İSLÂM DÜŞÜNCESİNDE YENİLİK ÜZERİNE
BAZI DEĞERLENDİRMELER
Genel Mülâhazalar
Bilindiği gibi, tecdid, ıslah, ihyâ, terakki ve benzeri kavramlarla anlatılmaya çalışılan dinî-sosyal (socio-religious) durum, Müslümanların başlangıcından bu yana bütün tarih boyunca karşılaştıkları en önemli problemlerden biri olmuştur. Hemen hemen aynı şeyi ifade eden bu kavramlar, kültürümüzün içinde, hatta odağında her zaman yer almıştır. İslâm kültürüne özgün bir çok yönü olmakla birlikte, tecdid probleminin, aynı zamanda evrensel bir insanlık sorunu olduğu da görülmektedir. Yerküredeki bütün toplumlann kendilerini, ortaya çıkan yeni durumlara nasıl uyarlayacakları ve kendilerine nasıl yeni hedefler belirleyeceklerine ilişkin sorunlar hep olagelmiştir.
Tecdid kavramı, öteki benzer kavramlar gibi, çok boyutlu bir kavramdır. Bu yüzden kavramın eskilerin ifadesiyle ’efradını câmi, ağyannı mani’ bir tanımını yapmak çok zor görülmektedir. Yine de bir tanım vermek gerekirse şunlar söylenebilir: Tecdid kavramı kelime olarak yenilenme anlamına gelmektedir. Terim olarak ise, din anlayışını ve din kültürünü, başlangıç noktasındaki orijinalliğe götürmek, onu sosyal değişmeye ve hayatın temel dinamiklerine uygun olarak, sağlıklı bir istikamette sürekli yenilemek anlamına gelmektedir.
Şurası bir gerçektir ki, Müslümanlar ilk fetihlerden itibaren başlayan süreçte, kendilerini, karşılaştıkları yeni çevre koşullarına ve değişen dünyaya adapte etmek mecburiyetinde kalmışlardır. Bununla birlikte tarihi kaynaklar bize Müslüman toplumlann ilk yüzyıllarda, söz konusu adaptasyon sürecinde çok ciddi sıkıntılar içine düşmediklerini göstermektedir.
Hz. Peygamberin görevi, öncelikli olarak vahyi, insanlar tarafından yaşanabilir şekilde yorumlayıp açıklamak olduğu için, hayatın seyri içinde önderliğini yaptığı toplumun karşılaştığı her türlü problemi, vahiy mantığına, tabii, sosyal ve kültürel ortamın gereklerine, bilgi ve tecrübe birikimine dayanarak çözüme kavuşturmuştur. Bugün elimizde münhasıran Hz. Peygamberin içtihatlarını irdeleyen, küçümsenemeyecek miktarda kaynak literatür bulunmaktadır.[1]
Sahabîler ve ondan sonra gelen nesil de, bu konuda Hz. Peygamberin yolunu (sünnet) takip etmişlerdir. Hz. Peygamber, Yemen’e vali olarak gönderdiği Muaz b. Cebel’e gitmeden önce, görev mahallinde karşılaşacağı meseleleri nasıl halledeceğini sorması üzerine; ondan; "önce Kur’an’a, ardından Sünnet’e başvurarak meseleleri çözeceği, bunlarda bulamadığı konularda ise kendi re’yiyle içtihat edeceği" cevabını almıştır. Bu ve benzeri pek çok örnek, sahabe neslinin tecdid konusunda gerekli zihni altyapıya sahip olduğunu göstermektedir.
Konuya Kur’an’ın ışığında bakıldığında; tecdidin son tahlilde İlâhî iradeye boyun eğme şeklinde gerçekleşen ahlâkî bir başan olduğu görülür. Kur’an, Yüce Varlığın her an yeni tecellilerle bir oluş halinde bulunduğunu ifade etmektedir.[2] Yine Kur’an-ı Kerim’de; "İnananların gönüllerinin titreyerek Allah’ı anması ve O’ndan gelen gerçeğe içten bağlanması zamanı hâlâ gelmedi mi? Onlar, daha önce kendilerine kitap verilenler gibi olmasınlar. Onların üzerinden uzun zaman geçti de kalpleri katılaştı. Çoğu zaten fasık olmuş durumdadır" denilmektedir.[3] Çağdaş Türk müfessirlerimizden Elmalılı Hamdi Yazır, bu ayetten şu noktaların çıkarılabileceğini ifade eder: İnsan hadiselerin yenilikleri içinde sürüp giden bir hayatı müşahede etmek ister. Oysa mürûr-u zaman, mü’minin kalbinde derin yaralar açar. Bunun sebebi de teceddüdün yokluğudur. Eğer bir dinî hayat, kendini yenileyemez, içine yeni tecrübeler katarak zenginleşemez ve yeni ifade yolları bulamaz ise, insanlar ona olan ilgilerini yavaş yavaş kaybedebilir, hatta ona bütünüyle yabancılaşabilir.
Baştan sona incelendiğinde Kur’an’ın başlıca hedefinin, tarihinin akışına müdahil olmak, korunması gerekenleri muhafaza etmek, fonksiyonlarını kaybetmiş olan hüküm ve uygulamaları değiştirmek ve sonuç itibarıyla insanı, süreklilik arz eden bir inanç ve ahlâk çizgisinde, yani fıtrat dairesinde tutmak olduğu görülür. Bu sürekliliği sağlayacak olan da, insanların zihninde dinamik insan ve toplum anlayışını sürekli canlı tutmaktır.
Hz. Peygamberden Ebu Hureyre kanalıyla, "Allah her yüzyılın başında dini yenileyecek kişileri ümmete gönderir" şeklinde bir hadis rivayet edilmiştir.[4] Bu hadisin sıhhati ve tecdidi gerçekleştirecek olan şahsın nitelikleri ile ilgili tartışmaları bir tarafa bırakarak burada şunu ifade etmek istiyorum: Bu hadis, tarih boyunca Müslümanların tecdid anlayışlarını diri ve dinamik tutan unsurlardan biri olmuştur.[5] Müslümanların bilim, kültür, düşünce, sanat, şehircilik ve hayatın diğer alanlarında kaydettikleri üstün başarılar, bu hadiste ifadesini bulan tecdid fikrinin bir sonucu meydana gelmiştir. İslâm’ın parlak başarılarının büyük çoğunluğu, İslâm’ın bu ilk beş yüzyılı içinde, sürdürülen canlı ve dinamik çabalar sonucunda gerçekleştirilmiştir.
Hz. Peygamberin önderliğinde yirmi üç yıl gibi kısa bir zaman sürecinde bütün dünyaya model olma özelliğine sahip bir iman ve ahlâk toplumu oluşturulduğu gibi, müteakip birkaç yüzyıl içinde de tarihe yüzden fazla kelam okulu, en az dört büyük felsefe geleneği, yirmi civarında fıkıh ve hukuk okulu miras bırakılmıştır.
Ne yazık ki tecdid fikri müteakip dönemlerde giderek zayıflamış, bir hareket ve dinamizm prensibi olan içtihat faaliyetleri azalmış, tecdid çoğu zaman sonradan ortaya çıkan bid’atlerin dinden temizlenmesi ve sahabe döneminin safiyetine dönülmesi çabası olarak dar çerçevede anlaşılmaya başlanmıştır. Bunun sonucu olarak da, müslümanlar gelişmelere göre kendilerini yenileyemedikleri gibi, ilmî, fikrî ve İktisadî açıdan da geri kalmışlardır.
Son iki asırdır, İslâm dünyasının bütün bölgelerinde olduğu gibi, Türk toplumunda da, düşülen siyasî, ekonomik ve düşünce krizinden kurtulmak için, ilk beş asırdakine benzer yenilikçi, ihyacı ve hamleci bir İslâm anlayışı geliştirme cihetinde, ciddi entelektüel gayretler sergilenmektedir. Bu çabalar tecdid, ıslahat, ihya hareketleri gibi çeşitli isimlerle adlandırılmaktadır. Biz bu tebliğimizde, bu çerçevede ortaya çıkan bir kısım problemler üzerinde durmaya çalışacağız. Bu konuda İslâm coğrafyasının her köşesinde yaşayan ilim ve fikir adamlarının duydukları endişe ve çektikleri ıstırabın birbirinin benzeri olduğu kanaatini taşıyorum. Başka bir deyişle yorum olmadan, vahyin pratiğe dökülmesi mümkün gözükmemektedir.
Tecdidin Gerekliliği
Tecdidin en belirgin özelliği bir yorum (açıklama) faaliyeti olmasıdır. Yorum ise, vahyin ferdî ve toplumsal hayatta yaşanır hale gelmesi için başvurulması zorunlu bir yöntemdir.
Kur’an’ın bizatihi kendisi de, îlâhî bir beyandır. Onda varlık âlemi hakkındaki açıklamalar ile insanın ilgi alanına giren en temel konular ile ilgili İlâhî iradenin hangi istikamette olduğuna dair, insanın zihin yapısı ve idrak gücüne uygun beyanlar bulunmaktadır. Kur’an’ın başka bir ismi de beyandır.
Hz. Peygamberin sünneti de hemen hemen Kur’an’ın bir yorumu ve açıklamasından ibarettir. Hz. Peygamberin ilk görevi İlâhî iradeyi açıklamaktır. Mesela, namaz (salat) Kur’an-ı Kerim’de sadece kavram olarak geçer ve bu kavramla, ilâhî iradenin insanların sevgi ve saygı ile kendisine yönelmesini istediği anlaşılır. Bu kavramı yorumlayıp, söz konusu saygının ne şekilde tahakkuk edeceği hususu ise, bizzat Hz. Peygamber tarafından izah edilmiştir. Zekat ve diğer temel konularda da durum bundan farklı değildir.
Hz. Peygamber, bir hadisinde, "bilginler, peygamberlerin mirasçılarıdır" buyurmuşlardır. Bu hadisten Kur’an’la başlayan ve Hz. Peygamberle sürdürülen açıklama, yorumlama ve toplumun hak ve ahlâkî çizgide sürekliliğini sağlama görevinin, bilginler tarafından sürdürülmesi gerektiği anlaşılmaktadır. Bu ise yorumun, dolayısıyla tecdid faaliyetinin sürekliğine delalet eder.
İnsanlara kutsal kitaplar yoluyla her şey bildirilmemiştir. İnsanın önünde her zaman bilinenden hareketle, bilinmeyenleri öğrenme gibi bir görev durmaktadır. Bu görev ise elbette yorumlama ve anlamlandırma yoluyla yerine getirilecektir. Şu halde yorumlama ve anlamlandırma, insanın en temel ihtiyacı ve önüne geçilmez etkinliklerinden birisidir. Yorumlama ve anlamlandırma tabii bir ihtiyaç ve zorunluluk ise, bu etkinliğin tabii sonucu olan tecdid faaliyeti de bir ihtiyaç ve zorunluluk olarak karşımıza çıkmaktadır.
Daha önce de işaret edildiği üzere din, yorum yoluyla bireysel ve toplumsal hayatta pratiğe geçer. Yapılan yorumlar yanlış yapılabileceği gibi, kasıtlı veya kasıtsız tahrif edilmiş de olabilir. Yahut hayatın imkanları, şartları veya ihtiyaçlan değiştiği için tamamıyla fonksiyonunu da kaybetmiş olur. Mecelle’nin meşhur ifadesiyle, zamanın değişmesiyle hükümler de işlevini yitirebilir, anlamsız hale gelebilir. Bu durumda tecdid kaçınılmaz bir hal alır.
Tecdidin sürekliliğinin lüzumuna dair elimizdeki en büyük kanıt, Kur’an’ın vahyediliş sürecidir. Kur’an 23 senelik bir zaman diliminde, esbâb-ı nüzûle, yani insanların şartlarına, zayıflıklarına ve güçlüklerine uygun olarak indirilmiştir. İnsanların durumlarının dikkate alınması ve buna uygun olarak hükümlerin belirlenmesi, gerektiğinde neshe gidilmesi, bir eksikliğe değil, aksine kemâle işaret sayılmalıdır.
Kısacası taklit ve taassubu önlemek, aklı ve hür tefekkürü canlı tutmak, değişim karşısında dinî geleneğin dinamizmi ve sürekliliğini muhafaza edebilmek için tecdid faaliyeti zaruret arzetmektedir.
Tecdid’in Mahiyeti ve Alanı
Tecdid (yenilenme) ile bidat (dinin köklerine yabancı olan yenilikleri dine sokma) kavramlannın birbirinden ayırdedilmesi gerekir. Tecdid, İslâm’ın temel sabitelerini merkeze alan bir yenilenme ameliyesi iken; bid’at, dinin özüyle çelişen fikir, düşünce ve eylemlerin İslâm’a mal edilmesidir. Başka bir tabirle tecdid faaliyeti İslâm’ın canlılığını sağlayan teneffüs fonksiyonu icra ederken, bid’at ise, İslâm’ın yabancılaşması ve yozlaşmasının adıdır.[6] Bu itibarla müslümanlann tecdide sımsıkı sa- nlırken, bid’atlerden de uzak durmaları gerektiği açıktır.
Tecdidin hangi alanlarda olabileceği konusu da, bu çerçevede önemli bir problem olarak karşımıza çıkmaktadır. Bu hususta bazı İslâm bilginleri yasama ruhu dışında kalan, fiili yasama ile ilgili, yani, genel prensipler dışındaki dünyevî işlerle ilgili bütün hükümlerde tecdid faaliyetinin rahatlıkla yürütülebileceğini ileri sürerken, bazılan da, tecdidin sahasını oldukça daraltma cihetine gitmişlerdir. Başka bir grup da, orta bir yol izlemeyi tercih etmişlerdir.
Burada ilk olarak vurgulanması gereken önemli nokta şudur: Dinî hükümlerin tecdidi, İslâm’ın tecdidi anlamında anlaşılmamalıdır. İslâm’m getirdiği ana prensipler, hiçbir tecdid ihtiyacını hissettirmeden varlığını muhafaza edebilecek niteliktedir. Buna mukabil, içtihat yoluyla elde edilen hükümler ile zaman ve şartlann değişmesiyle değişebilen gerekçelere dayalı hükümler, gerektiğinde yeni içtihatlarla değiştirilebilir. Bu yolla din kültürü tecdide açık hale gelir. Ayet ve hadislere dayalı hükümler, ancak gözettiği maslahatın (fayda, gerekçe) ortadan kalkması veya değişmesiyle değişebilir. Sadece modern normlara ve değerlere ters düştüğü gerekçesiyle, bu hükümlerin değiştirilmesi gerektiği fikri ise kabul edilemez.
Bu açıklamalar ışığında tecdidin saha ve boyutlarını şöylece açıklayabiliriz:
Tecdid, mutlak ve değişmezlik özellikleri taşıyan alanlarda, yani dinin özünde gerçekleşmez. Bunlar iman, ibadet ve ahlâk alanıdır. Tecdid, dinin bireyler tarafından içtihat yoluyla anlaşılma biçimlerinde, yorumlanmış ve toplumsal hayata uygulanmış şekillerinde olur.
Değişmezler, yazıldıkları şekilde geçerli olan Kur’an ve Sünnetin kesin ve evrensel hükümleridir. Bunlar müslümanlar tarafından bütün devirlerde, gerekli ve değişmez olarak kabul edilmişlerdir.
Biraz daha açmak gerekirse şunları söyleyebiliriz: İslâm’da itikatla ilgili hükümlerde herhangi bir değişiklik söz konusu değildir. Zira Hz. Peygamberin (s.a.s) vefatı ile vahiy son bulmuş ve din de kemâle ermiştir. Dinin kemâle ermesi, onun inanç esasları ve genel prensiplerinin tamamlanması demektir. Dinin kemale erdiğini belirten ayetten sonra başka ayetlerin de nazil olması bunun kanıtlarından birisidir, imana konu olan hususlarda bir değişiklik olmayacağından, itikadî hükümlerde de bir değişiklik söz konusu olamaz, inanç esaslarında ve inanılması gereken hususlarda bir değişikliğe gitmek, başta tevhid akidesi olmak üzere İslâm’ın özünü zedeler, ibadet ve ahlâkla ilgili hükümler de, insanın Allah ile ilişkilerini düzenleyen ve manevî olgunluğa eriştirmek için konulan hükümler olup, tamamen insan fıtratıyla alakalıdır, insan fıtratında bir değişiklik olmadığına göre, insanla Allah arasındaki ilişkileri düzenleyen ibadetlerle ilgili hükümlerin değişmesine de gerek yoktur. Bunların, insanların nefislerini arındırmaları, ruhî tekâmülleri için her zaman ve mekanda muhafaza edilmesi zarureti vardır.
Öte yandan ibadetler, illetleri akıl ile anlaşılmayan hükümler cümlesindendir. Bu sebeple, ibadetler konusunda akıl yürütmek yerine, Yüce Allah tarafından nasıl yerine getirilmesi istenmişse, o şekilde îfa edilmesi gerekir, ibadet konulannda yapılacak her yenilik bidatler cümlesindendir ki, reddedilmiştir.[7] Keza helaller ve haramlar konusunda da tecdid faaliyetine yer yoktur. Zira İslâm’da helal ve haram kılma yetkisi sadece Allah’a aittir.[8] Kur’an, kendisinde bu yetkiyi görenleri tanrılık iddiasında bulunmakla nitelemiş,[9] haramı helal, helali haram kılmayı şirkle eş tutmuştur.[10]
Muâmelât alanı, yani toplumsal ilişkileri tanzim eden hükümler, kâhir ekseriyetle, hikmeti, nedeni, maslahatı ve gayesi insan aklıyla anlaşılabilecek hükümlerdir. Bu hükümlerin gerekçeleri zaten kaynaklarda ortaya konmuştur. Kaynağı Kur’an’da ve Sünnette yer almış olsa da, bu hükümlerin, akıl ötesi, anlamı hikmeti bilinmez, dogmatik, akılla temellendirilemez olduklarım iddia etmek, bu alanı tecdide kapalı tutmak kesinlikle doğru değildir.
İnsanların birbirleriyle toplumsal ilişkilerini düzenleyen hükümler, olaylara ve şartlara bağlı olarak şekillenmiş ve sonraki nesillerin yorum ve istinbatına açık pratik çözümlerdir. Nitekim bu mahiyetteki hükümler de, İslâm’ın erken dönemlerinde, şartlara ve sebeplere, örfe göre anlaşıldığı ve yorumlandığı görülmektedir. Ebu Yusuf un örflere bağlı Kur’an ve hadis hükümlerinin, bu örflerin değişmesiyle değişebileceğini ifade ettiği kaynaklarda zikredilmektedir.
Tecdidin İstikameti
Tecdid, İslâm’ın temel prensip ve değerlerinin istikametinde gelişme trendi göstermelidir. Dinin asıllanndan irtibatını koparmış bir tecdid faaliyetinin sonucu çözülme, yozlaşma ve yabancılaşmadan başka bir şey olamaz. Dinin temel sabiteleri, (beşeri davranışların arka planında yönlendiricilik işlevi gören genel ilke ve prensipler) müslümanları değişim karşısında doğru istikamette sabit kalmalarını sağlayacak en emin dayanaklardır.
Tecdidin amacı, dini yeniliklere uydurmak değil, yeniliklerle ilgili İslâm’ın tavrını belirlemek olmalıdır.
Tecdid aynı şekilde ondört asırlık birikimi küçümseyip reddeden bir anlayıştan da uzak durmalıdır. Tecdid gerçek gücünü, geleneğin yaratıcılığından almalıdır.
İslâm dünyası, eskinin güzellikleriyle yeninin güzelliklerini ideal bir senteze tabi tutarak, toplumlann yolunu aydınlatacak ve önünü açacak yenilikçiler yetiştirmek zorundadırlar.
Tecdidi Sağlayan Metodolojik Prensipler
Müslümanlar, yeni durum ve problemlere uyum sağlamak ve değişim karşısında âhenkli bir tutum izleyebilmek için, usûl-ü fıkıh ilmini keşfetmişlerdir.
Değişebilirleri ve değişmezleri ayırt etmek, değişimi ilgilendiren Kur’an ve Sünnet’teki ilgili prensiplerden bir metodoloji ortaya çıkarmak, fıkıh usûlünün konusu ve görevi olmuştur.
Nitekim usûlü fıkıh ilmi de, icma ve kıyasın yanı sıra, temessük bil asi, ıstıshap, mesalih-i mürsele, zerayi’, istikra, istihsan, örf ve adet gibi hüküm istinbat yöntemlerini ortaya koyarak, tecdidi sağlayacak İlmî kanalları üreterek toplumun önüne koymuştur. Bu metodik kriterlerin tamamının, devrin ruhunu yakalama gibi bir amaç güttüğü görülmektedir. Klâsik fıkıh âlimleri icma’ı, aynı devirdeki alimlerin dinî bir mesele hakkında fikir birliğine ulaşması diye tanımlamışlardır. Burada fikir birliğinin aynı devirde olması gerektiğinin öne çıkarılması önemlidir. Zira devrin değişmesiyle şartların da değişmesi kuvvetle muhtemel olacağından, tecdide duyulacak ihtiyaç da kendini gösterecek ve ulemanın görüş ve mütalaalannda tabii olarak farklılaşması olacaktır. Dolayısıyla fikir birliğinin aynı devirde ve birbirine yakın şartlar altında yaşayan âlimler arasında sağlanmış olması şartının ileri sürülmesi, bize fevkalade anlamlı gelmektedir.
Kuşkusuz tecdid faaliyetinde içtihad’ın rolü büyüktür. Nasların teşri sebebini araştırmak, âdet ve şartların durumunu takdir etmek, yeni hadiselerle ilgili olarak nasların ruhuna uygun hükümler çıkarmak, içtihat alanına giren hususlardandır.
İçtihat, bir fıkıh usûlü terimi olarak, fıkıh bilgininin, delillerinden şer’î amelî hükümleri çıkarmak için bütün gücünü göstermesi, olanca gayretini ve bütün imkanlarını sarf etmesi anlamına gelmektedir.[11]
Hz. Peygamber ve sahabe dönemlerinde içtihat ehliyetinin tarif ve tespiti yapılmamıştır. Bu konudaki çalışmalar, müçtehit imamlar döneminden itibaren fıkıh usûlünün tedvini ile birlikte başlamıştır.
İçtihat ilim ve kültüründen uzaklaşıp, taklît ruhunu benimsemiş kişiler, içtihat şartlarını açıklarken tahfif ve ruhsat tarafına hiç temas etmedikleri gibi, zorlaştırma cihetini seçmişlerdir. Mesela, Kitap ve Sünnetin tümünün, bütün anlayış ve sıhhat şartlarıyla beraber bilinmesinin mutlak bir şart olarak ileri sürüldüğü görülmektedir[12]. Buna mukabil, taklide karşı olan âlimler ise içtihat ehliyeti ile ilgili şartları hafifletmişlerdir[13]. Bunlardan Şevkânî, "Her ilimde derinleşmek iyi olmakla birlikte, içtihat ehliyeti için şart değildir. Tefsirler yardımıyla Allah’ın ayetlerini, sahih hadis kitaplarından da sünneti anlayacak kadar sarf ve nahiv ile fıkıh usûlü bilenler, müçtehittirler; bu sebeple başkasını taklit etmeleri caiz değildir; hiçbir kimsenin reyi mukabilinde ayet ve hadisi terk edemezler. ”[14] demiştir.
El-Hatîb el-Bağdâdî, "Hiçbir ilim yoktur ki, müçtehit ona herkesten daha çok muhtaç olmasın. Çünkü fakih, dünya ve ahiretin her işiyle alakalıdır. Fakih, insanların ciddi ve gayri ciddi davranışlarını, muhalefeti, fayda ve zararı, insanlar arasında câri olan işleri, örf ve adetleri bilmek mecburiyetindedir."[15] demek suretiyle, müçtehidin, fert ve cemiyet psikolojisini, sosyolojiyi, dinler tarihini bilmesi gerektiğine işaret etmiştir.
Bize göre, zamanımızda tecdid faaliyetini yürütecek kişilerin, her şeyden önce İslâm’ın ve zamanın ruhu ve şartlannı kavramalan ve bu ikisi arasında sentez yapabilecek derin bir ilim ve kavrayış gücüne sahip olmalan gerekir. Günümüzde bu sentezi başarabilecek kişilerin İslâm dünyasının muhtelif ülkelerinde mevcut olduğunu görmekten de sevinç ve mutluluk duyduğumu yeri gelmişken ifade etmek istiyorum.
Tecdid Faaliyetleriyle Tarihe Mal Olmuş Şahsiyetlerden Örnekler
İslâm tarihinin en parlak dönemlerinde, Ömer İbnu’l-Hattap, Ömer İbn Abdul Aziz, İmam Ebu Hanife, İmam Şafi’i, İmam Malik b. Enes, İmam Ahmed İbn Hanbel, İmam Gazali, İbn Teymiye gibi âlimlerin İslâm kültürünün tecdidine yönelik ciddi katkıları olmuştur.
Bu âlimler içtihat derecesine varmış olsun olmasın, her müslümanm dinî iki kaynağı (Kur’an ve Sünnet) ile devamlı temaslarını sağlamayı hedef edinmişler, kendi görüşlerinin mutlaklaşmasına vesile olacak tutum ve davranış içerisine girmemişlerdir. Ayrıca bazıları farazi fıkha da yönelerek, sadece zamanlarının değil, gelecek zamanların muhtemel sorunlarına yönelik olarak çözüm önerileri de sunarak, kayda değer bir ileri görüşlülük örneği sergilemişlerdir. Ayrıca bu bilginler İslâm toplumunun kapalı topluma dönüşmesine de fırsat vermemişlerdir. İslâm’ı eski Yunan, Roma ve Mezopotamya, İran ve Hint kültürlerine de açarak, onlardan alabildiklerini ana bünye içinde kaynaştırmayı başarmışlardır. Özellikle siyaset ve siyasî kurumlar alanında bunu çok iyi başarmışlardır. Bunu yaparken İslâm’ın temel sabitelerini daima korumuşlar, İslâm’ın prensipli bir din olduğunu her zaman ispat etmişlerdir.
Tecdid faaliyetiyle bizlere ışık olmuş Hz. Ömer, ömrünü, Kur’an ayetlerinin veya hadislerin altında yatan muayyen amaç, gaye, ilke veya prensipleri tespit ederek bunların gereklerini cesaretle yerine getirmekle geçirmiştir. Hz. Peygambere mücadelesinin başından beri yakın olmuş ve onun zihniyetini çok iyi kavramış olan bu gerçek müceddid’in; zekattan Kur’an’ın hisse verilebileceğini belirttiği[16] müellefe-i kuluba, hisse verme uygulamasını kaldırması, Kur’an’da müsaade edilen[17] ehl-i kitaptan olan hanımlarla evlenmeye müsaade etmemesi, hırsızlık yapan erkek ve kadının elinin kesilmesini emreden ayete rağmen,[18] döneminde açlık yüzünden hırsızlık yapmak zorunda kalan fakir bir kimse yerine, onu aç bırakmış olan köle sahibini cezalandırması, yine savaş yolu ile kazanılmış ganimetlerin taksimi, (beşte biri devlete, kalan savaşanlara) Kur’an’da açıkça belirtilmiş olmasına rağmen,[19] savaş sonucu kazanılmış Sevad-ı Irak arazilerinin taksimi sırasında, bu toprakların kıyamete kadar müslümanlann ortak malı olduğu görüşünü benimseyip, savaşanlara maaş bağlaması onun tecdid ruhunun pratik hayata yansımalarıdır.[20]
Bir başka müceddid imam Gazali de, İslâm düşüncesi ve kültürüne yenilik katabilmek için, evvela Yunan düşüncesi üzerinde tahlil ve tenkitlere girişmiş, İslâm’ın ana çizgisini zorlamış filozoflara ve devrinin skolastizmine karşı fikri mücadelelere girişmiş,[21] İslâm iman esaslarının rasyonel tefsirini ortaya koymuş, zamanının dinî mezheplerinin aralarındaki farkı tetkik edip İslâmî çizgide olanlarla olmayanları birbirinden tefrik edecek ölçüler geliştirmiş, saf İslâm akidesini izah etmiş, toplumun önüne İslâm görüşü ve ilimlerinin yeniden ihyası için kendine has bir proje koymuştur.[22] Hatta çürümekte olan maarif sistemini tenkit ederek yerine yeni bir sistem teklifinde bile bulunmuştur. Günümüzde elde edilen veriler açısından bakıldığında, Gazali’nin sonuçlan isabetli bulunmayabilir, ancak bu hiçbir zaman onun gerçek bir tecdid erbabı olduğu gerçeğini gizleyemez.
Ortaçağın bu parlak gelişmelerine rağmen, siyasî zaaf ve baskılar, mevcut hükümlerin rehavetine kapılması, belirli mezhepler etrafında kümeleşme ve gruplaşmaların oluşması, halkın zihni ataletine itiraz ederek başkaldırdıkları için yeni müctehitlere karşı halk arasında reaksiyonların oluşması, kadılık müessesesinin belirli mezheplerin inhisarına girmesi, özgün düşünce üreten bilgin yetiştirme kanallarının tıkanması vb. gibi sebeplerle,[23] 4 ve 5 inci asırlardan itibaren İslâm düşüncesinin yorum ve içtihat yoluyla zenginleştirilmesi faaliyetlerinde ciddi gerilemeler meydana gelmiştir. Zikredilen müceddid âlimlerden sonra gelen ulema, öncekilerin görüşlerini eleştirip geliştirecekleri yerde, hatta şartlara göre değiştirecekleri yerde, onların üretmiş oldukları pratik çözümleri taklit yoluyla mutlaklaştırma cihetine gitmişlerdir. Arada buna karşı çıkan bilginlerin sesi ise cılız kalmıştır. ’Küllü hayrin fî ibtidai men selef ve küllü şerrin fi iptidai men halef, ittebi’ vela tettebi’; el-İttiba ’hayrun mine’l-ibtida’ sözleri, halk arasında darb-ı mesel halinde yaygınlaşarak tecdid ruhu ve fikri söndürülmüştür.
Yalnız son iki asırdır dinî düşüncede tecdid faaliyetlerin hız kazandığını sevinerek görmekteyiz. İslâm dünyasının muhtelif yerlerinde, dini düşünceyi ve kurumlan yenileme veya ihya etme hareketleri gözlenmektedir. Mısır’da Muhammed Abduh, Reşit Rıza, Afganistan veya İran’da Cemaleddin Afgani, Hindistan ve Pakistan’da Şah Veliyyullah Dehlevi, İmam Rabbani, Seyit Ahmet Han, Tataristan’da Musa Carullah, Osmanlının son dönemlerinde de, Mehmet Akif, Hamdi Yazır, İzmirli Hakkı, İsmail Fenni Ertuğrul ve Seyyid Bey gibi isimler son iki asırdır dinî düşünceyi ve kurumlan yenileme uğrunda ciddi çabalar sarf etmiş isimlerdendir. Muasır Arap-İslâm düşüncesinde bu uğurda gayret sarfeden âlimlerin sayısı az değildir. Bu kişiler, düşüncelerini ifade için, el-Asâle ve’l-hadîse, es-Sahvetü’l-İslâmiyye ve en-Nahda gibi kavramlan kullanmaktadırlar.
Yukanda zikredilen âlimlerin hepsinin ortak çabası, taklit ve taassubu ortadan kaldırmak, insanları geçici güven veren katı muhafazakarlık duygusundan sıyırarak, Kur’an’da yankısını bulan aklı ve hür tefekkürü güçlendirmektir. Bu dinin asli kaynaklan Kur’an ve Sünnete geri dönmek, bunlan yorumlamak, Batının gelişmesini sağlayan dinamiklerini metodolojik olarak İslam dünyasına transfer etmek ve böylelikle İslam dünyasını geri kalmışlıktan kurtarmaktır.
Netice
Tecdid fikri İslam düşünce tarihinin başlangıcından bu yana hep görülmüştür. Müceddid hadisi bunun en erken kanıtlarından birisidir. Bu yüzden yenilenme ve ilerleme kavramlarının İslam düşüncesi içerisine Aydınlanma ve Modemizm’in tesiriyle girdiği iddiası gerçek dışıdır.
Şu kadar var ki, tecdid, sadece müslüman toplumların meselesi de olmayıp yerkürenin bütün toplumlarında görülen evrensel boyutlu bir problemdir. Hemen her toplumun bu problemle bir karşılaşma serüveni vardır. Dolayısıyla bu meseleyi sadece İslam dünyasına özgü bir mesele olarak vaz’ etmek yerine, global bir insanlık meselesi olarak ele alıp bu konuda dünya tecrübesinden de yararlanma cihetine gidilmesi isabetli olacaktır.
Son iki asrın İslam münevverlerinin yaptığı gibi, bizim de tecdid konusuna sık sık vurgumuzun amacı, İslam dünyasında yenilenme sürecinin büsbütün yok olduğu, yeni yorumların ve yeni içtihatların yapılmadığını ortaya koymak değil, yeni yorumlara karşı geleneğin kendini çeşitli şekillerde savunması karşısında, bu yorum denemelerinin meşru ve yürünmesi gereken bir yol olduğunu vurgulamaktır.
Biz müslümanların, pratik sorunları enstrümantel ve faydacı aklın taleplerine maruz bırakarak, geleneğe olan bağlılığımızı zayıflatmak yerine, -ki bu modernizmin kabul edilemez bir çizgisidir- geleneğin yaratıcı gücünden yararlanarak dini düşünceyi bir süreklilik içinde her daim canlı tutmamız gerekiyor. Bizim önerimiz budur.
Bir İslam ülkesinde doğmakla devraldığımız 14 asırlık miras, derinde kalmış, asla olduğu gibi aynen canlandırılamayacak ancak sonradan yapılan düşünce rötuşlarıyla bizi geleceğe taşıyacak olan bir nitelik ve derinlik arz etmektedir. İslam ümmeti biz sorumlu müslüman münevverlerden geleneğin yaratıcı bir biçimde yeniden inşâsını (re-construction) beklemektedir.
Bize göre bu yeniden inşâ, "yeni bir ihyacı ve hamleci İslam anlayışı"nın geliştirilmesi ile mümkün olabilir. Bu da yeni bir ’hermenotik’i, yani yeni bir yorumlama ve anlamlandırma metedonu gerekli kılmaktadır. Çağımızda anlama ve yorumlama bilimi ile ilgili önemli adımlar atılmıştır. Tarihi, edebi, linguistik tahliller, tarih ve bilgi sosyolojisinin verileri, insanın anlama ve okuma ufkuna önemli açılımlar sağlamıştır. Bu birikim ve bunlara tekabül eden klasik usul-u fıkıh ilminin yöntemlerinden de yararlanarak, çift yönlü (regressive-progressive) bilimsel bir çaba gösterilmelidir. Yapılması gereken, evvela Yüce Allah’ın peygamberi vasıtasıyla gönderdiği İslam mesajının, insanlığa ulaştırıldığı dönem ile günümüz arasında uzanan bindörtyüz küsur yıllık tarih koridorunu geçip Hz. Peygamber dönemine ulaşmak; bilahare o dönemin siyasal, toplumsal, ekonomik ve kültürel şartları içerisinde bu mesajın ne anlama geldiğini kavramak; daha sonra da oradan tekrar yola çıkarak bu mesajın bugün ve gelecekte ne ifade edebileceğini ortaya koymaktır. Bunu da yapacak olan dini kaynaklara vakıf ve sosyal bilimlerin metedolojilerindan haberdar müslüman bilim adamlarıdır.
Bu metot; 14 asırlık uzun tarih koridorunun adım adım teşhis ve tahlili gibi uzun ve zor süreci gerektiriyor. Bu metot bize, İslam mesajının günümüze hangi sosyolojik, sosyo-politik, sosyo-ekonomik ve sosyo-kültürel şartların süzgecinden geçerek ulaştığını, yine bu zaman diliminde hangi şartlann etkisiyle ne gibi algılama ve yorumlama değişikliklerine maruz kaldığını gösterecek, İslâmî olanla tarihi olanı rahatlıkla tefrik etmemizi sağlayacaktır.
BU KISIMDA YER ALAN BÖLÜM ARAPÇA OLDUĞUNDAN İNCELENEMEMİŞTİR. LÜTFEN DERGİ ORJİNALİNİ TIKLAYINIZ!
[1] Bu konuda bkz. Dr. Adem Yerinde, Hz. Peygamberin içtihadı Meselesi, Diyanet İlmi Dergi, Peygamberimiz Hz. Muhammed (SAV) Özel Sayısı, 2000, s. 361-394.
[2] Rahman, 29.
[3] Hadid, 16.
[4] Ebu Davud, Sünen, c. 4, s. 156.
[5] Bu hadisle ilgili olarak şu ana kadar en kapsamlı çalışma, Elle Landau-Tasseron tarafından "The ’Clyclical Reform’: A study of the Müjaddid Tradition" başlığıyla yapılmıştır. Bkz. Studia Islamica, vol. 70, s. 79-117.
[6] Bkz. Katip Çelebi, Mizatıu’l-Hakfi Ihtiyari’l-Ehakk.
[7] Aclûnî, İsmail b. Muhammed, Keşfu’I-Hafâ, Kahire ty., 1/310; Şatıbî, Ebû tshak İbrahim b. Musa, el- I’tısâm, Riyad ty., 11/135 vd.
[8] Bkz. En’âm, 6/119; Şûra, 42/21; Yûnus, 10/59; Nahl, 16/116.
[9] Tevbe, 9/31.
[10] Mâide, 5/103-104.
[11] Gazzalî, Ebu Hamid Muhammed b. Muhammed, el-Mustasfa fi llmi’l-Usûl, Mısır 1324, 11/350; Şelebî, Ta’lilu’l-Ahkam, 11; Şîrâzî, Ebû İshâk İbrahim b. Ali, Kitabu’l-Lum’a fi Usûlü’l-Fıkh, Mısır 1326, 63; Ebu Zehra, Islâm Hukuku Metodolojisi, 325; Şaban, Zekiyyüddin, İslâm Hukuk ilminin Esasları, 373; Zeydan; Fıkıh Usulü, 521.
[12] Molla Hüsrev, Mir’âtü’l-Usûl, 366; Âmidî, Ebu’l-Hasen Seyfüddin, el-İhkâm fi Usûli’l-Ahkam, Kahire 1968, IV/220.
[13] Şevkânî, Muhammed b. Ali, el-Bedru’t-Tâlî, Kahire 1348, 11/85-86; Âmidî. el-İhkâm, IV/220; İbn Hazm, Ebû Muhammed Ali, el-lhkâm fi Usûli’l-Ahkâm, Mısır ty., 693.
[14] Şevkânî, el-Bedru’t-Tâlî, 11/85-86.
[15] El-Hatîb el-Bağdâdî, "el-Fakîh ve’l-Mütefakkih" vr. 261a-262b (Karaman, Hayrettin, İslâm Hukukunda İctihad, 176).
[16] Tevbe, 60.
[17] Maide, 5.
[18] Maide, 38.
[19] Enfal, 1
[20] Bu konuda daha fazla bilgi için bkz. Fahri Demir, İslam Dini Açısından Din-Devlet İlişkileri, Ank. 1999; İslam ve Demokrasi, Kutlu Doğum Sempozyumu, Hazırlayan: Ömer TURAN, Ank. 1999, TDV yay.
[21] Bkz. Tehafutu’l-Felasife adlı eseri.
[22] Bkz. İhyâu Ulûmmi’d-Din adlı eseri.
[23] Hayreddin Karaman, İslam Hukukunda İçtihat, (DİB Yay.) s. 324.