Makale

Ağustos Aylarında ŞAHLANAN TARİHİMİZ

Gaffar TETİK/ Sorumlu Yazı İşleri Müdürü

Ağustos Aylarında
ŞAHLANAN TARİHİMİZ


Her zaman söylerim ki, Ağustos ayının Türk Tarihi’nde 2 dönüm noktası vardır.
1- Anadolu’nun kapılarının Türk’lere açıldğı, “Malazgirt Savaşı”;
2- Ebedî Devletimiz Türkiye Cumhuriyeti’nin kurulduğu, “Kurtuluş Savaştandır.

26 Ağustos 1071 Cuma günü. Yer, Malazgirt Ovası. (Malazgirt Ovası; Doğu Anadolu ’da Yüksek ova. Kuzeybatısından Murat Irmağı geçer, güneyde Siiphan Dağı ve uzantılarıyla Van Gölü’ ilden ayrılan ova, bu dağlardan inen akarsularla yarılarak yer yer yayla görünüşü alır.
Bugün Bitlis’in Tatvan ilçesi sınırlarındaki Rahva Ovası ’dır. Toprağı bereketli, sulak ve serin bir yerdir. Yedek- subay Askerliğimi Tatvan’ın Sorgun Kışlası ’nda yaptığım için çok iyi bilirim oraları.
Tuzla Piyade Okulu 163’üncü dönem, 1. Karışık Bölüğü’ndeki eğitimimizi tamamladıktan sonra kura çekildi dağıtım için. Bölük Komutanımız Murat Yüzbaşı’ydı. Karayağız bir Anadolu Yiğidi olduğu için, “Kara Murat” derdik ona. Disiplinliydi, genç ama babacandı. Kurada
bana Tatvan çıkınca, “Haydi bakalım iyisin, Tatvan ’a gidiyorsun; Doğunun Parisi’dir orası” dedi. “Farketmez Komutanım! Vatanımızın her karışı bizim için mukaddestir” diye cevap verdim. Yüzüme baktı bir-kaç saniye derin derin ve: “Biliyorum, haydi yolun açık olsun” dedi.
Allah insanın gönlüne göre verirmiş. Ne de iyi oldu Tatvan’a gitmem. Kimi cumartesi-Pazar Ahlat’a giderek Selçuklu tarihini yaşar; kimi cumartesi- Pazar da Rahva ovasında Selçuklu atlarının toynaklarından kıvılcımlanan şimşekleri görür, kişnemelerini işitir- dim.)
İşte o ovada askerleriyle birlikte Cuma Namazı’nı kılan Selçuklu Sultanı Alparslan, namazdan sonra askerlerine: “Ey askerlerim ve kumandanlarım! Bugün burada ne emreden bir sultan, ne de emri alan bir asker vardır. Bugün ben sizlerden biriyim ve sizlerle birlikte savaşacağım. İşte savaş elbisemi giyiyorum. Eğer şehid olursam, bu elbise kefenim olsun" dedi. Beyaz elbisesini giydi, atının kolanını sıktı, kuyruğunu topuz şeklinde bağladı, yayını atıp eline topuz aldı ve ordusunu 4 kısma ayırdı; ikisini savaş alanının iki yanındaki tepelere yerleştirdi, 3’üncüsünü geriye çekti, ortadaki 4’üncüsiinün başına kendisi geçti. 50 bin kişilik Selçuklu ordusuna karşı, 150 bin kişilik Bizans ordusu...
“Allah Allah” sesleriyle şimşek gibi hücuma geçti Türk ordusu ve az zaman sonra kademeli olarak geri çekilmeye başladı. “Hurraa” sesleriyle ilerleyen Bizans ordusu hilal şeklinde kıskaca alındı ve gün batımına yakın savaş bitti...
Esir alınan Bizans İmparatoru Romanos Diogenes’i huzuruna kabul ederek sofrasına oturtup kendi aşından yediren Alparslan, Romanos Diogenes’e sordu: “Eğer zaferi sen ka- zansaydın bana ne yapacaktın?” “Bir kafese kapatıp teşhir edecektim" diye cevap verdi Romanos Diogenes. “Peki, benim sana ne yapacağımı sanıyorsun?” sorusuna ise: “Şu üç şeyden birini yapabilirsin: Birincisi öldürürsün; İkincisi teşhir edersin; üçün- cüsü ise mümkün görmüyorum ama, affedersin” dedi. “Evet” dedi Alparslan; “ben, sana göre mümkün olmayacak şeyi yapacak ve seni affedeceğim.”
Barış antlaşması yapıldı: Kurtuluş akçesi olarak 1,5 milyon altın verilecek, her yıl 360 bin altın vergi olarak ödenecek, bütün Müslüman esirler serbest bırakılacak, gerektiğinde Sel- çuklu’ya asker yardımı yapılacak; Antakya, Urfa, Malazgirt şehir ve kasabaları Selçuklulara bırakılacak...
Cihan tarihi böyle insanlık, böyle medeniyet örneklerini başka milletlerde gösterememiştir maalesef. Bu insanlığa çamur atanlar, Türk’e "barbar” diyenler utansın.

30 AĞUSTOSTA “BAŞKUMANDANLIK MEYDAN MUHAREBESİ” VE MİLLÎ İSTİKLÂLİMİZ

Osmanlı Devleti 1914-1918 yılları arasında devam eden 1. Dünya Savaşı’ndan mağlup çıkınca, “Mondros Mütarekesi” ni imzalamak zorunda kaldı. Buna dayanarak Fransa Adana, Pozantı, Maraş, Antep ve Urfa’yi; İngiltere Merzifon, Samsun, Erzurum, Eskişehir ve İzmit’i; İtalya Söke, Antalya ve Konya’yı-, Yunanistan İzmir’i işgal ettiler.
Paris Barış Konferansı nın Doğu Anadolu’yu Ermenilere, İstanbul ve Boğazları Milletler Cemiyeti Manda- sı’na, Doğu Trakya ve İzmir’i Yunanlılara vermesi üzerine vatan topraklarımızın her yerinde kurtuluş hareketleri başladı. Osmanlı Ordusunun içinde seçkin bir yeri olan Mustafa Kemal Paşa 9. Ordu Kıtat-ı Müfettişi olarak Anadolu’ya gönderildi. 19 Mayıs 1919’da Samsun’a çıkan Mustafa Kemal Paşa, kısaca özetleyecek olursak hiç vakit kaybetmeden “Kuvayı Milliye" yi kurdu ve Türk ordusunun başına geçti. Kurtuluş Savaşları’nda Dünya tarihlerinin kaydedemeyeceği bir kahramanlık örneği gösteren Türk Milleti, istilacı düşman kuvvetlerini bozguna uğrattı. Ve nihayet 30 Ağustos gününün sabahında Mustafa Kemal Paşa, ordularına şu emri verdi:
“Ben sizlere taarruzu değil, ölmeyi emrediyorum. Ordular! İlk hedefiniz Akdenizdir, ileri...” Kendisi de bizzat ordularının başına geçti.
Bu emir karşısında o yorgun, o bitkin askerler silkindi birden, dağ gibi doğruldu yerinden ve “Allah Allah” sesleriyle şimşek olup çaktı, bora olup patladı düşmanların beyinlerinde. Ve gün batımında mağrur Yunanlı Komutanı Trikupis kılıcını Mustafa Kemal Paşa’ya, ATATÜRK’e teslim etti. Tarih hâzinesi Anadolu’yu, altın ülke Türkiye’yi paylaşmaya gelenler, arkalarında 1,5 milyon ölü bırakarak döndüler ülkelerine sefil ve perişan olarak.
Bu “Büyük Taarruzu”u Mustafa Kemal Paşa bizzat ordularının başında olarak yüksek askeri dehasıyla sevk ve idare ettiği için bu savaşa “Başkumandanlık Meydan Savaşı” dendi.

DUALARLA KURULAN DEVLET

30 Ağustostaki “Büyük Taarruz” la istilâcı düşmanları vatan topraklarından kovan Türk Milleti, ATATÜRK’ün 21 Nisan 1920’de Kolordu Kumandan- ’ lıklarına, bütün vilayetlere, bağımsız sancaklara, Müdafai Hukuk Merkez , Heyetlerine, Belediye Başkanlarına gönderdiği tarihi genelgesi ile (Bkz: Belgelerle Türk Tarihi, sayı 23, sayfa 4-5) hatmi şerifler indirilerek, Peygamberimizin Sancağı Şerifini ve kut- . sal emanetleri taşıyarak tekbirlerle, J salâtü selâmlarla, dualarla,kurbanlarla ve 253 bin şehit Mehmetçiğin kanlarıyla “Türkiye Cumhuriyeti Devleti”ni kurdu. İşte onun içindir ki, bu devlet, “Devlet-i Ebed Müddet” tir. Ya- . ni 1000 seneden beri kurduğu 113 devletle vardır ve kıyamete kadar da var olacaktır.

BU DEVLETİ EBEDİ DEVLET YAPAN RUH SIRRI

Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusu ATATÜRK, her alanda olduğu gibi, milletimize İslam Dini’nin temel esaslarının hurâfe ve bid’atlardan arındırılmış olarak ve doğru kaynaklardan sunulabilmesi için de büyük gayretlere girdi.
Onun Meclis Başkanlığı döneminde 3 Mart 1924 tarihinde çıkarılan bir kanunla Şer’iye Vekâleti kaldırılmış, 429 No’lu kanunla Diyanet İşleri Başkanlığı kurulmuş; dini müesseselerin, cami ve mescitlerin idaresi-, imam-hatip, vaiz, müezzin-kayyım ve müftülerin tayin ve azilleri bu teşkilata verilmiştir.
Kuruluşunun 2. yılında 21 Şubat 1925 tarihinde yapılan bütçe müzakerelerinde, “dini neşriyat" üzerinde durulmuş, Kur’an-ı Kerim meal ve tefsirinin, hadisi-şerif tercümelerinin devlet imkanlarıyla yaptırılması kararlaştırılmış ve bu iki işin masrafları için o günün maddi imkansızlıkları içinde Diyanet bütçesine 20 bin lira ek ödenek konmuştur.
Neticesinde, Elmalılı Hamdi YA- ZlR’ın hazırladığı ‘Hak. Dini Kuran Dili Yeni Mealli Türkçe Tefsir* adlı 9 ciltlik meal ve tefsiri ile-, Ahmed NAİM ve Prof. Dr. Kamil MİRAS’ın hazırladıkları, “Sahih-i Buhari Muhtasan Tecrid-i Sarih Tercemesi’ adlı 12 ciltlik hadis tercümesi ortaya çıkmıştır.
Mütercim Ahmet NAİM, 1. Cildin 2. sayfasında bunu şöyle dile getiriyor: “...Diyanet İşleri Riyaseti-Büyük Millet Medisi’nce müttehaz (kabul edilen) bir kararı infâzen (yerine getirme işini)-Zebîdfnin bu muhtasannı Türk- çeye terceme etmek vazifesini râkı- mü’l hurûfa (eserin yazarı. Eskiden bir şey yazanlar alçak gönüllülük göstererek kendilerinden böyle bahsederlerdi) emretti.”
Çok berrak ve temiz duygularla İslâm Dini’ne bağlı olan ATATÜRK, Arapça olan Kur’an-ı Kerim ve Hadis-i Şeriflerin anlamlarının Türkçeye çevrilerek her kesimden insanın okuyarak anlamasını ve böylece de İslâm Dini’nin bid’at ve hurâfelerden arındırılmasını istiyordu.
Bunu açıklamak bakımından ATATÜRK’ün İslâm Dini hakkındaki şu sözlerini iyi etüd etmek gerekir:
“Bizim dinimiz en makbul ve en tabii bir dindir ancak bundan dolayıdır ki son din olmuştur. Bir dinin tabii olması için akla, fenne, ilme ve mantığa uygun olması lazımdır. Bizim dinimiz bunlara tamamen uygundur... Fakat nasıl ki her hususuta yüksek meslek ve ihtisas sahipleri yetiştirmek lazımsa, dinimiz felsefî gerçeğini tetkik için İlmî ve fennî kudrete sahip olacak güzide (seçkin) ve hakiki ulemâ yetiştirecek yüksek müessesele- re malik (sahip) olmalıyız.’1 (Bkz: Sadi Borak, Atatürk ve Din, İstanbul- 1962-, Dr. Utkan Kocatürk, Atatürk’ün fikir ve düşünceleri, Ankara-1971)
Peygamberimiz Hz. Muhammed (s.a.s) hakkında ATATÜRK’ün söylediği şu veciz sözler de, ne büyük anlamları içerip özetliyor:
“O, Allah’ın birinci ve en büyük kuludur. Onun izinde bugün milyonlarca insan yürüyor. Benim, senin adın silinir, fakat o sonsuza kadar ölümsüzdür.” (Dr. Utkan Kocatürk, adı geçen eser.)
Milli Mücadele’nin kazanılmasından sonra çıktığı yurt gezilerinden Balıkesir’de 7.1.1923 tarihinde zağnos Paşa Camii’nde ATATÜRK bir hutbe irad ediyor ve diyor ki:
“Ey Millet! Allah birdir, şânı büyüktür. Allah’ın selâmeti (esenliği), âtıfeti (koruması) ve hayn (iyiliği) üzerinize olsun. Peygamberimiz Efendimiz Hazretleri, Cenab-ı Hak tarafından insanlara hakâyık-ı diniyeyi (dini gerçekleri) tebliğe memur ve Rasûl olmuştur. Kanuni esasî cümlenizce malumdur ki Kur’an-ı Azîmüşşan’daki nusustur (doğruluğu şüphe götürmeyen bilgiler), insanlara feyz (ilim-irfan) ruhu vermiş olan dinimiz son dindir, ekmel (kusursuz) dindir. Çünkü dinimiz akla,mantığa, hakikata tamamen tevâfuk ve tetâbuk ediyor (uyuyor). Eğer akla, mantığa ve hakikata tevâfuk etmemiş olsaydı, bununla diğer kavânîn-i tabîiyye-i ilâhiyye beyninde (İlâhi ve tabii kanunlar arasında) tezat (zıtlık) olması icabederdi. Çünkü bilcümle kavânîn-i kevniyyeyi (bütün dünya kanunlarını) yapan Cenab-ı Hak’tır.
Arkadaşları Cenab-ı Peygamber, mesaisinde iki dâra yani iki haneye (eve) mâlik bulunuyordu. Biri kendi hanesi, diğeri Allah’ın evi idi. Millet işlerini Allah’ın evinde yapardı.
Efendileri Camiler birbirimizin yüzüne bakmaksızın yatıp kalkmak için yapılmamıştır. Camiler tâat ve ibadet ile beraber din ve dünya için neler yapılmak lazım geldiğini düşünmek yani meşveret (fikir alış-verişi) için yapılmıştır. Millet işlerinde her ferdin zihni, başlı başına faaliyette bulunmak elzemdir (en lazımdır). İşte biz de burada din ve dünya için, istikbal ve istiklâlimiz için, bilhassa hâkimiyetimiz için neler düşündüğümüzü meydana koyalım. Ben yalnız kendi düşüncemi söylemek istemiyorum. Hepinizin düşündüklerini anlamak istiyorum. Âmâl-ı Milliye (milletin işleri), İrâde-i Milliye (milletin istekleri) yalnız bir şahsın düşünmesinden değil, bilumum efrad-ı Milletin (bütün millet fertlerinin) arzularının, emellerinin muhassalasından (neticesinden) ibarettir. Binaenaleyh benden ne öğrenmek, ne sormak istiyorsanız serbestçe sormanızı rica ederim.” (Prof. Dr. Enver Ziya Karal, Atatürk’ten düşünceler, 3. baskı, Türkiye İş Bankası Yayınları, Ankara -1969; Dr. Utkan Koca- türk, a.g.e)
Burada ATATÜRK, halkın sorduğu 20 kadar soruya cevap veriyor.
İşte tertemiz İslâmî inanç, İslâm Dini hakkında köklü bilgi, köklü düşünce ve güven... Bilen insan kendine güvenir, bilgisini her ortamda tartışır ve müdafaa eder. Camide vaaz eden vaiz, panelde konuşma yapan hatip, meydanlarda nutuk atarak memleketin kaderine talip olan siyasetçi, ATATÜRK’ün gösterdiği bilgi ve cesareti gösterip, konuşmasının bir bölümünü işte böyle soru ve cevaplara ayırabilse; herkes, “Benim dediğim doğrudur” düşüncesinde olmayarak medeni ölçüler içerisinde fikirler tartı- şılabilse, ne güzel şeyler çıkar ortaya, öyle değil mi?
Ama ne yazıktır ki, “orada soru sorulmaz, burada tartışılmaz" yasaklarına hapsetmişiz kendimizi.