Makale

KUR’ÂN OKUMANIN ANLAMI

KUR’ÂN OKUMANIN ANLAMI

Doç. Dr. Bahattin DARTMA
Yüzüncü Yıl Üniversitesi İlâhiyât Fakültesi
Tefsir Ana Bilim Dalı

Kur’ân-ı Kerîm, tüm insanlığı hidâyete getirmek amacıyla nâzil olmuş son İlâhî mesajdır. Gönderiliş amacı olan bu asıl görevini pek çok âyetinde serdetmiştir. Şim­di bunlardan birkaçını zikredelim:

"Bu Kur’ân, insanlar için basiret nurları, kesin inanan bir toplum için hidâyet ve rahmettir” (Câsiye (45), 20).

"Şüphesiz ki bu Kur’ân en doğru yola iletir..." İsrâ’ (17), 9).

"(...) İşte bu Kitab, Allah’ın dilediğini kendisiyle doğru yola ilettiği hidâyet reh­beridir... " (Zümer (39). 23).

"Bu Kur’ân bir hidâyettir. Rablerinin âyetlerini tanımayanlara çok çetin bir azâb vardır" (casiye (45), 11).[1]

Âyetlerde kısaca Kurr’ân’ın en doğru yola ulaştıran bir hidâyet rehberi olduğu, reddedilmesi halinde insanın tahammül gücünü aşan zorlu bir ceza ile karşı kar­şıya gelineceği ihtar edilmiştir.

Buradaki ‘hidâyet’in kapsamına, insanı, hem bu dünya ve hem de âhiret hayatı­nı düzenleyerek mes’ûd edecek, huzura kavuşturacak tüm hususlar dahildir. Zira Kur’ân-ı Kerîm, hiçbir ayırım yapmaksızın bütün beşeriyeti kucaklayarak karşılaşı­lan en acılı ve çetrefilli problemlere en gerçekçi ve ma’kûl çözümleri önermektedir :

"(...) Sizden öncekilerin târihi, sizden sonrakilerin haberi ve aranızdaki mesele­lerin/problemlerin çözümü Kur’ân’dadır..."[2]

Bütün insanlık, refaha kavuşmak ve mutluluğu yakalamak için tarih boyunca çok gayret sarfetmiş ve hala bu amacına ulaşmak ümidiyle çeşitli uğraşlar vermektedir, işin garibi, şu ana kadar gerçekleşemeyen bu amacın bundan sonra da öyle istenildi­ği gibi kolayca gerçekleşmesi pek mümkün görünmemektedir. Bir bakıma bu yönde yapılan girişimler akamete uğramıştır. Uygarlığın, ilim ve tekniğin akıllara durgunluk verecek şekilde ilerlemesine rağmen ne hazindir ki insanlık, hala devâsâ prob­lemler içinde kıvranmakta, haysiyet ve onuruyla bağdaşmayan çirkin ve acımasız muamelelere maruz kalmakta, derin ve onmaz bedbahtlıklar içinde yüzmektedir. Kı­saca, tablo vahimdir; problemlere çözüm üretimi yetersizdir; üretilenler de sadra şi­fâ verecek derecede değildir. Çünkü bu konuda göz ardı edilen çok önemli bir ger­çek vardır ki o da, insanlan hidâyete erdirmek için indirilmiş olan Kur’ân’a sahici olarak gereken hassasiyeti göstermemek, ehemmiyet vermemek; meseleleri Kur’ân hâlesinde ele almamaktır:

"Elçi dedi ki: "Ya Rabbi, kavmim, bu Kur’ân’ı büsbütün terk edilmiş bıraktılar"

(Furkân (25). 30).

Bugün en ileri seviyede olduğu söylenen batı medeniyeti bile bu konuda yetersiz kalmıştır. Eckerman’ın şu sözleri bu gerçeğin güzel bir ifadesidir ; "Görüyorsun ki bu Kitâb’ın öğrettiği esaslar, zerre kadar aksamıyor. Biz bütün sistemlerimizle bun­dan ileri gidemiyoruz"[3]

İşin ulaştığı tehlikeli boyutu göstermesi bakımından İngiliz düşünür Ayşe B. Honey’in şu tesbitleri ilginçtir: "Bugün batı dünyası karanlık bir hayat içindedir. Ben­lik ve ruhunu kurtarmak için gösterilen hiçbir önemli ışık yoktur. Avrupa cemiyeti­nin aktüel durumundan haberdar olan herhangi bir kimse, maddî mükemmelliğin ve ilerleyişin arkasındaki bu umumî huzursuzluğu ve rûhî rahatsızlığı görebilir. Şimdi halk kendi kötü durumlarından kurtulmak için yol aramaktadır; fakat çıkar yolu gö­rememektedir. Araştırmaları verimsizdir. Felâket ve uçuruma doğru ilerlemeye de­vam eden bunlara sadece bir tane selâmet yolu vardır. İslâm’ın gösterdiği yolda ba­tı dünyası için bedenî ve rûhî ihtiyaçlar arasında harikulâde bir ahenk vardır. İslâm, hakîkî muvaffakiyet ve kurtuluşa götürecek modern medeniyet yolunu göstermekte­dir. O batı adamına hayatın hakîkî gayesini ve Allah rızası için mücadeleyi tercih et­memiz gerektiğini öğretecektir. Bu, gelecekte de onun başarısını temin edecektir. Al­lah bizi bu hayatta da âhirette de bağışlasın, selâmete erdirsin”[4]

Anlaşılan, tek yönlü gelişme ve ilerleme insanlığa mutluluk getirememektedir. Öyle ise katiyetle bilinmelidir ki, insanoğlu, Kur’ân-ı Kerîm’in iki kapağı arasında bulunan emir ve tavsiyelere uymadıkça huzur bulup saâdete eremeyecek; en girift olanına kadar içine düştüğü bütün problemler, Kur’ân’da yer alan prensiplere uyul­mak suretiyle ancak çözüme kavuşturulabilecektir. "Çağ, İlâhî İrâde’nin, yani Kur’ân’m gerisinde kalmıştır; biz ise çağın da gerisinde bulunuyoruz”[5] tesbiti bu gerçeği veciz bir şekilde bütün çıplaklığı ile ortaya koymaktadır. "İslâm, milletlerin üstünde bir medeniyet dinidir" sözüyle de Hacca F. R. Fezou aynı hususa işâret et­miş olmalıdır.[6]

Batılı düşünürlerden bile bu konuda doğruyu görüp hakkı teslim edenler vardır. Bunlardan Fransız Anquetil Duperron : "Artık bâtıl itikatlarımızdan sıyrılalım da Kur’ân’da muazzam bir kütlenin ve yeryüzünün en büyük bölümlerinden birinin dik­kat ve ilgisini çekmiş olan hükümleri bulup ortaya çıkaralım"[7] derken; Raymond Lerouge de insanlığı bugün içinde bulunduğu bunalımlardan ancak Kur’ân-ı Kerîm’in kurtarabileceğini: "İslâmiyetin bugün bizim ortaya atmakta olduğumuz içtimâ’i me­seleleri hemen hallediverecek bir takım düsturlara mâlik olduğunu unutacak olur­sak..."[8] şeklinde başlayıp devam ettirdiği sözleriyle açıkça deklare etmiştir. Stengass’ın şu ifadeleri de kayda değerdir : "Kur’ân, insanları şaşırta gelen bütün büyük ve karışık din mes’elelerini aydınlatmış ve insanın terakkisi ve yükselmesi yolunda hiçbir engel bırakmamıştır.”[9]

O halde, elimizde aslını muhafaza eden yegane İlâhî rehber olarak "bütün dînî ve dünyevî faziletlerin"[10] ve "daha büyük bir terakkinin menba’ı”[11] olan Kur’ân’a sa­rılmaktan başka çarenin olmadığını sadece kabul etmek yetmez, onu uygulamak la­zımdır :

"Toptan Allah ’in ipine sarılın, ayrılmayın. Allah ’in size olan nimetini hatırlayın : Siz birbirinize düşmandınız, Allah kalblerinizin arasını uzlaştırdı da onun nimeti sayesinde kardeş oldunuz. Bir ateş çukurunun kenarında idiniz, sizi oradan kurtardı. Allah, doğru yola erişesiniz diye size böylece âyetlerini açıklar" (Âi-i imrûn (3). 103).

"İşte benim doğru yolum budur, ona uyun. Sizi Allah yolundan ayrı düşürecek baş­ka yollara uymayın. Allah size bunları sakınasınız diye buyurmaktadır" (Encam (6), 153).

Çünkü vahyin getirdiği esaslar dikkate alındığı takdirde ancak mutluluğu yaka­lamak, refah ve huzura kavuşmak mümkündür. Aksi halde her çeşidiyle kötülüğün içinden çıkma imkanı olmaz:

"Neredeyse gözlerini kapıverecek olan şimşek önlerini aydınlattı mı o (nun ışı­ğımda yürürler, üzerlerine karanlık çökünce dikilip kalırlar. Allah dileseydi elbette işitmelerini ve görmelerini de (alıp) götürürdü. Şüphesiz Allah’ın her şeyi yapmağa gücü yeter" (Bakara (2). 20).

Şimdi böylesine önemli olan ölümsüz değerler kaynağından yeterince istifade et­mek için ne yapmak gerekir? Başka bir ifadeyle Kur’ân’dan, insanı hidâyete getire­cek, dünyevî ve uhrevî mutluluğa erdirecek şekilde nasıl yararlanılır? Kısacası Kur’ân niçin indirilmiştir? Şimdi etüdümüzün omurgasını teşkil eden bu mühim so­runun cevabını vermeye çalışalım. Kur’ân’dan gerçek anlamda yararlanmak için şu aşamaları katetmenin gerekli olduğunu düşünüyoruz:

1. Kur’ân’ı Yüzünden Okumak :

"Bu Kur’ân’ı öğreniniz! Şüphesiz ki siz onu okurken, her bir harfine karşılık on sevap alırsınız. Ben eliflâm nıîm bir harftir demiyorum. Elif bir, lâm bir, mîm de bir harftir. Her harfe mukabil on sevap vardır."[12]

Hadîste kısaca Kur’ân okuyanın, okuduğu her harfe karşılık on sevâb alacağı ifa­de edilmiştir. Hatta Kur’ân’ı zorlanarak okuyanların bile sevâba nail olacağı, üstelik iki kat sevâb alacağı haber verilmiştir :

"Kur’ân’da mâhir olan, sefere denilen kerîm ve itâatkar meleklerle beraberdir. (Kıır’ân’ı) güçlük çekerek/kekeleyerek okuyana ise iki kat ecir vardır".[13]

Buradan, zorlanarak Kur’ân okuyanın okuduğu her harfe karşılık yirmi sevâb alacağı sonucu çıkarılabilir. Ancak, yukarıdaki hadîste zikredilen "on" rakamından maksadın kesret(çokluk)ten kinâye, yani Kur’ân okuyanın çok sevâb alacağı anlatıl­mak istenmiş olabilir. Mezkur rakam bazen bu amaçla da kullanılmaktadır.

Belki de bunun içindir ki Islâm âlimleri tarafından Kur’ân okumanın, teşbih, teh- lîl ve diğer ezkârdan daha faziletli olduğu[14] görüşü ileri sürülmüştür. Zikredeceği­miz şu hadîs de bu görüşün doğruluğunu te’yîd etmektedir:

"Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: Kur’ân, her kimi, beni zikretmekten ve bana el açıp istemekten alıkoyarsa ona, isteyenlere verdiğimin en a ’lâsını veririm. Allah ’in kelâ­mının diğer kelamlara olan üstünlüğü, O’nun yaratıklarına karşı üstünlüğü gibidir."[15]

İşte böylesine mühim olan bir ameliyenin önemini vurgulamak amacıyla olmalı ki Resûlullah, Kur’ân’ı öğrenen ve onu başkalarına öğretenle ilgili olarak şu müjde­li sözünü îrâd etmiştir:

"Sizin en hayırlınız/faziletliniz, Kur’ân ’ı öğrenen ve onu başkalarına öğretendir."[16]

Kur’ân okumanın ve dinlemenin pek çok faydasının olduğu muhakkaktır:

"Kur’an okunduğu zaman onu dinleyin ve susun ki size rahmet edilsin" (Â’râf(7).204).

"Allah’ın evlerinden (herhangi) bir evde, Allah’ın kitabını okuyan, aralarında mutâla’a eden kavme sekînet iner; onları, rahmet bürür, melekler kuşatır ve Allah kendi katındaki kimseler arasında zikreder."[17]

Demek ki, anlaşılmadan da olsa Ku’rân okumanın yaran vardır. Onun okundu­ğu yere sükûnet ve rahmet iner; melekler Kur’ân okuyanlan çepeçevre kuşatır, Allah onları kendi katında bulunan kimseler arasında sayar/zikreder.

Müslüman düşünürler bir yana, batılılar bile bu konuda görüş beyanında bulunma ihtiyacı hissetmişlerdir. Meselâ bunlardan Blachere şunu söylemektedir : "Vahyolunan Kelâmullah’ın yüksek sesle okunması, dinleyenleri mu’cizevî bir tesir altında bırakır. "[18] John Davenport konuya ilişkin olarak, "Arapça bilmeyen bir kimse Kur’ân’ı dinlese onun, Arapça eserlere olan üstünlüğünü derhal anlar... "[19] derken, Jean-Paul Roux ad­lı müsteşrik de okunan Kur’ân-ı Kerîm’i dinlemenin önemini ve meydana getirdiği te’siri şu sözleriyle anlatmaktadır: "İslâm’ın yayılmasında Kur’ân okumanın bütün uzun nutuklardan daha büyük bir âmil olduğu bir çok şehâdetlerle sabittir. Yola geti­rilmeleri imkansız düşmanlar bile Kur’ân’ı dinler dinlemez birdenbire duraklıyorlar, hemen îmâna gelip Kelime-i Şehâdet getiriyorlardı, yellerdeki kelimelerde ne fevkalâ­de bir kuvvet ve kudret vardır!"[20]

Jacques C. Risler’in : "...Kur’ân’ın kuvvet ve kudretiyle güzelliğini ve aynı za­manda şekil asaletini takdir edebilmek için, asıl metnini dinlemek lazımdır. Kur’ân’ın ahenkli ve adeta kafiyeli nesri öyle cazip ve nafiz bir letâfet ve zerafet neş­reder ki bütün fikirlerle tasvirler bir sıcaklık ve aydınlık içinde parlar... "[21] şeklinde­ki sözleriyle, Mr. Rodvill’in şu : "Kur’ân’ı okudukça onun bizi teshir eylediğim ve hayretlere düşürdüğünü ve sonunda bize üstünlüğünü tasdik ettirerek onun büyüklü­ğünden dolayı Cenâb-ı Hakk’ın huzurunda secdeye varmak istediğimizi görürüz... ”[22] itirafları zikre değerdir. Burada yeri gelmişken bir hakşinaslık örneği olarak mühte- dî olan Meryem Cemile’nin görüşlerini de kaydetmek sanırız isabetli olur : "Kurân, misli olmayan bir belâğattır ki onun sesi insanlara göz yaşları döktürür ve istiğrâka sevkeder. "[23]

Ancak, Kur’ân’ı sadece yüzünden okumak yeterli olmayıp, işin ilk ve en kolay safhasıdır. Bundan sonra daha önemli olan, okunan Kur’ân’ı anlama safhası gelme­lidir. Çünkü bu tür okuma sadece kişisel olarak istifade etmeye vesîle olur, insan ve toplum hayatında, olumlu yönde değişiklikler yapmak, yeni ufuklar açmak ve farklı düşünce boyutlarına ulaşmak... gibi asıl beklenen neticeleri vermez. Öyle ise bu saf­hada durmayıp bir sonraki anlama safhasına geçmek gerekir.

2. Kur’ân’ı Anlamak :

"Her kim Kur’ân ’ı okur, onu ezberler, helâlini helâl kılar ve harâmını harâm kı­larsa, Allah bu Kur’ân sebebiyle onu cennete sokar. "[24]

Dikkat edilirse hadîste, çalışmamızın temelini oluşturan safhalardan ilk ikisi sa­rahaten zikredilmiştir: Kur’ân’ı okumak ve onu anlamak. Çünkü, Kur’ân’ı anlama­dan helâlini helâl, harâmını harâm kılmak mümkün değildir. Sonuç ise hakikaten gıpta edilecek değerdedir: Hepimizin hararetle arzu ettiği cennete girmek. Konuya dair Ebû Abdirrahmân es-Sülemî’nin şu sözü anlamlıdır: "Biz Kur’ân’dan on âyet öğrenince, onun helâlini-harâmını, emrini-nehyini öğrenmeden başka bir âyete geç­mezdik. "[25]

Anlaşılan, Kur’ân okumadaki asıl maksat, ilk etapta onun manasını anlamaktır. Bu husus âyetlerde de gayet açık bir şekilde zikredilmektedir:

"Biz onu Arabça bir Kur’an olarak indirdik ki anlayasınız" (Yûsuf(12). 2).

"Biz, düşünüp anlamanız için onu Arapça bir Kur’an yaptık" (zuhruf (43), 3).

Kur’ân, üzerinde düşünülmesi gerektiğini, şu tür beyanlanyle daha beliğ/etkili bir üslup kullanarak serdetmiştir:

"Kur’an’ı düşünmüyorlar mı? Eğer o Allah’tan başkası tarafından indirilmiş ol­saydı, onda birbirini tutmaz çok şey bulurlardı" (Nisa’ (4), 82).

"Kur’an’ı düşünmüyorlar mı? Yoksa kalblerinin üzerinde kilitleri mi var (ki hiç­bir hakikat gönüllerine girmiyor)?" (Muhammed (47), 24).

Kur’ân’ı anlama(ya çalışma)nın, üzerinde kafa yormanın, tefekkür etmenin, nâfile ibadetlerin en önemlilerinden biri olan nafile namaz kılmaktan daha önemli ol­duğu, Resûlullah’ın Ebû Zerr’e hitaben söylediği : "Oturup Allah’ın kitabından bir âyeti anlaman, senin için yüz rekat (nâfıle) namaz kılmandan daha hayırlıdır”[26] sö­zünde gayet net olarak ifadeye konmuştur. Bir başka hadîste de Resûlullah şöyle bu­yurmuştur : "Kur’ân’ı üç günden az bir sürede okuyan on(un manasın)ı anlaya­maz. "[27] Bu hususta Ibn Abbas’ın şöyle bir beyanı vardır : "Bakara ve Âl-i tmrân sü­relerini tertil üzere düşünerek okumam, Kur’ân’ı (baştan sona) süratle okumamdan bana daha doğru görünmektedir. "[28] Süleymân Dârânî de bu konudaki tutumunu şu sözlerle anlatmıştır : "Ben bir âyet okurum, dört-beş gece onu düşünürüm, onu iyice anlamadan başkasına geçmem."[29] Demek ki matlûb olan, Kur’ân’ı mümkün olan en kısa zamanda okuyup bitirmek değil, onu anlayarak okumaktır.

Bu amaçla Kur’ân’ın i’râb edilerek okunmasının daha faziletli olduğu ifade edil­miştir. Konuyla ilgili Hz. Ömer’in : "Kur’ân’ı okuyan ve onu i’râb eden kimseye Al­lah katında şehîd sevâbı verilir" [30] sözüyle Mekhûl’un : "Bana ulaştığına göre, Kur’ân’ı i’râb ederek okuyana, i’râbsız okuyanın sevâbının iki katı verilir"[31] sözü oldukça anlamlı görünmektedir. Hatta Kur’ân’ı i’râb etmenin onu ezberlemekten da­ha mühim olduğu belirtilmiştir. Hz. Ebû Bekr ile Hz. Ömer bu hususu şu sözleriyle dile getirmişlerdir: "Bize, Kur’ân’ı i’râb etmek, onu(n harflerini) ezberlemekten da­ha doğru görünmektedir."[32]

Çünkü Kur’ân’ı i’râb etmek, onun manalarını anlamaya yardımcı olmaktadır, işin önemi de zaten buradan ileri gelmektedir. Eğer Kur’ân’ı anlamaya vesile olma­yacaksa mücerred olarak/sadece icrâbın kayda değer bir tarafı yoktur. îbn Atıyye bu hususa şu sözleriyle açıklık getirmiştir : "Kur’ân’ı i’râb etmek dînde asddır. Çünkü bununla kâide/kural demek olan Kur’ân’ın manaları daha iyi anlaşılmaktadır."[33]

Bu kısma son vermeden önce, okuduğu Kur’ân’ın anlamını bilmeyen ve bu yüz­den, korkuyla heyecanın iç içe bulunduğu bir duruma düşen kişinin halini anlatan, îyâs b. Mucâviye’nin şu temsilî teşbihini kaydetmek sanırız faydalı olur :

"Kur’ân’ı okuyup da onun tefsirini bilmeyen kimse, lambanın olmadığı bir gece­de hükümdarından kendisine bir mektup gelen, (bu yüzden) kendisini korku saran ve mektubun içinde ne olduğunu bilmeyen kimse gibidir. Kur’ân’m tefsirini bilen ise, lamba getirerek mektubun içindekini okuyan gibidir."[34]

3. Kur’ân’ı Tatbik Etmek:

Yukarıda Kur’ân’ın, üzerinde düşünülmesini istediğinden söz etmiştik. Kur’ân’ın, hayata geçirmek amacıyla üzerinde düşünmek gerekir. Bu nedenle olmalı ki "andolsun, size, içinde şanınız/şerefiniz bulunan bir Kitab indirdik. Aklınızı kullanmıyor mu­sunuz?"[35] âyetinde "içinde şanınız/şerefiniz bulunan bir Kitab" kısmını, Sehl b. Abdillah "içinde hayatınızın olduğu şeylerle amel etmek"[36] şeklinde tefsir etmiştir.

Tabii ki, Kur’ân üzerinde mücerred olarak düşünme, tefekkür etme, hayata geçirilmedikçe istenilen neticeyi vermeyecektir. Bu önemli ameliyeden sonra elde edilen verilerin gereğini yapmak, kısaca uygulamaya geçmek lazımdır:

"Sana bu mübarek Kitabı indirdik ki âyetlerini düşünsünler ve aklı olanlar öğüt alsınlar" (sad (38). 29).

"Andolsun biz, Kur’an’ı öğüt almak için kolaylaştırdık. Öğüt alan yok mudur?"

(Kamer (54). 17. 22, 32. 40).

Bir hadiste de bu hususlar şöyle bir benzetme ile anlatılmaya çalışılmıştır:

"Kur’ân’ı öğreniniz, onu okuyunuz, Kur’ân’ı öğrenen, onu okuyan ve gereğini yapan kişinin misâl(hâl)i, misk ile doldurulmuş bir dağarcığın/tuluğun misâli(hâ- li)ne benzer ki, kokusu her tarafa yayılır. Kur’ân’ı öğrenip de Kur’ân içinde olduğu halde uyuyup ğaflete dalan kişinin misâli ise, misk üzerine (içinde misk varken) ağ­zı sıkıca bağlanmış dağarcığın/tuluğun misâli gibidir."[37]

Çalışmamızın omurgasını oluşturan hadîste, Kur’ân’ı okuyan, anlayan ve tatbik edenin durumu işte böylesine güzel bir teşbihle ortaya konmaya çalışılmıştır. Böyle bir kimse âhirette ise hayallerimizin de ötesinde bir güzelliğe kavuşacak, aynca ebe­veyni onun sayesinde arzu edilmeye değer lütuf ve nimetler elde edecektir :

"Kur’ân’ı okuyan ve hükümleriyle amel edenin anne ve babasına kıyâmet günü parlaklığı dünyadaki güneşin parlaklığından daha kuvvetli olan bir taç giydirilir. O halde Kur’ân’ı bizzat uygulayan hakkında ne düşünürsünüz? (Onun sevabını siz tak­dir edin/giyeceğini siz düşünün). ”[38]

Ashâb, Kur’ân’ı okuyor, anlıyor ve uygulamaya koyuyordu. Ömer b. Hattâb Ba­kara süresini on küsür senede ezberlemiş, süreyi ezberleyince Allah’a şükretmek için bir de deve kurban etmiştir.[39] Anlaşılıyor ki Hz. Ömer söz konusu süreyi on küsür yıl gibi bir zaman zarfında okumuş, anlamış ve hayata geçirmiştir. Yoksa sadece yü­zünden okuyup veya ezberleyip bırakmamıştır. İmâm Mâlik’in rivâyetine göre de "Abdullah b. Ömer Bakara süresini öğrenmek için üzerinde tam sekiz sene durmuş­tur."[40] Bu dönemde müslümanlar Kur’ân’ı okuyup onun seviyesine çıkmaya çalışır­ken, ne hazindir ki, günümüz müslümanları Kur’ân’ı kendi seviyelerine indirmeye çalışıyorlar.[41] Demek ki, o devirde Kur’ân anlaşılıp yaşanıyordu, günümüzde oldu­ğu gibi manası bilinmeden sadece yüzünden okunmak veya ezberlenmekle yetinilmi­yordu. Kur’ân hâfızı olmak, baştan sona Kur’ân’ı yanlışsız olarak ezbere okumak de­ğildi. Nitekim Ebû Ömer Kur’ân hâfızını şöyle tarif etmektedir: "Hameletü’l- Kur’ân/Kur’ân hâfız(lar)ı, Kur’ân’ın hükümlerini, helâlini ve harâmını bilen ve onun içindekilerle amel edendir."[42] Abdullah b. Amr da Kur’ân hâfızmda bulunma­sı gereken nitelikleri sayarken şöyle demektedir: "...Kur’ân’ın hükümlerini öğren­mesi, Allah’ın muradını ve üzerine farz olanı anlaması, okuduğundan istifade etme­si, okuduğuyla amel etmesi gerekir. Kur’ân’ın farzlarını ve hükümlerini ezberden okuyup da okuduğunu anlamaması ne kötü bir şeydir..."[43]

İşte bundan dolayı olmalı ki, Kur’ân’ı okuyup tatbik etmeye çalışan kimse gıpta edilmeye değer bulunmuştur:

"Ancak iki kişi gıpta edilmeye değerdir: Birisi, Allah’ın kendisine Kur’ân ihsan edip de gece-ündüz onu okuyarak uygulamaya çalışan; diğeri de Allah’ın verdiği malı gece-gündüz fakirlere infak eden kimsedir".[44]

Konuyla ilgili olarak -aynı zamanda günümüzdeki acıklı durumu da tasvir eden Abdullah b. Mes’ûd’un şu sözleri oldukça manidar görünmektedir : "Bize, Kur’ân’ın lafızlarını ezberlemek zor, onunla amel etmek kolay gelirdi. Bizden sonrakilere Kur’ân’ı ezberlemek kolay, onunla amel etmek zor gelecek. "[45] "Kur’ân-ı Kerîm hük­müyle amel edilmek için nazil olmuş iken onlar yalnız okumasını amel olarak kabul etmişlerdir. Bazı kimseler Fâtiha’dan başlayarak hiç yanılmamak şartıyla Kur ’ân’ ı sonuna kadar okudukları halde hükmüyle amel etmezler."[46] Haşan Basrî de iç açıcı olmayan şu tabloyu çizmektedir : "Önceleri insanlar Kur’ân’ı Allah’ın bir emri, fer­manı bilir öyle davranırdı. Gece gündüz onun üzerinde titizlik gösterir, onu gözetir, göz önünde bulundurur, ona göre amel ederdi. Şimdi siz onun harflerine, harekele­rine çok dikkat ediyorsunuz, ama İlâhî emirlere, içinde neler bulunduğuna hiç dik­kat etmiyorsunuz. Hatta onları anlamıyorsunuz bile."[47]

Günümüzün, -yanlış uygulanan hafızlık anlayışına ilaveten- önemli problemle­rinden birine de Ebû Ümâme el-Bâhilî şu sözleriyle parmak basmıştır : "Kur’ân’ı okuyunuz! (Duvarda) asılı Mushaf sizi aldatmasın! Allah, Kur’ân’ın kabı olan kalbe azab etmez."[48]

Kur’ân’dan tam anlamıyla istifade etmek için bu üç aşamanın gerekli olduğu fik­rindeyiz. Hayata geçirilmeden Kur’ân’dan beklenen güzellikler gerçekleşmez. İnsa­nın ve içinde yaşadığı toplumun müsbet yönde değişmesi ve yükselmesi, Kur’ân’ın hayata geçirilmesine bağlıdır. Aksi halde Resûlullah’ın şu sözünün ilk kısmının ger­çekleşmesi umulurken, son kısmı gerçekleşir ki bu da, insanlık açısından tahammü­lü imkansız/vahim sonuçlar doğurur:

"Allah bu Kelâm’la bir kısım kavimleri yükseltir, diğer bir kısmını da alçaltır."[49]

Bütün bu nedenlerden dolayı olmalı ki Resûlullah, insanların yakalandıkları maddî ve manevî hastalık ve olumsuzluklarını izâle edecek unsurları şu hârika sö­züyle ortaya koymuştur:

"Şu iki şifalı şeye devam ediniz: Bal ve Kur’ân."[50]

Bal, maddî bünyenin sağlığı için ne kadar yararlı ise, tıpkı bal gibi -ve hatta da­ha önemli olarak- Kur’ân da manevî yapının sağlıklı olması için elzemdir. Manevî yapının daha mühim olduğunu söyledik; çünkü, manevî yapı sağlam olmadan mad­dî bünyenin sağlığından bahsetmek mümkün değildir. Belki de bu hususa işâret et­mek için Resûlullah, "ilacın en hayırlısı Kur’ân’dır"[51] hadîsinde Kur’ân’ı, en iyi ilaç olduğunu ifade etmek suretiyle ayrı olarak zikretmiştir.

Nasıl ki balın, vücuda alınmadan faydası göriilemiyorsa, Kur’ân da hayata geçiril­meden tam anlamıyla faydalı olamaz. Yukarıda da işaret edildiği gibi Kur’ân’ın insan ve toplum hayatını saadete erecek şekilde tanzîm etmesi, bu yönde müsbet manada kök­lü değişiklikler yapması onun tatbikine bağlıdır. Kısaca hadîste, insanın maddî ve ma­nevî hayatını sağlığa kavuşturacak, diri tutacak iki temel hususa vurgu yapılmıştır. Kur’ân da inananlara şifâ ve rahmet oluşunu şu beyanlarıyla ilân etmiştir :

"Biz Kur’ân’dan mü’minlere şifa ve rahmet olan şeyler indiriyoruz. (Kur’ân, mü’minlere şifadır. İnananlar, onunla dünya ve âhiret dertlerinin şifasını bulurlar. Onun hükümlerine uyarak ruhen huzura kavuşurlar.) Ama bu, zalimlerin ziyanını ar­tırmaktan başka bir katkıda bulunmaz. (Çünkü onlar Kur’ân’ı inkar ederler. İnkar­larından ötürü de hüsranları artar)" (İsra,(17),82).

Tabii ki rahmete nail olma, kuşkusuz Kur’ân’ı uygulamaya bağlıdır:

"İşte bu (Kur’an) da mübarek Kitab’dır. O’nu biz indirdik, O’na uyun ve (Al­lah’tan) korkun ki size rahmet edilsin!" (En’âm(6), 155).

Sonuç olarak Kur’ân’ın nasıl okunması gerektiğini öazâlî’den dinleyelim: "Kur’ân’ın hakkıyla okunması, dil, akıl ve kalbin müştereken okumasıyla gerçek­leşir. Dil, tashîh-i hurûfa riâyet ederek tertîl ile okur; akıl, manaları anlar; kalb ise emir ve yasaklara uyarak öğüt alır. Yani dil ağır ağır okur, akıl okunanı anlar, kalb de etkilenerek alınması gereken dersi/öğüdü alır."[52]

Etüdümüzü noktalarken şunu da önemle belirtmeliyiz ki, herkes Kur’ân’dan im­kanı nisbetinde istifade etmelidir. Kur’ân okumasını bilmeyen okumaya, okuyan an­lamaya, anlayan uygulamaya çalışmalıdır. Zîrâ Allah hiçbir kimseye gücünün yetme­diği bir işi yüklemez:

"Allah, kimseye gücünün üstünde bir şey teklif etmez. Herkesin kazandığı iyilik kendi yararına, kötülük de kendi zararınadır..."(Bakan (2). 286).

"Biz, hiç kimseye gücünün üstünde bir şey teklif etmeyiz… " (Mu’minûn (23). 62).

İşin bilincinde olan M. Akif’in şu haykırışına kulak verelim:

"İbret olmaz bize, her gün okuruz ezber de!

Yoksa bir maksat aranmaz mı bu âyetlerde,

Lafzı muhkem yalınız, anlaşılan Kur’ân’ın:

Çünkü kaydında değil, hiçbirimiz mânânın,

Ya açar nazm-ı çelilin, bakarız yaprağına,

Yahut üfler geçeriz bir ölünün toprağına,

İnmemiştir hele Kur’ân, bunu hakkıyla bilin,

Ne mezarlıkta okunmak, ne de fal bakmak için!"

"... SÖZÜN EN GÜZELİ, ALLAH’IN SÖZÜDÜR...”[53]

"... SÖZÜN EN HAYIRLISI, ALLAH’IN KİTABIDIR..."[54]



[1] Konuya ilişkin başka âyetler için bkz., Bakara (2), 97, 185; En’âm (6), 157; lsrâ’ (17), 82; Lokmân (31); Şûrâ (42), 52; Necm(53), 23.

[2] Tirmizî, Fezâ’ilu’l-Kur’ân, 14.

[3] Ateşmen, Mustafa, AvrupalI Gözüyle İslâm, İst., 1971, s. 156.

[4] Ateşmen, İslâm, s. 49.

[5] Öztürk, Yaşar Nuri, Yeniden Yapılanmak (Kur’ân’a Dönüş), Yeni Boyut, İstanbul, 1996, s.7.

[6] Ateşmen, İslâm, s. 48.

[7] Danişmend, İsmail Hâmi, Garb timinin Kur’ân-ı Kerîm Hayranlığı, Dergah yayınları, 3. Baskı, İstanbul, Ekim, 1978, s. 49, (Anquetil Duperron’un bu sözü, “Legislation Orientale” adlı eserinin 1978 Amsterdam baskısının 110. sayfasından alınmıştır).

[8] Danişmend, Kur’ân-ı Kerîm Hayranlığı, s. 57, (Raymond Lerouge’nin bu sözü, “Vie de Mahomet” ismindeki eserinin 1939 Paris baskısının 21. sayfasından nakledilmiştir).

[9] Ateşmen, Islâm, s. 143.

[10] Bu söz, H.S.Lider’e aittir, bkz., Ateşmen, İslâm, s. 159.

[11] Mezkur söz, Thomas Arnold’undur, bkz., Ateşmen, Islâm, s. 159.

[12] Tirmizî, Fezâ’ilu’l-Kur’ân, 16; Dârimî, Fezâ’ilu’l-Kur’ân, 1.

[13] Müslim, Salâtu’l-Müshafirîn, 244; Ebû Dâvûd, Salât, 349; Ibn Mâce, Edeb, 52.

[14] Nevevî, Ebû Zekeriyyâ Yahya b. Şeref, et-Tibyân fi ‘Âdâbi Hameleti’l-Kur’ân, II. baskı, Beyrut, 1990, s. 24; Kandehlevî, Muhammed Zekeriyyâ’, Fezâ’il-i Âmâl, (Ter., Yusuf Karaca), İstanbul, 1997, s. 380.

[15] Tirmizî, Fezâ’ilu’l-Kur’ân, 6, 25.

[16] Buhârî, Fezâ’ilu’l-Kur’ân, 21; Ebû Dâvûd, Vitr, 1452; Ibn Mâce, Mukaddime, 16; Dârimî, Fezâ’ilu’l-Kur’ân, 2; Tirmizî, Fezâ’ilu’l-Kur’ân, 15; Ahmed b. Hanbel, I, 57, 58, 69, 153.

[17] Ebû Dâvûd, Salât, 349.

[18] Danişmend, Ktır’ân-ı Kerîm Hayranlığı, s. 58, (Blachere’in bu sözü, “Le Coran" adlı eserinin 1957 tarihli baskısının 200. sayfasının 4. dipnotundan alınmıştır).

[19] Ateşmen, İslam, s. 133.

[20] Danişmend, Kur’ân-ı Kerîm Hayranlığı, s. 63, (Jean-Paul Roux adlı Fransız müsteşrikin bu sözü, L’tslam en Asie” adındaki eserinin 1958 tarihli baskısının 26. sayfasından aktarılmıştır.)

[21] Danişmend, Kur’ân-ı Kerîm Hayranlığı, s. 66-67, (Jacques C.Risler’in zikredilen bu sözü, “La Civilisation Arabe” adlı eserinin 1955 tarihli Paris baskısının 30. sayfasından nakledilmiştir).

[22] Ateşmen, İslâm, s. 143.

[23] Ateşmen, İslâm, s. 144.

[24] Tirmizî, Fezâ’ilu’l-Kur’ân, 13.

[25] Kurtubî, Ebû Abdillah Muhammed b. ‘Ahmed, el-Câmi’li ‘Ahkâmi’l-Kur’ân, Beyrut, Dâru Ihyâ’i’t- Türâsi’l-’Arabî, I, 39

[26] İbn Mâce, Mukaddime, 16.

[27] İbn Mâce, lkâmetu’s-Salâh, 178; Ahmed b. Hanbel, II, 164, 165, 189, 193.

[28] Ğazâîlî, Ebû Hâmid Muhammed b. Muhammed, İhyâ’u ‘Ulûmi’d-Dîn, Mektebetü Mısr (Dâru Mısır li’t-Tıbâ’a. I, 282.

[29] Ğazâlî, lhyâ’, I ,277.

[30] Kurtubî, el-Câmi’, I, 23.

[31] Kurtubî, el-Câmi’, I, 23.

[32] Kurtubî, el-Câmi’, I, 23.

[33] Kurtubî, el-Câmi’, I, 24.

[34] Kurtubî, el-Câmi’, I, 26.

[35] Enbiyâ’(21), 10.

[36] Kurtubî, el-Câmi’, XI, 273.

[37] Tirmizî, Fezâ’ilu’l-Kur’ân, 2; îbn Mâce, Mukaddime, 16.

[38] Ebû Dâvûd, Vitr, 14; Ahmed b. Hanbel, III, 440.

[39] Kurtubî, el-Câmi’, 1, 40.

[40] İmâm Mâlik, Kur’an, 11.

[41] Ğazâlî, Mhammcd, Kur’ân’ı Anlamada Yöntem, (Çeviri, Emrullah işler), 2. baskı, İstanbul, 1998, s. 41.

[42] Kurtubî, cl-Câmi’, I, 26.

[43] Kurtubî, cl-Câmi’, I, 21.

[44] Müslim, Salûtu’l-Müsafırîn ve Kasruhâ, 266, 267.

[45] Kurtubî, el-Câmi’, 1,40.

[46] Ğazâlî, İhyâ’, I, 275.

[47] Kandehlevhi, F. ‘A’mâl, s. 383.

[48] Ğazâlî, İhyâ’, I, 273.

[49] İbn Mâce, Mukaddime, 16.

[50] İbn Mâce, Tıb, 7.

[51] İbn Mâce, Tıb, 38,41.

[52] Gazâlî, İhyâ’, I, 287.

[53] İbn Mâce, Mukaddime, 7; Nese’î, Sehv, 65.

[54] Müslim, Cum’a, 43,45.