Makale

İSLÂM DÜŞÜNCESİNDE YENİLİK ÜZERİNE BAZI DEĞERLENDİRMELER

İSLÂM DÜŞÜNCESİNDE YENİLİK ÜZERİNE

BAZI DEĞERLENDİRMELER

Mehmet Nuri YILMAZ
Diyanet İşleri Başkanı

Genel Mülâhazalar

Bilindiği gibi, tecdid, ıslah, ihyâ, terakki ve benzeri kavramlarla anlatılmaya ça­lışılan dinî-sosyal (socio-religious) durum, Müslümanların başlangıcından bu yana bütün tarih boyunca karşılaştıkları en önemli problemlerden biri olmuştur. Hemen hemen aynı şeyi ifade eden bu kavramlar, kültürümüzün içinde, hatta odağında her zaman yer almıştır. İslâm kültürüne özgün bir çok yönü olmakla birlikte, tecdid prob­leminin, aynı zamanda evrensel bir insanlık sorunu olduğu da görülmektedir. Yerkü­redeki bütün toplumlann kendilerini, ortaya çıkan yeni durumlara nasıl uyarlayacak­ları ve kendilerine nasıl yeni hedefler belirleyeceklerine ilişkin sorunlar hep olagel­miştir.

Tecdid kavramı, öteki benzer kavramlar gibi, çok boyutlu bir kavramdır. Bu yüz­den kavramın eskilerin ifadesiyle ’efradını câmi, ağyannı mani’ bir tanımını yapmak çok zor görülmektedir. Yine de bir tanım vermek gerekirse şunlar söylenebilir: Tec­did kavramı kelime olarak yenilenme anlamına gelmektedir. Terim olarak ise, din anlayışını ve din kültürünü, başlangıç noktasındaki orijinalliğe götürmek, onu sosyal değişmeye ve hayatın temel dinamiklerine uygun olarak, sağlıklı bir istikamette sü­rekli yenilemek anlamına gelmektedir.

Şurası bir gerçektir ki, Müslümanlar ilk fetihlerden itibaren başlayan süreçte, kendilerini, karşılaştıkları yeni çevre koşullarına ve değişen dünyaya adapte etmek mecburiyetinde kalmışlardır. Bununla birlikte tarihi kaynaklar bize Müslüman top­lumlann ilk yüzyıllarda, söz konusu adaptasyon sürecinde çok ciddi sıkıntılar içine düşmediklerini göstermektedir.

Hz. Peygamberin görevi, öncelikli olarak vahyi, insanlar tarafından yaşanabilir şekilde yorumlayıp açıklamak olduğu için, hayatın seyri içinde önderliğini yaptığı toplumun karşılaştığı her türlü problemi, vahiy mantığına, tabii, sosyal ve kültürel or­tamın gereklerine, bilgi ve tecrübe birikimine dayanarak çözüme kavuşturmuştur. Bugün elimizde münhasıran Hz. Peygamberin içtihatlarını irdeleyen, küçümseneme­yecek miktarda kaynak literatür bulunmaktadır.[1]

Sahabîler ve ondan sonra gelen nesil de, bu konuda Hz. Peygamberin yolunu (sün­net) takip etmişlerdir. Hz. Peygamber, Yemen’e vali olarak gönderdiği Muaz b. Cebel’e gitmeden önce, görev mahallinde karşılaşacağı meseleleri nasıl halledeceğini sorması üzerine; ondan; "önce Kur’an’a, ardından Sünnet’e başvurarak meseleleri çö­zeceği, bunlarda bulamadığı konularda ise kendi re’yiyle içtihat edeceği" cevabını al­mıştır. Bu ve benzeri pek çok örnek, sahabe neslinin tecdid konusunda gerekli zihni altyapıya sahip olduğunu göstermektedir.

Konuya Kur’an’ın ışığında bakıldığında; tecdidin son tahlilde İlâhî iradeye boyun eğme şeklinde gerçekleşen ahlâkî bir başan olduğu görülür. Kur’an, Yüce Varlığın her an yeni tecellilerle bir oluş halinde bulunduğunu ifade etmektedir.[2] Yine Kur’an-ı Kerim’de; "İnananların gönüllerinin titreyerek Allah’ı anması ve O’ndan gelen gerçeğe içten bağlanması zamanı hâlâ gelmedi mi? Onlar, daha önce kendilerine ki­tap verilenler gibi olmasınlar. Onların üzerinden uzun zaman geçti de kalpleri katı­laştı. Çoğu zaten fasık olmuş durumdadır" denilmektedir.[3] Çağdaş Türk müfessirlerimizden Elmalılı Hamdi Yazır, bu ayetten şu noktaların çıkarılabileceğini ifade ed­er: İnsan hadiselerin yenilikleri içinde sürüp giden bir hayatı müşahede etmek ister. Oysa mürûr-u zaman, mü’minin kalbinde derin yaralar açar. Bunun sebebi de teceddüdün yokluğudur. Eğer bir dinî hayat, kendini yenileyemez, içine yeni tecrübeler katarak zenginleşemez ve yeni ifade yolları bulamaz ise, insanlar ona olan ilgilerini yavaş yavaş kaybedebilir, hatta ona bütünüyle yabancılaşabilir.

Baştan sona incelendiğinde Kur’an’ın başlıca hedefinin, tarihinin akışına müdahil olmak, korunması gerekenleri muhafaza etmek, fonksiyonlarını kaybetmiş olan hüküm ve uygulamaları değiştirmek ve sonuç itibarıyla insanı, süreklilik arz eden bir inanç ve ahlâk çizgisinde, yani fıtrat dairesinde tutmak olduğu görülür. Bu süreklili­ği sağlayacak olan da, insanların zihninde dinamik insan ve toplum anlayışını sürek­li canlı tutmaktır.

Hz. Peygamberden Ebu Hureyre kanalıyla, "Allah her yüzyılın başında dini ye­nileyecek kişileri ümmete gönderir" şeklinde bir hadis rivayet edilmiştir.[4] Bu hadisin sıhhati ve tecdidi gerçekleştirecek olan şahsın nitelikleri ile ilgili tartışmaları bir ta­rafa bırakarak burada şunu ifade etmek istiyorum: Bu hadis, tarih boyunca Müslü­manların tecdid anlayışlarını diri ve dinamik tutan unsurlardan biri olmuştur.[5] Müs­lümanların bilim, kültür, düşünce, sanat, şehircilik ve hayatın diğer alanlarında kay­dettikleri üstün başarılar, bu hadiste ifadesini bulan tecdid fikrinin bir sonucu mey­dana gelmiştir. İslâm’ın parlak başarılarının büyük çoğunluğu, İslâm’ın bu ilk beş yüzyılı içinde, sürdürülen canlı ve dinamik çabalar sonucunda gerçekleştirilmiştir.

Hz. Peygamberin önderliğinde yirmi üç yıl gibi kısa bir zaman sürecinde bütün dünyaya model olma özelliğine sahip bir iman ve ahlâk toplumu oluşturulduğu gibi, müteakip birkaç yüzyıl içinde de tarihe yüzden fazla kelam okulu, en az dört büyük felsefe geleneği, yirmi civarında fıkıh ve hukuk okulu miras bırakılmıştır.

Ne yazık ki tecdid fikri müteakip dönemlerde giderek zayıflamış, bir hareket ve dinamizm prensibi olan içtihat faaliyetleri azalmış, tecdid çoğu zaman sonradan or­taya çıkan bid’atlerin dinden temizlenmesi ve sahabe döneminin safiyetine dönülme­si çabası olarak dar çerçevede anlaşılmaya başlanmıştır. Bunun sonucu olarak da, müslümanlar gelişmelere göre kendilerini yenileyemedikleri gibi, ilmî, fikrî ve İkti­sadî açıdan da geri kalmışlardır.

Son iki asırdır, İslâm dünyasının bütün bölgelerinde olduğu gibi, Türk toplumunda da, düşülen siyasî, ekonomik ve düşünce krizinden kurtulmak için, ilk beş asırdakine benzer yenilikçi, ihyacı ve hamleci bir İslâm anlayışı geliştirme cihetinde, ciddi entelektüel gayretler sergilenmektedir. Bu çabalar tecdid, ıslahat, ihya hareketleri gibi çeşitli isimlerle adlandırılmaktadır. Biz bu tebliğimizde, bu çerçevede ortay­a çıkan bir kısım problemler üzerinde durmaya çalışacağız. Bu konuda İslâm coğraf­yasının her köşesinde yaşayan ilim ve fikir adamlarının duydukları endişe ve çektik­leri ıstırabın birbirinin benzeri olduğu kanaatini taşıyorum. Başka bir deyişle yorum olmadan, vahyin pratiğe dökülmesi mümkün gözükmemektedir.

Tecdidin Gerekliliği

Tecdidin en belirgin özelliği bir yorum (açıklama) faaliyeti olmasıdır. Yorum ise, vahyin ferdî ve toplumsal hayatta yaşanır hale gelmesi için başvurulması zorun­lu bir yöntemdir.

Kur’an’ın bizatihi kendisi de, îlâhî bir beyandır. Onda varlık âlemi hakkındaki açıklamalar ile insanın ilgi alanına giren en temel konular ile ilgili İlâhî iradenin han­gi istikamette olduğuna dair, insanın zihin yapısı ve idrak gücüne uygun beyanlar bu­lunmaktadır. Kur’an’ın başka bir ismi de beyandır.

Hz. Peygamberin sünneti de hemen hemen Kur’an’ın bir yorumu ve açıklamasın­dan ibarettir. Hz. Peygamberin ilk görevi İlâhî iradeyi açıklamaktır. Mesela, namaz (salat) Kur’an-ı Kerim’de sadece kavram olarak geçer ve bu kavramla, ilâhî iradenin insanların sevgi ve saygı ile kendisine yönelmesini istediği anlaşılır. Bu kavramı yo­rumlayıp, söz konusu saygının ne şekilde tahakkuk edeceği hususu ise, bizzat Hz. Peygamber tarafından izah edilmiştir. Zekat ve diğer temel konularda da durum bun­dan farklı değildir.

Hz. Peygamber, bir hadisinde, "bilginler, peygamberlerin mirasçılarıdır" buyur­muşlardır. Bu hadisten Kur’an’la başlayan ve Hz. Peygamberle sürdürülen açıklama, yorumlama ve toplumun hak ve ahlâkî çizgide sürekliliğini sağlama görevinin, bil­ginler tarafından sürdürülmesi gerektiği anlaşılmaktadır. Bu ise yorumun, dolayısıy­la tecdid faaliyetinin sürekliğine delalet eder.

İnsanlara kutsal kitaplar yoluyla her şey bildirilmemiştir. İnsanın önünde her zaman bilinenden hareketle, bilinmeyenleri öğrenme gibi bir görev durmaktadır. Bu görev ise elbette yorumlama ve anlamlandırma yoluyla yerine getirilecektir. Şu hal­de yorumlama ve anlamlandırma, insanın en temel ihtiyacı ve önüne geçilmez etkin­liklerinden birisidir. Yorumlama ve anlamlandırma tabii bir ihtiyaç ve zorunluluk ise, bu etkinliğin tabii sonucu olan tecdid faaliyeti de bir ihtiyaç ve zorunluluk ola­rak karşımıza çıkmaktadır.

Daha önce de işaret edildiği üzere din, yorum yoluyla bireysel ve toplumsal ha­yatta pratiğe geçer. Yapılan yorumlar yanlış yapılabileceği gibi, kasıtlı veya kasıtsız tahrif edilmiş de olabilir. Yahut hayatın imkanları, şartları veya ihtiyaçlan değiştiği için tamamıyla fonksiyonunu da kaybetmiş olur. Mecelle’nin meşhur ifadesiyle, za­manın değişmesiyle hükümler de işlevini yitirebilir, anlamsız hale gelebilir. Bu du­rumda tecdid kaçınılmaz bir hal alır.

Tecdidin sürekliliğinin lüzumuna dair elimizdeki en büyük kanıt, Kur’an’ın vahyediliş sürecidir. Kur’an 23 senelik bir zaman diliminde, esbâb-ı nüzûle, yani insanların şartlarına, zayıflıklarına ve güçlüklerine uygun olarak indirilmiştir. İnsanların durumlarının dikkate alınması ve buna uygun olarak hükümlerin belirlenmesi, gerek­tiğinde neshe gidilmesi, bir eksikliğe değil, aksine kemâle işaret sayılmalıdır.

Kısacası taklit ve taassubu önlemek, aklı ve hür tefekkürü canlı tutmak, değişim karşısında dinî geleneğin dinamizmi ve sürekliliğini muhafaza edebilmek için tecdid faaliyeti zaruret arzetmektedir.

Tecdid’in Mahiyeti ve Alanı

Tecdid (yenilenme) ile bidat (dinin köklerine yabancı olan yenilikleri dine sok­ma) kavramlannın birbirinden ayırdedilmesi gerekir. Tecdid, İslâm’ın temel sabitelerini merkeze alan bir yenilenme ameliyesi iken; bid’at, dinin özüyle çelişen fikir, düşünce ve eylemlerin İslâm’a mal edilmesidir. Başka bir tabirle tecdid faaliyeti İs­lâm’ın canlılığını sağlayan teneffüs fonksiyonu icra ederken, bid’at ise, İslâm’ın ya­bancılaşması ve yozlaşmasının adıdır.[6] Bu itibarla müslümanlann tecdide sımsıkı sa- nlırken, bid’atlerden de uzak durmaları gerektiği açıktır.

Tecdidin hangi alanlarda olabileceği konusu da, bu çerçevede önemli bir prob­lem olarak karşımıza çıkmaktadır. Bu hususta bazı İslâm bilginleri yasama ruhu dı­şında kalan, fiili yasama ile ilgili, yani, genel prensipler dışındaki dünyevî işlerle il­gili bütün hükümlerde tecdid faaliyetinin rahatlıkla yürütülebileceğini ileri sürerken, bazılan da, tecdidin sahasını oldukça daraltma cihetine gitmişlerdir. Başka bir grup da, orta bir yol izlemeyi tercih etmişlerdir.

Burada ilk olarak vurgulanması gereken önemli nokta şudur: Dinî hükümlerin tecdidi, İslâm’ın tecdidi anlamında anlaşılmamalıdır. İslâm’m getirdiği ana prensip­ler, hiçbir tecdid ihtiyacını hissettirmeden varlığını muhafaza edebilecek niteliktedir. Buna mukabil, içtihat yoluyla elde edilen hükümler ile zaman ve şartlann değişme­siyle değişebilen gerekçelere dayalı hükümler, gerektiğinde yeni içtihatlarla değiştirilebilir. Bu yolla din kültürü tecdide açık hale gelir. Ayet ve hadislere dayalı hükümler, ancak gözettiği maslahatın (fayda, gerekçe) ortadan kalkması veya değişmesiyle değişe­bilir. Sadece modern normlara ve değerlere ters düştüğü gerekçesiyle, bu hükümlerin değiştirilmesi gerektiği fikri ise kabul edilemez.

Bu açıklamalar ışığında tecdidin saha ve boyutlarını şöylece açıklayabiliriz:

Tecdid, mutlak ve değişmezlik özellikleri taşıyan alanlarda, yani dinin özünde gerçekleşmez. Bunlar iman, ibadet ve ahlâk alanıdır. Tecdid, dinin bireyler tarafın­dan içtihat yoluyla anlaşılma biçimlerinde, yorumlanmış ve toplumsal hayata uygu­lanmış şekillerinde olur.

Değişmezler, yazıldıkları şekilde geçerli olan Kur’an ve Sünnetin kesin ve evren­sel hükümleridir. Bunlar müslümanlar tarafından bütün devirlerde, gerekli ve değiş­mez olarak kabul edilmişlerdir.

Biraz daha açmak gerekirse şunları söyleyebiliriz: İslâm’da itikatla ilgili hüküm­lerde herhangi bir değişiklik söz konusu değildir. Zira Hz. Peygamberin (s.a.s) vefa­tı ile vahiy son bulmuş ve din de kemâle ermiştir. Dinin kemâle ermesi, onun inanç esasları ve genel prensiplerinin tamamlanması demektir. Dinin kemale erdiğini belir­ten ayetten sonra başka ayetlerin de nazil olması bunun kanıtlarından birisidir, ima­na konu olan hususlarda bir değişiklik olmayacağından, itikadî hükümlerde de bir de­ğişiklik söz konusu olamaz, inanç esaslarında ve inanılması gereken hususlarda bir değişikliğe gitmek, başta tevhid akidesi olmak üzere İslâm’ın özünü zedeler, ibadet ve ahlâkla ilgili hükümler de, insanın Allah ile ilişkilerini düzenleyen ve manevî ol­gunluğa eriştirmek için konulan hükümler olup, tamamen insan fıtratıyla alakalıdır, insan fıtratında bir değişiklik olmadığına göre, insanla Allah arasındaki ilişkileri dü­zenleyen ibadetlerle ilgili hükümlerin değişmesine de gerek yoktur. Bunların, insanla­rın nefislerini arındırmaları, ruhî tekâmülleri için her zaman ve mekanda muhafaza edilmesi zarureti vardır.

Öte yandan ibadetler, illetleri akıl ile anlaşılmayan hükümler cümlesindendir. Bu sebeple, ibadetler konusunda akıl yürütmek yerine, Yüce Allah tarafından nasıl yeri­ne getirilmesi istenmişse, o şekilde îfa edilmesi gerekir, ibadet konulannda yapıla­cak her yenilik bidatler cümlesindendir ki, reddedilmiştir.[7] Keza helaller ve haramlar konusunda da tecdid faaliyetine yer yoktur. Zira İslâm’da helal ve haram kılma yet­kisi sadece Allah’a aittir.[8] Kur’an, kendisinde bu yetkiyi görenleri tanrılık iddiasında bulunmakla nitelemiş,[9] haramı helal, helali haram kılmayı şirkle eş tutmuştur.[10]

Muâmelât alanı, yani toplumsal ilişkileri tanzim eden hükümler, kâhir ekseriyet­le, hikmeti, nedeni, maslahatı ve gayesi insan aklıyla anlaşılabilecek hükümlerdir. Bu hükümlerin gerekçeleri zaten kaynaklarda ortaya konmuştur. Kaynağı Kur’an’da ve Sünnette yer almış olsa da, bu hükümlerin, akıl ötesi, anlamı hikmeti bilinmez, dog­matik, akılla temellendirilemez olduklarım iddia etmek, bu alanı tecdide kapalı tut­mak kesinlikle doğru değildir.

İnsanların birbirleriyle toplumsal ilişkilerini düzenleyen hükümler, olaylara ve şartlara bağlı olarak şekillenmiş ve sonraki nesillerin yorum ve istinbatına açık pra­tik çözümlerdir. Nitekim bu mahiyetteki hükümler de, İslâm’ın erken dönemlerinde, şartlara ve sebeplere, örfe göre anlaşıldığı ve yorumlandığı görülmektedir. Ebu Yu­suf un örflere bağlı Kur’an ve hadis hükümlerinin, bu örflerin değişmesiyle değişe­bileceğini ifade ettiği kaynaklarda zikredilmektedir.

Tecdidin İstikameti

Tecdid, İslâm’ın temel prensip ve değerlerinin istikametinde gelişme trendi gös­termelidir. Dinin asıllanndan irtibatını koparmış bir tecdid faaliyetinin sonucu çözül­me, yozlaşma ve yabancılaşmadan başka bir şey olamaz. Dinin temel sabiteleri, (be­şeri davranışların arka planında yönlendiricilik işlevi gören genel ilke ve prensipler) müslümanları değişim karşısında doğru istikamette sabit kalmalarını sağlayacak en emin dayanaklardır.

Tecdidin amacı, dini yeniliklere uydurmak değil, yeniliklerle ilgili İslâm’ın tav­rını belirlemek olmalıdır.

Tecdid aynı şekilde ondört asırlık birikimi küçümseyip reddeden bir anlayıştan da uzak durmalıdır. Tecdid gerçek gücünü, geleneğin yaratıcılığından almalıdır.

İslâm dünyası, eskinin güzellikleriyle yeninin güzelliklerini ideal bir senteze ta­bi tutarak, toplumlann yolunu aydınlatacak ve önünü açacak yenilikçiler yetiştirmek zorundadırlar.

Tecdidi Sağlayan Metodolojik Prensipler

Müslümanlar, yeni durum ve problemlere uyum sağlamak ve değişim karşısında âhenkli bir tutum izleyebilmek için, usûl-ü fıkıh ilmini keşfetmişlerdir.

Değişebilirleri ve değişmezleri ayırt etmek, değişimi ilgilendiren Kur’an ve Sünnet’teki ilgili prensiplerden bir metodoloji ortaya çıkarmak, fıkıh usûlünün konusu ve görevi olmuştur.

Nitekim usûlü fıkıh ilmi de, icma ve kıyasın yanı sıra, temessük bil asi, ıstıshap, mesalih-i mürsele, zerayi’, istikra, istihsan, örf ve adet gibi hüküm istinbat yöntem­lerini ortaya koyarak, tecdidi sağlayacak İlmî kanalları üreterek toplumun önüne koy­muştur. Bu metodik kriterlerin tamamının, devrin ruhunu yakalama gibi bir amaç güttüğü görülmektedir. Klâsik fıkıh âlimleri icma’ı, aynı devirdeki alimlerin dinî bir mesele hakkında fikir birliğine ulaşması diye tanımlamışlardır. Burada fikir birliği­nin aynı devirde olması gerektiğinin öne çıkarılması önemlidir. Zira devrin değişme­siyle şartların da değişmesi kuvvetle muhtemel olacağından, tecdide duyulacak ihtiyaç da kendini gösterecek ve ulemanın görüş ve mütalaalannda tabii olarak farklılaş­ması olacaktır. Dolayısıyla fikir birliğinin aynı devirde ve birbirine yakın şartlar al­tında yaşayan âlimler arasında sağlanmış olması şartının ileri sürülmesi, bize fevkalade anlamlı gelmektedir.

Kuşkusuz tecdid faaliyetinde içtihad’ın rolü büyüktür. Nasların teşri sebebini araş­tırmak, âdet ve şartların durumunu takdir etmek, yeni hadiselerle ilgili olarak nasların ruhuna uygun hükümler çıkarmak, içtihat alanına giren hususlardandır.

İçtihat, bir fıkıh usûlü terimi olarak, fıkıh bilgininin, delillerinden şer’î amelî hü­kümleri çıkarmak için bütün gücünü göstermesi, olanca gayretini ve bütün imkanlarını sarf etmesi anlamına gelmektedir.[11]

Hz. Peygamber ve sahabe dönemlerinde içtihat ehliyetinin tarif ve tespiti yapıl­mamıştır. Bu konudaki çalışmalar, müçtehit imamlar döneminden itibaren fıkıh usû­lünün tedvini ile birlikte başlamıştır.

İçtihat ilim ve kültüründen uzaklaşıp, taklît ruhunu benimsemiş kişiler, içtihat şartlarını açıklarken tahfif ve ruhsat tarafına hiç temas etmedikleri gibi, zorlaştırma cihetini seçmişlerdir. Mesela, Kitap ve Sünnetin tümünün, bütün anlayış ve sıhhat şartlarıyla beraber bilinmesinin mutlak bir şart olarak ileri sürüldüğü görülmekte­dir[12]. Buna mukabil, taklide karşı olan âlimler ise içtihat ehliyeti ile ilgili şartları ha­fifletmişlerdir[13]. Bunlardan Şevkânî, "Her ilimde derinleşmek iyi olmakla birlikte, içti­hat ehliyeti için şart değildir. Tefsirler yardımıyla Allah’ın ayetlerini, sahih hadis kitap­larından da sünneti anlayacak kadar sarf ve nahiv ile fıkıh usûlü bilenler, müçtehittirler; bu sebeple başkasını taklit etmeleri caiz değildir; hiçbir kimsenin reyi mukabilinde ayet ve hadisi terk edemezler. ”[14] demiştir.

El-Hatîb el-Bağdâdî, "Hiçbir ilim yoktur ki, müçtehit ona herkesten daha çok muhtaç olmasın. Çünkü fakih, dünya ve ahiretin her işiyle alakalıdır. Fakih, insan­ların ciddi ve gayri ciddi davranışlarını, muhalefeti, fayda ve zararı, insanlar ara­sında câri olan işleri, örf ve adetleri bilmek mecburiyetindedir."[15] demek suretiyle, müçtehidin, fert ve cemiyet psikolojisini, sosyolojiyi, dinler tarihini bilmesi gerekti­ğine işaret etmiştir.

Bize göre, zamanımızda tecdid faaliyetini yürütecek kişilerin, her şeyden önce İslâm’ın ve zamanın ruhu ve şartlannı kavramalan ve bu ikisi arasında sentez yapa­bilecek derin bir ilim ve kavrayış gücüne sahip olmalan gerekir. Günümüzde bu sen­tezi başarabilecek kişilerin İslâm dünyasının muhtelif ülkelerinde mevcut olduğunu görmekten de sevinç ve mutluluk duyduğumu yeri gelmişken ifade etmek istiyorum.

Tecdid Faaliyetleriyle Tarihe Mal Olmuş Şahsiyetlerden Örnekler

İslâm tarihinin en parlak dönemlerinde, Ömer İbnu’l-Hattap, Ömer İbn Abdul Aziz, İmam Ebu Hanife, İmam Şafi’i, İmam Malik b. Enes, İmam Ahmed İbn Hanbel, İmam Gazali, İbn Teymiye gibi âlimlerin İslâm kültürünün tecdidine yönelik ciddi katkıları olmuştur.

Bu âlimler içtihat derecesine varmış olsun olmasın, her müslümanm dinî iki kay­nağı (Kur’an ve Sünnet) ile devamlı temaslarını sağlamayı hedef edinmişler, kendi görüşlerinin mutlaklaşmasına vesile olacak tutum ve davranış içerisine girmemişler­dir. Ayrıca bazıları farazi fıkha da yönelerek, sadece zamanlarının değil, gelecek za­manların muhtemel sorunlarına yönelik olarak çözüm önerileri de sunarak, kayda de­ğer bir ileri görüşlülük örneği sergilemişlerdir. Ayrıca bu bilginler İslâm toplumunun kapalı topluma dönüşmesine de fırsat vermemişlerdir. İslâm’ı eski Yunan, Roma ve Mezopotamya, İran ve Hint kültürlerine de açarak, onlardan alabildiklerini ana bün­ye içinde kaynaştırmayı başarmışlardır. Özellikle siyaset ve siyasî kurumlar alanın­da bunu çok iyi başarmışlardır. Bunu yaparken İslâm’ın temel sabitelerini daima ko­rumuşlar, İslâm’ın prensipli bir din olduğunu her zaman ispat etmişlerdir.

Tecdid faaliyetiyle bizlere ışık olmuş Hz. Ömer, ömrünü, Kur’an ayetlerinin ve­ya hadislerin altında yatan muayyen amaç, gaye, ilke veya prensipleri tespit ederek bunların gereklerini cesaretle yerine getirmekle geçirmiştir. Hz. Peygambere müca­delesinin başından beri yakın olmuş ve onun zihniyetini çok iyi kavramış olan bu gerçek müceddid’in; zekattan Kur’an’ın hisse verilebileceğini belirttiği[16] müellefe-i kuluba, hisse verme uygulamasını kaldırması, Kur’an’da müsaade edilen[17] ehl-i kitap­tan olan hanımlarla evlenmeye müsaade etmemesi, hırsızlık yapan erkek ve kadının elinin kesilmesini emreden ayete rağmen,[18] döneminde açlık yüzünden hırsızlık yap­mak zorunda kalan fakir bir kimse yerine, onu aç bırakmış olan köle sahibini ceza­landırması, yine savaş yolu ile kazanılmış ganimetlerin taksimi, (beşte biri devlete, kalan savaşanlara) Kur’an’da açıkça belirtilmiş olmasına rağmen,[19] savaş sonucu ka­zanılmış Sevad-ı Irak arazilerinin taksimi sırasında, bu toprakların kıyamete kadar müslümanlann ortak malı olduğu görüşünü benimseyip, savaşanlara maaş bağlama­sı onun tecdid ruhunun pratik hayata yansımalarıdır.[20]

Bir başka müceddid imam Gazali de, İslâm düşüncesi ve kültürüne yenilik katabil­mek için, evvela Yunan düşüncesi üzerinde tahlil ve tenkitlere girişmiş, İslâm’ın ana çiz­gisini zorlamış filozoflara ve devrinin skolastizmine karşı fikri mücadelelere girişmiş,[21] İslâm iman esaslarının rasyonel tefsirini ortaya koymuş, zamanının dinî mezheplerinin aralarındaki farkı tetkik edip İslâmî çizgide olanlarla olmayanları birbirinden tefrik ede­cek ölçüler geliştirmiş, saf İslâm akidesini izah etmiş, toplumun önüne İslâm görüşü ve ilimlerinin yeniden ihyası için kendine has bir proje koymuştur.[22] Hatta çürümekte olan maarif sistemini tenkit ederek yerine yeni bir sistem teklifinde bile bulunmuş­tur. Günümüzde elde edilen veriler açısından bakıldığında, Gazali’nin sonuçlan isa­betli bulunmayabilir, ancak bu hiçbir zaman onun gerçek bir tecdid erbabı olduğu gerçeğini gizleyemez.

Ortaçağın bu parlak gelişmelerine rağmen, siyasî zaaf ve baskılar, mevcut hü­kümlerin rehavetine kapılması, belirli mezhepler etrafında kümeleşme ve gruplaşma­ların oluşması, halkın zihni ataletine itiraz ederek başkaldırdıkları için yeni müctehitlere karşı halk arasında reaksiyonların oluşması, kadılık müessesesinin belirli mez­heplerin inhisarına girmesi, özgün düşünce üreten bilgin yetiştirme kanallarının tı­kanması vb. gibi sebeplerle,[23] 4 ve 5 inci asırlardan itibaren İslâm düşüncesinin yo­rum ve içtihat yoluyla zenginleştirilmesi faaliyetlerinde ciddi gerilemeler meydana gelmiştir. Zikredilen müceddid âlimlerden sonra gelen ulema, öncekilerin görüşleri­ni eleştirip geliştirecekleri yerde, hatta şartlara göre değiştirecekleri yerde, onların üretmiş oldukları pratik çözümleri taklit yoluyla mutlaklaştırma cihetine gitmişlerdir. Arada buna karşı çıkan bilginlerin sesi ise cılız kalmıştır. ’Küllü hayrin fî ibtidai men selef ve küllü şerrin fi iptidai men halef, ittebi’ vela tettebi’; el-İttiba ’hayrun mine’l-ibtida’ sözleri, halk arasında darb-ı mesel halinde yaygınlaşarak tecdid ruhu ve fikri söndürülmüştür.

Yalnız son iki asırdır dinî düşüncede tecdid faaliyetlerin hız kazandığını sevine­rek görmekteyiz. İslâm dünyasının muhtelif yerlerinde, dini düşünceyi ve kurumlan yenileme veya ihya etme hareketleri gözlenmektedir. Mısır’da Muhammed Abduh, Reşit Rıza, Afganistan veya İran’da Cemaleddin Afgani, Hindistan ve Pakistan’da Şah Veliyyullah Dehlevi, İmam Rabbani, Seyit Ahmet Han, Tataristan’da Musa Carullah, Osmanlının son dönemlerinde de, Mehmet Akif, Hamdi Yazır, İzmirli Hakkı, İsmail Fenni Ertuğrul ve Seyyid Bey gibi isimler son iki asırdır dinî düşünceyi ve ku­rumlan yenileme uğrunda ciddi çabalar sarf etmiş isimlerdendir. Muasır Arap-İslâm düşüncesinde bu uğurda gayret sarfeden âlimlerin sayısı az değildir. Bu kişiler, dü­şüncelerini ifade için, el-Asâle ve’l-hadîse, es-Sahvetü’l-İslâmiyye ve en-Nahda gibi kavramlan kullanmaktadırlar.

Yukanda zikredilen âlimlerin hepsinin ortak çabası, taklit ve taassubu ortadan kaldırmak, insanları geçici güven veren katı muhafazakarlık duygusundan sıyırarak, Kur’an’da yankısını bulan aklı ve hür tefekkürü güçlendirmektir. Bu dinin asli kay­naklan Kur’an ve Sünnete geri dönmek, bunlan yorumlamak, Batının gelişmesini sağlayan dinamiklerini metodolojik olarak İslam dünyasına transfer etmek ve böyle­likle İslam dünyasını geri kalmışlıktan kurtarmaktır.

Netice

Tecdid fikri İslam düşünce tarihinin başlangıcından bu yana hep görülmüştür. Müceddid hadisi bunun en erken kanıtlarından birisidir. Bu yüzden yenilenme ve ilerleme kavramlarının İslam düşüncesi içerisine Aydınlanma ve Modemizm’in tesi­riyle girdiği iddiası gerçek dışıdır.

Şu kadar var ki, tecdid, sadece müslüman toplumların meselesi de olmayıp yer­kürenin bütün toplumlarında görülen evrensel boyutlu bir problemdir. Hemen her toplumun bu problemle bir karşılaşma serüveni vardır. Dolayısıyla bu meseleyi sa­dece İslam dünyasına özgü bir mesele olarak vaz’ etmek yerine, global bir insanlık meselesi olarak ele alıp bu konuda dünya tecrübesinden de yararlanma cihetine gidil­mesi isabetli olacaktır.

Son iki asrın İslam münevverlerinin yaptığı gibi, bizim de tecdid konusuna sık sık vurgumuzun amacı, İslam dünyasında yenilenme sürecinin büsbütün yok olduğu, yeni yorumların ve yeni içtihatların yapılmadığını ortaya koymak değil, yeni yorum­lara karşı geleneğin kendini çeşitli şekillerde savunması karşısında, bu yorum dene­melerinin meşru ve yürünmesi gereken bir yol olduğunu vurgulamaktır.

Biz müslümanların, pratik sorunları enstrümantel ve faydacı aklın taleplerine maruz bırakarak, geleneğe olan bağlılığımızı zayıflatmak yerine, -ki bu modernizmin kabul edilemez bir çizgisidir- geleneğin yaratıcı gücünden yararlanarak dini düşün­ceyi bir süreklilik içinde her daim canlı tutmamız gerekiyor. Bizim önerimiz budur.

Bir İslam ülkesinde doğmakla devraldığımız 14 asırlık miras, derinde kalmış, as­la olduğu gibi aynen canlandırılamayacak ancak sonradan yapılan düşünce rötuşla­rıyla bizi geleceğe taşıyacak olan bir nitelik ve derinlik arz etmektedir. İslam ümme­ti biz sorumlu müslüman münevverlerden geleneğin yaratıcı bir biçimde yeniden in­şâsını (re-construction) beklemektedir.

Bize göre bu yeniden inşâ, "yeni bir ihyacı ve hamleci İslam anlayışı"nın geliş­tirilmesi ile mümkün olabilir. Bu da yeni bir ’hermenotik’i, yani yeni bir yorumlama ve anlamlandırma metedonu gerekli kılmaktadır. Çağımızda anlama ve yorumlama bilimi ile ilgili önemli adımlar atılmıştır. Tarihi, edebi, linguistik tahliller, tarih ve bilgi sosyolojisinin verileri, insanın anlama ve okuma ufkuna önemli açılımlar sağ­lamıştır. Bu birikim ve bunlara tekabül eden klasik usul-u fıkıh ilminin yöntemlerin­den de yararlanarak, çift yönlü (regressive-progressive) bilimsel bir çaba gösterilme­lidir. Yapılması gereken, evvela Yüce Allah’ın peygamberi vasıtasıyla gönderdiği İs­lam mesajının, insanlığa ulaştırıldığı dönem ile günümüz arasında uzanan bindörtyüz küsur yıllık tarih koridorunu geçip Hz. Peygamber dönemine ulaşmak; bilahare o dö­nemin siyasal, toplumsal, ekonomik ve kültürel şartları içerisinde bu mesajın ne an­lama geldiğini kavramak; daha sonra da oradan tekrar yola çıkarak bu mesajın bugün ve gelecekte ne ifade edebileceğini ortaya koymaktır. Bunu da yapacak olan dini kaynaklara vakıf ve sosyal bilimlerin metedolojilerindan haberdar müslüman bilim adamlarıdır.

Bu metot; 14 asırlık uzun tarih koridorunun adım adım teşhis ve tahlili gibi uzun ve zor süreci gerektiriyor. Bu metot bize, İslam mesajının günümüze hangi sosyolo­jik, sosyo-politik, sosyo-ekonomik ve sosyo-kültürel şartların süzgecinden geçerek ulaştığını, yine bu zaman diliminde hangi şartlann etkisiyle ne gibi algılama ve yo­rumlama değişikliklerine maruz kaldığını gösterecek, İslâmî olanla tarihi olanı rahat­lıkla tefrik etmemizi sağlayacaktır.

BU KISIMDA YER ALAN BÖLÜM ARAPÇA OLDUĞUNDAN İNCELENEMEMİŞTİR. LÜTFEN DERGİ ORJİNALİNİ TIKLAYINIZ!



[1] Bu konuda bkz. Dr. Adem Yerinde, Hz. Peygamberin içtihadı Meselesi, Diyanet İlmi Dergi, Peygam­berimiz Hz. Muhammed (SAV) Özel Sayısı, 2000, s. 361-394.

[2] Rahman, 29.

[3] Hadid, 16.

[4] Ebu Davud, Sünen, c. 4, s. 156.

[5] Bu hadisle ilgili olarak şu ana kadar en kapsamlı çalışma, Elle Landau-Tasseron tarafından "The ’Clyclical Reform’: A study of the Müjaddid Tradition" başlığıyla yapılmıştır. Bkz. Studia Islamica, vol. 70, s. 79-117.

[6] Bkz. Katip Çelebi, Mizatıu’l-Hakfi Ihtiyari’l-Ehakk.

[7] Aclûnî, İsmail b. Muhammed, Keşfu’I-Hafâ, Kahire ty., 1/310; Şatıbî, Ebû tshak İbrahim b. Musa, el- I’tısâm, Riyad ty., 11/135 vd.

[8] Bkz. En’âm, 6/119; Şûra, 42/21; Yûnus, 10/59; Nahl, 16/116.

[9] Tevbe, 9/31.

[10] Mâide, 5/103-104.

[11] Gazzalî, Ebu Hamid Muhammed b. Muhammed, el-Mustasfa fi llmi’l-Usûl, Mısır 1324, 11/350; Şelebî, Ta’lilu’l-Ahkam, 11; Şîrâzî, Ebû İshâk İbrahim b. Ali, Kitabu’l-Lum’a fi Usûlü’l-Fıkh, Mısır 1326, 63; Ebu Zehra, Islâm Hukuku Metodolojisi, 325; Şaban, Zekiyyüddin, İslâm Hukuk ilminin Esasları, 373; Zeydan; Fıkıh Usulü, 521.

[12] Molla Hüsrev, Mir’âtü’l-Usûl, 366; Âmidî, Ebu’l-Hasen Seyfüddin, el-İhkâm fi Usûli’l-Ahkam, Kahire 1968, IV/220.

[13] Şevkânî, Muhammed b. Ali, el-Bedru’t-Tâlî, Kahire 1348, 11/85-86; Âmidî. el-İhkâm, IV/220; İbn Hazm, Ebû Muhammed Ali, el-lhkâm fi Usûli’l-Ahkâm, Mısır ty., 693.

[14] Şevkânî, el-Bedru’t-Tâlî, 11/85-86.

[15] El-Hatîb el-Bağdâdî, "el-Fakîh ve’l-Mütefakkih" vr. 261a-262b (Karaman, Hayrettin, İslâm Hukukun­da İctihad, 176).

[16] Tevbe, 60.

[17] Maide, 5.

[18] Maide, 38.

[19] Enfal, 1

[20] Bu konuda daha fazla bilgi için bkz. Fahri Demir, İslam Dini Açısından Din-Devlet İlişkileri, Ank. 1999; İslam ve Demokrasi, Kutlu Doğum Sempozyumu, Hazırlayan: Ömer TURAN, Ank. 1999, TDV yay.

[21] Bkz. Tehafutu’l-Felasife adlı eseri.

[22] Bkz. İhyâu Ulûmmi’d-Din adlı eseri.

[23] Hayreddin Karaman, İslam Hukukunda İçtihat, (DİB Yay.) s. 324.