Makale

FETİH VE FATİH

FETİH VE FATİH

Mustafa TURAN

Fetih hadisesi, Dünya Tarihinin en büyük olaylarından birisi olması yanında, tarihin akışını değiştirmesi ve ortaçağı kapatıp, yeniçağın kapılarını açması dolayısıyla fetih olayının tedkik ve tahlilini daha realist bir açıdan ele almak gerekir.
Fatih’e kadar Osmanlı Devleti, gövdesi ile ayaklan Anadolu ve Rumeli’de. Bu konuma son verilmesi (Fethin gerçekleşmesi) halinde, çoğu kez Roma ve İstanbul’da hazırlanan haçlı taarruzları bir ölçüde bertaraf edildiği gibi Türk-Islam dünyasının da emniyeti sağlanmış olacaktı, öte yandan Osmanlı Asya’sı ile Avrupa’sı birbirine bağlanarak devletin tabii sınırlan ile coğrafi ve siyasi vahdeti gerçekleşecekti.
İstanbul’un alınması Peygamberimiz Hz. Muhammed (S.A.S.) in bir hadisindeki: "Kostanüniyye elbette feth olunacaktır. Onu fetheden kumandan ne güzel kumandan; onu fetheden aasker ne güzel askerdir." diye hem fethi gerçekleştirecek komutanı, hem de ordusunu saadetle tebşir etmesi neticesinde tüm müslümanlar için bir ideal haline gelmişti.
ilk İslam devletlerinden olan Emeviler ve Abbasiler bir kaç defa İstanbul’u karadan ve denizden kuşattılarsa da almaya muvaffak olamadılar.
1071 Malazgirt Zaferi ile Anadolu kapılarının müslüman Türklere açılması ile başlayan Anadolu’yu Türkleştirme hareketi beş-on sene gibi kısa bir zamana sığdırılıyor ve Ortaasyadan sonra Türklere ikinci bir anayurt doğuyordu. Dolayısıyla 1453 yılında gerçekleşecek fethe en büyük ve köklü zemini hazırlamıştı bile... Ne var ki, bu hareket; batı’da yaklaşık iki asır sürecek olan Haçlı seferlerini doğurur ve fetih olayı da gecikerek Selçuklulardan sonra Osmanlıların şahsında tahakkuk eder.
Osmanlıların Marmara kıyılarına sahip olmaları yanında, birbirlerine mukayese kabul etmez askerlik ve siyasi dehaya vakıf olan, ilk Osmanlı Hükümdarları, en büyük ideal olarak kendilerine İstanbul’un fethini seçmişlerdi. Diğer taraftan Rumeliye geçen Türk gücü Balkanlardaki fetihlerinden sonra, Varna ve Kosova Zaferleri ile batının tehdidi azaltılıp fethe zemin hazırlanıyordu.
Dört Halife Devrinden sonra, İslâm’ın bayraktarlığı; Emeviler, Abbasiler ve Selçuklular yoluyla Osmanlılara geçmişti. İslâm Dünyasında üzerlerine aldıkları tarihi misyonu gerçekten yapabilmeleri için, Osmanlıların İstanbul’u ülkelerine katmaları zaruri idi. Zira, Anadolu ve Rumeli topraklarının birbirine bağlanması ve Anadolu Türk Birliğinin sağlıklı bir şekilde kurulması gerekiyordu. Öte yandan, haçlıların tahriklerine son verilmesi ve askeri güvenliğin sağlanması ile Osmanlılar cihan hakimiyetine giden bu yolu açmış olacaklardı.
"İstanbul’u almak için Osmanlı hükümdarları Yıldırım Beyaztt’den beri çalışmışlardı. Fakat türlü nedenlerle amaca ulaşamamışlar. Bizans İmparatorluğuna son verememişlerdi. "II. Sultan Mehmet, tarihin Bizansı zabdetmeye ve bir Türk-İslam İmparatorluğunu yeryüzünün örnek devleti olarak kurmaya teşebbüs eden hükümdarları arasında, gayesinin şuuruna varmış ilk insandı. O, can çekişen şarkı Romanın medeniyet bakiyesini tarih mezarı içine gömerek, iki hasım komşu gibi karşıya diş bileyen Şark’la Garbı barıştırıp bağdaştırmak istiyordu."
Babası II. Murat’dan İstanbul’un fethedilmesi için vasiyet alan
II. Mehmed: "Biliyorsunuz ki önümüzde tarihlerde yazılı dillerde meşhur, bâğ-ı irem’in kendisinden bir köse sayılacağı. Böyle değerli bir yerin benim ülkemin ortasında vilayetimin ortasında bulunup da iktidarda olduğum zamanı İçinde âsiler durağı, bâğıler yatağı olarak kalması uygun düşmez..." diyor ve yazdığı MÜCAHADE isimli şiirinin bir beytinde şöyle sesleniyordu:
Enbiyâ vü evliyaya istinâdum var benüm
Lütf-i Hakdandur hemân ümmid-İ feth-ü nusretüm
Ben nebilere ve velilere istinad ederim. Tuttuğum yolda muvaffak olmak, fethi tamamlamak ve galip gelmek hususunda bütün ümidim Ce-nab-ı Hakkın yardımıdır.
İnandığı ve büyük hürmet gösterdiği hocası Akşemseddin’in de "İstanbul’u sen fethedeceksin" sözü Fatih’e manevi bir güç veriyordu.
11 Mehmed’in artık tek düşüncesi vardı. İstanbul’u fethederek babasının vasiyetini yerine getirmek, Allah’ın Rasülünün müjdesine nail olmak ve Türk Cihan İmparatorluğunun temellerini sağlam olarak atmaktı. Bunun için geniş bir sefer hazırlığına başlandı. Tâci Zâde Cafer Çelebinin ifadesine göre: "öyle bir hazırlık başladı ki, bir yılda yapılan bir aya, bir ayda yapılan bir güne sığdırü-malıydı."
Boğazkesen (Rumeli) hisarı yapılmış, Ortaçağa son verecek dev toplar dökülmüş ve diğer askeri hazırlıklar tamamlanmıştı. II. Mehmed’in tebşir edilen mübarek ordusu 21 Mart 1453 günü Edir-neden hareket etti. 850 küsur yıllık İslâm Tarihi döneminde Peygamberin müjdesine nail olmak gayesi ile tertip edilen onikinci kuşatmayı başlatıyordu.
Rumeli Hisan inşaatı yapılırken Bizansz İmparatorunun güya engel olmak için haberci olarak yolladığı elçilere gereken cevabı verdiği halde isteklerinde ısrar ettiklerini görünce onlara: "Benim gücümün yettiği yerlere İmparatorunuzun ümit ve emeli bile yetişemez varın İmparotunuza böyle söyleyin" demesi; deniz savaşında Türk donanması yenilgiye uğradığı zaman seyretmekte olduğu Zeytinburnu açıklarından sığ olan sahilden atını bir hayli sürüp denize açılması. "Buradan gitmekliğim mümkün değildir. Ya ben şehri zabdederim, yahut şehir beni ölü yahut diri olarak zabdeder." sözü onun kararlarında ne derece samimi ve yürekli, azim ve metanetinde ne derece kuvvetli olduğunu göstermektedir.
Tarihinde düzinelerce muhasara görmüş ve her defasında batıdan yardım alan Bizans’ın bu son yardım isteğini, batının pek de ciddiye almadığı anlaşılıyor. Hem nasıl olsa surların bu denli güçlü olması, muhasarayı en az bir yıl uzatır inancı hakimdi batıda. Kimin aklının ucundan geçerdi. Cihanın görüp şahit olmadığı, surlan yıkacak güçlü toplann icat edildiği, ve yine kimin aklına gelirdi ki, gemilerin karadan yürütüleceği... Bu keyfiyet dünya tarihinde misli görülmemiş ve duyulmamış olağanüstü hadisenin tahakkuku idi.
İşte bu azim ve irade sonunda 53 günlük bir kuşatmadan sonra 29 Mayıs 1453 Salı günü muzaffer bir komutan olarak Topkapı surlarından içeri girip, Osmanlı sancağının surlarda dalgalandığını gören Fatih: "Ey Yüce Allah’ım, sana hamdü senalar olsun, beni yüce peygamberimizin övgüsüne mazhar kıldın, bana (Fatih) unvanını layık gördün.
Sana şükrümü ifade etmekten aciz bulunuyorum Allah’ım..." diyerek göz yaşı döküyordu.
Doğruca Ayasofya’ya giden Fatih, Hristiyan halkın gökten bir melek gelip bizi kurtaracak inancıyla beklerken, karşılarında beyaz at üzerinde yüce Hakanı görünce dehşet ve korku ile ağlamaları üzerine, hepsini affettiğini ve serbestçe dinlerini icra edebileceklerini bildirdi. Bu davranış onun ne derece hoşgörülü olduğunu göstermekte ve aynı zamanda Türk idaresinin din ve vicdan hürriyeti mefhumunun Avrupa kültür dairesine girmesini de göstermesi bakımından dikkate sayandır.
O gün ikindi namazını Ayasofyada kılan Fatih, cumaya kadar Ayasofya kilisesinin camiye çevrilmesini istemiş ve cuma namazını da orada kılmıştır.
İstanbul’un fethi, Ortaçağ insanının hafızasının alamayacağı keşif ve buluşlar ortaya koymuş, kara yoluyla Kasımpaşa sırtlarından kaydırdığı gemileri Halic’e indirerek kuşatmayı tamamlamış... O güne kadar görülmemiş büyüklükte muhasara toplan döktürmüş aynca kendisi tarafından keşfedilen Havan topu bu muhasarada kullanılmıştır.
Anadolulun kapılarını 1071 Malazgirt Zaferiyle açan Müslüman Türkler, 1176 Miryakefalon Zaferiyle de Anadoluda yerleşip yurt kurduklarını ve hiç bir kuvvetin kendilerini Anadoludan çıkaramayacağını tescil etmişler, 1453 İstanbul’un fethiyle de Anadolunun sonsuza dek Müslüman-Türk yurdu olarak kalmasını isbatladıkları gibi haçlılara karşı kuvvetli bir savunma hattı kurup, İstanbul’u asırlarca Dünya siyasetine hakim olacak olan Türk cihan hakimiyetinin merkezi yapmışlardır.
Fatih, cihan topraklarına sadece kılıcı ile değil, aynı zamanda kafasıyla hükmetmeye gayret göstermiştir. Bu yüzden onun basanları, İskender, Cengiz ve Timurlenk’te olduğu gibi sabun köpüğünü andırmaz. O, ilim, fikir, sariat, iman, insanlık, adalet, devlet kurma ve hizmet terbiyesinin bir mahsulüdür.
Fatih, sadece bir kumandan değil, aynı zamanda bir ilim adamı olarak fikri bilgisi ve gayesi yüksekti.
Eğer Fatih, yıkıcı ve müstevli bir padişah olsaydı, İspanyolların, Endülüs’ten devralınmış bir tek müslüman bırakmadıktan ve tüm kütüphaneler ve camileri yakıp yıktıktan gibi, O da İstanbul şehrinde bir tek Hristiyan nüfus bırakamazdı. Ne var ki yüce Hakan, hoşgörüyle Hristiyan halka, Ortaçağ anlayışıyla izah edilemeyecek bir vicdan ve iman hürriyeti tanıyarak İslâm kurallarından ayrılmamıştır.
Sultan ikinci Mehmed İstanbul’u fethedip bin yüz yıllık Şarki Roma İmparatorluğunu ortadan kaldırarak bihakkın Fatih unvanını aldığı gibi, yüksek kaabiliyet ve dehası ile dost ve düşmana kudretini teslim ettirmiş büyük bir devlet reisi idi.
Milli Tarihimizin bu fedakar evladı, bütün bu siyasi, askerî ve hukukî sahalarda giriştiği teşebbüslerde başarılı olduğu halde, sadece iki noktada muvaffak olamadı. İçinde mertçe döğüşerek yaralandığı Belgradı, bir ordusu da Rodos’u alamadı. Fatih’in bu yanm kalmış teşebbüslerini, torunu Yavuz Sultan Selim’in oğlu Kanuni gerçekleştirmiştir.
Zihniyetiyle bir ayağı Şark’ta bir ayağı Garb’da olan büyük cihangirin, hakiki ilim adamına verdiği değeri, tarihin kaydettiği istisnalardandır. İrfana ve bilgiye gösterdiği bu emsalsiz alaka ve teveccühle, ilmin istiklal ve haysiyetini kurtarmış, tıpkı askeri fütuhatı gibi, bilgi adına açtığı savaşta da bir alim ve sanatkarlar ordusu teşkil ederek bu muhteşem kadronun başına da yine kendisi serdar olmuştu.
Karadenizi bir Türk gölü haline koyan ve padişahlığının hemen her yılında devletini yeni yeni fetihlerle süsleyen Fatih’in, Gedik Ahmed Paşa komutasında gönderdiği ordu, Otronto şehrini alınca, İtalya’ya ayak basmış oluyordu. Fatih’in burada yaptırdığı kafalar sonraları Avrupa mühendislerine örnek teşkil etmiştir. O, harp kaideleri ile alay edercesine olmazlan oldurmuş, ordularını pratik zekası ve dinamik kararlan ile sevk ve idare etmiştir.
Onun 1481’e kadar devam eden hayatı ve otuz senelik saltanatı içinde iki İmparatorluk, ondört devlet, iki yüz şehir fethederek, aldığı "Fatih" unvanını, tarih’in bağrına bir başka cihangirine nasip olmayacak ölçüde unutulmaz adına tescil etti.
Büyük Şair merhum Yahya Kemal’in dediği gibi: Türk’ün cibilli sarayı otağdur. Osmanlı-Türk padiş?hlan önce seyyar idiler. Çocukluklarından ölümlerine kadar at sırtında inecek vakit bulamıyorlardı. İstanbul’un Fatihi
(Topkapı sarayına) arada sırada yolustü uğrayabiliyor, seyyah gibi bir kaç gün geçirebiliyordu. Bütün ömrünü seferlerde yıprattıktan sonra fethettiği şehrin içinde olsun ölemedi. Gabze’de Sultan çayırında çadır altında öldü.
Tarihçilerin çoğu, Fatih Sultan Mehmed’i cihan tarihinin en büyük kişisi olarak gösterdiler. Yaptığı akıl almaz işlerle, Türk Milletinin refahını temin ettiği gibi, daha sonra gelecek nesiller kendisini saygı içinde hayırla yad edeceklerdir.
Fatih Sultan Mehmed’in İstanbul’u fethetmesinden sonra yaptırdığı ve Atatürk’ün de 1933 yılında İstanbul Üniversitesi haline getirdiği okulda, yüksek öğrenimini yapmış ve yaptığı bir eserden beş asır sonra istifade etmiş bir kişi olarak Yüce Türk Hakanı Fatih’i, fethinin 541 yıldönümünde rahmet, şükran ve minnetle anıyorum.
Tamamı ile bir kahramanlar tarihi diyebileceğimiz, tarihimizin] bağrından çıkan, milletimizin yetiştirdiği bu yüce şahsiyetleri anmak ve bunları yeni nesillere tanıtarak milli hüviyet kazanmalarını temin etmek hem kadirşinaslığın bir ifadesi hem de istikbalimizin güvencesi olacaktır.