Makale

HOŞGÖRÜ

HOŞGÖRÜ

Abdulbaki Keskin

Kimimizin müsamaha, kimimizin tolerans, kimimizin de hoşgörü dediğimiz şey, genelde, güzellikleri, çirkinlikleri bulunan eşya veya olaylar karşısında çirkinliklerden çok, güzellikleri görebilme yeteneği olarak tanımlanabileceği gibi; farklı inançlar, farklı kültürler, farklı geleneklere karşı sergilenebilen hazımkarlık tavrı, saygı gösterisi olarak da nitelenebilir...
Gerçekte, biz bu tavrı, bu saygıyı dinimizden öğrendik...
Bilindiği gibi İslâm, kendisinden önce gönderilmiş olan dinlerin sadece asıllarını kabul etmekle kalmamış, mensuplarına, "Ah lul Kitab" adı ile özel bir statü tanıyarak, haklarının korunmasını kanuna bağlamış, kültür ve geleneklerine saygıyı da, sosyal hayatın vazgeçilmez bir prensibi olarak görmüştür.
Asırlarca bu prensiplere bağlı olarak yaşamış olan insanımız, gerek birbirlerine ve gerekse içiçe bulundukları yabancılara karşı gösterdikleri hoşgörü denilen bu güzel duygunun müstesna örnekleri ile sembolleşmişlerdir.
Ancak, yerli bilginlerimizden, Prof. Şerif Mardin, kendisi ile yapılan bir mülakatta, "...Türk insanı, son yüz yıllık çalkantı döneminde, ön<e hoşgörüsünü yitirdi. Ne geleneksel Osmanlı hoşgörüsü kaldı ne de, Frenkvari hoşgörüyü alabildik. En azından, Batının insan haklan anlayışı çerçevesindeki hoşaörüsünü dahi kabulleneme- miştik. Bana öyle geliyor ki, son günlerin Türkiyesinde hoşgörü gibi bir şey, tekrar aramıza girmeye başladı "(1) diyor.
Üzüntü ile itiraf edelim ki, biz, son yüz yıl içeresinde sayın Mardin’in işaret ettiği, sadece hoşgörümüzü değil, maalesef, bizi biz yapan, bizi büyük yapan pek çok değerlerimizi kaybettik.
Çünkü biz, önce öz mirasımızı reddettik. Bu yüzden de, kendimize olan saygımızı, kendimize olan güvenimizi yitirdik.
Daha doğrusu bunlar bize, profesörün deyimi ile "..Frenkvari hoşgörüyü.." kabul ettirmek için, kaybettirildi.
Bu amaçla bizden Batıya yönelenler, hoşgörü kavramını adeta batılı tavırla özdeşleştirdiler.
Bu çevrelerce Batı denilince, hemen hoşgörü akla gelir oldu.
Toplumumuzda, İslâmî bilmeyen veya anlamayanların her hangi bir katılığı ve bağnazlığı eleştirilirken, aksini göstermek için hep batı örneğine baş vurulur oldu.
Acaba batı gerçekten hakşinas, hoşgörü sahibi bir toplum muydu?..
Tarafsız bir gözlemcinin, iyi bir araştırmacının bu soruya rahatlıkla evet diyebileceğini sanmıyoruz.
Bize gelince, Batı ile ilgili pek çok yargımızda olduğu gibi, insan hakları, hoşgörü konusunda da, büyük bir yanılgı içerisinde olduğumuzda şüphe yok.
Hatırlamak için belleğimizi fazlaca zorlamaya gerek var mı bilemem.
Onaltıncı yüzyılda, kilisede, re- form-karşı reform hareketleri ile başlayan ve Hıristiyan mezhepleri arasındaki ilişkilerde bağnazlığa, yobazlığa, hatta düşmanlığa dönüşen müsamahasızlık tarih boyunca devam edegelmiştir.
Mesela, kilise geleneğini, papalığın otoritesini, gerçek inancı inkar ettikleri ileri sürülen Protestanlar, Katolikler tarafından kafirlikle itham edilirken; kilise merasimlerini, dinî gerçekler seviyesine yükselttikleri, papayı, Hz. İsa’nın otoritesine denk bir yetkiye sahip kıldıkları iddia edilen Katolikler de, Protestanlar tarafından sapıklık ve inancı ters yüz etmekle suçlanmıştır.
Bu müsamahasızlık, sadece dini ve teolojik alanlarda kalmamış, Katolik ve Protestanlar arasında siyasi ve kültürel parçalanmalara, hatta Batı ülkeleri arasında yüz yılı aşan (15591689) din savaşlarına neden olmuştur.
Bu savaşların resmen sona ermesi ile de bitmeyen düşmanlıklar, ölümlerle sonuçlanan şiddet olayları, Güney Avrupa’da (Fransa, İspanya, İtalya ve Portekiz) azınlık durumunda olan Protestanlara; Kuzeyde, (İngiltere, Almanya, Hollanda, İskandinav ülkelerinde) aynı durumda bulunan Katoliklere karşı sürdürülmüştür.
Amerika’nın birinci derece müstemlekecileri sayılan Avrupalı Protestanlar ise, Yeni Dünyada husumetlerini bu defa sadece Katoliklere karşı değil, aynı zamanda, Yahudilere de yöneltmişlerdir.
Mesela, 1920’lerde Amerika’daki komisyoncular, Yahudilere ev kiralamayı reddederlerken, ev sahipleri de, "To let, No Jews", "Kiralık ev var, Yahudilere verilmez" anlamına gelen ilanlar yazmışlardır.
Hatta, Saratoga, Manhattan Beach ve Coney Island gibi, New York ve New Jersey’nin tamamındaki sayfiye yerlerine astıkları levhalarda da, "No Jews or Dogs Admitted Here"(2), "Buraya ne Yahudiler ve ne de köpekler kabul edilir." deniliyordu.
1830 da kurulan, "Mormon Church" denilen kilise mensupları da bu düşmanlıktan paylarını almışlardı.
Nitekim Missouri valisi 1838 de yaptığı bir konuşmada, "Mormonlar mutlaka düşman kabul edilip ya tamamen yok edilmeli, veya gerekiyorsa, halkın iyiliği için memleketin sınırları dışına sürülmelidir."(3) eliyordu.
Daha dün diyebileceğimiz yakın bir tarihte, 1958 de yapılan bir araştırmada, eğer Cumhurbaşkanı adayı bir katolik olsa, oy verir misiniz sorusuna, her dört Amerikalıdan biri hayır diye cevap vermiştir.
Yani toplam nüfusun %25’i, aday, sadece katolik olduğu için oy vermeyi reddetmektedir.
Aynı araştırmada, bu aday Yahudi olsa, oy verir misiniz sorusuna ise, nüfusun %28’i hayır demiştir.(4)
Görüldüğü gibi, bizdeki hayranlarının anlattıklarının aksine, Batılı, tarihi boyunca hiç bir zaman hoşgörü sahibi olmamış. Bırakın başka inançları, başka kültürleri; kendi inandıkları dinin farklı mezhep mensuplarına karşı bile, bağnazlıktan, yobazlıktan, hatta düşmanlıktan kendilerini bir türlü kurtaramamışlardır.
Bugün dünyanın gözleri önünde, Bosna-Hersekte cereyan eden insanlık dışı faciaya, Türk Dış politikası ısrarla, belki de haklı bir taktikle, bu bir Müslüman-Hıristiyan savaşı değildir diyor.
Ancak, Sırp canavarı da, Batıya seslenerek, "..Avrupa’nın göbeğinde fundamentalist bir İslâm Devleti kurulmasına müsaade mi edeceksiniz?.." biçimindeki çağrısı ile, aylardan beri Müslümanlara karşı sürdürdüğü cenosit hunharlığının adeta gerekçesini açıklıyor.
Batı da, bu çağrıya sanki cevap verircesine, yakın tarihte esi, benzeri görülmemiş bu hunharlık karşısında takındığı tavırla,
1993 lerde dahi, farklı inançlara, farklı kültürlere, farklı geleneklere karşı tahammülsüzlüğün, hoşgörüsüzlüğün, hatta cok sinsi düşmanlığın belgelerini bir defa daha ortaya koyuyor.
Aksi halde, bir hoşgörü rejimi diyebileceğimiz demokrasinin şampiyonluğu iddiasını dillerinden düşürmeyenler, Bosna- Hersek’teki Müslümanların maruz bırakıldıkları bu cinayetler karşısındaki suskunluğu, iki yüzlülüğü nasıl izah edeceklerdir.
Yukarıda, tarihi perspektifi içerisinde gerçek yapısını, gerçek karakterini anlatmaya çalıştığımız Batıyı, bize, son yüzelli yıldan beri, iyinin, güzelin, uygarlığın, hakşinaslığın, hoşgörünün kusursuz örneği gibi takdim etmeye çalışanlara, bugün de, bizi bütün gücü ile dışlamasına rağmen, onunla entegre olabilmek için sadece milli menfaatlerimizden değil, bazan milli haysiyetimizden bile fedakârlık gösterenlere, hoşgörü konusunda kendi dünyamızdaki binlercesinden birkaç örnek hatırlatmak istiyoruz.
Bilindiği gibi, İslâm bilginleri, daha sekizinci, dokuzuncu, onuncu asırlarda farklı görüşlerini tartışırlarken, "..Benim söylediklerim doğru, yanlış olma ihtimali var. Sizin söyledikleriniz yanlış, doğru olma ihtimali var. Ama, en doğrusunu Allah bilir." diyerek, uygar ve ilmi bir yaklaşım, bilimsel metodla, Batının bugün bile kâbına ulaşamadığı, sadece hoşgörünün, alçak gönüllüğün emsalsiz örneklerini sergilemiyor, ilmin en büyük kanununun izafilik (relativism) olduğunu da ifade ediyorlardı.
Batılı, 1920 lere kadar bir Yahudi ile bir köpeği aynı sayarken, bundan 539 yıl önce, dünyanın en büyük, en güçlü Müs- lüman-Türk Hakanı Fatih Sultan Mehmet, "..Ben, Yahudi tebaamı havrada, Hristiyan tebaamı kilisede, Müslüman tebaamı da camide görmek isterim." diyordu.
Bugün de, Türkiyede tam bir özgürlük içerisinde yaşayan beşbin Rum’un yetmişbeş kilisesi, dillerini ve kültürlerini öğreten okulları, haftalık çıkan dergileri, günlük yayınlanan gazeteleri var.
Dünya Yahudiliği bu yıl, New York’ta, İstanbul’da, Selanik’te, İsrail’de, 1492 yılında(5) Avrupa’nın kılıcından kurtulmak için Osmanlının himayesine sığınan Yahudilerin hürriyet ve güvenliklerinin 500. yıl dönümünü kutluyor.
Şimdi soralım, 21. yüzyılın eşiğinde, Avrupa kıtasındaki Bosna-Hersek’te bir avuç Müslümanın varlığına tahammül edemeyerek başlarına bombalar yağdıranların, hastahanele- ri, yetimhaneleri, ölülerini defnetmek için mezarlığa gidenleri, yaşlı, kadın, çocuk demeden masum halkı kurşun yağmuruna tutanların ve bu facia karşısında sudan bahanelerle sessiz kalanların hoşgörüden, uygarlıktan, hatta insanlıktan nasipleri var mıdır?..
Yazar Lally Weymouth, 12 Ekim 1992 tarihli Washington Post Gazetesinde yayınlanan bir makalesinde, Amerikan gizli servisi CIA in son bir raporuna dayanarak verdiği bilgide; Bosna-Hersek’teki faciaya hemen son verilmemesi halinde, bu kış, sadece soğuktan 150.000-200.000 kişinin öleceğinden sözediyor ve hertürlü imkan var iken olaya müdahale edilmeyerek, Sırp canilerine Müslümanları kökünden kazımaları için adeta fırsat verircesine, sessiz kalınmasının Müslümanlara karşı en azından bir vicdansızlık olduğunu kaydediyor.
***
(1) Zaman Gazetesi, 6 Ekim, / 992.
(2) James Davison Hunter, Cultur Wars, pp.35-40
(3)South Atlantic Quarterly 75 (Spring 1976)pp. 212-225; D.B.Davis, Mississippi Vally Historical Review 47 (I960) pp. 205225.
(4)J.D., Culture War, p.40.
(5)Nissim Re/wan, Contemporary Jewish Religious Thought, pp. 487492.