Makale

KUR’AN VE SÜNNET BÜTÜNLÜĞÜ

KUR’AN VE SÜNNET BÜTÜNLÜĞÜ

Yrd. Doç. Dr. Ali ÇELİK
Süleyman Demirel Üniv. İlahiyat Fak. Öğretim Üyesi

Bilindiği gibi İslam Dini, Allah katında gerçek din olup (1), O’nun hoşnut olduğu, eksiksiz ve tam bir mükemmeliyet içinde vaz’ ettiği (2), Hz. Peygamber (s.a.v.)’i de onu tebliğe (3) tebyine (4), ittibâya (5) ve bu konuda kullarını inzar etmeye (uyarmaya) (6) memur ettiği kutlu bir dindir. Kur’an-ı Kerim, bu yüce dinin mukaddes kitabıdır. Bu kitap, Cenab-ı Hakkın yüce katından insanlığa uzanan sağlam bir iptir (:hablü’l-metîn)(7) ki, ona sarılan daima aziz olur ve gözlerin görmediği, akılların tasavvur edemediği nimetlerle mükâfatlandırılır. (8) Kur’an, kendisine tâbî olanlara dünya ve ahiret saadetinin yollarını gösterir. Bu konuda genel kaideler ve külli prensipler koyar. Bazı meselelerde de doğrudan düzenleyici normlar getirir. (9)

Hz. Peygamber (s.a.v.) ise, Kur’an’ı, Allah’ın kendisine verdiği görev istikametinde tebliğ etmiş, açıklamış ve bizzat yaşamıştır. O’nun ahlâkından sorulduğu zaman Hz. Aişe (r.a): “O’nun ahlâkı Kur’an’dı”(10) buyurarak, Hz. Peygamber’in Kur’an’ı hayatında nasıl yaşadığını çok açık bir şekilde anlatmıştır. İşte Hz. Peygamber’in sözleri, fiilleri ve takrirleri demek olan “sünnet” kavramı, Allah’ın dinini anlama ve hayata tatbik etmede teorik ve pratik olarak Hz. Peygamber’in getirmiş olduğu nebevi metottur (11).

Bu nebevi metot yani sünnet, Kur’an’ın mücmelini tafsil eder, müphemini açıklar ve pratik örneklerini ortaya koyar. Hz. Peygamber’in örnek şahsiyeti, bizzat Kur’an ayetiyle tasdik edilmiştir (12). Hz. Peygamber (s.a.v) de pek çok hadislerinde, dinin, kendisinin açıkladığı ve uyguladığı şekilde anlaşılıp yaşanmasını ifade etmişler: “Beni nasıl namaz kıldığımı görüyor iseniz siz de öylece namaz kılınız (13), “Bana uyan cennete girmiş, asi olan ise, emrime uymaktan imtina etmiştir” (14). buyurmuşlardır. Kısaca din yani İslamiyet, “Kur’an ve sünnet bütünlüğü” içinde vaz’ edilmiştir. Kur’an’ı, sünnetten ayrı düşünmek, Kur’an’ı anlamamaktır. Bu, Peygambersiz bir din hayal etmek demek olur ki, o da muhaldir. Kur’an’da bizzat Hz. Peygamber’e uyulması istenmiş, Kur’an ve sünnet bütünlüğü tekrar tekrar vurgulanmıştır. Bu bütünlük, hadislerde şöyle anlatılmaktadır:

“Şunu kati olarak biliniz ki, bana Kur’an ve onun bir misli daha verilmiştir. Karnı tok bir halde rahat koltuğuna oturarak: ‘Şu Kur’an’a sarılınız, onda helal olarak ne bulursanız onu helal kabul ediniz, neyi de haram bulursanız onu haram biliniz’, diyecek bazı kimseler gelmek üzeredir. Şüphesiz ki, Allah Resulünün haram ettiği şey, Allah’ın haram ettiği şey gibidir” (15).

Dikkatli olun, koltuğuna yaslanmış bir adama, benden bir hadis ulaştığında, belki de o şöyle diyecektir: ‘Aramızda Allah’ın kitabı var. Onda helal bulduğumuzu helal, haram bulduğumuzu da haram sayarız’. Oysa, Allah Resulünün haram kıldığı da tıpkı Allah’ın haram kıldığı gibidir” (16).

Hadiste geçen “onun bir misli” ifadesinde anlatılan şeyin, Hz. Peygamber’ in sünneti olduğu ve bunun da Kur’an’da “Hikmet” olarak anlatıldığı pek çok kaynakta ifâde edilmiştir (17).

Kur’an ve sünnet bütünlüğü derken kastettiğimiz husus, Kur’an’ın, sünnet olmadan anlaşılamayacağı ve pratik olarak yaşanmayacağı hususudur. Bunun içindir ki Kur’an ve sünnet bütünlüğü, on beş asırdır İslam ümmeti tarafından özenle korunmuş, inanmış gönüllerde bütün kutsiyetiyle yerleşmiştir. Ne var ki insan faktörünün bulunduğu her toplumda, cumhura muhalefet eden, değişik görüşleriyle ortaya çıkan ve böylece zihinleri teşviş eden kimseler bulunabilmektedir. Aynı şekilde, İslam toplumu içinde de çoğunluğun görüşüne muhâlefet ederek ortaya çıkan ve zaman zaman gündemi işgal ederek düşüncelerini ifade eden kişi ya da gruplar olmuştur. Bireysel faaliyetler ya da küçük gruplar olmaktan öte geçmeyen bu tür farklı düşünceler, Kur’an ve sünnet bütünlüğünü zedeleme, hatta sünneti yok kabul ederek, sünnet malzemelerinin ya sonradan uydurulduğu veya sayıları çok cüzi olduğu ifadesiyle, Kur’an ve sünnet arasını ayırmak ve dolayısıyla İslam’ın ana kaynaklarından birini yıkacak zemini oluşturma istikametindedir.

Konunun menşeini araştırdığımız zaman, tarihi geçmişinin ilk devirlere kadar vardığına şahit oluyoruz. Bu konuda, gerek sünnet üzerine yaptığı çalışmalarıyla gerekse müsteşriklere -sünneti savunma sadedinde- verdiği cevaplar ve yazdığı reddiye (18) ile tanıdığımız M. Mustafa el-Azamî, sünneti inkâr ya da sünnet üzerine atılan şüpheler konusunda, bir takım aykırı düşüncelerin ilk örneklerinin daha sahabe döneminde görülmeye başlandığını ifade ederek şöyle der (19).

“Nitekim sahabe devrinde sünnetin İslam dinindeki yerini anlayamamış olanlar vardı. Hasan el-Basrî’nin rivâyetine göre, İmran bin Husayn, Hz. Peygamber’in hadislerinden bahsederken bir adam ona dedi ki:

- Ey Ebû Nüceyd, bize Kur’an’dan bahset. İmran:

- Sen ve arkadaşların Kur’an’ı okuyorsunuz. Sen bana namazın şartlarından, kılınış şeklinden bahseder misin? Altın, deve, sığır ve çeşitli malların zekat

nispetlerini söyler misin? Fakat sen, Peygamber’ e şehadet ettiğin halde şimdi O’nun sünnetini kabul etmiyorsun, dedikten sonra Resullüllah (s.a.v.) bize zekat mevzunda şunları farz kılmıştır, diye açıklamalarda bulundu. Bunun üzerine o adam: Beni ihya ettin, Allah da seni ihya etsin, dedi.” Hasan Basrî diyor ki, bu zat vefatından önce Müslüman fakihlerden birisi olmuştur (20).

Böyle bir problem (yani her meselenin hükmünü sadece Kur’an’da arama), Ümeyye bin Hâlid’in karşısına çıkar ve Abdullah bin Ömer’ e şöyle der: “Kur’an’da mukim namazı ve korku namazı hakkında bilgi buluyoruz, ama onda misafir namazına dair bir malumat göremiyoruz.” Bunun üzerine Abdullah bin Ömer:

- “Yeğenim, biz hiçbir şey bilmezken Allah bize Muhammed (s.a.v.)’i göndermiştir. Bu itibarla biz, sadece Hz. Peygamber’ den gördüğümüz tatbikata göre hareket ediyoruz” diyerek cevap vermiştir (21).

Daha sonraki dönemlerde, bu şekilde her meselede Kur’an’dan delil arama gayreti içine girip, sünneti dikkate almama düşüncesinde olanlarda belli bir artmanın olduğunu Bağdâdî şu sözlerle ifâde etmektedir:

“Ebû Eyyub es-Sahtiyânî (131/749) diyor ki: Birisine sünnetten bahsettiğim zaman şöyle derdi: ‘Onu bırak bize Kur’an’dan bahset.’ Biliniz ki böyle söyleyen kişi kendisi sapmış ve başkasını da saptırmıştır (22).

Sahabe döneminden itibaren, böyle ferdi birtakım hareketler olarak çıkan sünnete karşı koyma, genellikle sünnetin dindeki konumunun ne olduğu konusunda fazla bilgisi olmayan kimselerden kaynaklandığına, yukarıda zikrettiğimiz Hasan Basrî’nin rivayeti işaret etmektedir. Ancak sahabe asrının sonlarına doğru, sünnete karşı çıkma, bilinçli bir şekilde olmaya başlamış, sünnete ya şüphe ile bakılmaya veya tamamen inkar cihetine gidilmeye çalışılmıştır. Bunun temelinde yatan asıl unsur ise, kanaatimizce, hızla gelişen İslam fütuhatına, İslami şuurlanmanın yetişememiş olması halidir. Şüphesiz bu konuda büyük gayretler sarfedilmiş olmasına rağmen, bu iki hareketin atbaşı gidememiş olması, İslam’ a yeni giren milletlerin, kendilerini inanç bazında İslam’ın istediği şekilde yenileyememiş olmaları, ya da kendi inanç ve kabullerini Kur’an ve sünnetle uzlaştırma gayreti içine girmeleri ve bunun için de evvela Kur’an’a bakmak suretiyle o inanç ve kabulün yerini aramaları, eğer Kur’an o konuya temas etmemiş, meskûtün anh olarak geçmişse, sanki kendi lehlerine bir hüküm kabul ederek “Kur’an bundan söz etmemişse öyleyse bu câizdir, çünkü eşyanın aslı ibâhedir” gibi bir kanaate vararak hüküm vermişler, o konuda sünnette bir açıklama olsa dahi, onu görmek istememişlerdir. Yani böyle bir anlayış onlara, gerek eskiden getirdikleri inancı koruma, gerekse kendi zanlarınca Müslüman olarak yaşama açısından bir problem çıkarmayacağı gerekçesiyle daha cazip gelmektedir. Bu sebeple, sünnete karşı çıkmada, onu göz ardı etmede kötü niyet, siyasi beklenti ve benzer bazı faktörler bulunabileceği gibi, onları gönül rahatlığı içinde böyle bir anlayışa sürükleyen asıl unsurun, şuur altında beslenen inanç ve kabullerin bir türlü silinip atılamayışı olduğu, bize daha makul gelmektedir. İster şuur altı inanç ve kabullerin devamını sağlamak, isterse siyasi beklenti ve daha başka emellerine ulaşmak için olsun, sünnete karşı koyma hicri 2. asırda bir takım fırka ve gruplarca açıkça seslendirilmiş, sünnete karşı tavır alınmış, Kur’an-sünnet bütünlüğü parçalanmaya çalışılmıştır. Bu dönemde sünnete karşı tavırlarıyla bilinen üç fırka dikkat çekmektedir. Bunlar: Hâricîler, Mu’tezile ve Şia (24).

Hâricîler, “mürtekib-i kebîre” (:büyük günah işleyen tekfir edilir) görüşüne sahip olduklarından, Hz. Ali (r.a)’yi, Hz. Osman (r.a)’ı, Cemel Vak’ası’na katılanları, Sıffîn savaşı sırasında gerçekleşen hakem olayındaki (Tahkîm meselesi) hakemleri, tahkîme razı olanları ve bu hakemlerin birini veya ikisini kabul edenleri tekfir etmeye başladılar. Bununla birlikte, tahkime razı oldukları, zâlim önderlere uyup kendilerince güvene layık olmadıkları gerekçesiyle sahabenin büyük çoğunluğunun rivayet ettikleri hadisleri kabul etmemişlerdi (24).

Mu’tezile ise, hadisler karşısında çok farklı görüşlere sahiptir. Mu’tezile alimlerinden Nazzam (231/845), icmayı reddetmesi hasebiyle, mütevâtir olarak bir hadisin rivayetinin mümkün olamayacağını savunmakta ve böylece mütevâtir hadisi reddetmektedir (25). Câhız (160/775) ise, hadis ehlini alaylı bir üslup içinde eleştirerek, hadise karşı tutumunu ortaya koymaktadır (26). Yine bir Mu’tezilî olan Ebû Huzeyl el-Allâf (235/850), “Havass-ı selime ile bilinmesi mümkün olmayan geçmiş peygamberlerin haberleri ile ilgili konular, (râvîleri) arasında bir veya daha fazla cennet ehlinden birisinin bulunmasıyla ancak hüccet olarak kabul edilir” (27) diyerek, ileri sürdüğü bu şart bulunmadıkça haberin, ister âhad ister mütevâtir olsun kabul edilmeyeceğini belirtmektedir. Bununla beraber, bu tür görüşlerin Mu’tezile mensuplarının tamamına teşmil edileceğini söyleyenlerin yanında (28), aksini ifade eden ilim adamları da vardır (29).

Şîa da, “Hz. Peygamber’in sağlığında saf ve temiz bir çok sahabe, O’nun ölümünden sonra bu hallerini muhafaza edememişlerdir. Gadîr-i Hum günü Hz. Aliye bey’at ettikleri halde Hz. Peygamber’in ölümünden sonra bu bey’atlerine uymamışlar, irtidat etmişlerdir. İrtidat etmeyen ancak bir kaç sahâbî vardır” (30).

Dolaylı veya doğrudan sünnete karşı olan bu fırkalardan özellikle Hâricîlerin ve Şia’ nın tutumunun siyâsî, Mu’tezilenin ise, akılcılığı öne çıkararak sünnet üzerinde yaptıkları farklı yorumlar, onları böyle bir tutum içine itmiştir. Şurasını açıkça belirtmeliyiz ki, Kur’an da Sünnet de, Allah’ın insanoğluna verdiği en büyük nimet olan akıl nimetiyle anlaşılacaktır. Ne var ki akıl, dış dünyadan almış olduğu bilgileri, çevre şartları, kültürel miras, geçirdiği tecrübeler gibi bir çok faktörün sonucu oluşan zihnî meleke ve idrak gücü istikametinde değerlendirir. Bu sebepten aklın tek başına mutlak hakikati bulması bazen eksik kalabilir. Onun içindir ki akıl, fonksiyonunu icra ederken kullandığı verileri iyi seçmek zorundadır. Zira öncüllerin farklılığı, farklı sonuçlara götürür. İslam bilginleri, bilgi edinme yolları olarak üç yol kabul etmişlerdir. Bunlar: Akıl, haber-i sâdık ve havass-ı selîme (duyu organları) dir (31). Bunları kısaca açıklayalım.

Akıl, insana mahsus bir kuvvet olup, kişi o sayede ilim öğrenme ve idrak etme kabiliyetine sahip olur, diye tarif edilmiştir (32). Aklın verdiği hükümler ise, vacib, mümtenî ve câiz olmak üzere üçtür.

Haber-i Sâdık: Vakıaya mutabık olan habere haber-i sâdık denir. Bu da Haber-i mütevâtir ve Haber-i Resûl diye iki kısma ayrılır. Haber-i mütevâtir: Yalan söylemek üzerine birleşmelerini aklın almayacağı bir çok kimselerden mürekkep bir cemaatin, bir çok insanların söylemiş oldukları şeydir. Mütevâtir haber, zaruri ve kesin bilgi ifade eder. Haber-i Rasûl ise, kendisinin peygamber olduğu sabit ve mucizelerle desteklenmiş olan bir peygamberin verdiği haberler, söylediği şeylerdir. Gerek Hz. Peygamberin tebliğ edip haber verdiği Kur’an-ı Kerim, gerekse O’nun bize ulaşan mütevâtir sünneti zaruri ve kesin bilgi ifade eder.

Havâss-ı selîme (:duyu organları) ise, işitme, görme, koklama, tatma ve dokunma duygusu olup, bu duyu organlarından her biri ne için yaratılmışsa onu yapar, o fonksiyonu icra eder.

İşte biz insanlar, bu üç bilgi edinme yollarından birisiyle, bir şeyin varlığını ve hakikatini anlayabiliriz. İslam akâidinin önerdiği bilgi edinme yolları kısaca böyledir. Tabiki aslolan bu üç yolla gelen bilgileri dengeli bir şekilde yorumlamaktır. Birini çok fazla öne çıkarıp diğer yollar ile gelen bilgileri görmemek, sağlıklı bilgiye götürmez. En azından diğer bilgi edinme yollarıyla elde edilen verileri inkara götürür. İşte pozitivist düşüncedeki âdetâ duyu organlarıyla bilgi edinme esasının, diğerleri üzerine kurduğu hâkimiyet (gözlem ve deney yönteminin esas alınması), bu dengeyi bozmanın en tipik ifadesidir. Mu’tezile’nin aklı ön plana çıkararak farklı yorumlar geliştirmesi de bir başka yönden dengenin bozulmasına sebebiyet vermiş, haber-i sâdık olarak bilinen bilgi verilerini fazla dikkate almama ya da zorlama te’villere gitme gibi bir pozisyona girerek, Kur’an-sünnet çatışması gibi sunî ayrılıklara sebep olmuştur. Halbuki Kur’an’la sahih sünnet hiç bir zaman çatışmaz.

Bununla beraber, İslam bilginleri özellikle muhaddisler, sünnetin Hz. Peygamber’e âidiyetini tespit etmek konusunda ciddi çalışmalar yapmışlar, kâide ve prensipler vâz etmişlerdir. Sünnet malzemesi yani hadisler, gerek kaynak açısından -kutsî, nebevî gibi-; gerek râvî sayısı itibariyle -mütevâtir, âhad gibi-; gerekse makbul olup olmaması ve teşrî değeri açısından ayrıntı denilebilecek inceliklere varıncaya kadar çok ciddi tenkit süzgecinden geçirilmiştir. Geçirilmeyenler var ise, böyle bir tenkide tâbî tutulması, hatta Kur’an’a arz edilmesi istenmiştir. Yapılan bu çalışmalar sırasında şüphesiz ihtilaflar, farklı bakış açıları olacaktır. Hakikatin ortaya çıkması da ancak böyle mümkündür. Bu bir anlamda rahmettir. İslam dünyasında sünnet üzerine yapılan bu tür tartışmalar, Kur’an-Sünnet bütünlüğü açısından herhangi bir zarar vermediği gibi, bilakis bu iki kaynağın daha iyi anlaşılmasını temin edecek bir dinamizm getirmektedir. Ancak tartışmanın niteliği, bu iki kaynağın bütünlüğünü bozacak ve sünnetin reddedilmesini gerektirecek düzeyde ise bu tür tartışmaları tasvip etmemiz imkansızdır. Çünkü ortada, yüce dinimizin aslî kaynaklarından birini yok etme, yahut onun üzerine şüphe ve tereddütler atarak, bu asıllar üzerine bina edilen hükümleri geçersiz kılma gibi bir art niyet olduğu düşünülebilir. Nitekim bunu batılı araştırmacıların (oryantalistlerin) çalışmalarında çok açık olarak görmekteyiz. Zira batılı bilim adamları, sünnet üzerine yaptıkları çalışmalarında, onu anlamaktan ve yorumlamaktan ziyade, sünnetin, İslâm’ın asli kaynakları arasında bulunamayacağı, bulunmaması gerektiği düşüncesinden hareketle, ulaştıkları bilgileri, ya saptırarak veya tahrif ederek arzu ettikleri sonuçlara ulaşmaya çalışmaktadırlar. Bazen de bu görüşlerini bir takım sosyolojik ve antropolojik verilerle desteklemek suretiyle onlara bilimsellik kazandırma gayreti içine girmişlerdi (33). Nitekim, J. Schacht’ın sünnet hakkında ileri sürdüğü “Yaşayan gelenek” (: Living tradition) tezi, böyle bir gayretin mahsulüdür.

M. Mustafa Azamî, “sünneti inkâr hareketi”nin tarihçesinden bahsederken şöyle der: “... Tarih bize, ikinci asırdan sonra Müslüman olan ve sünneti terketmeye davet eden şahıs ve gruplardan bahsetmiyor. İkinci asırda bunu iddia edenler ise, sünnete bağlı Müslümanların gözetimi altındaydılar. Bundan sonra durum takriben on bir asır böylece devam etti. Nihayet zaman değişti ve Müslümanların gücü zayıfladığı, sömürge ve esaret devri geldi. Sömürgeciler, İslam esaslarını yıkmak için kötü fikirlerini yaymaya başladılar” (34). Azamî’ nin bu tespitine göre, ilk dönemlerde bireysel ya da küçük gruplar halinde görülen sünnet karşıtı düşünceler, hicri ikinci asırdan sonra on bir asır müddetle ciddi bir problem olarak görülmemektedir. Ne zaman ki sömürge devri başladı, benzer görüşler tekrar tarih sahnesinde görülmeye başlamıştır.

Müsteşriklerin Sünnetle ilgilenmeleri, 1800’ lü yıllarda başlamıştır. Bunlar arasında Reinhart Dozy (1833), Alfred Von Kremer (1889), Alyos Sprenger (1893), Ignaz Goldziher (1921), Deodor Nöldeke (1930), Leone Caetani (1935), Joseph Schacht (1969) ve Montgomary Watt gibi daha pek çoklarını saymak mümkündür. Eski-yeni bütün müsteşrikler -aralarında insaflıları bulunmakla beraber- araştırmalarında hep aynı temayı işlemişler ve Sünneti hedef almışlardır. Müsteşriklerin sünnet üzerinde yaptıkları çalışmalar genellikle:

a. Sünnetin mahiyeti meselesi,

b. Sünnetin sübûtu ve isnad meselesi,

c. Sünnetin teşri değeri, delil olup olmaması meselesi,

d. Sünnetin kaynağı meselesi,

e. İlk devir sünnet malzemesinin değeri meselesi ve bu genel konuların muhtevasına giren diğer alt başlıklardır.

Batıdaki bu tür çalışmalar, İslam dünyasındaki bazı ilim ve fikir adamlarını da etkilemiştir. Mustafa Sıbâî, Muhammed Tâhir Hekim gibi müellifler, yazdıkları eserlerinde bu İslâm bilginleri hakkında geniş bilgiler vermektedirler (35) . Bunlar arasında Dr. Ali Hasan Abdülkadir, “İslam Fıkıh Tarihine Genel Bir Bakış” isimli eserinde çoğunlukla I. Goldziher’ den alıntılar yaparak “Hadislerin büyük bir çoğunluğunun sahih olmadığını, bunların İslam’ın ilk döneminden kalan vesikalar olduğunun da söylenemeyeceğini, bunların ancak olgunlaşma dönemindeki Müslümanların çalışmalarının eserlerinden bir eser olabileceğini...” ileri sürmektedir. Dr. Tevfik Sıddıkî, “el-Menâr” dergisinde “İslâm Yalnız Kur’an’dır” başlığı altında yayınlanan (9. yayın yılında 7 ve 12 no’lu sayılarında) makalesinde, sünnetin Hz. Peygamber döneminde yazılmadığından bahisle, bunun, oluşan fesada ve hadislerle oynanmasına sebep teşkil ettiğini belirterek, hadislerin /sünnetin sübûtu hakkındaki müsteşriklerin iddiasına o da katılmaktadır. Benzer iddiaları, Ahmed Emin “Fecrü’l-İslâm”ında, Mahmud Ebû Reyye “Advâun ale’s-Sünneti’l-Muhammediyye”sinde, Dr. Ahmed Zeki Ebû Şâdi’nin “Servetü’l-İslâm”ın- da görmek mümkündür (36).

XIX. yüzyıl sonlarında Hind yarımadasında gelişen “Ehl-i Kur’an” ekolü ise, sünneti tamamen inkar etmektedir. Bu sebepten mezkur ekole sahip kişilere, Hind yarımadasında “Ehlü’l-Kur’an, Münkirîn-i Hadis”, ya da ekolün önde gelen isimlerine nispet edilerek Çakrâlevî, Pervîzî gibi muhtelif isimler verilmektedir. Temel akidelerinin arasında en belirgini “şirk” hakkında olup, sünnet ve hadisle amel etmeyi şirk kabul etmektedirler. “Hüküm ancak Allah’ındır” ayetinden sonra “Hz. Muhammed’e itaat şirktir” demektedirler (37).

Hadisler konusunda tenkitçi bir yaklaşım içinde olan ve “Ben az çok Pervizle aynı görüşteyim” (38) diyerek, hadis kaynaklarına ihtiyatla yaklaşan Fazlurrahman (ö. 1988)’ın Joseph Schacht’ın tesirinde kaldığı, ortaya attığı “Yaşayan Gelenek (: Living Sunnah)” anlayışı ile J. Schacht’ın iddia ettiği “Yaşayan Gelenek (:Living Tradition) anlayışı arasında paralellikten anlaşılmaktadır (39).

Bütün bu bilgilerden, gerek Kur’an’da ve gerekse sahih hadislerde Kur’an-Sünnet bütünlüğü ifade edilmiş ve korunması emredilmiş olmasına rağmen bu bütünlüğü bozma yolunda bir takım faaliyetlerin geçmişte olduğu gibi zamanımızda da olduğu, belki de gelecekte de devam edeceğini anlıyoruz. Konuyu özetleyerek ifâde edecek olursak, Sünnet üzerine yapılan araştırma ve tartışmaların genel olarak iki temel noktada odaklaştığını tespit ediyoruz:

1. Sünnetin daha iyi anlaşılıp yorumlanması için yapılan çalışmalar ve bu çerçevede ileri sürülen görüşler. Bunlar, masumane görüşler olup Kur’an ve Sünnet bütünlüğü içinde İslam’ın yorumu için açıklanmış görüşlerdir. Bu tür tartışmalar, ister itikadi, isterse fıkhî olsun Sünnetin delâleti üzerinde Ehl-i Sünnet mezhepleri arasında yapılan tartışmalardır. Bu da İslam’ın temel esaslarını yorumlamada bir dinamizm getirmiştir.

2. Sünneti, İslam’ın ikinci ana kaynağı olma özelliğini reddetmeyi esas alan tartışmalardır. Bunun yansıması da İslam tarihi içinde üç şekilde olmuştur:

a) Siyasi düşüncelerin öne çıkarılarak sünnetin tamamını veya bir kısmını reddetmeye yönelik tartışmalar. Hâricîlerin ve Şia’nın sünnet karşısındaki tutumunu bu çerçevede düşünebiliriz.

b) Felsefi düşüncelerin ve itikadi gruplaşmaların taassubu altında sünnete karşı alınan tavır. Bunu da bazı Mûtezilî imamların görüşlerinde net olarak görmek mümkündür.

c) Batılı ilim adamlarının İslam’a karşı saldırılarım, sünnete karşı saldırıyla somutlaştırmaları ve bunun için görüşlerini destekleyecek ilmi faaliyetlerde bulunmaları. Bu çalışmalar, tamamen sünneti reddetmeye yöneliktir. İslam dünyasındaki bazı bilim adamlarının, batılı bilim adamlarının yolunu takip etmeleri ise, sömürgeciliğin getirmiş olduğu kültürel baskının sonucu olması muhtemeldir. Her ne kadar bazı bilginlerin görüşleri müsteşriklerle paralellik gösterse de, bunlar Müslüman bilim adamlarıdır ve İslami kaygılarla, Sünnetin daha iyi anlaşılıp yorumlanmasını, İslam’ın ana kaynaklarının aktüalitesini daima muhafaza etmesini amaçlayan çalışmalar olarak düşünüyoruz. Ne var ki, içlerinde hata edenler de yok değildir.

Bunların dışında bir de Kur’an-Sünnet bütünlüğüne halel getirecek görüşler olarak ileri sürülen ve tamamen kavram kargaşasından meydana gelen tartışmalar vardır ki, bunlar ya kelimelerin ve kavramların manalarını tahrif etmekteler ya da onlara farklı manalar yükleyerek Kur’an ve Sünnet terminolojisinin dışında değişik yorumlara gitmektedirler. Resullük, nebilik ve mehdilik iddiaları, bu konuda ileri sürülen gerekçeler, vahy kelimesinin lügat manasını dikkate alarak varılmaya çalışılan sonuçlar hep bu kavram kargaşasının meydana getirdiği yorumlamalardan başka bir şey değildir. Bu ise, Kur’an ve Sünnet bütünlüğü içinde tasvip görmesi mümkün olmayan bir anlayıştır.

BİBLİYOGRAFYA

Kur’an-ı Kerim.
BUHARİ. Muhammed bin İsmail bin İbrahim (256/869), el-Câmiu’s-sahih, I-VIII., Çağrı Yay. İstanbul 1982.
MÜSLİM. Ebu’l-Huseyn Müslim bin Haccac el-Kuşeyrî (261/874), el-Câmius’Sahih I-V, Thk. M. F. Abdülbaki. Mısır 1955.
EBU DAVUD, Süleyman bin Eş’as es-Sicistânî (276/888) Sünen, I-V, Çağrı Yay. İstanbul 1982.
TİRMİZİ, Ebu İsa Muhammed bin İsa, (279/892), Sünen,I-V, Çağrı Yay. İstanbul 1982.
DÂİMİ, Ebu Muhammed Abdullah bin Abdirrahman (255/868), Sünen, I-II, Çağrı Yay. İstanbul 1982.
KARDAVİ, Yusuf, Sünneti Anlamada Yöntem (TRC. Bünyamin Erul), Kayseri 1993.
SUYÛTİ, Celâluddin Abdirrahman bin Ebi Bekir (91 1/1606), Miftâhu’l-Cenne fi’l-İhticâci’s-Sünne, 1402.
ŞÂFİİ, Muhammed bin İdris, (204/819), er-Risâle, Mısır, (1358/1940), Thk. A. Muhammed Şakir.
GAZZALİ, Ebu Hamid Muhammed bin Muhammed (505/111 l),el-Mustasfâ min İlmi’l- Usul, Mısır 1356/1937, l-II.
SERAHSİ, Ebu Bekir Muhammed bin Ebî Sehl Ahmed (483/1090), Usûlü’l-Fıkh, Kahire 1373, Ebu’l-Vefâ el-Efgânî neşri, I-II.
İBN HAZM, Muhammed bin Ali bin Hazm, (456/1063), el-İhkâm fi Usuli’l-Ahkam.
SUPHİ SALİH, Hadis İlimleri ve Istılahları (Trc. M.Y.Kandemir), Ankara 1986.
MUSTAFA AZAMİ, İslam Fıkhı ve Sünnet (Trc. Mustafa Ertürk), İstanbul, 1996.
HAKİM NEYSABÛRÎ, Ebu Abdillah Muhammed bin Abdillah (405/1014), el-Müstedrek, I-IV, Haydarabad, Trs.
HATİB BAĞDADİ, Ebu Bekir bin Ahmed bin Ali (463/1070), el-Kifâye fî İlmi’r-Rivâye,Thk. Ahmed Ömer Haşim, İkinci Baskı, (1406/1986), Beyrut.
ŞATIBİ, Ebu İshak İbrahim bin Musa el-Lahmî, (790/1388), el-İ’tisam, I-II.
EBU MANSUR, Abdulkâdir el-Bağdâdî, (429/1037) el-Fark Beyne’l-Fırak, Mısır 1367, (Trc: E.R. Fığlalı), Ankara 1991).
İBN KUTEYBE, Ebu Muhammed Abdillah bin Müslim. (276/889). Te’vilu Muhtelifi’l- Hadis, 1326 Mısır. (Trc. M.H.Kırbaşoğlu).
EBU LÜBABE Huseyn. Mevkıfu’l-Mu’tezile mine’s-Sünneti’n-Nebeviyye, (1399/1979), Riyad.
KOÇYİĞİT, T., Kelamcılarla Hadisçiler Arasındaki Münakaşalar, Ankara 1984.
SOFUOĞLU, M. C., “Şii İmamiyye’nin Hadis Anlayışı”, Milletler Arası Tarihte ve Günümüzde Şiilik Sempozyumu.
TAFTAZANİ. Sa’düddin Mesud bin Ömer (791/1389). Hâşiyetü Kestelli alâ Şerhi’l- Akaid, 1320 İstanbul, Trc. Süleyman Uludağ, ikinci baskı, 1982.
KOÇKUZU, A. O., Rivayet İlimlerinde Haber-i Vahitlerin İtikat ve Teşri Değeri, Ankara 1988.
MUHAMMED TAHİR HEKİM, Sünnetin Etrafındaki Şüpheler, Trc. Hüseyin Aslan, İstanbul 1985.
ZAFERULLAH DAUDİ. Şah Veliyyullah Devlevi’den Günümüze Pakistan ve Hindistan’da Hadis Çalışmaları, İstanbul, 1995.
ÜNAL İ. HAKKI, “Fazlurrahman’ın Sünnet Anlayışı ve Yaşayan Sünnet Kavramı Üzerine”, İslâmî Araştırmalar, Fazlurrahman Özel Sayısı, c. 4, sayı, 4. Ank. 1990.
MUSTAFA SIBAİ, es-Sünnetü ve Mekânetüha fî Teşrii’l-İslam, Kâhire 1380/1960.

DİPNOTLAR

(1) Al-i İmrân 3/19.
(2) Mâide 5/3.
(3) Mâide 5/6; Şûrâ 42/48.
(4) Nahl 16/44.
(5) En’am 6/106; Yunus 10/109.
(6) Şuarâ 26/214; Müddessir 74/1-3.
(7) Tirmizî, Sevâbu’l-Kur’an, 14; Dârimî, Fezâilu’l-Kur’an, I; Müsned,III, 14,17,26.
(8) Buhârî, Bed’ul-Halk, 8; Müslim, İman, 312; Cennet, 2-5.
(9) Nur 24/30-31; Nisâ 4/23; Talak 65/1-4; Bakara 2/282.
(10) Müslim, Müsâfirîn, 139.
(11) Kardâvî, Sünneti Anlamada Yöntem, Trc. Bünyamin Erul, s. 23.
(12) Ahzâb 33/21; Nisâ 4/80; Al-i İmran 3/31; Haşr 59/7.
(13) Buhârî, Ezan, 18.
(14) Buhârî, İ’tisam, I; Ahkâm, 1.
(15) İbn Mâce,Mukaddime; 2, Ha. No: 12; Dârimî, Mukaddime, 49; Ebû Dâvud, Sünne, 6, Ha. no: 4604; Suyûti, Miftâhu’l-Cenne, s. 7-8.
(16) Tirmizi, İlim, 10 Ha. no: 2664; Ebû Dâvud, Sünne, 6. ha. no: 4605; İbn Mâce, Mukaddime, 2, Ha. no: 13.
(17) Şâfiî. er-Risâle, 91-93; Gazzâlî, el-Mustasfâ, 1,83; Serahsî, Usûl, 11,90-96; İbn Hazm, el-İhkâm, 1,97-105.
(18) M. Mustafa Azamî, İslâm Fıkhı ve Sünnet, Oryantalist J. Schacht’a Eleştiri (Trc. Mustafa Ertürk), İstanbul, 1966.
(19) M. Mustafa Azamî, Dirâsât fi’l-Hadisi’n- Nebevî ve Tarihi Tedvînihi, s. 21-41 (Trc. Nuri Topaloğlu, Sünneti İnkar Edenler, Dokuz Eylül Üni. İlah. Fak. Derg. IV, 433 vd., İzmir 1987.)
(20) Müstedrek, I, 109-110; Bağdadî, el-Kifâye, s. 30-31; Suyutî, a.g.e., s. 5-6. .
(21) Müstedrek, 1,258.
(22) Bağdâdî, a.g.e., s. 31.
(23) Şâtıbî, İ’tisâm, II, 220.
(24) Mustafa Sıbâî, es-Sünnetü ve Mekânetüha fi Teşrîi’l-İslâm, s. 149.
(25) Ebû Maıısur Bağdadî, el-Fark Beyne’l- Fırak, 87; İbn Kuteybc, Te’vîlü Muhtelifi’l- Hadis, s. 24,Trc. M.H.Kırbaşoğlu, s. 30.
(26) İbn Kuteybe, a.g.e., s. 71-72 (krş. Trc. M.H. Kırbaşoğlu, s. 82-84).
27) Ebû Lübâbe Hüseyin, Mevkıfu’l-Mu’tezile mine’s-Sünneti’n-Nebeviyye, s. 90-92,Talat Koçyiğit, Hadisçilerle Kelamcılar Arasındaki Münakaşalar, s. 245.
(28) M. Mustafa Azamî, bu kanaatini Dirâsât fî’l- Hadisi’n-Nebeviyye isimli eserinde beyan etmektedir. (Topaloğlu, a.g.m., s. 437.
(29) Mustafa Sıbâî, a.g.e., s. 202.
(30) Sofuoğlu, M.C., “Şii İmâmiyye’nin Hadis Anlayışı”, Milletler Arası Tarihte ve Günümüzde Şiilik Sempozyumu, Tebliğ, 6, s. 258-286.
(31) Taftazânî, Şerhu’l-Akâid Kestelli Haşiyesi ile birlikte, s. 25, İst. 1320.
(32) Taftazânî, a.g.e., s. 29, krş. Uludağ, S., Kelâm İlmi ve İslâm Akaidi Şerhu’l-Akâid, s. 115.
(33) Bu konuya örnek olması açısından J. Schacht’ın (ö. 1969) “The Origins of Muhammadan Jurisprudence” Oxford, 1950. isimli eseriyle, M: Mustafa Azamî’nin bu esere yazdığı reddiye niteliğindeki “İslâm Fıkhı ve Sünnet” Trc., Mustafa Ertürk, 1st. 1966 isimli eserin okunmasını tavsiye ediyoruz.
(34) M. Mustafa Azamî, a.g.m., s. 438.(35) Mustafa Sıbâî, “es-Sünnetü ve Mekânetüha fi Teşrîi’l-İslam” isimli eseri; M. Tahir Hekim, “Sünnetin Etrafındaki Şüpheler” (Trc. H. Aslan, İstanbul, 1985) eseri.
(36) M. Tahir Hekim, a.g.e., s. 41-83 (özetle).
(37) Zaferullah Dâudî, Pakistan ve Hindistan’da Hadis Çalışmaları, s. 275-280, İst.1995.
(38) Zaferullah Dâudî, a.g.e., s. 286 (Fazlurrahman , Some İslamic İssues in the Eyyub Han Era, s. 287’den naklen).
(39) İ.H. Ünal, “Fazlurrahman’ın Sünnet Anlayışı ve Yaşayan Sünnet Kavramı Üzerine”, İslâmî Araştırmalar- Fazlurrahman Özel Sayısı, c. 4, sayı,4, s. 285-294, Ankara, 1990.

KENDİ AŞKINLA YÂ RAB KIL ÂŞİNÂ BENİ!

Gönlümden masiva aşkının sevdasını al,
Kendi aşkınla yâ Rab kıl âşinâ beni!
Sana âşık olanların deryasına sal,
Kendi aşkınla yâ Rab kıl âşinâ beni!
Zevk ve sefalarla güldürme beni,
Aşkından âzede kılıp öldürme beni,
Fânilerin aşkıyla döndürme beni,
Kendi aşkınla yâ Rab kıl âşinâ beni!
Aczime bakıp da narına yakma!..
Aşkıma bakarak ateşten sakla.
İzafi aşkta beni bırakma!..
Kendi aşkınla yâ Rab kıl âşinâ beni!
Aşkın yok ise dünyam zindandır,
Ballar zehirdir, sefalar gamdır,
Duam, dileğim hem de rüyamdır,
Kendi aşkınla yâ Rab kıl âşinâ beni!
Evladı, iyalı, malı bıraktım,
Serveti, emlâkı aşkınla yaktım,
Dünya zevklerini arkama attım,
Kendi aşkınla yâ Rab kıl âşinâ beni!..

Talip ULUŞAN