Makale

İSLAM HUKUKUNDA CAN GÜVENLİĞİ AÇISINDAN KISAS

İSLAM HUKUKUNDA CAN GÜVENLİĞİ AÇISINDAN KISAS

Doç. Dr. Hasan GÜLEÇ
Dokuz Eylül Üniv. İlahiyat Fak. Öğretim Üyesi

İnsana canı Allah vermiştir. Bu tamamen külli iradenin takdiridir. İslam dininde haksız yere cana kıymak, adam öldürmek, kan dökmek büyük günahlardandır; cezası ağır olan bir suçtur. Kur’an-ı Kerimde şöyle buyrulur: “Allah’ın öldürülmesini haram kıldığı cana haksız yere kıymayınız”. (1) “Kim bir mümini kasten öldürürse cezası, içinde ebediyen kalacağı cehennemdir. Allah ona gazap etmiş, onu lanetlemiş ve ona büyük bir azap hazırlamıştır” .(2) “Kim bir cana veya yeryüzünde bozgunculuk yapmaya karşılık olmaksızın, haksız yere bir kimseyi öldürürse bütün insanları öldürmüş gibi olur. Kim de bir canı kurtarırsa bütün insanlara hayat vermiş gibi olur” (3) Veda Haccı Hutbesinde Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: “Şüphesiz kanlarınız (canlarınız) ve mallarınız, bu ayın, bu günün ve bu yerin kutsal oluşu gibi kutsaldır” (4)

İslam hukukuna göre hayat hakkı ve can güvenliği çok önemlidir. Yaşama hakkı, korunması birinci sırada yer alan en kutsal insan hakkıdır. İnsanlar bu hakkın kutsal olduğu inancı ile eğitilmeli, buna gönülden inanmalı ve saygı göstermelidirler.

Hz. Peygamber, büyük günahları sayarken, özellikle, haksız olarak insan öldürmeyi birkaç kere tekrarlamış, bunun en büyük günah olduğunu vurgulamıştır. Ebû Hureyre’nin (ö. 59/679) rivayet ettiğine göre şöyle buyurmuştur: “İnsanı mahvedecek yedi günahtan uzak durunuz”. Kendisine, ey Allah’ın peygamberi, bunlar nedir diye soruldu. Şu cevabı verdi: “Allah’ a eş koşmak, büyü yapmak, hak etmiş olması dışında Allah’ın öldürülmesini haram kıldığı cana kıymak, yetim malı yemek, faiz yemek, düşmanla çarpışma sırasında harpten kaçmak ve hiçbir şeyden haberi olmayan namuslu mümin kadınlara zina iftirasında bulunmak.” (5)

İnsanın gönlüne Allah korkusu iyice yerleştirilmediği, insan iyi terbiye edilmediği, aksine adam öldürmeye, çeşitli vesilelerle teşvik edildiği zaman kan dökme içgüdüsünün dizginleri ele aldığını görürüz. Zaten melekler, Hz. Adem yaratılırken böyle bir endişeyi dile getirmişlerdi:

“Hani rabbin meleklere,‘ben yeryüzünde bir halife yaratacağım’ demişti. Melekler, ‘orada fesat çıkaracak, kanlar dökecek birini mi yaratacaksın? Halbuki biz seni överek teşbih ediyor ve seni takdis ediyoruz’ dediler. Rabbin, ‘ben sizin bilmediklerinizi bilirim’ buyurdu. Adem’ e isimlerin tamamını öğretti. Sonra bunları meleklere sorup ‘haydi doğru iseniz onların isimlerini bana haber veriniz’ dedi. Dediler ki ‘sen yücesin; bizim senin bize öğrettiğinden başka bir bilgimiz yoktur. Şüphesiz sen hakkıyla bilensin; hikmet sahibisin’ (6)

İlk adam öldüren Kâbil’ dir. Bu olay Kur’an-ı Kerimde şöyle anlatılır. “(Ey Muham-med) onlara Adem’ in iki oğlunun haberini gerçek olarak anlat. Hani her biri birer kurban sunmuşlardı da birisinden kabul edilmiş, diğerinden ise kabul edilmemişti. (Kurbanı kabul edilmeyen kardeş, kıskançlık yüzünden) ’and olsun seni mutlaka öldüreceğim’ dedi. Diğeri de ‘Allah, ancak müttakilerden kabul eder’ cevabını verdi (ve devam etti): ’And olsun ki sen, öldürmek için elini uzatsan (bile) ben sana, öldürmek için el kaldıracak değilim. Ben alemlerin Rabbi olan Allah ’tan korkarım. Ben istiyorum ki sen, hem benim günahımı hem de kendi günahını yüklenip ateşe atılacaklardan olasın; zalimlerin cezası işte budur’. Sonunda nefsi onu, kardeşini öldürmeye itti ve onu öldürdü; bu yüzden de ziyana uğrayanlardan oldu. Derken Allah, kardeşinin cesedini nasıl gömeceğini ona göstermek için yeri eşeleyen bir karga gönderdi. (Karganın yaptığını görünce katil kardeş), ‘yazıklar olsun bana, şu karga kadar olup da kardeşimin cesedini gömmekten âciz miyim ben’ dedi ve pişmanlardan oldu.”(7) Haksız yere insan öldürdükten sonra sonsuz kedere gömülen, rüyasında bir kâbus halinde kurbanını gören katil sayısı dünyada az olmasa gerektir. Habil - Kâbil kıssası, biraz değişik tarzda Tevrat’ ta da vardır. (8) Zaten Kur’an Kerim, kendinden önceki ilahi dinlerin bozulmamış esaslarını tasdik eder. Şöyle buyrulur: “De ki Cebrâil’ e kim düşman ise şunu iyi bilsin ki Allah’ın izniyle Kur’an’ı senin kalbine bir hidayet rehberi, önce gelen kitapları doğrulayıcı ve müminler için de müjdeci olarak indirmiştir’. (9)

Kâbil, böyle kötü bir çığır açmış oldu. Bunu Hz. Peygamber şöyle açıklamıştır: “Haksız yere öldürülen her insan yüzünden bir parça günah da ilk katil olan âdemoğluna yazılır. Çünkü öldürme çığırını ilk defa o açmıştır”. (10)

İnsan öldürmenin günahının büyüklüğünü anlatmak için Hz. Peygamber bir başka hadisinde şöyle buyurmuştur: “Kıyamet gününde, insanlar arasında ilk halledilecek konu, kan (dökme suçları) dır”. (13)

Müslümanlar birbirleriyle din kardeşidirler. Bu kardeşliğin en yüksek düzeyde korunması zorunludur. Haksız yere cana kıymalar, kan dökmeler, adam öldürmeler bunu kökünden sarsar. Bunun için Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: “İki Müslüman birbirleriyle silahlarıyla (kılıçlarıyla) karşı karşıya gelirlerse bunlardan öldüren de öldürülen de ateştedir”. Dediler ki: Ey Allah’ın Resulü; öldüren ateşte ama öldürülen niçin cehenneme gider? Buna şöyle cevap verdiler: “Çünkü o da arkadaşını öldürmeyi çok istiyordu”(12).

İnsan öldürmenin çok günah ve ağır bir suç olduğunu anlatmak için bir başka hadisinde Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: "Allah Teala katında dünyanın elden çıkması, bir Müslümanı öldürmekten daha hafiftir”.

İnsan öldürmek bir cinayettir. Dünyaya gelmiş bir insanı öldürmeye cinayet denir. (14)

Cinayet, genellikle bir saldırganlık sonucu işlenir.

Hz. Adem ’in yaratılışı esnasında melekler, yeryüzünde fesat çıkaracak ve kan dökecek olmasına rağmen insanın yaratılmasındaki hikmeti ve sırrı öğrenmek maksadıyla böyle bir soru sormuş olabilirler. (15)

Melekler, bütün insanların bozgunculuk yapacaklarını ve kan dökeceklerini sanmışlardı. İnsanlar içinde böyle davrananlar olacaktı. Fakat genelleme doğru değildi. (16)

Ayette meleklerin, “ya Rab, seni noksan sıfatlardan tenzih ederiz” (17) demeleri, senden başka birinin gaybı bilmesinden seni tenzih ederiz demektir. (18)

Allah’ın Adem’ e “bütün isimleri öğretmesi” manalarıyla beraber cinsleri öğretmesi, zaruri olarak bunları ilham etmesi demektir. (20)

“Yeryüzünde bir halife yaratacağım”. (21) Yani irademden, kudret ve sıfatımdan ona bazı salahiyetler vereceğim, o bana izafeten, bana niyabeten mahlukatın üzerinde birtakım tasarruflara sahip olacak, benim namıma hükümlerimi icra ve tenfiz eyleyecek, o bu hususta asıl olmayacak, kendi zatı ve şahsı namına asaleten hükümleri icra edecek değil, ancak benim bir naibim, bir kalfam olacak, iradesiyle benim iradelerimi, benim emirlerimi, benim kanunlarımı tatbike memur bulunacak. Sonra onun arkasından gelenler ona halef olarak aynı görevi yapacaklardır. (22)

Kimi zaman kargaşa çıkaracak ve kimi zaman da kan dökecek olan insan, görünürdeki bu kısmi kötülüklerin yanında onlardan daha büyük ve geniş kapsamlı iyilikler de yapacaktı. Sürekli gelişme, kesintisiz ilerleme, yapıcı sonuçlara ulaştıran (fakat) yıkıcı (gibi görünen) hareket, ısrarlı girişim, aralıksız araştırmacılık, bu dünyayı azimle değiştirme ve iyi düzeye çıkarma çabası onun eliyle gerçekleşecek iyiliklerdir. (23)

KISAS

Sözlükte kısas, iz sürmek demektir. Çünkü cinayette mağdur veya velileri, caninin peşine düşerek onu aynı şekilde yaralar veya öldürürler. Benzer manasına da gelir. Kısas cezası İslam hukukunda bu manadan alınmıştır. Cani, işlediği fiilin benzeri ile cezalandırılır. Bu da öldürmedir. Suç ve cezada benzerlik, denklik ve eşitlik söz konusudur. Hikayeye kıssa denmesinin sebebi, bunun anlatılan şeye eşit ve denk olmasından dolayıdır. İki ağzı birbirine denk olduğu için aynı kökten makas kelimesi türetilmiştir. (24)

Haksız yere bir insanı öldüren katili, aynı şekilde öldürmeye veya yaralayanı yaralamaya, organını kesmeye kısas denir. (25) Kısasın bir başka adı da kaveddir. Çünkü suçlu, cezanın uygulanacağı yere genellikle bağlı olarak götürülür. Kaved, bağlı olarak sevk etmek, götürmek demektir.

Kısas uygulanacak katil, cinayet işlemiştir. Cinayet aslında haram olan bir fiildir; kötülük (şer) yapmak demektir. Cana veya mala karşı işlenir. Fakat İslam hukukçuları bunu özel olarak cana ve insan vücudunun organlarına zarar veren bir suç manasında kullanmışlardır. Mala verilen zararı da gasp ve sirkat (çalma, hırsızlık) kelimeleriyle ifade etmişlerdir.

İnsan öldürmeyle ilgili hükümler şunlardır:

Kısas, diyet, kefaret, günah ve mirastan mahrum etmek. (27) Bunlardan bizim konumuz sadece kısastır.

Allah Tealâ şöyle buyurur: “Onda (Tevrat’ ta) onlara cana can, göze göz, buruna burun, kulağa kulak, dişe diş ve yaralamalara karşılık kısas yazdık. Kim bunu bağışlarsa o, kendisi için kefaret olur. Kimler Allah ’in indirdiği ile hükmetmezlerse işte onlar zalimlerin ta kendileridir” (28)

Görüldüğü gibi Allah Tealâ Tevrat’ ta haksız yere cana kıymanın cezasının kısas olduğunu bildirmiştir. Fakat Yahudiler bu hükmü değiştirdiler. Nadiroğullarını, Kurayzaoğullarından üstün tuttular. Kısası, Nadiroğullarına değil, Kurayzaoğullarına mahsus hale getirdiler. İslam dini gelince bu konuda eşitliği hakim kıldı. Kurayzaoğulları, Hz. Peygamber’ e kısas için başvurmuşlardı; o da eşitlik hükmünü verdi. Bunun üzerine Nadiroğulları, “bizim hakkımızı azalttın” demişlerdi. Bu olay, ayetin iniş sebebi olarak söylenir.

Kur’an’ın ve sünnetin bildirdiği eski dinlere ait hükümler, eğer neshedilmemişse Müslümanları da bağlayan yardımcı delil olur. (29)

Kısası uygulamak, şu ayetlerle bildirilmiştir: “Ey iman edenler; öldürülenler hakkında size kısas farz kılındı. Hüre hür, köleye köle, kadına kadın (öldürülür). Ancak her kimin cezası, kardeşi (öldürülenin velisi) tarafından bir miktar bağışlanırsa artık taraflar hakkaniyete uymalı ve (öldüren) ona (gereken diyeti) güzellikle ödemelidir. Bu söylenenler, Rabbinizden bir hafifletme ve rahmettir. Her kim bundan sonra haddi aşarsa şüphesiz onun için elem verici bir azap vardır. Ey akıl sahipleri; kısasta sizin için hayat vardır. Umulur ki suç işlemekten sakınırsınız”. (30)

İslam dini gelmezden önce Yahudiler sadece kısası uyguluyorlardı. Hıristiyanlar da yalnız affı tatbik ediyorlardı. Cahiliye arapları ise bazan kısası bazan da affı uyguluyorlardı. Fakat her ikisinde de haddi aşıyorlardı. Hem Yahudiler hem de cahiliye arapları nezdinde kısas ve diyet konularında insanlar birbirlerine denk-eşit sayılmazlardı. İslam dini, yaşama hakkı konusunda bütün bunları kaldırarak eşitliği ilan etmiştir. (31)

Bu ayetlerle bildirilen hükümler hakkında Cassâs’ın (ö. 370/980) kanaati şöyledir: Taammüden (kasten) insan öldüren her katile kısasın uygulanması gerekir. Ayetteki el-katlâ (öldürülenler) kelimesi genel olduğu için maktul; köle, zimmi (gayrimüslim vatandaş), erkek, kadın olsa da bu genel hüküm değişmez. Bunu sadece mümin maktullerin katillerine hasretmek, -umumi hükmü tahsis edecek bir delil bulunmadıkça- doğru olmaz. Burada genel hükmü tahsis edecek bir delil yoktur. (32)

Ayette “yazıldı”, farz kılındı, hüküm sabit oldu demektir. (33)

Bakara suresinin 178. ayetinin iniş sebebi olarak şunlar söylenir: Cahiliye devrinde araplar kısas konusunda köleyi hüre, sade bir inanı asilzadeye, kadını erkeğe denk saymıyorlardı. Ayrıca “öldürmeyi en iyi tarzda yine öldürme önler” diyorlardı. Allah Tealâ bunları reddederek kısas konusunda hak almada eşitliği sağladı. (34)

Kısası uygulatmak velinin veya mağdurun tercihine bağlıdır. Bunlar isterlerse uygulamak farz olur. (35)

Maktulün velileri diyete çevirmezlerse, başkası değil sadece katilin kendisi öldürülür. Kısası, yetkili makam tatbik eder. Kısas uygulanırken, öldürme sadece katil ile sınırlı kalmayacak, başkalarına sirayet edecekse uygulama ertelenir. Mesela kısasa tabi tutulacak bir kadın hamile ise kısas ancak çocuğunu doğurduktan sonra uygulanabilir. Çünkü İslam’ a göre bir kimse başkasının cezasını çekmez.

Yakınları öldürülen insanların öfkeleri kolay kolay yatışmaz. Eğer bunlar güçlü iseler bazan cezalandırmada aşırı davranırlar. Güçleri yoksa zaaf gösterirler. Kan dökme suçları üç yönden diğer suçlardan farklılık gösterir.

1- İnsan öldürmede kişilerin seviyeleri birbirlerine denktir. Dökülen kanlar asilzadenin olsun veya olmasın bunlar birbirlerine eşittir. Güçlü, kuvvetli, hatırlı olanlar cezalandırmada ileri gidemezler. Zayıflarla aynı seviyede kalırlar.

2- Kan dökme suçları çok açıktır. Bunlar farklılık arz etmez.

3- İnsan öldürmek, maktulün yakınlarının gönüllerine büyük bir öfke doldurur. Güçlü iseler cezalandırmada ileri giderler. Zayıf iseler bir şey yapamadıkları için içIeri kin ve intikam duygusuyla kaynar durur. Bunun için Allah Tealâ bu konuda insanları birbirlerine denk saymış, kan dökme suçunun cezasını bizzat kendi koymuş, güçlüye haddini bildirmiş, güçsüzün seviyesini yükseltmiş ve öfkesini yatıştırmıştır. (36) Cani ne yapmışsa aynı şey kendisine uygulanmalıdır. Gerek mağdur gerekse velileri onun yapmadığı bir fiili yapmak suretiyle ileri gidemezler. (37)

Kısas, katile en az acı çektirecek bir tarzda uygulanmalıdır. (38)

Ebû Hanife (ö. 150/767), Ebû Yusuf (ö. 182/792), İmam Muhammed (ö. 189/705) ve Züfer’e (ö. 158/775) göre katil, maktulü ne ile öldürmüş olursa olsun kısas sadece kılıçla uygulanır.

İmam Mâlik (ö. 179/795) şöyle demiştir: Eğer sopayla veya taşla veya ateşle veyahut boğmakla öldürmüşse katil de aynı şekilde öldürülür.

İmam Şâfiî (ö. 204/820) de şöyle demiştir: Taşla vurmak suretiyle öldüren katil, aynı şekilde öldürülür. Yiyecek ve içecek vermeden hapsederek öldürmüşse katil de o kadar gün aynı şartlarda hapsedilir. Bu müddet içinde ölmezse kılıçla öldürülür. Müsle yapmak yani cesedin organlarını intikam maksadıyla parçalamak mekruhtur. (39)

Bu konuda katile en az acı çektirecek bir metotla kısası uygulama tarzında olan Cassâs’ın, aynı zamanda Hanefilerin görüşünü benimsemek gerekiyor. Gerçi Hanefi fakihleri, kısasın kılıçla tatbik edileceğini söylemişlerdir. Çünkü onların devrinde en az acı çektirecek alet bu idi. Zamanımızda kılıçtan başka katile en az acı çektirecek başka vasıtalar da kullanılabilir.

Hz. Peygamber, “sadece kılıçla öldürmeye kısas gerekir” buyurmuştur. (40) Burada kılıçtan maksat, silahtır. Kılıç, silahtan kinayedir. Ebû Hanife’ye göre bir insan büyük taş veya kalasla öldürdüğü zaman ona kısas gerekmez. Fakat Ebû Yûsuf, İmam Muhammed ve İmam Şafiî’ye göre gerekir. (41)

Kasten insan öldürmede kısası uygulamak için kullanılan alete ve silaha bakmamak daha doğru olsa gerektir. Çünkü insan öldürmek için teknolojik gelişmelerin karşımıza neleri çıkaracağını bugünden tahmin etmemiz mümkün değildir.

Bir kimse bir başkasına öldürünceye kadar şarap içirse katile de şarap içirmek caiz olmaz; kılıçla öldürülerek kısas uygulanır. (42)

Ebû Hanife, Ebû Yûsuf, İmam Muhammed ve Züfer, öldürme dışında hürlerle köleler arasında kısas yoktur; öldürmede ise hür, köle karşılığında; köle de hür karşılığında kısasa tabi tutulur demişlerdir. İbn Ebî Leylâ (ö. 148/765), bu iki sınıf arasında yaralamalarda da kısasın uygulanacağını söylemiştir. İmam Mâlik’e göre yaralamalarda hür ile köle arasında kısas yoktur. Öldürmede ise köle, hür maktul karşılığında öldürülür. Fakat hür, maktul köle karşılığında öldürülmez. İmam Şâfiî’nin kanaati şöyledir: Öldürmede kısas uygulanan her şahsa yaralamalarda da uygulanır. Hür bir kimse, köleyi öldürse de yaralasa da kısasa uğramaz. Cassâs, köle karşılığında hür katilin de kısasa tabi tutularak öldürüleceği görüşündedir. Çünkü ilgili ayetteki “el-katlâ” (maktuller) kelimesi geneldir ve yaralamalar bu mânaya dahil değildir. (43)

Kısas, kul hakkı olmakla beraber bunda Allah hakkı da vardır. Fakat kul hakkı üstündür. (44)

Kısas gerektiren suçların toplumu ve kişiyi ilgilendiren iki yönü vardır:

Bir kişiyi haksız yere öldürmek, bütün insanları öldürmek gibidir. Faziletli toplum, insanı bu suçlardan koruyan âdetâ bir şemsiye (gölgelik) olmalıdır. Haksız yere cana kasteden, bu suçu aynı zamanda topluma karşı da işlemiş demektir. Böyle bir tecavüze uğrayan kişi, doğrudan doğruya haksızlıkla karşı karşıya kalmıştır. Bu suçun cezası, yapılan fiile denk olmalıdır. Gönüllerdeki kini yatıştırmalıdır. Bundan dolayı kısasın uygulanması zorunludur. (45)

Bir kişi bir şahsı yaralasa fakat yaralı ölmemiş olsa, başka bir şahıs gelerek yaralının başını kesse ikincisi katil olur; birincisi ise yaralama hükümlerine göre yargılanır. (46)

Erkek-Kadın Arasında Kısas:

Ebû Hanife, Ebû Yûsuf, İmam Muhammed ve Züfer’e göre erkeklerle kadınlar arasında yaralamalarda değil sadece öldürmede kısasın uygulanacağını daha önce söylemiştik. İbn Ebî Leylâ, İmam Mâlik, Sevrî (ö. 161/778), Evzâî (ö. 157/774) ve Şâfiî’ye göre erkekle kadın arasında hem öldürmede, hem de yaralamalarda kısas uygulanır. (47)

Mümin-Kâfir Arasında Kısas:

Nahaî (ö. 96/714), Şa’bî (ö. 104/772) ve rey fıkıhçılarına göre bir Müslüman, kasten bir zimmiyi yani gayrimüslim vatandaşı öldürürse kısasa tabi tutularak öldürülür. Şâfiî’ye göre öldürülmez. Çünkü kısası uygulamak için katil ile maktul arasında denklik yoktur. Müminle kâfir birbirlerine denk değillerdir. Ceza diyete çevrilir. İmam Mâlik’e göre eğer gafil avlayarak öldürürse kısas uygulanır; değilse uygulanmaz. Ebû Hanife bu konuda, “biz onda (Tevrat’ ta) onlara cana karşılık can yazdık” (48) âyetini delil gösterir. Çünkü cana karşılık can alınmaktadır. Şâfiîler buna şöyle karşılık verirler: Bu âyet, bizden önceki dinlere ait bir hükmü bildirmektedir. Bizden öncekilerin hükmü bizi bağlamaz.

Ayrıca “kafire karşılık mümin öldürülmez” (49) hadisi delil olarak kullanılır. (50) Hanefilerin yaşama hakkına önem verdikleri Şâfiîlerin ise dini bir gayret içinde oldukları görülüyor.

Birden Çok Kişi, Bir İnsanı Öldürürse:

Birden çok kişi, iştirak halinde bir insanı öldürürse katillerin hepsi kısasa tabi tutularak öldürülür. İmam Mâlik ile Ahmed b. Hanbel’in (Ö.273/886) buna karşı görüşleri vardır.

Hanefilere göre haber-i vâhid, sahih kıyasa tercih edilir. İmam Mâlik’e göre ise sahih kıyas, haber-i vâhide tercih edilir. Buna dayanarak Hanefîler, bir kişinin katili olan birden fazla insanın kısasa tabi tutularak öldürüleceğini söylemişlerdir. Ömer b. el-Hattâb’tan (ö. 23/643) âhad yolla rivayet edilen hadisi (51) delil saymışlardır. İmam Mâlik’e göre bir kişinin katili olan bir çok kişi kısas uygulanarak öldürülmez. Onun bu konuda haber-i vâhidi bırakarak kıyasa yöneldiğini görüyoruz. Ahmed b. Hanbel’e göre bu durumda kısası uygulamak için kısasta aranması gereken denklik şartı yoktur. Bir kişi ile bir grup insan arasında bu şartın bulunmayacağı açıktır. Bu görüşe şöyle cevap verilmiştir: İnsanlar, bir kişinin katili olarak bir gruba kısasın uygulanmadığını görünce rakiplerini hep birden öldürmek için yardımlaşırlar. Kötü maksatlarını böyle gerçekleştirirler. Mağdurun velileri, katil sayısı birden çok olunca, istedikleri takdirde bunların hepsine birden kısası uygulatabilirler; isterlerse bazılarının cezasını diyete çevirirler (52).

Çocuğunu Öldüren Baba:

İslam fıkıhçılarının büyük çoğunluğuna göre çocuğunu öldüren babaya kısas uygulanmaz. Bu konuda dede de baba gibidir. İmam Mâlik şöyle der: Baba, çocuğunu kasten yere yatırıp boğazlamışsa ve öldürme fiilini açıkça gerçekleştirmişse kısas uygulanarak öldürülür. Fakat terbiye etmek, sıkıştırmak için oğluna silah atmış da öldürmüşse kısas tatbik edilmez. Diğer fakihler İmam Mâlik’in bu görüşüne katılmazlar. Çocuğunu öldüren anne de baba hükmündedir. Burada hükmün illeti cüziyettir. Yani çocuğun, ebeveynin bir parçası gibi düşünülmesidir ve bu illet teaddî (sirayet etme, intikal etme) özelliğindedir. Ceza, tâzire çevrilir (53).

Hür ile Köle:

Sahibi (mevlâsı), kölesini öldürünce Ebû Hanife’ye göre kısas uygulanarak öldürülür. Çünkü ona göre, köleye karşılık olmak üzere hür bir kimse öldürülür. Fakat başka fakihler bu görüşe karşı çıkarlar ve ikisi arasında denkliğin bulunmaması gerekçesiyle bu durumda hür olan bir kişinin kısasa tabi tutulamayacağını söylerler. Katil, böyle bir durumda tâziren cezalandırılır,(54) Ebû Hanife’ye hak vermek gerekiyor.

Denkliği Sağlamanın Zor Olduğu Yaralamalar ve Kısas:

Kısas uygulanırken suça denk bir ceza vermek mümkün olmazsa kısastan vazgeçilir. Baştaki, karındaki yaralamalarla kemiği kırarak yerinden çıkarmalar böyledir. Çünkü Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: “Baştaki, karındaki yaralama ve kemiği kırarak yerinden çıkaran yaralamalara kısas uygulanmaz”(55). Baştaki yaralamaya memûme, karındakine câife denir. Kırarak kemiği yerinden çıkarmaya da münakkıle adı verilir. Böyle yaralamalarda faile kısas uygulanırken onun ölmeyeceğinden emin olmak gerekir ki bu da çok zordur (56).

Kısası Diyete Çevirme:

Veli, kısası diyete çevirip çevirmeme konusunda muhayyerdir. Diyet, maktulün kan bedeli demektir. Bu bedel istenirken borçlu çok sıkıştırılmaz ve sert muameleye maruz kalmaz. Diyetin ödenmesi de geciktirilmez, en iyi bir şekilde ödenir (57).

Kısasın bütün çeşitlerinde mağdur veya velisi, cezanın uygulanmasını isteyebilir; diyete çevirebilir veya affedebilir. Bu yüzden kısas cezaları, affetme mümkün olmayan had cezalarına benzemez. Çünkü daha önce de söylendiği gibi kısasta kul hakkı daha çoktur (58). Kısası affetmek, ceza vermeyi nihai olarak ortadan kaldırmaz. Sadece kısas şeklinde cezalandırmayı önlemiş olur. Cezanın aslı düşmez. Yalnız ağır bir ceza olan kısasın uygulanmasının önüne geçilir (59).

Kısas ve Kefaret:

Kasten insan öldüren, kısasa tabi tutulsun veya tutulmasın Hanefilere göre buna kefaret gerekmez. Çünkü taammüden cinayet işleme, kefaretten daha büyüktür. İmam Şafiî’ye göre gerekir Fakat kazara bir mümin diğer bir mümini öldürürse kefaret gerekir. Konuyla ilgili âyet şöyledir: “Kazara olması dışında bir müminin bir mümini öldürmeye hakkı yoktur. Yanlışlıkla bir mümini öldüren kimsenin, mümin bir köle azat etmesi ve ölenin ailesine teslim edilecek bir diyet vermesi gereklidir. Meğer ki ölünün ailesi o diyeti bağışlamış ola. (Bu takdirde diyet vermez). Eğer öldürülen mümin olduğu halde, size düşman olan bir toplumdan ise mümin bir köle azat etmek lâzımdır. Eğer kendileriyle aranızda anlaşma bulunan bir toplumdan ise ailesine teslim edilecek bir diyet ve bir mümin köleyi azat etmek gerekir. Bunları bulamayan kimsenin, Allah tarafından tövbesinin kabulü için iki ay art arda oruç tutması lâzımdır. Allah her şeyi bilendir, hikmet sahibidir,”(61) Kazara insan öldürmedeki kefaretin bir hikmeti de ölüme sebep olanın gönlünü huzura kavuşturmak olsa gerektir.

Akıl Sahipleri İçin Kısasta Hayatın Olması:

Kur’an-ı Kerimde “ey akıl sahipleri, kısasta sizin için hayat vardır, böylece korunursunuz ”(62) buyrulmuştur. Ayette bu esas, çok veciz ve çok güzel bir tarzda anlatılmıştır. Katil, öldürüleceğini bilirse aklın-mantığın gereği olarak başkasını öldürmekten vazgeçer; kısas cezasına çarptırılmaz. Hem kendisi hem de karşısındaki hayatta kalır. Bunların yakınları için de aynı şeyler geçerlidir (63). Araplar arasında bu konuyla ilgili olarak şu vecizeler vardı: “Bazı kimseleri öldürmek, toplumu yaşatmak demektir”. “Öldürmelerin azalması için idamları çoğaltınız”. “Öldürmeyi en iyi önleyecek şey yine öldürmedir”. Bu son cümle, bunların içinde en güzel bulunanıdır. Ama Kur’an’ın ifadesi en fasih olanıdır. (64)

Kısas bir ibret-i müessire olur. Başkasını öldürmeyi tasarlayanı bundan men eder. Cahiliye devrinde bir kişi öldürülünce iki kabile birbirine girer ve çok sayıda insan öldürülürdü. Kısas uygulanınca bunun önüne geçildi. Konuyla ilgili âyetteki “hayat” necat, kurtuluş demektir (65).

Kısası Uygulama Şartları:

Bunları katilde ve maktulde aranacak şartlar olmak üzere iki ana grupta toplamak gerekir:

A-Katilde aranan şartlar şunlardır:

a- Katil, âkil ve bâliğ olmalıdır. Deli ve çocuğa kısas uygulanmaz. Katile kısas uygulamak için onda erkek, Müslüman ve hür olma şartları aranmaz. Konunun detayına dair yukarıda bilgi verilmişti.

b- Katil, öldürmeyi kastetmiş (müteammid) olmalıdır.

c- Kasıtta (taammüdde) şüphe olmamalıdır.

d- Katil, cinayeti kendi hür iradesiyle işlemiş olmalıdır. Ebû Hanife, Ebû Yûsuf ve İmam Muhammed bu görüştedirler. Züfer ve İmam Şafiî’ye göre mükreh yani zorlanan da katil olmuşsa kısasa tabi tutulur.

B- Maktul ile ilgili şartlar da şunlardır:

a- Maktul, katilin bir parçası gibi olmamalıdır. Çocuğunu öldüren babanın, kısasa tabi tutularak öldürülmeyeceği konusuna daha önce temas etmiştik. Anneler, dedeler ve nineler de aynı hükümde idiler. Bu kanaate varılırken çocuk, babasının bir parçası gibi düşünülmüştür.

b- Maktul, katilin mülkü olmamalıdır veya mülk şüphesi bulunmamalıdır. Köle, sahibinin mülkü sayılır. Mükâteb, müdebber ve ümmü veled durumundaki kölelerde ise mülkiyet şüphesi vardır. Fakat köle, sahibini öldürürse kendisine kısas uygulanır. Konunun detayına dair yukarıda bilgi verilmişti.

c- Maktul, can güvenliği olan birisi (mâsûmü’d-dem) olmalıdır. Muharip kâfire veya mürtede karşılık Müslüman veya zımmi kısasa tabi tutularak öldürülmez.

Organları tam olan katil, eksik uzuvlu maktule; âlim katil, cahil maktule; asilzade katil, sade bir maktule; akıllı katil, deli maktule; bâliğ katil, çocuk maktule; erkek katil, kadın maktule; hür katil, köle maktule; Müslüman katil, cizyesini ödeyen zımmi maktule karşılık kısasa tabi tutulur. İmam Şâfiî’ye göre Müslüman katilin zımmi maktule yine hür katilin, öldürdüğü köleye mukabil kısasa uğramayacağını daha önce görmüştük.

Hanefilerin dışındaki İslam hukukçuları, can güvenliğini müslüman olmaya ve emana bağlamışlardır.

Maktulün ölmesi, caninin fiili sonucu olmalıdır. Fiil vurma, yaralama, boğazlama, yakma, boğma, zehirleme vs. olabilir.

Mâlikiler öldürmede kısasın uygulanabilmesi için udvanı yani düşmanlık ve tecavüzü şart koşarlar. Bunlara göre öldürme aleti ve şekli önemli değildir. Öldürmede herhangi bir alet kullanılmış olabilir. (66)

SONUÇ:

Dinin gerçekleştirmek istediği en önemli hedeflerden birisi de canı, tecavüzden korumak, kısası uygulayarak zalim ve zorbaları insan kanı dökmekten vazgeçirmektir. Her İlahi dinde bu esas vardır. Bu temel kaide İsrailoğullarından önce de vardı; onların zamanında yine vardı; onlardan sonra da yine var olacaktır; kaide mutlaktır. (67)

Hayatı koruma, can güvenliğini sağlama konusunda inanç, ahlâk ve hukuk işbirliği etmelidir. Bunu sadece hukukun omzuna yüklemek hukuku zayıflatır. Haksız yere cana kıyacak bir katil, bunun cezasını hayatı ile ödeyeceğini iyi bilmelidir; büyük günah işlediğine ve bunun maddi müeyyidesinin yanı sıra aynı zamanda manevi sorumluluğunun olduğuna kesin olarak inanmalıdır.

DİPNOTLAR

(1) En’am 6/151; İsrâ 17/33; Furkan 25/68.

(2) Nisa 4/93.

(3) Mâide 5/32.

(4) Buhârî Muhammed b. İsmâîl, Sahîh, ilim 37, hac 133, İstanbul, Âmira, 1315; Müslim b. el-Haccâc el-Kuşeyrî, Sahîh, hac 147, kasâme 29, 30, Mısır, Dâru İhyâi’l-Kütübi’l-Arabiyye, 1374/1955.

(5) Buhârî, vesâyâ 23, 48, hudûd 44; Müslim, İman 144; Ebu Dâvud Süleyman b. el Eş’as es - Sicistânî, Sünen, vâsâyâ 10, Humus, (nşr. Muhammed Alî es-Seyyid), 1388/1969; Nasâi, Ebu Abdi’r - Rahmân Ahmed b. Şuayb, Sünen, vesâyâ 12, Mısır, el-Mektabü’t - Ticâriyyetti’l - Kübrâ, 1348/1930. (Benzer hadisler için bk. Buhâri diyât 1; Müslim,İman 142).

(6) Bakara 2/30-2,

(7) Mâide 5/27-31

(8) Kitab-ı Mukaddes, Eski Ahit, Tekvin 4/1-16, İstanbul, Kitab-ı Mukaddes Şirketi, 1988.

(9) Bakara 2/97; benzer ayetler için bk. Âli İmran 3/3-4, 50: Mâide 5/46,48; Fâtır 35/31; Ahkâf 46/30; Saf 61/6.

(10) Buhârî, cenâiz 33, enbiya 1, diyât 2, îtisâm 15; Müslim, kasâme 27; Tirmizî Ebû Isâ Muhammed b. Sevra, Sünen, ilim 14, Kahire, 1356/1937, (tah. Ahmed Muhammed Şâkir); Nesâî, tahrîm 1; İbn Mâce Ebû Abdillâh Muhammed b. Yezîd el-Kazvînî, Sünen,diyât I, Mısır, Dâru İhyâi’l-Kütübi’l-Arabiyye, 1372/1952; Ahmed b. Hanbel, Müsned, Beyrut, el-Mektebü’l-İslâmî, I, 1405/1985,383,430,433.

(11) Müslim, kasâme 28.

(12) Buhârî, îman 22, diyât 2, kasâme 2; Müslim, fiten 14-5; Ebû Dâvûd, fıten 5; Nesâî, tahrîm 29, kasâme 7; İbn Mâce, fıten 11; A.b. Hanbel, Müsned IV, 401, 418, V, 43,47-8.

(13) Tirmizî, diyât 7; İbn Mâce, diyât I; Nesâî, tahrîm 2.

(14) Kâsânî Alâü’d-Dîn Ebû Bekr b. Mes’ûd, Bedâiu’s-Sanâi, Beyrut, Dâru’l-Kitâbi’l-Arabî, 1394/1974, VII, 233.

(15) Fahru’d-Dîn er-Râzî Ziyâü’d-Dîn b. Ömer, Mefâtîhu’l-Ğayb (et-Tefsîru’l-Kebîr), Beyrut, Dâru’l- Fikr, 1410/1990, II, 190.

(16) Kurtubî Muhammed b. Ahmed el-Ensârî, el-Câmi’li Ahkâmi’l-Kur’ân, Mısır, Dâru’l-Kitâbi’l- Arabî, 1387/1967,1,274.

(17) Bakara 2/32.

(18) Kurtubî, a.g.e., I, 285.

(19) Bakara 2/31.

(20) Cassâs Ebû Bekr Ahmed b. Alî er-Râzî, Ahkâmü’l-Kur’ân, Kahire, Dâru’l, Mushaf, ty. I, 36; Kurtubî, a.g.e., I, 279.

(21) Bakara 2/30.

(22) Yazır, Muhammed Hamdi Elmalılı, Hak Dini Kur’an Dili, İstanbul, Nebioğlu Basımevi, 1968,1,299.

(23) Seyyid Kutup, Fî Zılâli’l-Kur’ân, Beyrut, Dâru’l-Arabiyye, ty., I, 65 (çev. Uçan Salih ve İnce, Vahdettin, İstanbul, Dünya Yayıncılık, 1991,1, 79).

(24) F. Râzî, a.g.e., V, 51; İbn Manzûr Muhammed b. Mükerrem b. Alî b. Ahmed, Lisânü’l-Arab, “kss” mad., Beyrut, Dâru Sâdır, 1389/1970.

(25) Cassâs, a.g.e. 1,64.

(26) İbn Abidîn Muhammed Emîn, Hâşiyetü Reddi’l-Muhtâr ale’d-Dürri’-Muhtâr, İstanbul, Kahraman Yayınları, 1984, VI, 527; el-Mevsûatü’l-Fıkhiyye, Kuveyt, Vezâretü’l-Evkaf ve’ş-Şuuni’d- Dîniyye, "cinayet” mad., 1409/1989, XVI, 59.

(27) İbn Âbidîn, a.g.e., VI, 527.

(28) Mâide 5/45.

(29) İbnü’l-Arabî Muhammed b. Abdillah, Ahkamü’l-Kur’an, Beyrut, Dâru’l-Mâtife, 1392/1972 II, 625; F. Razî, a.g.e. XII. 8; Kurtubî a.g.e. VI, 191.

(30) Bakara 2/178-9.

(31) F. Râzî, a.g.e., V, 50; Yazır, M. H., a.g.e., 1, 600-1.

(32) Ahkâmü’l-Kur’ân, I, 165.

(33) Cassâs, a.g.e., I, 164; İbnü’l-Arabî, a.g.e., I, 61; Kurtubî, a.g.e., II, 244.

(34) İbnü’l-Arabî, a.g.e., 1,61.

(35) İbnü’l-Arabî, a.g.e., I, 61.

(36) Kurtubî, a.g.e., II, 245; Abdü’l-Kadir Ûdeh, et-Teşrîu’l-Cinâiyyü’l-İslâmî, Beyrut, Müessesetü’r- Risâle, 1412/1992, II, 149, II, 149; Muhammed Ebû Zehra, el-Cerîme ve’l-Ukûbe fi’l-Fıkhi’l-İslâmî, Kahire, Dâru’l-Fikri’l-Arabî, 1976, s. 99-100.

(37) Cassas, a.g.e., I, 198.

(38) Cassâs, a.g.e., 1, 200.

(39) Cassâs, a.g.e., I, 198.

(40) İbn Mâce, diyât 25.

(42) Cassâs, a.g.e., I, 201.

(43) Cassâs, a.g.e., I, 167.

(44) M. Ebû Zehra, a.g.e., s. 102.

(45) M. Ebû Zehra, a.g.e., s. 102.

(46) A. Ûdeh, a.g.e., II, 51.

(47) Cassâs, a.g.e., 1,171; İbnü’l-Arabî, a.g.e., II, 627; İbn Kudâme Şemsü’d-Dîn Muhammed b. Ahmed, el-Mugnî, Beyrut, Dâru’l-Fikr, 1405/1984, VIII, 235, (parag. No: 6640).

(48) Mâide 5/45.

(49) Buhârî, ilim 39,cihad 17, diyât 24, 31; Ebû Dâvûd, diyât 11, 147; Tirmizî, diyât 16; Nesâi, kasâme 9,14; İbn Mâce, diyât 21; Dârimî, diyât 5; A. b. Hanbel, Müsned, I, 79, 119, 122, II, 178, 192, 194,211,215.

(50) Şafiî Muhammed b. İdrîs, el-Ümm, Beyrut, Dâru’I-Mârife, 1393/1973, VIII, 237; Cassâs, a.g.e., I, 173; İbnü’l-Arabî, a.g.e., II, 625-7; İbn Kudâme, a.g.e., VIII, 218 (parag. no: 6592).

(51) Mâlik b. Enes, el-Muvatta’, ukûl 13, Kahire, Halebî, 1370/1951.

(52) Cassâs, a.g.e., I, 180; Debûsî Ebû Zeyd Ubeydullah b. Ömer b. îsâ, Te’sîsü’n-Nazar, Beyrut, ty., s. 99, 101-2; İbnü’l-Arabî, a.g.e., 1,65; Kâsânî, a.g.e., VII, 238; İbn Kudâme, a.g.e., VIII, 230 (parag. ro: 6632), 284 (parag. no: 6761); Zeylaî Fahru’d-Dîn Osman b. Alî,Tebyînü’l-Hakaik Şerhu Kenzi’l-Dekaik, Mısır (Bulak), el-Matbaatü’l-Kübrâel-Emîriyye, 1315, VI, 114-5; Kâdîzâde Şemsü’d-Dîn Ahmed, Tekmiletii Fethi’l-Kadîr, Mısır (Bulak), el-Matbaatü’l-Kübrâ el-Emîriyye, 1318, VIII, 278; Meydânî Abdü’l- Ğanî el-Guneymî, el-Lübâb fî Şerhi’l-Kitâb, Beyrut, Dâru İhyâi’t-Türâsi’l-Arabî, 1405/1984, III, 150.

(53) Konuya delil olan hadis için bk. Tirmizî, diyât 9; İbn Mâce.diyât 32; Ahmed b. Hanbel, Müsned, I, 49; Cassas, a.g.e., I, 178; İbnü’l-Arabî, a.g.e., I, 64-5; İbn Kudâme, a.g.e., VIII, 226-7 (parag. no: 6621-3); İbn Âbidîn, a.g.e., VI, 534-5; Yazır, M.H., a.g.e., I, 604.

(54) Cassas, a.g.e., I, 169; İbnü’l-Arbî, a.g.e., II, 625-7; Yazır, M.H.. a.g.e., I, 604.

(55) İbn Mâce, diyât 9.

(56) Şâfiî, el-Ümm, VIII, 242; Cassas, a.g.e., I, 199; İbn Kudâme, a.g.e., VIII, 256 (parag. no: 6687); Vehbe ez-Zuhaylî, el-Fıkhu’l-İslâmî, Dimeşk, Dâru’l-Fikr, 1409/1989, VI, 352.

(57) İbnü’l-Arabî, a.g.e., I, 66-8.

(58) M. Ebu Zehra, a.g.e., s, 102.

(59) M. Ebıı Zehra, a.g.e., s. 103.

(60) Serahsî, Mebsût, XXVII, 84.

(61) Nisa 4/92.

(62) Bakara 2/179.

(63) Yazır, M.H., a.g.e., I, 609-10.

(64) F. Râzî, a.g.e., V, 61.

(65) Kurtubî, a.g.e., II, 256-7.

(66) Sahnûn b. Abdi’s-Selâm b. Saîd,el-Müdevvenetü’l-Kübrâ, Mısır, Matbaatü’s-Seâde, 1323, VI, 308; Kâsânî, a.g.e., VII, 233-8; Zeylaî, a.g.e., VI, 97-8, 100; İbn Kudâme, a.g.e., VIII, 214 (parag. no: 6583), 226 (parag no: 6617), 251-2 (Parag no: 6679); İbn Âbidîn, a.g.e., VI, 532; A. Ûdeh, a.g.e., II, 12,25-6 M. Ebû Zehra, a.g.e., s. 107; V. ez-Zuhaylî, a.g.e., VI, 224-8, 258-9.

(67)İbnü’l-Arabî, a.g.e., II, 591.

BİBLİYOGRAFYA

Abdü’l-Kadir Ûdeh, et-Teşrîu’l-Cinâiyyü’l-İslâmî, Beyrut, Müessesetü’r-Risâle. 1412/1992.

Adasal, Rasim, Medikal Psikoloji, İstanbul, Minnetoğlu Yayınevi, 1977.

Ahmed b. Hanbel (ö. 241/855), Müsned, Beyrut, el-Mektebü’l-İslâmî, 1405/1985.

Buhârî Muhammed b. İsmâîl (ö. 256/870), Sahîh, İstanbul, Âmira, 1315.

Cassâs Ebû Bekr Ahmed b. Alî er-Râzî (ö. 370/980), Ahkâmü’l-Kur’ân, Kahire, Dâru’l-Mushaf, ty.

Cortés, Juan B. with Gatti, Florence M., Delinquency and Crime, New York, Seminar Press. 1972.

Debûsî Ebû Zeyd Ubeydullah b. Ömer b. İsâ (ö. 430/1039), Te’sîsü’n-Nazar, Beyrut, ty.

Ebû Dâvûd Süleyman b. el-Eş’as es-Sicistânî (ö. 275/888), Sünen, Humus, (nşr. Muhammed Alî es-Seyyid), 1388/1969.

Fahru’d-Dîn er-Râzî Ziyâü’d-Dîn b. Ömer (ö. 606/1209), Mefâtîhu’l-Ğayb (et-Tefsîru’l-Kebîr), Beyrut, Dâru’I-Fikr, 1410/1990.

İbn Âbidîn Muhammed Emîn (ö. 1252/1836), Hâşiyetü Reddi’l-Muhtâr ale’d-Dürri’l-Muhtâr, İstanbul, Kahraman Yayınları, 1984.

İbn Kudâme Şemsü’d-Dîn Muhammed b. Ahmed (ö. 682/1309, el-Muğnî, Beyrut, Dâru’l- Fikr, 1405/1984.

İbn Mâce Ebû Abdillâh Muhammed b. Yezîd el-Kazvînî (ö. 275/886). Sünen, Mısır, Dâru Ihyâi’l-Kütübi’l-Arabiyye, 1372/1952.

İbn Manzûr Muhammed b. Mükerrem b. Alî b. Ahmed (ö. 711/1311), Lisânü’l-Arab, Beyrut, Dâru Sâdır, 1389/1970.

Ibnü’l-Arabî Muhammed b. Abdillâh (ö. 543/1148), Ahkâmü’l-Kur’ân, Beyrut, Dâru’I-Mârife, 1392/1972.

Dâdîzâde Şemsü’d-Dîn Ahmed (ö. 988/1580), Tekmiletü Fethi’l-Kadîr, Mısır (Bulak), el- Matbaatü’l-Kübrâ el-Emîriyye, 1318.

Kâsânî Alâü’d-Dîn Ebû Bekr b. Mes’ûd (ö. 587/1191 ), Bedâiu’s-Sanâi, Beyrut, Dâru’l-Kitâbi’l -Arabî, 1394/1974.

Kurtubî Muhammed b. Ahmed el-Ensârî (ö. 671/1272), el -Câmi’ li Ahkâmi’l-Kurân, Mısır, Dâru’l-katilbi’l-Arabî, 1387/1967..

Mâlik b. Enes (ö. 179/795), el-Mutavatta’, Kahire. Dâru Ihyâi’l-Kütübi’l-Arabiyye, Kahire, 1370/1951.

Meydânî Abdü’l-Ğanî el-Ğuneymî (ö. 1289/1881). el-Lübâb fi Şerhi’l-Kitâb, Beyrut, Dâru İhyâi’t-Türâsi’l-Arabî. 1405/1984.

Muhammed Ebû Zehra (ö. 1974), el-Cerîme ve’l-Ukûbe fi’l-Fıkhi’l-İslâmî, Kahire, Dâru’l- Fikri ’l-Arabî, 1976.

Müslim b. el-Haccâc el-Kuşeyrî (ö. 261/874), Sahîh, Mısır, Dâru İhyâi’l-Kütübi’l-Arabiyye, 1374/1955.

Nesâî Ebû Abdi’r-Rahmân Ahmed b. Şuayb (ö. 303/915), Sünen, Mısır, el-Mektebetü’t-Ticâriyyetü’l-Kübrâ. 1348/1930.

Radzinoicz, L. and Wolfgang, Marvin E., The Criminal in Society, New York, Basic Books, Inc., Publishers, 1971.

Sahnûn b. Abdi’s-Selâm b. Said (ö. 240/854), el-Müdevvenetü’l-Kübrâ, Mısır, Matbaatü’s- Seâde 1323.

Serahsî Şemsü’l-Eimme Ebû Bekr Muhammed b. Ebî Sehl (ö. 483/1090), Mebsût, Mısır, Matbaatü’s-Saâde, 1331.

Seyyid Kutub, Fî Zılâli’l-Kur’ân (ö. 1966), Beyrut, Dâru’l-Arabiyye, ty., (çev. Uçan. Salih ve İnce. Vahdettin, İstanbul, Dünya Yayıncılık, 1991).

Şâfiî Muhammed b. İdrîs (ö. 204/819), el-Ümm, Beyrut. Dâru’l-Mârife, 1393/1973.

Tırmizî Ebû İsâ Muhammed b. İsâ b. Sevra (ö. 279/892), Sünen, Kahire, 1356/1937, (tah. Ahmed Muhammed Şâkir).

Yazır, Muhammed Hamdi Elmalılı (ö. 1942), Hak Dini Kur’an Dili, İstanbul, Nebioğlu Basımevi, 1968.

Zeylaî Fahru’d-Dîn Osman b. Alî (ö. 743/1343), Tebyînü’l-Hakaik Şerhu Kenzi’l-Dekaik, Mısır (Bulak), el-Matbaatü’l-Kübrâ el-Emîriyye, 1315.

ez-Zuhaylî Vehbe, el-Fıkhu’l-İslâmî, Dimeşk, Dâru’l-Fikr, 1409/1989.

ELHAMDÜLİLLAH

Hak’dan gelen şerbeti
İçtik elhamdülillâh
Şol kudret denizini
Geçdik elhamdülillâh
Şol karşıki dağları
Meşeleri bağları
Sağlık safâlık ile
Aşdık elhamdülillâh
Kuruyuduk yaş olduk
Ayağıdık baş olduk
Kanatlandık kuş olduk
Uçduk elhamdülillâh
Vardığımız illere
Şol safa gönüllere
Baba Tapduk manâsın
Saçdık elhamdülillâh
Beri gel barışalım
Yâdısan bilişelim
Atımız eyerlendi
Eşdik elhamdülillâh
İndik Rûm’u kışladık
Çok hayr ü şer işledik
Uş bahâr geldi geri
Göçdük elhamdülillâh.
Yunus Emre