Makale

Aliye İzzetbegoviç'in düşünce dünyasında güzellik ve hikmet

Aliya İzzetbegoviç’in düşünce dünyasında güzellik ve hikmet

Sadık Yalsızuçanlar


19 Ekim 2003’te dünyadan ayrılan Aliya İzzetbegoviç, "Doğu Batı Arasında İslam"ın bir yerinde şaire ilişkin bir tanımı aktarır: “Şair, gaybı gören ve eski zaman törenlerinin anahtarlarını keşfeden kişidir." Bu tanım, aynı zamanda kendisini de ifade eder.
Biz, son Bilge-Kral’ın güzellik ve hikmete ilişkin düşüncelerini daha çok, kitabından izliyoruz. Gerçi o, modern zamanların ‘kral’larından değildi Âlemin Hükümdarı’nda anlatıldığı üzere, ‘gökte durum nasılsa yerde de öyle olmalıdır’a inanan, Avrupa merkezli dünya tasavvurunu sorgulayan, Hz. Mevlana’nın pergel metaforundaki gibi, bir boyutuyla İlahi Hikmet’e bağlı, diğer yanıyla kendi ülkesinin ve dünyanın sorunlarını yorumlamaya ve çözüm önerileri geliştirmeye çalışan, adalet ilkesine sımsıkı bağlı, cihanşümul bir öğretinin hakikatiyle donanmış bir bilge idi.
Guenon’dan öğrendiğimize göre, ‘kral’, klasik Arapça’da "ed-dünya" olarak ifade edilen, üzerinde yaşadığımız ve Kutsal Kitap’ta, ‘esfel-i safilin (aşağıların en aşağısı)’ olarak nitelenen arzda; "el-alem", denilen yüce âlemlerin gölgesi, temsilcisi ve hakikatlerinin tecellisidir. Bilge Kral, ed-dünya’da, el-alem’in ilkelerinin takipçisidir. İzzetbegoviç, böylesi kralların sonuncusu idi. Bir şeyi yerli yerine koymak olan adalet ilkesi gereğince, İzzetbegoviç, modern dünyanın sorunlarına, bilgelik geleneğinin birikimi içinden yorum ve çözüm önerileri getirmeye çalışmıştı. Onun düşünce dünyamıza kattığı en değerli şey, öncelikle, ‘Avrupa merkezli’ dünya fikrini sarsması, dünyaya, yaşama ve düşünce dünyamızın sorunlarına farklı bir dünyanın içinden bakmasıydı. Bu bakışta, kuşkusuz, bir güzellik ve hikmet alanı olarak sanatın yeri önemliydi.
Doğu Batı Arasında İslam’dan öğrendiğimize göre, özelde şiir, genelde sanat, ‘anlatılamazın anlatılamazlığını anlatmak’tır. Bu tanım, sanatın modern zamanlarda uğradığı bozulma ve çürümeyi de temellendirir. Artık –kural bozmayan istisnaları dışında- modern sanatçı, Eşrefoğlu Rumi’nin dediği gibi, ‘kendi derdin söyleyen/gayrı hikâyet etmeyen’ değil, bir tür estetik yöneticilik performansı sergileyen kişidir. İzzetbegoviç, bize, sanatın, özellikle geleneksel sanatın doğasını ve modern zamanlarda yaşadığı olumsuz değişimi vukufiyetle anlatır...
İrfani gelenekte Efendimiz için ‘berzah’ tabiri de kullanılır. Gayb âlemleriyle görünen âlem arasında bir geçit, bir köprü anlamına gelen bu kelime, bize, hakiki sanatın, öteyi beriye yakınlaştıran ve perdeleri aralayan işlevini ima eder.
Hakikatle aramızdaki engelleri ortadan kaldıran geleneksel sanatçı, İzzetbegoviç’in dediği gibi, gerçekte bir ‘uyarı’da bulunmakta, hatırlatma ödevini yerine getirmektedir: Tabiat âleminden bambaşka bir âlemin (şeylerin bambaşka bir düzeninin) mevcudiyeti her dinin, her sanatın esas kaziyesidir. Yalnız tek bir âlem olsa sanat imkânsız olurdu. Gerçekten her sanat eseri, ona ait olmadığımız, içinden neş’et etmediğimiz, içine "atıldığımız" bir dünya hakkında bir haber, bir intiba mahiyetindedir. Sanat, "vatan hasreti" veya "hatırlama"dır.
İzzetbegoviç’e göre, sanat, ‘şiir insan hakkında bilgi’dir.
Sanat, insanı kişisel doğasının sınırlarından kurtarıp, hakiki olanla yüz yüze getirmelidir.
İlimle sanatı kıyaslarken şöyle der : ‘İlmin keşf ettiği uzak bir yıldızın ışığı, bundan evvel de vardı. Sanatın bizi ânîden aydınlatan ışığı ise, sanatın kendisi tarafından o anda yaratılmış oluyor. Sanat olmadan o ışık aslâ meydana gelemez. İlim, mevcut olanla uğraşmaktadır; sanat, vücuda gelmenin kendisidir.’
Vücut kelimesi, sanatın varlığa ilişkin sorması ve mevcut olandan bizi vücud’a taşımasıyla da ilgilidir. Mevcutla fazlasıyla ilgilenen, zamana karşı dayanıksız, popülist ve geçici bir dile sahip ‘sanatkar’lar, varlık’a ilişkin soru sormazlar. Oysa ‘sanat eseri, kâinattaki düzeni, onu araştırmadan, yansıtmalı’dır. Bu, bir şairimizin ifadesiyle, ‘kedi için mırıltı neyse şair için de şiir odur’ belirlemesini hatırlatmaktadır. Şiir insanın doğal sesidir. İzzetbegoviç bunu şöyle ifade eder : “Şiir ne fonksiyonel ne de menfaatle alakalıdır. Ve ne de Mayakovski’nin iddia ettiği gibi ‘sosyal bir mesajı’ vardır. Fransız ressamı Dubuffet sevilen bu yanlış anlayışı, tabirlerini seçmede pek de titiz davranmaksızın şöyle yıkıyor: ‘Özünde sanat nahoş, faydasız, antisosyal, tehlikelidir. Böyle değilse yalandır, mankendir.’ Ne kadar derin ve kompleks olursa olsun ilim, lisanın yetersizliğini hiçbir zaman hissetmemiştir. Sanat ise bilakis dahili, manevi bu temayülü yüzünden daima başka türlü, ‘lisan üstü’ vasıtaları aramıştır. Lisanın kendisi ‘beynin eli’dir, beyin ise bedenî varlığımızın; faniliğimizin bir parçasıdır. İnsanî tecrübenin devamının vasıtası olan yazı ile birleşen söz, ilmin en güçlü cihazı olmuştur. Çünkü yazı lisana, lisan ise düşünceye uygundur. Her üçü de zekâ kalıbına göre yaratılmış ve aynı zamanda ruhun bir hareketini ifade için tamamen elverişsiz, bunu yapmaktan hemen hemen acizdir.” Bir üst dil olarak sükût ve hakikatin sonsuz görünümlerini ima eden ‘mecaz’, sanatan, İzzetbegoviç’in ifadesiyle ‘lisan üstü’ olana ilişkindir. Wıttgensteın’ın, ‘konuşulamayan hakkında susmalı’ ve ‘dil düşünceyi örter’ belirlemesi bize, sanatın, dil’in içinde ve ötesinde başka dillerin varlığına dair bir imkân olduğunu söylemektedir. Mazmunları güçlükle çözülen büyük şair İbn Farıd ve batın ilmini inkâr eden softalara karşı yüksek bir dil oyunu yaparak anlamı gizleyen ve onları sırlardan mahrum eden Ömer Hayyam, bu zeminde söz edilmesi gereken iki önemli şairdir.
İzzetbegoviç tam da burada, şu alıntıları yapar:
“Şiir, ruhun, haddizatında ifade edilemeyen hakikatle ve onun kaynağı olan Tanrı ile olan temasının meyvesidir."
“Her şiir, kendi saf şiirsel mahiyetini ‘saf şiir sanatı’ dediğimiz esrarengiz bir hakikatin mevcudiyetine, radyasyonuna ve birleştirici tesirine borçludur.”
“Şiir sanatı, kozmik muammayı içinde taşıyan hayatımızın kendi kendine sormakta olduğu o müthiş sırdan vasıtasız haberdar olma olarak kendini göstermektedir.”
Varlık, her an farklı bir ‘maske’ ile kendini dışa vurmakta, farklı bir veçhesiyle belirmekte, tecelli kesintisiz olmakta ve tekrarlanmamaktadır.
Tecelli, cilve ile kökteştir ve sözlük anlamı itibarıyla, ‘gelinin gerdek gecesi duvağını açması’ demektir.
Dil, düşüncenin örtüsü olduğu kadar, düşünce ile aramızdaki perdelerin aralanması, yani Varlık’ın cilvelenmesidir de. Bu anlamda, temsili sanatlar da doğrudan dünyanın imajıdır denilebilir.
İzzetbegoviç, din ile sanat arasındaki temas noktalarını tartışırken, bir yerde, ’dinî gerçek yoksa sanat gerçeği de yoktur’ der ki, bu, ‘sema ile arzın’ topyekün ağırlığına/baskısına insanın cevabını ancak sanat yoluyla verebilmesini de içerir.
Temsil, mesel, misil, misl, temessül, mümessil vb. kelimeler, sırrın bir görünümünü, benzerini, örneğini ifade ederler. Bu anlamda mesela tiyatro ve teknolojik bir sanat olarak sinema, doğrudan varoluşun, dünyanın imgesi olarak okunmalıdır. Tiyatronun ve hatta tüm kültürün ritüel menşei şüphe götürmez bir husustur ve bununla ilgili tarihi deliller vardır.
Peki dine olan borcunu sanat nasıl ödemiştir?
İzzetbegoviç’e göre, dinin çocuğu olan sanat, yaşamak istiyorsa, tekrar bu kaynağa dönmek zorundadır ve modern zamanlarda düçar olunan kabz hâline, Schuon’un ifadesiyle ‘bozulma, çürüme ve kokuşması’na rağmen, sanat asli kaynağına dönmeye çalışmakta, hatta dönmektedir.
İzzetbegoviç, sanatın, kaynağı olan hikmete dönüşünü, eserler ve sanatçılar üzerinden Doğu Batı Arasında İslam’da uzun uzun anlatır.
Bir bakıma, gerçek sanatın akıl üstü ve kutsal olan doğasını belirginleştirir ve modern zamanlarda düçar olduğumuz zihin karışıklığını dağıtır.
Sanatın, ruhun özgürleşme alanı olarak yeniden asli yapısına ve doğasına dünüşünün nasıl gerçekleşebileceğine ilişkin bir zihin alıştırması, bir hatırlatma ve uyarıdır bu.
Sanat madem, ‘ona ait olmadığımız, içinden neş’et etmediğimiz, içine atıldığımız bir dünya hakkında bir haber, bir intiba mahiyetindedir’, o halde, sanatçı o Muhbir-i Sadık’ın da elçisidir. Muhbir kelimesinin bugünkü sözlüğümüzde uğradığı anlam kaymasını dışta tutarak konuşacak olursak, ‘haberci’, bize bir şeyi hem bildirmekte hem müjdelemektedir. Sanatçı, muştulayıcıdır, Sezai Karakoç’un deyişiyle her türlü bela ve kötülüklere karşı bir paratoner ödevi yüklenmiştir, ama sunduğu şey, sonuçta hep Cemal tecellisi olacak, diriltici bir soluk estirecektir.
Bu, güzellik-iyilik ve gerçeklik (hüsün-ihsan-hakikat) formülasyonunu hatırlatır.
Güzel olan iyidir, iyi olan gerçektir.
Kimilerince indirgemeci bulunan bu formülasyon, Guenon’un, ‘Allah’ın iki eli de sağ elidir’ hadisine ilişkin yorumunda belirttiği gibi, dünyada Cemal’in baskın oluşunu gösterir.
Bu denli kötücül bir dünyada, evet, Cemal baskındır ve bu, her zaman ‘alıcı’ olan nefsin baskısına rağmen, daima verici olan Ruh’un özgürleşmesinin de yoludur, yordamıdır.
Bu sırdandır ki, İzzetbegoviç’in ifadesiyle, ‘şiir, nağme ve resimde biz, kelimenin metafiziksel manasıyla nitelik denen gizle karşı karşıya kalırız.’
Bir adım daha ileri giderek denilebilir ki, ‘sanat, insanla Allah arasında bir sırdır.’