Makale

Prof. Dr. Salih Tuğ ile İslam Vergi Hukuku üzerine bir sohbet

Prof. Dr. Salih TUĞ ile
İslam Vergi Hukuku üzerine bir sohbet

Prof. Dr. Salih TUĞ, Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesinin ilk profesörü ve ilk dekanı.
Röportaj konumuzla ilgili "İslam Vergi Hukukunun Ortaya Çıkışı" adlı doktora tezi bulunuyor. “Faiz Nazariyesi ve İslam", "Islâm Ülkelerinde Anayasa Hareketleri", "Hadis Edebiyatında Kitabu’l-İlim" gibi eserleriyle birlikte Prof. Dr. M. Hamidullah’tan kitap çevirileri vardır. Kendilerinin uzun zaman ayırdığı mülâkatımız- da, Müslümanların öşürlerini vermeleri için şuurlandırılmaları gerektiğini belirtti. Bunu da Diyanetin köylerde hutbe ve vaazlarla anlatabileceği ve daha da yaygınlaştırılmış eğitim-öğretim yoluyla sağlayabileceği görüşünü ifade ettiler.

Sayın hocam, önce İslâm Vergi Hukuku ve İslam Vergi Hukukunda öşür üzerine çalışmalarına değinerek bize şu bilgileri verdiler:
“1963 senesinde İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi’nde İslam Vergi Hukukunun Ortaya Çıkışı hakkında bir doktora tezim var. Bu çalışmada, gerek ayetler, gerek hadisler üzerinde yaptığım araştırmalarda gördüm ki, Hz. Peygamber’in sağlığında kurulmakta olan siyasi yapının, yeni devlet yapısının vazgeçilmez mali kaynaklarını sağlamak gayesiyle Peygamberimiz Muhammed Mustafa (s.a.s.) vahiy yoluyla gelen ayetlerin gösterdiği yönde, özellikle Medine’ye hicretten sonra Müslümanların üzerine bazı mâli mükellefiyetler yüklemişti. Müslümanlardan alınan bu mâli mükellefiyetler hiç şüphesiz vergi niteliğinde gelişmişti.
Mekke safhasında ise ayetlerde görülen it’am, itâuzzekât, tasadduk, birr, nafaka ... gibi terimlerle Müslümanlar esasen mallarından fazla olan mülkten ihtiyaç sahiplerine bağışlamaya ve fedakârlıkta bulunmaya teşvik ediliyordu. Bunun yanıbaşında hicretten sonra gayrimüslim tebea gruplarından da vergi tahsil edildiğini görüyoruz. Bunlar sosyal sigorta mahiyetindeki fonlara iştirak, harp masraflarına katkı, arazi vergisi olarak haraç, baş vergisi olarak cizye, gümrük vergileri ve fidye-i necat (harp esirliğinden kurtuluş bedeli) gibi vergilerdir.
Müslüman ve gayrimüslim tebea gruplarından bu vergileri toplamak için, Hz. Peygamber özel memurlar ve özel bir teşkilat da kurmuştu. Böylece bütün bu vergiler, merkezî siyasî otorite tarafından toplanır ve aynı siyasi otorite tarafından Kur’an-ı Ke- rim’de gösterilen sarf yerlerine tahsis edilir hale gelmişti, Böylece bir yandan Medine’de kurulan devlet teşkilatının ihtiyaç duyduğu alanlarda ve gerekse çeşitli tebea gruplarının ihtiyaçlarına toplanan bu meblağlar sarfedilmiştir.
Doktora çalışmalarım esnasında benim edindiğim görüşe göre müslümanlardan tahsil edilen her çeşit vergiler ister pazar- çarşı vergisi meks, ister araziden alınan öşür, ister altın ve gümüş şeklinde birikmiş atıl servetlerden, ister ticarî gayelerle tüccarların stok ettikleri gerek ziraî veya sınaî mallar (zahirî mallar) ve gerekse madenler toptan zekat mefhumu altında ifade edilebilir.
Gayrimüslimlerden alınan çeşitli vergiler ise zekât mefhumu dışındadır ve ayrı sarf mahalleri vardır.
İşte Müslüman tebea gruplarından böylece çeşitli vergi konularında ve çeşitli vergi nisbetlerinde tahsil edilen bu vergiler arasında biz hasat zamanı müslümanlardan tahsil edilen öşür yani hasadın onda biri veya nısfu’l-Öşür yani yirmide bir vergi nisbetinde zekat vergisini de görmekteyiz.
Hz. Peygamberin sağlığında ve Hulefa-ı Raşidîn devrinde hayvanî veya nebatî olsun bu gibi ticarî mallardan hasat mevsiminde tahsil edilen bu vergilere biz umumi olarak öşür diyoruz. Ancak az önce de söylediğim gibi bu ziraî gelirler, 8. Hicrî yıldan itibaren çeşitli vergi nisbetlerine tabi tutulmuştur. Daha sonraki devirlerde Emevî, Abbasî, Selçuklu, Osmanlı Devletleri’nin dahi bu ziraî mahsûllerden aynı nisbetlerde devlet tarafından bu vergilerin tahsil edildiğini görmekteyiz.
Üçüncü Islâm Halifesi Hz. Osman (r.a.)’dan itibaren altın ve gümüş biçiminde müslümanların elinde biriken batınî stok emtia’nın zekâtının ödenmesi, devlet tarafından tahakkuk ve tahsil konusundaki zorluklar sebebiyle, müslümanların kendilerine bırakılmıştır. Kalan zahirî mallardan alınan vergiler ise, öşür de dahil devlet tarafından tahsil edilmeye Osmanlı Devleti nin son bulmasına kadar devam edilmiştir.
1923’ten itibaren Cumhuriyet Türkiyesi’nde ise Dinî-İslami bir vergi olduğu için öşürün tahsil edilmesi durdurulmuş, fertlerin şahsî davranışlarına ve İslâmî selâbetlerine bırakılmıştır."
Sayın Prof. Salih TUĞ, bu açıklamalardan sonra "öşürün farz bir ibadet olduğu halde, Türkiye’de neden verilmiyor?” sorumuza bu konuda bir araştırmasının olmadığını söyledi. Ancak müslümanların ihtiyaç fazlası biriktirdikleri altın, gümüş ve kağıt paralarının kırkta birini zekât olarak verdiklerini belirtti.
-Öşür nisbetiyle ilgili bir soru yöneltmek istiyorum: öşür nisbeti eskiden olduğu gibi sulama düzeni esas alınarak mı belirlenecek, yoksa çağımızda ortaya çıkan suni gübreleme ve ilaçlama da öşür nisbetinde etkili olur mu?
Prof. Salih TUĞ: Olabilir gibi durmaktadır. Ben bu konuda bir araştırma yapmamakla beraber, öyle anlaşılıyor ki suni ve tabii gübreleme, emek sarfederek sulanan arazilere kıyasla bu gibi arazilerden öşürden düşük nisbetlerde vergi alınabileceği söylenebilinir. Bu konuda herhangi bir çalışmanın yapılıp yayınlandığından bilgi sahibi olmadım.
-Türkiye’de müslümanlar bu farziyeti genelde ihmal etmişler. Bazı İslam ülkelerinde zekât toplayan kurumlar varmış. Bir ülkede zekatı ve öşrü toplayan kurumların oluşması ne gibi kolaylıklar, faydalar sağlar?
Prof. S. TUĞ: Benim şahsî görüşüme göre bir ülkede devlet eliyle zekât vergileri toplanmıyorsa, Müslümanlar hareket ederek bu malî-dinî mükellefiyeti yerine getirmelidir. Kur’an-ı Kerim’de ve hadiste yer alan hukukî prensipler çerçevesinde fertler tarafından özel-şahsî hareketleriyle yerine getirilmelidir. Ancak fertten ferde değişmek üzere yapılan bu mâli fedakârlıklar maalesef küçük miktarlarda olup, denebilir ki çar-çur da edilmektedir. Halbuki böyle olmayıp da bazı dernekler, bazı vakıflar veyahut da Diyanet İşleri Başkanlığınca kurulacak olan özel bir daire aracılığı ile merkezî bir elde toplanacak olursa, bu geniş mâli imkânlar daha isabetli ve daha planlı biçimde sosyal gayelere tahsil edilebilir. Ve bundan büyük faydalar doğar. Bundan 7 sene kadar evvel Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Vakfı’nca tertip edilen bir seminerde, Türkiye’nin zekât potansiyeli tartışılmış, o günkü değerlerle otuz trilyona varabileceği tahmin edilmişti. 1995’teki değerlerle üçyüz trilyon TL tutmakta olduğu söylenebilir.
Bilindiği gibi zekâtın, müslüman toplumu için vekalet yoluyla bir diğer kimse tarafından sarfedilebilmesi Islâm Hukukunda düzenlenmiş bir müessesedir. Bu imkândan yararlanılabilinir.
-İslam ülkelerince zekâtın Fîsebilillah fonundan Bosna- Hersek, Çeçenistan gibi aşırı sıkıntı içinde bulunan yerlerdeki müslümanların silah, mühimmat ve benzeri ihtiyaçlarının karşılanmasında kullanılabilir mi?
Prof. S. TUĞ: Peygamberimizin sünnetine uygundur.
-Kur’an-ı Kerim’de geçen zekâtın sarf yerlerinden Fîsebilillah kavramından ne anlaşılması gerekir?
Prof. S. TUĞ: Çok geniştir. Topluma yönelik her alana tahsis edilebilir. Merkezî otorite takdir eder. (Şunu da söyliyelim) Öşür bir ziraî mahsûl zekâtı olduğu için şemsi takvim esasları dahilinde ödenen yıllık bir vergidir.