Makale

TÜRKLER VE İSLÂMİYET

TÜRKLER VE İSLÂMİYET

Prof. EMİN BİLGİÇ
Selçuklu Tarih ve Medeniyeti
Ens. Başkanı

Arap rivayetlerine göre, Orta Asya’yı fethe girişen Müslüman - Arap kuvvetlerinin Toharistan Türkleri ile ilk temasları Hz. Ömer’in vefatından önce, Hicretin 21. yılında (M. 642), Nihâvend Meydan Muhârebesi’nden sonra, Yezdicerd’i takip sırasında olmuştur. Fakat Hz. Osman’ın Basra Valisi Abdullah İbn-i Âmir, orduları ile Sâsânî kuv­vetlerini imhaya ve ilk defa olarak Horasan’da Arap idaresini kurma­ya bu târihten ancak 10 sene sonra muvaffak olmuştur. Bununla bera­ber, ilk temaslar ile bunları takip edenlerin henüz sürekli bir netice vermediği, daha kat’î istilâ plânları olmadığı anlaşılan Arapların, ge­nişleme hareketi mahiyeti gösteren faâliyetlerini, alma-verme şeklin­de mütemadiyen tekrarlamak durumunda kaldıkları görülmektedir.

H. 41 (M. 661) yılında Muâviye’nin duruma hâkim olup, Emevî Devleti’nin kuruluşundan ve sükûnun avdetinden sonra Müslüman Araplar’la Türklerin münâsebeti böyle istikrarsız bir şekilde bir müd­det devam etmiştir. Araplar, Aşağı Toharistan ve Horasan’ı elde tuta­bilmek için mütemâdi mücâdeleler vermişler, hele Mâverâünnehr’e hiç nüfuz edememişlerdi.

Ancak, daha sonraları, Hicretin 71. yılından (M. 696) itibaren Emevîler tarafından Mâverâünnehr’e yeniden plânlı seferler açılmağa baş­landığı görülür. Meselâ o sırada Buharâ Vâlisi olan Bukayr İbn-i Vişâh mühtedîlerin haraçtan affedileceğini ilân etmiş, yerli halkın İslâmiyeti kabûlü bakımından iyi netice almıştır.

Orta Asya’da Arap fetihleri İslâmiyet’in yayılması ve Türklerle te­maslar konusunda iki kudretli vâli olan Haccâc ile Kuteybe İbn-i Müs­lim’in büyük hizmetleri olmuştur. Onların hareketleri Emevî Sultânı I. Velid zamanına (H. 86-96) tesadüf eder. Dâhî bir kumandan olan Kuteybe Hicrî 86 (M. 705) yılında Aşağı Toharistan’ı istirdat etmiş, 87 yılında Buharâ’yı fethetmiş, 91-93 (M. 710-712) yıllarında Arap nufuzunu Oksus vâdisi ve Sogd’a kadar genişletmiştir. Daha sonra ise, Hocend ve Fergana üzerine yürümüş, Tiyanşan Dağları’ndan Turfan üzerinden ili vadisine ve Şâş ile Semerkant’a gelen mühim ticâret yolunu ele geçirmeye, bu yoldan Mâverâünnehr’e gelen Türkler’in yo­lunu kesmeğe gayret etmiştir.

H. 94 (M. 713) yılında Türk Hakanı Kültigin’i Semerkant bölgesin­de geri çekilmeye mecbur etmiştir. Kuteybe’den sonra Ebû Müslim de H. 127-137 (M. 745-755) daha önce zaptolunan İran’ın ötesindeki ül­kelerde İslâmiyet’i yaymakta büyük hizmet görmüştür. Batı Türkleri­nin bunlar karşısındaki mukavemetleri muvakkat olmuş, Pamir yaylâsına ve Tiyanşan dağlarına kadar olan sahalar halkı Müslümanlığı ka­bul etmiştir. Kısa zaman içerisinde de Buharâ ve Semerkant İslâm kül­türünün merkezleri haline gelmişlerdir.

Daha İslâmiyetin 1. asrının sonunda Araplar medenileşerek arala­rından âlimler, sanatkârlar ve tüccarlar yetişmeye başlamakla ve sa­vaş teknikleri gelişmekle beraber askerlik vasıfları gevşemeye ve kay­bolmaya yüz tutunca İslâm ülkelerinde âsâyiş bozulduğu için halîfeler kendi emniyetlerini sağlamak üzere Türk esirlerinden askerî birlikler ve muhafızlar teşkili yoluna gitmişlerdir. Araplar askerî meziyetlerini takdir ettikleri Türk esirlerine Memlûk adını verdiler ve bunları bir ha­lîfeye, emîre veya vâliye intisaptan önce eğitim ve öğretime tabi’ tut­tular. Sonraları Türk târihinde mühim bir yer işgâl eden bu Memlûk (bir kimseye âit) sınıfı münferiden de yüksek idârî ve askerî mertebe­lere, hattâ sultanlık mertebesine erişmek imkânını bulmuşlardır. Ayrıca bu memlûk’ler arasından, Fârâbî’den başlamak üzere İslâm âleminin büyük bilgin ve filozofları da yetişmiştir.

Türkleri ilk defa, Bağdat’ı inşâ eden Abbâsî Halîfesi Ebû Câfer Abdullâh’ın (M, 754-774, H. 136-157) hizmetine aldığı sanılmaktadır.

Hârunu’r-Reşîd’in oğlu Me’mun (M. 813-833) zamanında Türk muhafız bölüğünün mevcut olduğu ve Mısır’a muhafız olarak dört bin Türk gönderdiği de bilinmektedir. Bundan sonra, yavaş yavaş Türklerin Bağdat’ta ve Mısır’da nüfuzları artmış ve Türklerden vâliler tâyin edilmeye başlanmıştır.

Buraya kadar olan ifadelerimizle Türklerin anayurdu olan Orta Asya’daki Arap - İslâm fütûhâtını, Türklerin İslâmiyet ile ilk temaslarını ve yer yer Türklerin halk kitleleri olarak İslâmiyeti kabûle başladıkla­rını belirtmiş bulunuyoruz.

Mâverâünnehr bölgesinde 870’lerden itibaren ilk İslâm Devleti olarak İranlı Sâmânlılar görülmektedir. Bu sırada Sâmân Hükümdârı Ahmed oğlu Nasr idi ve kaynakların sülâle kurucusu olarak gösterdik­leri, Ahmed’in dedesi Sâmân-Hudat, Horasan Valisi Esat bin Abdullah’­tan gördüğü himaye sebebiyle İslâmiyet’i kabûl etmiş bulunuyordu.

Daha 840’lardan önce Ahmed’in babası Esad zamanında İslâmiyet devletin resmî dîni haline getirilmiş olmalıdır.

Devlet olarak İslâmiyet’i ilk defa kabul ve ilân eden Türkler Karahanlılar’dır. Karahanlılar bir eski Türk idaresi usûlü olan "çift hükümdarlık" şeklini tatbik etmekte, "büyük-kağan" ve "şerik-kağan" unvanını taşıyan kimseler tarafından müştereken idare edilmekteydiler. Sâmânîler’den Ahmed oğlu İsmâil’in (M. 874-907) çağdaşı olan, "şe­rik-kağan" Oğulçak’ın yeğeni Satuk, Sâmânîler’den Oğulçak’a sığınan bir şehzâdenin tesiriyle Müslümanlığı kabul etmiş ve sonunda amca­sına karşı İslâmiyet uğruna yaptığı mücâdelede muvaffak olarak Karahanlı Devleti’nin Garp kısmında İslâmiyet’in M. 10. asır başında res­men kabûlüne âmil olmuştur. Müslümanlık yoluyla, eski düşman olan Sâmânlıların teveccüh ve yardımını kazanan ve artık "Buğra Han" unvânını taşıyan Satuk doğudaki "büyük kağan"a karşı mücâdelesinde de Sâmânlılar’dan ve Müslüman gönüllülerden faydalanmayı bilmiş ve sür’atle İslâmiyet’i yaymıştır. Müslüman adı Abdü’l-Kerîm olan Satuk, (M. 959) H. 344’de öldüğünde artık İslâmiyet bütün Karahanlı Türkleri’ne yayılmış bulunuyordu.

Hicretin 300. yılından (M. 912) itibaren Sâmân vâli ve kuman­danları arasında "Türk Köleleri" adı verilen ve muhârebelerde temayüz eden şahsiyetlere de rastlanmaya başlanmıştır. Bunlar zamanla ehem­miyetli mevkilere yükselmiş ve İran, Mâverâünnehr, Toharistan’da ve bugünkü Afganistan’ın bâzı kısımlarında Türkler’in yerleşmesine âmil olmuşlardır. Bunlardan Alp Tigin önce Hâcib, sonra M. 955 yılında Herat Vâlisi olmuştur. Mansur zamanında gözden düşünce şarka çeki­lip Gazne’yi işgal etmiş ve H. 352 (M. 963) yılında orada ölmüştür. Alp Tigin’e oğlu İshak halef olmuşsa da diğer Türk köleleri Bilge Tigin ve Sebük Tigin hâkimiyeti ele geçirmişlerdir. Bilge Tigin zaten daha M. 935 yılında Sâmânî tabiiyeti altında Belh’te adına sikke bastırmış­tır. 969’da da ilk defa Gazne, para bastırdıkları bir yer olarak geç­mektedir. Sebük Tigin Hindu Şâhîler’e karşı zaferler kazanarak Gazneliler Devleti’nin gerçek temelini atan seciyeli Türk devlet adamıdır ve mâruf Gazneli Hükümdârı Mahmud’un babasıdır.

Orta Asya’da ilk gerçek Müslüman - Türk medeniyetini, câmileri, minâreleri, medreseleri, türbeleri ve diğer imar eserleri ile muhteşem Türk - İslâm âbidelerini meydana getiren devlet, Gazneliler Devleti’dir. İslâm, başlangıcından itibaren bu devletin resmî dîni haline getirilmiştir. Bu devlet sûretâ, Sultan Mahmud zamanında dahi Bağdat’taki Abbâsî halîfelerinin hâkimiyetlerini tanımaya devam etmişlerdir.

Türk târihinde 9. asır ortalarından itibaren mühim hâdiseler cere­yan etmiş, Kırgızlar Uygurları ve Oğuzları, o zamana kadar yurt edin­dikleri Moğolistan’dan kovup çıkarmışlardır. Bunun neticesi Uygurlar bugünkü Doğu Türkistan’a, Oğuzlar ise Aral Gölü ve Seyhun nehri boylarına, kendilerinden olan Peçenekler’in yanına doğru göçetmişlerdir. Esasen 8. asrın ortalarındanberi Türk âleminde Göktürk ikti­dar ve hâkimiyeti yavaş yavaş Uygurlar ve Oğuzlar’a geçmekte idi. Bu hâdiseden sonra ve 10. asrın başlarından itibaren ise Türk târihinde Oğuzlar bütünüyle ön safa geçmişler ve bu mevkilerini bugüne kadar da korumuşlardır.

Oğuzların Kınık kabilesinin başında 9. yüzyılın sonlarında Karahanlı Büyük Hâkanının Sübaşısı Başkumandan Dukak bulunuyordu. Dukak 903 yılında öldürülünce yerini oğlu Selçuk almış, 885’lerde do­ğan Selçuk 115 yıla varan bir ömür sürmüş, 1000 yıllarında ölmüştür. İşte târihte "SELÇUKLULAR" denen Oğuz Türkleri adlarını bu beyden almışlardır.

Selçuk, bu devirleri hakkında bilgimiz olmayan Oğuz Krallığının yabgusu (kralı) ile arası açıldığından kendi boyu ile Sir-Deryâ’nın şimâl sahilindeki Cend şehrine gelmiş, 915’lerde orada şahsen Müslü­manlığı kabûl etmiştir. Neticede Kınık boyuna da bu dîni kabul ettirmiştir. Kendisinin son zamanlarında büyük oğlu Mikâil de sübaşı sıfa­tını muhafaza etmiş, 990 yıllarında Oğuz Yabguluğu’nu ele geçirdiğini gördüğümüz, Selçuk’un ikinci oğlu İsrâil Arslan Yabgu kral hüviyetiyle devletinin nüfuzunu ve hudutlarını genişletmeye koyulmuştur. Şu halde kendisiyle müstakil bir devlet hüviyeti kazanan Selçuklu Devleti’nin de resmî dîni İslâm olmuş ve bundan sonraki diğer iki Yabgu da onun gibi İslâm mücâhidi olarak hizmet etmişlerdir. Hele 1040’ta Merv yakınındaki Dandânakan mevkiinde Türk Gazneliler Devleti’nin Hükümdârı Mes’ud’a karşı Mikâil’in oğulları Çağrı ve Tuğrul Beyler tara­fından kazanılan büyük zaferden sonra, Büyük Selçuklu imparatorluğu fiilen kurulmuş, İslâm’ın mücâdelesi Selçuklu Türkleri’ne geçmiş, Karahanlılar Doğu Türk illerinde, Gazneliler Orta Asya’da ve bilhassa Afganistan ve Hindistan’da İslâm’ı yayarlar ve İslâm Dîni’nin mücâhedesini yaparlarken, Selçuklular da kurdukları imparatorluğun yönünü Batı’ya çevirmişler ve İslâmiyet’i batı ve batı-güney istikametlerinde yayma hizmetini şuurla üzerlerine almışlardı.

Nitekim daha 960 yıllarında Arap vak’ânüvislerinden İbn-i Miskavayh ve İbn-i el-Esîr tarafından, Orta Asya’da 200.000 çadırlık Türk kitlesinin toplu halde İslâmiyet’i kabûl ettikleri kaydedilmektedir. Gerçekten de İslâmiyet’i kabûllerinden sonra Müslüman Türk anlamı­na gelen Türkmen adı verilen Oğuz Türkleri’nin Selçuklular adındaki dinç ve dinamik yolu, bir yandan o zaman İran’da ve Irak’ta Büveyh oğulları, Suriye ile Mısır’da ise Fâtımîler tarafından yayılmaya çalışılan Şiîliği bertaraf etmek; bir yandan da Anadolu’da, Akdeniz ve Karade­niz havzalarında, zamanın büyük batı devleti olan Bizans İmparator­luğunca temsil edilen Hristiyanlığa karşı İslâm’ın zaferini sağlamak üzere cezrî bir mücâdele ve mücâhedeye girişmişlerdir.

Binâenaleyh, Karabacek’in dediği gibi: “Dünyâ Târihi’nde Türk­lüğün İslâmiyet’e intisabı kadar, başlangıçta ehemmiyetsiz görülen, fa­kat sonunda büyük tesiri olan hâdise gösterilemez. Bu öyle bir târihî hâdisenin başlangıcı idi ki, Arap Cihan Devleti’ni kökünden sarsmış ve sonunda Doğu Halifeliği’nin muhteşem binası yıkılmıştır".

Filhakika Türkler’in ve husûsiyle bütün Oğuz boylarının 11. as­rın ilk yarısında tamamiyle İslâmiyet’e intisapları, son Karahanlı Hâkanı Muhammed bin Yûsuf’un (ö. 1211) İslâm’ın Tarım havzasında ve Işık gölü bölgesinde kesinlikle yerleşmesine ve kökleşmesine büyük hiz­meti sonunda doğu ve batı Türkleri bütünüyle İslâmiyet’e girmiş ol­dular.

Selçuklular derin bir îmanla bağlandıkları dinleri için bütün Ya­kın Doğu’da fütûhâta girişmiş olduklarından bütün İslâm memleketle­rinde tasvip görmüş ve mücâdelelerinde teşvik edilmişlerdir. Şeklen ve zâhiren bağlı bulundukları Bağdat’taki Abbâsî Halifeliği bilhassa Dandânakan muzafferiyetinden sonra Selçuklu Sultânı’nın cismânî hü­kümdarlığını hukuken tanımıştır.

15 Aralık 1055 Cuma günü Halîfe Kâ’im bi-Emrillâh dünyevî sal­tanatından vazgeçerek, cismânî hükümdarlığı Sultan Tuğrul’a devretti­ğini ilân etmek üzere kendi adı ile birlikte onun adını da hutbede okutmuştur. Bu târihten itibaren Abbâsî halîfeleri fiîlen rûhânî reis durumunu tekabbül etmiş ve dâimî surette, Büyük Selçuklu ve Ana­dolu Selçuklu Sultanlarını Sünnî İslâm âleminin hâkimi ve efendisi olarak desteklemişlerdir.

Nitekim Büyük Selçuklu imparatorluğu Sultan Tuğrul Bey’in ve­fatından sonra onun yerini alan yeğeni Sultan ALP ARSLAN, Bizans’ın yeni kurulan Selçuklu İmparatorluğu’nu ortadan kaldırmak için hare­kete geçmesi karşısında mukavemet etmeye mecbur kalınca, bütün İslâm âleminden teşvik görmüş ve kendisi de, Malazgirt meydanında muhârebeye başlarken askerlerine yaptığı hitapta bu muharebeyi âdetâ bir İslâm cihâdı olarak ilân etmiştir.

"— Biz ne kadar az olursak olalım, onlar ne kadar çok olurlarsa olsunlar, bütün Müslümanlar’ın câmilerde bizler için duâ ettikleri şu saatte kendimi düşman üzerine atacağım. Ya muzaffer olur, gayeme ulaşırım yâhut şehid olarak Cennet’e giderim..."

Hakikatte de vaziyet bir İslâm cihâdı durumu, İslâm için ve Türkler için bir ölüm-kalım ciddiyeti arzediyordu. Romanus Diyogenes hem Alp Arslan’ın elçilerine İsfahan ve Hemedan’da kışlamak gâyesinde olduğundan bahsetmiş, mağlûbiyetini müteakip de bizzat Alp Arslan’a: "— Ülkelerini almak için türlü kavimlerden ordu topladım, paralar sarf ettim..." demiş, Büyük Sultân’ın, "— Zaferi sen kazansa idin bana ne yapardın?" sorusuna da, "— Ya başının kesilmesini yahut bir darağacına asmalarını emrederdim" cevabını vermiştir.

İslâm âlemi için bir ölüm-kalım dâvâsı olan böyle bir karşılaşma­da Halîfe hakîkaten bütün Müslümanlar’a çağrıda bulunmuş ve mânevî müzâheretlerini istemişti. Zaferden sonra da Dünyâ Târihi’nin mukad­deratını değiştiren bu büyük hâdiseyi, Şiî Fâtımîler dışında bütün Müs­lüman memleketleri sevinçle kutlamışlardır.

Selçuklular’dan devralınan Türk - İslâm bayrağının Osmanlılar elinde Avrupa’nın ortasına dikildiği mâlûmdur.

Zafer’in 900. yıldönümünde, bize anayurdumuzu hediye etmiş olan büyük kumandan ve devlet adamı, büyük Müslüman-Türk Alp Arslan’ı, Malazgirt Zaferi’nin bütün şehid ve gâzilerini rahmet ve min­netle anarız.