e. Yesi’ye, Semerkant’a, Buhara’ya, Aşkabat’a, Bakü’ye, Merv’e... Türki­ye’den geldiğinizi anladıkları zaman insanların dilinden “İstanbul! İstanbul!” sedalarının yükseldiğini duyarsınız. Bu nedenle, tarihimiz boyunca İstanbul, Müslüman-Türk’ün en büyük kızıl elmasını teşkil etmiş, -Yahya Kemal’de en belirgin biçimde ortaya çıktığı gibi- bu, bazen bir şiir, bazen bir şarkı olmuştur dillerimiz­de.

İstanbul’a yapılan her hizmet bu İstanbul bestesinin güçlü bir icrası, insanlarımızın da en sanatlı bir terennümü demektir. Herhalde, en başta İstanbul’da oturmak bah­tiyarlığına erişenler başta olmak üzere hepimize düşen ortak görev o şehrin biraz da­ha gelişip güzelleşmesi ve tarihteki haklı şöhretini yakalayabilmesi için çaba göster­mek, çaba gösterenlere de destek vermek olmalıdır.

BİBLİYOGRAFYA

Adıvar, Adnan: Osmanlı Türklerinde İlim, İstanbul 1970.

Baltacı, Cahid: XV-XVI. Asırlarda Osmanlı Medreseleri, İstanbul 1976.

Banarlı, N. Sami: Fatih’in Zafer Sırları, İstanbul 1959.

Barkan, Ayverdi, Ö. Lütfi-E. Hakkı: İstanbul Vakıfları Tahrir Defteri, İstanbul 1970.

Cafer Çelebi. Tâcîzâde: Mahrûsa-i İstanbul Fetihnamesi, İstanbul 1331.

Cevdet Paşa: Tarih-i Cevdet, İstanbul 1302.

Danişmend, İ. Hami: İstanbul Fethinin İnsanî ve Medenî Kıymeti, İstanbul 1953.

Derviş Ahmed Efendi: Müneccimbaşı Tarihi (Sahâif’ül-Ahbâr), (çev. Nedim Efendi), İstan­bul 1285.

Dirimtekin, Feridun: Ecnebi Seyyahlara nazaran Fetihten Sonraki İstanbul, İstanbul 1953. Hoca Mehmed Saadeddin Efendi: Tacü’t-Tevarîh, İstanbul 1279.

İnalcık, Halil : "Mehmed II.”, İA.

Solakzâde Mehmed Efendi: Solakzâde Tarihi, İstanbul 1297.

Tayyarzâde Ahmed Atâ: Tarî-i Atâ, İstanbul 1293.

Dursun Bey: Tarîh-i Ebu’l-Feth, (hzr. A. Mertol Tulum), İstanbul 1977.

Ünver, Süheyl: Fatih Devri İlim Sanat ve İçtimaî Tekâmül Hamlelerine Umumi Nazar, İs­tanbul 1953.

- Fatih Külliyesi, İstanbul 1953.

BİR SEVGİ KELEBEĞİ BİR SEVGİ TOMURCUĞU

Bir bahar gülücüğü daldan dala uçuşur,

Yüreğimi dolduran, yeşilin kokusudur.

Bu koku ki dervişin niyazı, "hu hu"sudur.

Bir denli dolap inler. Yunuslayın konuşur:

"Benim adum dertli dolap

Suyum akar yalap yalap

Böyle emreylemiş Çalap

Derdim vardır inilerim."

Çilelere sabırla aşılır bir bir dağlar...

Ve gökyüzü masmavi bir kapı açar birden.

Ve yıkanır gönüller, temizlenerek kirden,

Gözyaşı döker bulut, gülistan olur dağlar.

"Karlı dağların başında

Salkım salkım olan bulut

Saçın çözüp benim için

Yasın yasın ağlar mısın?

Bir sevgi kelebeği, kanat çırpıp yapraktan...

Kararan yeryüzüne, sevgi taşır, can verir.

Umutsuz yüreklere konup heyecan verir.

Bir sevgi tomurcuğu fışkırarak yapraktan.

"Aşk ile çoşuver gayri

Gönlünü aşıver gayri

Çık gül bahçesine karşı

Söyle bülbülcüğüm söyle."

Sevginin denizine gözlerden dökülen yaş...

Aşığa derman olur içi dışı nur eder.

Ve Taptuk Emre "Bizim Yunus"a buyur eder.

Derviş Yunus bir sarıçiçekle olur sırdaş...

"Sordum sarıçiçeğe

Niçin benzin sarıdır

Çiçek eydür Derviş Baba

Ölüm bize yakındır."

Yüzyıllar ötesinden bir ses ki derin derin...

Sevgiden... Hep sevgiden türküler söyler durur

Her varlığın kalbine sevgi mührü vurulur

Bir yaprağı titretir, bir rüzgâr serin serin.

"Gâh eserim yeller gibi

Gâh tozarım yollar gibi

Gah akarım seller gibi

Gel gör beni aşk neyledi."

Sevgiyle yoğrularak, pırıl pırıl aklanmak...

Kapısını açacak, o bedi saltanatın.

İnsanlığın özlemi, en güzeli hayatın:

Yunuslayın severek, yalnızca O"nu anmak.

"Hakka âşık olan kişi

Akar gözlerin yaşı

Pürnûr olur içi dışı

Söyler Allah deyû deyu."

RIFKI KAYMAZ

DİPNOTLAR

(1) A. Cevdet Paşa. Tarîh-i Cevdet, I, 30.

(2) Dursun Bey, Tarîh-i Ebu’l-Feth. (hzr. M. Tulum), s. 66.

(3) A. Cevdet Paşa, Tarih-i Cevdet, I, 30.

(4) N. Sami Banarlı, Fatih’in Zafer Sırları, s. 2. 18.

(5) Halil İnalcık. "Mehmed II”, İ. A.

(6) Feridun Dirimtekin. Fetihten Sonraki İstanbul, s.3.

(7) Feridun Dirimtekin. a.g.e., s. 3, 4.

(8) Feridun Dirimtekin, a.g.e., s.5.

(9) A. Süheyl Ünver, Fatih Devri Hamlelerine Umumi Nazar, s.16-17.

(10) İ. Hami Danişmend. İstanbul Fethi’nin Medeni Kıymeti, s. 24 vd.

(11) Tâcizâde Cafer Çelebi, Mahrusa-i İstanbul Fetihnamesi, s.23-24; Solakzade Mehmed Efendi, Solakzade Tarihi, s. 211-212; Tayyarzade Ahmed Ata Tarîh-i Ata, 1,38; Hoca Mehmed Saadeddin Efendi, Tacü’t-Tevarîh, 1,433; Tarîh-i Nişancı Mehmed Paşa, s. 169.

(12) Tacizâde Cafer Çelebi. A. g. e., s.24: Solakzade Tarihi, s. 212: Müneccimbaşı Tarihi, III, 370; Hayrullah Efendi Tarihi, VIII, s.86; Tacü’t-Tevarîh, I,447.

(13) Müncccimbaşı Tarihi. 111,370

(14) Tayyarzâde Ahmed Atâ, A. g. e., 1,66; A. Süheyl Ünver. A. g. e. s.6.

(15) Müneccimbaşı, III, 370; E. Hakkı Ayverdi, Fatih Devre Mimarî Eserleri, s. 7; A. Süheyl Ünver. A. g. e., s. 15.

(16) Ayrıntılı bilgi için bk. A. Süheyl Ünver, A.g.e., s. 7: aynı yazar, Fatih Külliyesi s. 4 vd.: İ. Hakkı Ayverdi A.g.e., s. 13; Adnan Adıvar, Osmanlı Türklerinde İlim, s.38 vd.; Cahit Baltacı. XV-XVI. Asır­larda Osmanlı Medreseleri, s.350-650.

(17) Bk. Halil İnalcık, "Mehmed II”. İ A; E. Hakkı Ayverdi. A.g.e., s.3-18.

(18) Bk. E. Hakkı Ayverdi. A.g.e., s. 18-23.

(19) E. Hakkı Ayverdi. A.g.e., s.28.

(20) A. Süheyl Ünver, Fatih Devri Hamlelerine Umumi Nazar, s. 17.

(21) Ö. Lütfi Barkan-E. Hakkı Ayverdi, İstanbul Vakıfları Tahrir Defteri, s. 10-13.

(22) N. Sami Banarlı. A.g.e.. s. 26.