Makale

Bir Şiir, Bir Nesir

Rıza AKDEMİR
Merkez valisi

BİR ŞİİR BİR NESİR

Sanatı, şiiri en ince en hassas ölçüler içinde değerlendirmesini bilen aziz milletimiz kalemi de kılıç kadar tesirli ve kudretli saymıştır. Kılıç mağrur bakışlı cihangirlerin elinde kaleler devi-rirken ve ülkeler zaptederken. kalem de söz mülküne girmiş, gönüller fethetmiş, ölümsüzlüğün pınannı aramıştır.
Mısır’ın piramitleri zamanın sonsuzluğundan gelecek asırlara nasıl heyecanla ve gururla bakıyorsa, Imrû’l Kaysın, Virjil’in, Antara bin Şeddad’ın, Şeyh Sâdi-i Şirazinin, Mevlâna’nın, Yunus Emre’nin, Süleyman Çelebi’nin, Ahmet Yesevî"nin şiirleri de geçmiş a-sırların karanlığı içinde, öylesine yediveren güller gibi hergün yeniden açıyor.
İslâm âleminde ve Türklük dünyasında geniş halk kütleleri şiiri ve güzel sözü sihirkâr ve cazibeli bir sanat olarak görmüşler ve her zaman takdir etmişlerdir. El Ahtal’ın şiirlerini Arabistan çöllerinde nasıl ceylan gözlü ve uzun, siyah saçlı genç kızlar, bâdiyeden e-sen lâtif sabah rüzgârlan ile birlikte terennüm etmişlerse, Şiraz’ın iri güller açan bahçelerinde de Firdevsi’nin, Hâ-fız’ın, Sadi’nin, Anarın sehhar şiirlerini asırlar biribirinin kulağına ürpererek fısıldamıştır.
Hele Türkler arasında şiir, söz sanatının zirvesi, güzelliğin tacı, sohbetin tuzu biberi sayıla gelmiştir.
Yüzlerce sene, iki deryanın incisi olan İstanbul’da Kâğıthane âlemlerinde, Göksu sefâlannda. Topkapı sarayının çnar yapraklan ile gölgelenen yollarında, cami avlularında, medrese hücrelerinde, bayramlarda, seyranlarda, düğünlerde, seferlerde, şenliklerde şiirin saltanatı sürmüş, güzelliği hiç eksilmeden, hiç solmadan devam etmiştir. Söz mülkünün sultanlan olan şâirler emirlerin, hakanların her zaman yanında bulunmuş, iltifatlarına, ihsan-larına nail olmuş, çok zaman hünkârların eliyle samur kürkler giymiş, güngörmüş, devran sürmüşlerdir. Daha bıyığı terlemeden İstanbul gibi bir melikeyi yiğit göğsüne bastıran Fatih Sultan Mehmed’in yanında Molla Güranî, Molla Fenan gibi İLİM adamları ile birlikte pek çokta şair vardı ve kendisi de Avnî mahlası ile ilham dolu şiirler yazardı.
Bakinin, tantanası asumanı tutan gür sesli kasideleri kalplerde hassas duygular yaşatırken, Nedim’in lâtif, şen ve şûh şiirleri sâdâbad bahçelerinde mahmur gözlü lâleler gibi boy gösteriyordu.
Sadece İstanbul mu şiir meşheri, şâir meskeni olmuştur...Hayır!..
Anadoluyu şehir-şehir. oba-oba, dağ-dağ gezin...Çarnlıbellerde Köroğlu’nun gürz sesini, kıratının kişnemesini ve kılıç şakırtısını duyacaksınız.. .Toroslara çıkın.. .Rüzgârın size Karacaoğlanın coşkun sazından nağmeler getirdiğini hissedeceksiniz...Anadolu bozkırlarında, Sakarya sahillerinde Yunus Emre’nin ayak seslerini göreceksiniz...
Neslimiz her şeyden önce-. "Sabahtan kalkarım günden ileri... Ben kimi sevmişim senden ileri Ziyan olmuşsun, kurban dilenin Nem var kurban edem candan Heri..." diyen adı belirsiz büyük şâirin, bir kırık saz gibi inleyen gönül yarasını, söz güzelliğini ve kelime mimarisini bil-mek anlamak ve güzelliğini kavramak zorundadır.
Fâni hayatımızın dar çerçevesi ancak bunlarla genişler. Dünyâ bu şiirlerle değer kazanır. Kültür bu deyişlerle zenginleşir. Mazi bu anlayışla yaşar.
Namık Kemâl’i. Yahya Kemâl’i, Mehmet ÂkiPİ, Arif Nihat’ı, Necip Fâzıl’ı unutmak adını unutmak gibi. Sakarya’yı unutmak gibi. Barbaros’u unutmak gibi. İstanbul’u unutmak gibi teh-likeli bir hafıza hastalığıdır. Bu hastalığa düçâr olan milletlerin yeri, eninde sonunda, tarihin soğuk ve muzlim mezarlığıdır.
İstiyoruz ki mazinin uzak yollarında ve kitapların solgun sayfalarında katan şâirlerimiz, ediblerimiz unutulmasın... Hatıraları her bahar canlanan salkımsöğütlerin ilâhî ıtn gibi ufku-muzu baygın kokularla doldursun. İçimize yeni bir şevk ve canlılık versin... Mazinin zenginliği ile sürür ve gurur dolu istikbâle doğru koşalım...
Size her sayımızda bir şiir ve nesir parçası takdim etmeyi düşünüyoruz Bize göz kamaştırıcı hazinelerin kapısını açan şiirleri, ezan seslerini, şadırvan şınltılannı, gülbank naralarını, mehter velvelesini, mevlit nağmelerini, gurbet ve vatan duygularını emziren şiir ve nesirleri sayfalarımıza almak fikrindeyiz.
Bir atasözümüz "Eskisi olmayanın yenisi olmaz" diyor. Milletler için de geçerli bir kaidedir bu... Kökü olmayanın dalı, budağı, çiçeği, meyyası, gölgesi olmaz. Neşrettiğimiz şiirleri ve nesir parçalarını kelime-kelime açıklamak teşrihin sivri neşteri ile didiklemek niyetinde değiliz. Bu, Ahmet Hâşim’in çok zarif bir teşbihi ile "Bülbül sesinin mucizesini anlamak için onun boğazını kesmek" gibi bir gariplik olur. Sadece mânâ bakımından anlaşılabilmesi için bazı kelimeleri açıklamakla yeteneceğiz. Ayrıca bir tasavvurumuzu daha size sunmak istiyoruz. Yetişen ve sanat vadisinde bir şeyler yapmak isteyen genç kabiliyetler için bir fidelik görevini ifâ etmek istiyoruz. Genç arkadaşlarımız şiir denemelerini, çalışmalarını bize gönderebilirler. Biz inceliyerek, tenkit ederek, teşvik ederek lâyık olanlarını basmaya çalışacağız. Yer-yer. mısra-mısra istidat kıvılcımı belirtenleri, ümitler vadedenleri okuyuculanmıza tanıtmayı kültürümüz bakımından bir vecibe ve zevkli bir vazife sayıyoruz.
Bugün ilk olarak değerli edibimiz Cenap Şahabettin’in "Plevne’den Geçiyorken" başlıklı nefis yazısını ve Yahya Kemal Beyatlı üstadımızın "Koca Mustâpaşa" isimli dünyâ değer şiirini sunuyoruz.
Bugün Bulgaristan’ın bir şehri olan Plevne. 1877 Türk-Rus savaşından önce ismi pek bilinmeyen bir kasaba idi. Gazi Osman Paşa’nın orada düşmana karşı savaşı ve bir avuç askerle şehri yiğitçe müdafaası dünyâ tarihinde eşi nâdir görülen bir kahramanlık ve şe-hamet destanı olmuştur. Cenap Sahabettin merhumun babası da o cenge iştirak etmiş ve orada bilinmeyen bir yerde şehitler ordusuna katılmıştır.
Ufuk güneşin doğuşu ile kızarıp bayraklaşırken, sabah rüzgârının teması ile şehit bir babanın barut kokan tenini koklamak ne ulvî bir hayâldir.
Doğu Avrupa topraklarında hangi ırmak var ki Türk atlan oradan su içmiş olmasın? Hangi çeşme var ki serhat boylarının yiğit akıncılan ateşli göğüslerini serinletmiş olmasın?
Sava mı? Drina mı? vistül mü? Tunca mı? Meriç mi? Tuna mı? Arda mı?
Hangi ova var ki şehid ruhları ile azizleşmesin?
Varna mı? Kosova mı? Galiçya mı? Vardar mı? Yanya mı? Yenice mi? Zağra mı?

PLEVNE’DEN GEÇİYORKEN
Sabaha karşı Plevne civarından geçiyorduk, alaca karanlıkta pencereyi açtım. Plevne ovasını görmek, arz üzerinde hakir bir mezarı bile kalmayan zavallı babamın rûh-ı menfâ-nişînini biraz teneffüs etmek istiyordum; Eyvah! Yüksek ve Zengin ekinleri okşayan gece rüzgârı, dedi ki: "Babanın kanını emen bu toprak, babanın cisim ve ruhuna yabana açlıklara sünbüle-i gıda hazırlıyor..:
Şimdi ufk-ı şarkı kızarıyor, kızarıyordu; Türk bayrağı gibi al, kan gibi al olmuştu; Bir rûh-ı şehid için bu ufk-ı sabah ne güzel kefendi. "Babal seni bu ağustos ayının son seherinde Plevne ufkunun bu geniş kanlı mendili içinde kokladım!"

Kelimeler:
Menfâ-nişin: Gurbette, sürüldüğü yerde oturan. Ecnebi memleketlerinde kalan
Sünbüle: Başak
’ Yahya Kemâl Beyatlı, İstanbul’un Koca Mustâpaşa semtinin uhrevi sükununu, sessiz, fakir, mütevekkil, "Çeşmeden her su içişte şükür Allaha diyen" gönlü ganî mutekid, mütedey-yin insanlarını tanıtmakta...
Koca Mustâpaşa’da ahiretle. dünyâ biribirine karışmış gibidir. Heybetli çnar ağaçlarının yollara elediği gün ışığı ve huzur...Mezar taşlarının yeşil gölgesinde ebediyetin yastığına baş koymuş uyuyanlar...zamana ninni söyleyen sebiller, çeşmeler... loş, sessiz, tenha ve ürkek sokaklar...Varla yok arasında bir gölge gibi yürüyen insanlar...
Bir mağfiret yağmuru gibi bu ruhanî iklime günde beş vakit inen ezan seslerini dinlemeden, yazılan yosun tutmuş kitabeler önünde tefekküre dalmadan, selvilerin hışırtısıyla ürpermeden Türk insanının mânâ iklimine a-yak atmak kabil mi?
Şâir "Ne yazık! Doğmuyoruz şimdi o topraklarda!" diyor ve "kökü toprakta kalmış ve kendi kesilmiş bir a-ğacın" ıstırabını yaşıyor.
Ağaç târih ve kökü mazidir.
Köklerini kaybetmiş böylesine bahtsız bir ağacın çiçek vermesi ve meyvaya durması mümkün mü acaba?

KOCA
MUSTÂPAŞA

Koca Mustâpaşa! Ücra ve fakirr İstanbul.’
Tâ fetinden beri mû’min, mütevekkil, yoksul.
Hüznü bir zevk edinenler yaşıyorlar burada.
Kaldım onlarla bütün gün bu güzel rü’yâda.
Öyle sinmiş bu vatan semtine milliyetimiz
Ki biziz hem görülen, hem duyulan, yalnız biz.
Mânevi çerçeve beş yüz senedir hep berrak;
Yaşıyanlar değil Allah’a gidenlerden uzak.
Bir bahar yağmuru yağmış da açılmış havayı

Hisseden kimse hakikat sanıyor hülyayı,
Âhiret öyle yakın seyredilen manzarada,
0 kadar komşu ki dünyâya dıvar yok arada,
Geçer insan bir adım atsa birinden birine,
Kavuşur karşıda kaybettiği bir sevdiğine.

Şu fetih vakası, yârabl Ne büyük mu’cizedir!
Her tecellisini nakletmek uzundur bir bir-,
Bir tecellîsi fakat, ruhu saatlerce sarar-.

Koca Mustâpaşa var, camii var, semti de var
Elli yıl geçtiği günlerde büyük mu’cizeden,
HakTJan ilham ile bir gün o güzel semte giden,
Rum vezir, eski manastırda ederken secde,
Kalbi çok dolduran îmân ile gelmiş vecde,
Onu, tek Tannsının mabedi etmiş de hayâl,
Vakfedip her neye mâlikse, bütün mâl ü menâl,
Bir fetih camii yapmak dilemiş İslâm’a.
Sebep olmuş bu eser yâd edilir bir nâma. .

Gece, şi’riyle sararken Koca Mustâpaşa’yı
Seyredenler görür Allah’a yakın dünyâyı.
Yolda tek tük görünenler çekilir evlerine-,
Gece sessizliği semtin yayılır her yerine
Bir ziyaretçi derin zevk alarak manzaradan,
Unutur semtine yollanmayı arak buradan,

Gizli bir hisbana, hatif gibi, ihtar ediyor,
Çok yavaş, yalnız içimden duyulan sesle, diyor.
"Gitme! Kail Sen bu taraf halkına dost insansın;
Onların meşrebi, iklimi ve ırkındansın.
Gece, her yerdeki efsunlu sükûnundan iyi,
Avutur gamlıyı, teskin eder endişeliyi;
Ne ledünni gecedir! Tâ ağaran vakte kadar,
Bir mücevher gibi Sünbül Sinan’ın ruhu yanar.
Ne saadet! Bu taraflarda, her ülfetten uzak
Vatanın fâtihi cedlerie beraber yaşamak.’...

Geç vakit semtime döndüm
Koca Mustâpaşa’dan
Kalbim ayrılmadı bir an o güzel ai’yâ’dan.
Bu muammâyı-uzun boylu düşündüm de yine,
Dikkatim hâdisenin vardı derinliklerine;
Bu geniş ülkede, binlerce lâtif illerde,
Nice yıl, cederimiz kökleşerek bir yerde,
Manevî varlısının resmini çizmiş havaya.
-Ki bugün karşılaşan benzetiyor rü’yâ’ya. —

Kopmuşuz bizler o öz varlık olan manzaradan.
Bahseder gerçi duyanlar bir onulmaz yaradan;
Derler, insanda derin bir yaradır köksüzlük;
Budur âlemde hudutsuz ve hazin öksüzlük
Sızlatır bâzı saatler dayanılmaz bir acı,

Kökü toprakta kalıp kendi kesilmiş ağacı.
Rûh arar başka teselli her esen rüzgârda.
Ne yazık! Doğmuyoruz şimdi o topraklarda!
Yahya Kemâl BEYATLI

Kelimeler:
Tecellî Mal ü menâl Hatif
Efsun Ledün Ülfet
Görünme, belirme, kader, talih Varı yoğu, bütün varlığı Kendisi görünmeden sesi gelen, gaipten gelen ses Büyü, sihir, gözbağcılık Allah sırlarına ait manevî bilgi Alışma, kaynaşma, görüşme, konuşma