Makale

DÜNYA DÖNÜYOR

DÜNYA DÖNÜYOR

Dr. Abdulbaki Keskin

BU tarihî sözü hatırlayacaksınız... Modern astronominin kurucusu Polonyalı bilgin Coperni-cus (1473 - 1543), ilk olarak, pilanetlerin güneşin etrafında döndüğü teorisini açıklayınca bu görüşleri Kitab-ı Mukaddese aykırı bulan kilise, ayaklanmış, hatta, teori taraf-tarlarından bir kısmını lnquisition mahkemeleri kararlan ile acımasız bir şekilde ateşte yakarak öldürtmüştü.
Ancak mesele bu kanlı olaylarla bitmemiş, yeni buluşları ile Copemicus doktrinini destekleyen ünlü matematikçi, feza bilimcisi, İtalyan asıllı Galileo (1564-1642), "Dialogue" adı altında yazdığı bir kitabı ile aynı fikirleri ileri sürmesi üzerine, konu yeniden alevlenmiş, kilise, bu defa da Galileo’ya hücum etmeye başlamıştır.
Son derece dindar bir insan olan Galileo, bu hücumlara karşı görüşlerini savunurken,".. İncil bize, Cennete nasıl gidileceğini öğretiyor, dünyanın nasıl döndüğünü değil. Kaldı ki, dinin de, tabiatın da yaratıcısı Allah’tır. Tek kaynaktan gelen iki şey arasında bir çelişki söz konusu olamaz.."’^ demiş, aynı kaynağa dayanan din ile ilim arasında bir uyuşmazlığın olamıyacağını, şayet ikisi arasında bir çelişki varsa, bunun, Kitab-ı Mukaddesin yanlış yorumlanmasından meydana gelmiş olabileceğini münasip bir dille ifade etmeye çalışmıştır.
Ancak bu beyan, kiliseyi tatmin etme yerine daha da azdırmış ve 70 yaşında, hasta, çok zayıf durumda olan Galileo’nun Romada, Papalığın lnquisition mahkemesine celbedilmesine sebep olmuştur.
Üç gün aralıksız devam eden soruşturma sonunda, mahkeme huzurunda diz çöktürülen Galileo’ya, görüşlerinin yanlış olduğunu, bunlardan nedamet duyduğunu, Copemicus dokt-rininin de, doğru olmadığını içeren bir itirafname okutturulmuş ve kendisinin de hayat boyu hapse mahkum edildiği bildirilmiştir.
Bunun üzerine, bulunduğu yerden ayağa kalkmaya çalışan ihtiyar bilginin, "ama dünya dönüyor" anlamına gelen, "E Pur
Si Mouve" şeklinde bir cümle mırıldandığı işitilmiştir j4’
Bazı araştırmacılar, böyle bir cümlenin, yaşlı bilgin için o anda son derece tehlikeli olduğunu ileri sürerek, söylememiş olabileceği ihtimali üzerinde dururken, İngiliz Filozofu B. Russell, "..Bu cümleyi bizzat dünya söylemiştir.."’5’ diyor.
Evet, dünya dönüyor...
Bu tarihî sözü, sadece hafızalarınızı tazelemek için değil, bir konu münasebeti ile hatırlattık.
Geçenlerde, T.C. Başbakanlık Diyanet İşleri Başkanlığı Protokol, Basın ve Halkla İlişkiler Müdüriüğü’nce hazırlanan basın özetlerini gözden geçirirken, 28.6.1992 tarihli Nokta Dergisinin, Diyanet İşleri Başkanlığının yapısı, varlığı, görevi ve bütçesi hakkında yaptığı bir araştırma yazısı dikkatimizi çekti.
Bu yazıda, işaret edilen konularda, sağdan soldan, bir kısım kişilerin fikirlerine baş vuruluyor ve bu arada, Atatürkçü görüşleri ile tanınan, araştırmacı-yazar Cahit Tanyol diye takdim edilen birisinin, "Diyanet İşleri Başkanlığı, Türkiye’nin en tehlikeli kurumlarından biridir. Osmanlı döneminde olmayan yetkilerle donatılmıştır. Son yıllardaki Diyanet İşleri Başkanları, Atatürk döneminde olsalardı, İstiklal Mahkemelerinde ipe çekilirlerdi.." şeklinde bir ifadesine yer veriliyor.
Copemicus’un doğumundan buyana 519 yıl geçti. Şüphesiz, geçen bu uzun zaman zarfında çok şeyler değişti. İmparatorluklar çöktü, rejimler yıkıldı, milletler parçalandı, milletler birleşti, sınırlar altüst oldu, düşünceler, insanlar, dünyamız değişti.
Dün, Allahsızlığı, devletlerinin resmî ideolojisi haline getiren Vladimir Lenin’lerin, Joseph Stalin’lerin, Nikita Khrush-chev’lerin, Leoned Brezhnev’lerin torunları, bugün, Allah’a inandıklarından söz ediyorlar.
Artık uygar ülkelerde hiç kimse ilmî görüşlerinden veya dinî inançlarından dolayı, ne anayasalarla susturuluyor, ne Inquisition ve ne de, İstiklal Mahkemeleri’nde ölüme mahkum ediliyorlar.
Evet çok şeyler değişti. İmparatorluklar çöktü, rejimler yıkıldı, milletler parçalandı, milletler birleşti, sınırlar altüst oldu, düşünceler, insanlar, dünyamız değişti. Ama, Türkiye’de bir kısım insanların kafaları bir türlü değişmedi.
Değişmeyen bu kafalarca, Türkiye’nin en tehlikeli kurumlarından biri Diyanet İşleri Başkanlığı olduğuna göre, tehlike bakımından aynı nitelikte olduğu ileri sürülen diğer kurumlar acaba hangileridir diye akla bir soru geliyor..
Acaba bunlar, sık sık gündeme getirdikleri İmam-Hatip Liseleri mi, Kur’an Kursları mı, yoksa Camiler mi veya bizzat Dinin kendisi midir?
Müslümanların vergileri ile ayakta duran devletin, Müslümanlara hizmet sunan insanlara ödediği parayı özellikle son bir kaç yıldan beri dillerine dolayan, bütçeye yük sayan ve böylece, din hizmetleri aleyhine sinsice bir kamuoyu oluşturmaya çalışan kafalar, şüphesiz, insanları düşüncelerinden, inançlarından dolayı İstiklal Mahkemelerinde ipe çekmek isteyen kafalardır.
Beş asır öncenin kilise hıncı ve taassubu ile düşüncelere, inançlara karşı çıkan bu fosilleşmiş kafalar acaba dünyanın döndüğünün hâlâ farkında değiller mi? Ne dersiniz.?
Bu noktada, muhafazakar kesime de seslenirken, Diyanet İşleri Başkanlığı’nın mevcut yapısı, fonksiyonu ve sorumluluğuna ilişkin, özeleştiri kabilinden bazı şeyler söylemek istiyoruz.
Bildiğimiz, gördüğümüz ve içerisinde bulunduğumuz kadarı ile, bu müessese, kurulduğu günden bu yana, sahip olabildiği imkanlarla Müslüman halkımıza samimiyetle hizmet etme, milletimizin birlik ve beraberliğini koruma çabası içerisinde olmuştur.
Daha da önemlisi, kurucularının amaçları ne olursa olsun, bugüne kadar dinimizin esaslarına ters düşen, inançlarımızla bağdaşmayan her hangi bir sapma da göstermemiştir.
Mümkün olduğu kadar günlük siyasî ilişkilerden ve etkilerden uzak kalmaya çalışmış, herhangi bir dinî gurup veya kılikle de, organik bir bağ kurmamaya özen göstermiştir.
Bugün nisbeten gelişmiş olan imkanları ile yurtiçinde ve yurtdışında din ve din kültürü hizmetlerinin disiplinli, ciddi ve verimli bir şekilde sunulmasını temin etmiş ve bu hizmetlerin idamesine gayret göstermektedir. Herhalde, önce bu doğruları kaydetmek bir insaf ve bir hakşinaslık borcudur.
Ancak bütün bunlar, bu müessesenin çok mükemmel olduğunu, sorumluluğunu bütünü ile yerine getirebildiğini söylemek anlamına da gelmez.
Yukarıda, kendimize yönelik bir özeleştiri yapacağımızdan söz etmiştik. Bunun rahatlığı içerisinde, ülkemizde, Diyanet İşleri Başkanlığı müessesesini ve top yekûn dinî hayatı etkileyen sebepleri incelerken bunlardan çok önemli addettiğimiz bazıları üzerinde durmak istiyoruz.
Türkiye’de öteden beri, bir kısım sözde entellektüelin, bir kısım politikacının, bir kısım basının ve kendilerini bazı şeyleri korumakla görevli sayan bir kısım kurum ve kuruluşların, dinin fonksiyonuna ve ilgi alanlarına ait saptırılmış bir kamuoyu oluşturma ve böylece, ülkemizde dinî hayat, din müesseseleri ve dindarlar üzerinde manevî bir baskı kurma amacında olduklarını biliyoruz...
Bunlara göre din, politikanın dışındadır. Bu kesimden bazıları da, aynı maksadı ifade eden başka bir cümle ile bir saygı gösterisi kurnazlığı içerisinde, din, politikanın üstündedir derler...
Pekala, politika nedir? İngiliz Muhafazakar Partisi Genel sekreterine göre, politika, hayatın ta kendisidir.
Eğer politika hayatın ta kendisi ise, din de, politikanın dışında veya üstünde ise, o halde, dinin hayatla hiç bir ilgisi yok demektir.
İşte, Türkiye’de yaratılmak istenen din imajı budur.
Osmanlı döneminde olmayan yetkilerle donanmış olma gülünç iddiası bir yana, üzerine giydirilmiş dar bir elbiseye benzeyen mevzuatına rağmen, Diyanet İşleri Başkanlığı, bu çarpıtılmış din imajı yaklaşımına karşı çıkmalı ve durun bakalım beyler, politika hayatın ta kendisi ise, din de, hayatın ta kendisidir. Onu camiye hapsedemezsiniz. Demeli ve gerek-çelerini şöyle açıklamalı idi.
Dinler, insanların refah ve mutluluğunu sağlamak, onların, yaratılış amacına uygun, insanca ve kardeşçe yaşamalarını temin etmek için gönderilmiştir...
Binaenaleyh, insanları, gerek bireysel, gerek toplum, gerek ulusal ve gerekse uluslararası bazda ilgilendiren her şey, dini ilgilendirir.
Dinin, insanlarla, onların problemleri ile ilgilenmesinin de, hiç bir zaman günlük politikaya bulaşmak olmadığını, din kendi gerçeğini, kendi ölçüleri içerisinde, her zaman, her yerde ve her şartta söylemek durumunda olduğunu, eğer söylenenler, bazan bir politikacının görüşlerine, bir partinin siyasî gündemine uygun düşüyorsa, bu, o politikacının veya o partinin desteklendiği anlamına gelmediği gibi, bunun aksi de herhangi bir politikacının veya siyasî partinin yerilmesi demek olmadığı gerçeği açıkça ifade edilmeli idi...
İslâm Dini’nin ölçülerinin ve meselelere yaklaşımının evrensel olduğu, bu bakımdan, ister toplumun bir kesiminden, isterse bizzat devletin kendisinden gelmiş olsun, insanların inançlarına, düşüncelerine yönelik her türlü baskının, insan haklan ihlallerinin kabul edilemez olduğu açıkça ortaya konulmalı idi.
Meselâ, Batı ülkelerinde yaşayan ve çalışan Müslümanlardan bir kısmı için,’7’ Cuma namazlarını vaktinde ve usulüne göre eda edebilmeleri kanunla temin edilmiş bir hak iken, % 99’u Müslüman olan ülkemizde, devlet kurumlarında veya özel sektöre ait iş yerlerinde çalışanlara, resmen bu imkanın verilmemesinin, insan haklarının en önemlilerinden birisi olan "ibadet etme" gibi, kutsal bir hakkın açık bir ihlali olduğu; Türk Devletinin temelinde yatan felsefe, Batılı olmaktır diyenlere; ben, Alman ekolüne mensubum; ben, Fransız kültürü ile yetiştim, Batıyı iyi bilirim diye böbürlenenlere, milletin huzurunda anlatılmalı idi.
Sovyet komünizmi yıkılmadan önce, Batı tarafından Avru-paya yerleştirilmek istenen orta menzilli silahlarla ilgili karara karşı çıkan ve cübbeleri ile sokaklarda bu kararı protesto eden Hristiyan dinadamlarının bu tavırları, ne Hür Dünyaya karşı bir isyan ve ne de, Komünist Dünyaya karşı bir dostluk gösterisi olmadığı, sadece bir kanaati vicdaniyye veya dinî bir anlayış olarak değerlendirildiği bir örnek olarak hatırlatılmalı idi.
Hülâsa, bunlar ve bunlara eklenebilecek benzeri örnekler, Müslüman halkımızın, dinimiz adına, bizden sergilenmesini bekledikleri tavırlardı.
Üzüntü ile kaydedelim ki, bu beklentilerin pek çoğuna, haklılığı veya haksızlığı tartışılabilecek sebeplerle, belki, gerektiği tarzda karşılık verilememiştir.
Tabiatiyle, bu sebeplerin tartışılması veya tahlili ayrı bir makalenin konusu olacak hacımdadır. Bu yüzden bunlara burada ayrıca temas edilmemiştir.
Ancak şunu hemen belirtelim ki, dün ve bugün bu müessesenin en üst kademesinden, en alt kademesine kadar, her seviyede görev ve sorumluluk yüklenmiş muhterem zevatın ne inançlarından, ne iyi niyyetlerinden, ne azimlerinden ve ne de, gayreti diniyyelerinden zerre kadar şüphemiz vardır.
Bu eleştiriler de, özellikle her hangi bir zatı hedef almamaktadır. Daha önce de kaydettiğimiz gibi, bu bir anlamda, hepimize yönelik bir özeleştiridir..
Ülkemizde bir kaç yıl önce başlayan çok seslilik genel eğiliminin doğal bir sonucu olarak, bugün hükümet gündemine de girmiş olan, anayasa değişikliği ve bu çerçevede diğer bazı konularla birlikte Diyanet İşleri Başkanlığı’nın varlığı, yapısı hakkında ileri sürülen farklı görüşlerin, çeşitli ma-hafilde enine boyuna tartışılmakta olduğu anlaşılmaktadır.
Biz de bu vesileyle, konuya ilişkin düşüncelerimizi sayın parlamenterlerin dikkatlerine kısaca sunmak istiyoruz..
Kanaatımızca, Türkiye’de, din hizmetleri, cemaatlara bırakılamaz..
Zira, ülkemizde Müslümanlar, azınlık cemaatları değil, milletin kendisidir. Bu bakımdan hiç bir devlet, hangi gerekçe ile olursa olsun ile olursa olsun, ülkesinin nüfusunun % 99’nu ilgilendiren böylesine önemli bir hizmetten kendisini müstağni sayamaz..
Kaldı ki, bu tarzdaki bir yaklaşım, bizzat İslâm Dini’nin içtimaî ve evrensel yapısına, vahdet (birlik) esprisine de ters
düşer..
Ayrıca böyle bir uygulama, son 30 küsur yıldan beri, şu veya bu isim altında, suni bir şekilde teşekkül etmiş olan dinî gruplar arasındaki ihtilafları, dahili, harici başka bir takım unsurların da eklenmesi ile daha da derinleştirilebilir.
Neticede bu uyuşmazlık, ülkemizde sadece mabetlerin ayrılmasına değil, milletimizin birlik ve beraberliğini bütünü ile tehdid edecek boyutlara bile ulaşabilir.
Nitekim Batıda, cemaatlar halinde yaşayan Müslümanlar arasında bunun acı örneklerine sık sık rastlanmaktadır.
1987 de ABD’ye yaptığımız bir ziyaret sırasında, San Francisco’da bir cuma günü, aynı binanın altlı üstlü iki katında, aynı dine, aynı mezhebe ve hatta aynı etnik kökene bağlı iki cemaatın ayrı imamlar arkasında aynı zamanda cuma namazı kıldıklarına üzülerek bizzat şahit olduk.
Maalesef, Washington’da da, benzeri olayı, her cuma, sadece üzülerek değil, biraz da çevredeki insanlardan utanarak yıllardan beri seyrediyoruz..
Uzağa gitmeye ne hacet, Almanya’da, kendi soydaş ve yurttaşlarımızdan aynı şekilde cuma namazı kılanları biliyoruz..
Bu bakımdan Müslüman halkımıza yönelik din ve din kültürü hizmetlerinin verimli, kaliteli, birleştirici, barıştırıcı ve amaca uygun bir biçimde sunulabilmesi:
Millet olarak varlığımız ve birliğimizi borçlu olduğumuz yüce dinimizin bir bütün olarak, içtimaî ve evrensel karakterinin korunması şartı ile Diyanet İşleri Başkanlığı’nın anayasal bir kuruluş halinde, aziz milletimizin gönlündeki mevkiine denk bir vere yükseltilmesine ve asrın mantığına uygun bir şekilde ilmî ve idarî özerkliğinin sağlanmasına bağlıdır...
(1) Dıctıonary Ol ScienUlıc Bıography, Charles Coulston Gillispie, V..3.P, 401.
(2) Eric M. Rogers, Astronomy tor the inquiring Mind, the Grgwth and Use of Theory in Science, p.,95. Princeton University Press, Princeton, NewJersey.
(3) /ö/d., p.93.
(4) Ibid, pp.93-95.; GeraldE. Tauber, Mans ViewOfthe
Dinler, insanların |p refah ve mutluluğunu sağlamak, onların, yaratılış amacına uygun, insanca ve kardeşçe yaşamalarını temin etmek için ^ gönderilmiştir... ™
42
Univers, pp.142-147, Crown Publishers, INC. New York.
(5) Eric M. Rogers, Astronomy For the lnquiring Mind, P.95.
(6) Fazla bilgi için, orjinal başlığı, "DİN VE POLİTİKA" olan, ancak Diyanet Aylık Dergisi’nir Ağustos 1991, tarih ve t Sayılı nüshasmdal AMERİKADA DİN VE TOPLUM" başlığı altında yayınlanan yazımıza da bakılabilir.
(7) Amerika Birleşik Devletlerinin Başkenti VVashington’da olduğu
gibi.