Makale

Helal Kazancın Sosyopsikolojik Tahlili Üzerine

Helal Kazancın Sosyopsikolojik Tahlili Üzerine
Doç. Dr. Osman Eyüpoğlu Ondokuz Mayıs Üniv. İlahiyat Fak.

Günümüzde evrensel barışı tehdit eden en önemli unsur olarak ekonomik menfaatleri düşünebiliriz. Zira dünyaya hâkim olmak, siyasi güce, siyasi güç de ekonomik imkânlara sahip olmaya bağlıdır. Bu nedenle hâkimiyet dendiğinde ekonomi vurgusu ilk akla gelen kavram olmaktadır. Bu vurguyu Kur’an-ı Kerim’de henüz ilk inen ayetlerde; sure olarak ikinci sırada inen Kalem suresi 10-15. ayetlerde bile görmemiz anlamlıdır.
“Yemin edip duran, aşağılık, daima kusur arayıp kınayan, durmadan söz taşıyan, iyiliği hep engelleyen, saldırgan, günaha dadanmış, kaba saba; bütün bunların ötesinde bir de soysuz olan kimseye mal ve oğulları vardır diye, sakın boyun eğme.” (Kalem, 68/10-14.) “Ayetlerimiz kendisine okunduğu zaman, öncekilerin masalları! der.” (Kalem, 68/15.)
Anılan ayetlerde insanın ekonomik güce kavuştuğunda çevresine hâkim olma gücünün de artacağı ve bu nedenle Allah’a olan teslimiyet duygusunun zayıflayabileceği belirtilmektedir. Allah’a teslimiyetin zayıf olduğu bir dünyada ekonomik gücü yüksek olanlar kendi aralarında dünyaya hükmetmek için rekabete girişecek ve insani barış tehlikeye düşecektir. Gücünü artırmak için rekabet etmek ve böylece daha geniş çevreye hükmetmek için yarışmak şerde yarış olacağından beşeri barış iyice zayıflayacaktır.
Şerde yarışın yerini hayırlı işlerde yarışın alabilmesi için insanın maddi imkânlarını artırma duygusunu terbiye etmek kaçınılmazdır. İnsan, “Neden ben zengin ve güçlü olmalıyım?” sorusunu kendine sorduğunda bunun cevabında Allah’ın rızasını kazanmaya ilişkin bir şeyler yoksa insanlık barışını inşa etmek zor olacaktır. Çare çok açık ve sadedir: İnsanın, “Neden ben zengin ve güçlü olmalıyım?” sorusuna ahlaki-dinî kaygıları muhtevi bir cevap verebilmesi ve bunu kişisel ve toplumsal hayatında uygulayabilmesidir.
Fizik bilimlerde maddenin en küçük parçasını arama merakı sosyal bilimlere de yansımış ve insanın davranışlarının en temel nedeni sorgulanmıştır. Bu süreci aşağıdaki şekilde basitçe özetlememiz mümkündür:
Herhangi bir konferans salonuna girmeye bizi ikna eden asli unsur nedir?
• Herkes orada niye toplanıyor bir de ben bakayım gibi sıradan bir merak mı?
• Gizli bir baskı mı?
• Konferansı sunanın veya kendimizin bilgi düzeyini ölçmek mi?
• Bilim aşkı mı?
• Yanlışlıkla girdim, şimdi çıksam ayıp olacak, herkes çıkarken ben de çıkarım biçiminde bir tesadüf mü?
• Geçen hafta gelmiştim, o yüzden şimdi de geldim biçiminde anlamsız bir alışkanlık mı?
• Arkadaş bizi dinledi, biz de onu dinlemezsek ayıp olur biçiminde bir hatır anlayışı mı?
Bu sorular daha da çoğaltılabilir veya kısaltılabilir. Ama bu kadarıyla maksadın hâsıl olduğu söylenebilir. Kısaca insan bilinçsiz veya sırf maddi ve nefsani duygularla (dürtülerle/saiklerle) hareket ederse “kendine istediğini kardeşine de istercesine davranılan bir dünya” kurulamayacaktır. Böyle bir dünyanın kurulabilmesi için insanın kendine şu soruyu bilinçli olarak sorması ve bilinçli-ahlaki-dinî bir cevap vererek ona göre davranması zorunludur:
“Benim tüm davranışlarımın en temel nedeni ne olmalıdır?”
Bu soruya birçok cevap verilebilir. Ancak cevapların çokluğu değil; insanlığı kucaklayabilecek ve Ahirette hesabı verilebilir bir ömür yaşamayı esas alan en soyut/kapsayıcı bir cevap olabilmesidir önemli olan. Kanaatimizce bu cevap şöylece ifade edilebilir:
“Ben tüm davranışlarımı en temelde, insanlığın hayatını daha rahat ve güvenilir kılmak arzusuyla gerçekleştirmeliyim. Çünkü her insan netice itibarıyla Hz. Âdem’in çocuğudur ve onu da Allah yaratmıştır.”
Bu cevabın yüksek bir bilinç düzeyi ihtiva ettiği ve ahlaki kaygılar taşıdığı açıktır. Ahlaki olan aynı zamanda dine de uygundur. Herkesi Hz. Âdem’in çocuğu olarak kabul edip tüm insanlığı kardeş olarak görmek ve ona göre hareket etmek dinî olanla ahlaki olanın birleştiği merkezdir.
Böyle bir yüksek bilinç ve dinî-ahlaki muhtevalı amaçla hareket eden insan, güce kendi kişisel menfaatleri için değil; sadece insanlığın sorunlarına daha iyi çözümler getirebilmek için sahip olmak isteyecektir. Dolayısıyla attığı her dünyevi adımda meşruluğu; ahlaki açıdan iyiyi ve dinî açıdan da helali gözetecektir.
Sosyal psikolojik açıdan insanın böyle bir saik/dürtü ile davranış sergileyebilmesi için manevi-dinî bir eğitim alması zorunludur. Çünkü insanlığı kucaklayamayan ve ahirette hesabının verileceğine inanılmayan hemen her davranış sonucu ortaya çıkan maddi manevi kültür ürünleri (icatlar, yasalar, âdetler…) beşeri sorunlarımızı ancak geçici olarak çözebilecek; tabir yerindeyse faydadan çok zarar verecektir. Örneğin, bilimsel deneylerinde insanlığa faydayı esas alan yani dinî-ahlaki amaçları gözeten bir bilim adamı, yaptığı icatların insanlık aleyhine kullanılmaması için gereken önlemleri de almayı ihmal etmeyecektir.
İnsanlık barışını tehdit eden davranışların terbiyesi için dinî-ahlaki eğitim kaçınılmazdır. Bu tür bir eğitime sade bir örnek olarak oruç ve helal kazanç ibadetleri verilebilir. Oruç, insanın bilerek ve kontrollü olarak açlıkla tanışmasını ve mücadele etmesini sağlar. İnsan ibadet niyetiyle aç kalırken psikolojik açıdan sevap aldığına inanarak iç huzura kavuşur ve aynı zamanda sosyal açıdan da ekonomik durumu zayıf insanların derdi ile daha yakından ilgilenmesi gerektiğine karar verir. Bir taraftan fakir insanlara yardım edebilmek için yani veren el olabilmek için daha çalışkan/aktif olur; öbür taraftan da helal kazanca önem verir. Çünkü kimse helal bir seviyeye haram bir yolla gelmeye çalışmaz; yani zekât verecek konuma gelmek isteyen kişi helal kazanç yollarına başvuracaktır. Gelinen tam bu noktada ramazan ayı Müslümanların dünyevi ve uhrevi kurtuluşa daha bir azimle yönelebilmesi için önemli bir fırsat ayı olarak karşımıza çıkmaktadır.
Bu ayda oruç, kişinin başkalarının derdi ile dertlenmesini sağlayarak onu en üst düzeyde sosyal psikolojik açıdan bir terbiyeye kavuşturacaktır. Başkalarının derdi ile dertlenmeye karar veren, bunu başkalarını derde sokarak (yani gayrimeşru kazanç yollarına başvurarak) değil; helal kazanç ilkelerini gözeterek yapacağı için ramazan ayı dünya barışını tehdit eden maddi çıkar kavgalarının da asgariye indiği bir ay olacaktır. Ramazan ayı gerçekte böyle bir aydır ama bunun toplumsal hayatımıza yansıması ise onu bu şekilde algılayıp ona göre davranmamıza bağlıdır.