Makale

SANAT GELENEĞİMİZ

SANAT GELENEĞİMİZ



Türk mimarisi içinde, Türk sanat hayatında camilerin önemli bir yeri vardır. Beş vakit ibadetini yaptığı mabedine Türk’ün zevkini yansıtan insanımız, ruhunun inceliklerini de nakşetmeyi
ihmal etmemiştir. İşte bu zevktir ki, İnce Minare’leri, Gök Medreseleri, Selimiyeleri, Sultanahmetleri inşa ettirmiş, Mimar Sinanları yetiştirmiştir. İşte bu sebepledir ki günümüzün güçlü yazarlarından Samiha Ayverdi "Sanat Geleneğimiz" isimli yazısında bu konuyu işlemiştir. İslâmiyetle bütünleşen Türk sanatının zirveye çıkışını bu yazısında anlatmıştır. Camiler haftası münasebetiyle bu yazıyı siz değerli okuyucularımıza sunuyoruz.

Nerede bağlanıp nerede çözüldüğü kestirilemeyen bir târihin diliyle her adımda bir gûna konuşan Anadolu Selçuklu merkezleri, hâlâ yer yer mihraklar veren âbidelerinin bakiyeleriyle bugün dâhi öğünebilir.
Tokat’ın Gök Medresesi, Rüstem Paşa Camii, Erzurum’un Çifte Minaresi, Melikşah Künbedi, Sivas’ın Gök Medresesi, Niğde’nin Ak Medresesi, Karaman’ın Hatuniye Medresesi, çifte minareli medreseleri, Akşehir’in Taş Medresesi, tepeden tırnağa takıp takıştırmış gelinler gibi, hâlâ Anadolu’nun bağrında hesabı görülmüş şanlı bir târih macerasının rüyasını dokuyan eserlerden bazılarıdır.
Ama bu nasıl bir şahsî rüya ki, içinde Helenistik-Roma dünyasının san’at görüşüyle irtibat ve iştirak kurmamış, saf bir Ortaasya ikliminin damgasını taşımaktadır.
Böylece de Selçuklular, derinlemesine kök saldıkları Anadolu topraklarında fikrî ve bediî güçleriyle, ayrı bir medeniyetin örneklerini vererek Helenistik-Roma verimlerinin karşısına çıkmışlardır.
Öyle ki bir taraf, putperest ve politeist Greko-Romen bakiyelerine zemin teşkil ederken, diğer taraf, İslâm’ın tevhidçi anlayışını san’at heyecanlarıyla dile getirmeğe uğraşıyordu.
Bir dünya görüşü ve hayat felsefesinin cemiyet şartları içinde kalıplanıp ifadelenmesi demek olan mimarî, böylece Selçuklularda da, inanış ve düşünüşlerine, meydana getirdikleri san’at eserleriyle, ayna tutmakta idi.
Moğol istilâlarından, Iran ve Hakemlilerden kaçan ilim ve san’at adamları için Anadolu, bir nevi kal’a ve sığınak olmuş, şüphe yok ki bu akış ve kaynaşma, Selçuklu medeniyetini inceleştirip geliştirmekte ehemmiyetle rol oynamıştır.
Böylece de İran’ı, Turanı sarmış olan Islâmi anlayış, Anadolu Selçuklularında bir devre adını veren, fikir ve san’at meş’alesini tutuşturup, ırkî, coğrafî ve vicdanî bir terkib ve üslûp meydana getirmiştir.
Ortaasya’dan süzülüp, eğlendiği ve oyalandığı medeniyetlerden, az veya çok, izler ve tesirler ala ala yoluna devam eden Selçuk mimarîsi, Roma’nın mirasçısı ve Bizans’ın yakın komşusu olmasına rağmen, bu gayrı İslami san’atlara meyletmekten uzak kalırken, bir dereceye kadar Elcezire ve Iran san’at an’anelerine kulak kabartır olmuştur.
Fakat Selçuklu mimarîsi, plânda olsun, süslemede olsun, mütecanis ve ağırbaşlı bir merhaleye varamamış olmakla beraber, gene de, kimden ne almış ne getirmişse, kendi tarzı ve üslûbu içinde hazmederek, "yerliyim!" diye öğünecek bir olgunluktan da uzak kalmamıştır.
Anadolu Selçukluları, Süleyman Şah’dan sonra birlik ve merkeziyetlerini kaybederek içtimaî, siyasî ve iktisadî buhranlarla harman olup savrulurken bile, medeniyet ve san’at hamlelerini, âbidelerinin diliyle terennüm etmekten geri durmuyorlardı. Bir taraftan kılıçlarından kan damlayıp, içten ve dıştan vuran cenklerin kasırgası ile mamureleri viran olurken bile, soluk almak fırsatı bulur bulmaz, camiler, medreseler, hanlar, hamamlar, birer masal kahramanı gibi köklerini toprağa salıyor, çiniler pişiriliyor, nakışlar işleniyor, oymalar oyuluyor, taşa, mermere can veren eller, seslerini ve nefeslerini, gelecek zamanların kulağına okuyordu.
İlmin başına en şâhâne külahı geçiren, en yumuşak ve yumuşatıcı mekânı kuran Selçuk medreseleri, belki de öğrenme ve öğretme arzu, iştihâ ve disiplini verme bakımından, dünyanın yeniden elde etmek isteyeceği örnek bir tarz ve karakter taşır.
Öyle ki bir Sırçalı medrese, sanki zevk ve san’at infilâkının tâ kendisi imişcesine, Konya bozkırlarının ortasına, dilsiz bir ilim davetçisi imişcesine, bütün ihtişamiyle geçip oturmuştur.
Ya önünde huşu ile eğilmek arzusu uyandıran İnce Minare Medresesi için ne demeli? Kapısının üstünde, kıyamete kadar ayrılmamaya and içmiş iki âşık gönül gibi sarmaş dolaş olan rûmîler, irfan ve hikmet susamışlarına birer çağırış nağmesi değil de ya nedir?
San’at ve ziyneti, daha cümle kapısından başlayan ve içine ilk adım atana, kötülüklerini hatalarını dışında bırakmak, yerlerine güzellikler ve iyilikler koymak arzu ve iştiyakı veren bu öğretim ve terbiye müesseseleri, muhteşem bir rüya gibi gerilip genişleyen eyvanları nakışlı, yaldızlı kubbeleri, bir vecd ve aşk ürpertisini çinilere, taşlara, oymalara, yazılara, motiflere geçirmiş renkleri, ahenkleri ve çizgileriyle, ne kadar çağına, dost ve âşinâ merkezlerdir.
Birer sevdâ nağmesi inceliğiyle vatan coğrafyasının orasına burasına serpilen bu medreseler, imaretler, kervansaraylar, iman duygusunun etrafında birleşen ve örgüleşen bütün bu hayrat, ilim ve, san’at aşkının merkezcikleri, Müslüman-Türk ordularının gazâ ve cihad ruhu ile, nasıl da atbaşı gitmekte bulunuyordu.
Selçuk mimarîsi dört başı mâmur bir plân vahdetine varamadığı için, san’atkâr, hissettiği bu tereddüt ve zaafı, hârikulâde gösterişli tezyinat ile kapamak istemiştir.
Fakat Selçuk san’atında dikkat edilecek nokta, onun, Osmanlı mimarîsinin
vahdetli ve mantıklı kemâlini hazırlayan bir çabalama mertıalesi olduğu keyfiyetidir.
O, Osmanlı mimarîsi ki bir koluyla Asya’ya, bir başka koluyla Afrika ve Avrupa’ya uzandığı halde, o da ne putperest ve politeist Greko-Romen üslûbuna kaymış, ne Selçuk san’atına kur yapmaya tenezzül etmiştir. Böylece de, Doğu’nun ve Batinın san’at plâtformuna ayak basmadan kurduğu şahsi bir terkib ve düzenle, san’atında, birlik ve sevgi şuurunu âbideleştirmek suretiyle, dünyaya parmak ısırtır olmuştur.
Şüphe yok ki bugün, tarihî ve an’anevî yatağından çıkıp, yabancı ve
soysuz cereyanların içine karışarak şahsiyetini kaybeden Türk mimarîsine, hâlâ asırların arkasından ses vermekte olan Selçuk ve Osmanlı mimarîsinin söyleyeceği söz, göstereceği yol, aşılayacağı şuur, idrak, zevk ve miras vardır.
Onu sığındığı yabancı san’atların pençesinden kurtaracak, küçüklük ille- ’ tinin ittiği taklit bataklığından çekip, tekrar tarihî yatağına götürecek uyanık ve kudretli eli öpmeye, Türk milleti her zaman hazır beklemektedir.
■ SAMİHA AYVERDİ