Makale

ZAMAN, ÇEVRE VE ŞARTLARIN DEĞİŞMESİYLE HÜKÜMLERİN DEĞİŞMESİ MESELESİ

ZAMAN, ÇEVRE VE ŞARTLARIN DEĞİŞMESİYLE HÜKÜMLERİN DEĞİŞMESİ MESELESİ

Dr. Yaşar YİĞİT
Din İşleri Yüksek Kurulu Uzmanı

GİRİŞ

Tarihsel süreç içinde toplumların düzenlerinde esas aldıkları hukuk sistemlerinin, genelde iki orijinden kaynaklandığını görmekteyiz. Bunlardan birincisi, İlâhî iradenin esas alındığı vahiy destekli hukuk, diğeri de, sadece insanların akıl ve uzun tecrübeleri sonucunda şekillenen hukuk. Bu hukuk sistemlerinden birincisini, “vahiy kaynaklı hukuk”, diğerini de “beşer kaynaklı hukuk’ şeklinde nitelendirmeyi uygun buluyoruz.

Toplum düzenini korumak, fert ve kamu vicdanını rahatlatmak, toplum bireylerinin haklarını ve gerekli güvenliklerini sağlamak amacıyla, nitelik ve niceliği değişse de hükümler koymak her iki hukukun ortak noktalarından birisini teşkil etmektedir. Söz konusu bu hükümlerden hedeflenen sonuçların elde edilebilmesi için, birtakım ilke ve şartlara sahip olmaları gerekli görülmüş ve bu doğrultuda düzenlemeler yapılmıştır. Ancak şunu ifade edelim ki, beşer orijinli hukuklarda zirve kabul edilen ideal hukuk çizgisinin yakalanmasında etkin olan bu evrensel nitelikli ilke ve şartlara insanlık hiç de kolay sayılamayacak aşamalardan geçerek uzun tecrübe ve uğraşlar sonucunda ulaşabilmiştir. İdeal hukuk normlarına ulaşma süreci, beşeri hukuklar için halen devam etmektedir. Dolayısıyla hukûki hükümlerdeki değişme bu tür hukuk sistemleri için kaçınılmazdır. Bu değişimin, her zaman objektif, makul ve âdil kriterler çerçevesinde gerçekleştiğinden söz etmek imkansız gibidir. Gerçek şu ki, ideal hukuk normlarına ulaşma süreci içinde nice insan, ilke ve kurallar yerine kişisel ve keyfi uygulamaların hakim olduğu hukuk sistemlerinin kurbanı olmuştur. Tabii kişisel sapmalar bir tarafa bırakılırsa, vahiy kaynaklı hukuk sistemleri için aynı şeyleri söylemek isabetli değildir. Çünkü vahiy orijinli hukuklarda, adalet ilkesi ve hukuk güvenliğinin gereği süreklilik, vazgeçilmez bir niteliktir. Süreklilikten kastımız, bu tür hukuklardaki temel ilke ve hükümlerin tarihi süreç içinde adalet ilkesini zedeleyecek boyutta bir değişime tâbi olmamasıdır. Zira temel ilke ve hükümlerdeki değişmelerin, hukukun sağlamak durumunda olduğu adalet ilkesini zedeleyeceği aşikârdır. Adalet ilkesinin yıpranması durumunda ise hukuk güvenliği kalmayacaktır. Hukuk güvenliğinin sağlanamadığı yer ve ortamlarda da kişisel öç almalar ya da adaletin kuvvetle temini kaçınılmaz hale gelecektir.

Vahiy kaynaklı hukuk sistemlerindeki süreklilik esasının doğal sonucu, başlangıçta yasak veya suç kabul edilen bir fiil veya hukûki bir işlem daha sonra serbest hale gelmez. Aynı şeyleri beşer kaynaklı hukuk sistemleri için söylemek oldukça zordur. Bu tür hukuk sistemlerinde, geçmişte suç ve yasak kabul edilen ve karşılığında değişik yaptırımlar uygulanan bazı fiil veya eylemler, tarihi süreç içinde serbest hale gelmiştir. Ancak şunu belirtelim ki, vahiy orijinli hukuklarda da genel ilke ve hükümler dışında kalan özelliklle de örf veya maslahat temeline oturmuş diğer hükümlerde zamanla değişiklik olabilir.[1] Bu değişiklik adaletin sağlanması ve hukûki hükümlerin konulmasından hedeflenen maksatların gerçekleşmesi için kaçınılmazdır. Nitekim bu durum kodifıkasyon hareketlerinin ilk örneğini temsil eden Mecelle’de, “Ezmânın tagayyürü ile ahkâmın tagayyürü inkar olunamaz."[2] ifadesiyle formüle edilmiştir. Bu ilkede dile getirilen ve çağımızda da çeşitli yönleriyle tartışmalara sahne olan değişmenin boyutu, saha ve sınırları ne olacaktır? Hukukun ihtiva ettiği bütün hükümler, herhangi bir sınırlama olmaksızın bu değişmeye açık mı olacak? Yoksa her türlü olumsuzluğa rağmen geçmişte hukuk adına konulan hükümler hiçbir değişikliğe tâbi olmadan devam mı edecek? Makalemizde bu sorulara açıklık getirmeye çalıcağız.

I) HUKUKİ HÜKÜMLERİN DEĞİŞMESİ VE DEĞİŞMEYE ETKİ EDEN FAKTÖRLER

A) Genel Olarak Değişme ve Değişmede Temel İlkeler:

Değişme, sadece hukûki hükümlerde değil hemen hemen hayatın her safhasında inkar edilmesi ya da yok sayılması mümkün olmayan tarihi ve sosyal bir olgudur. Ancak değişmeyi, toplum hayatında karşılaşılan problemlerin çözümünde hukûkiliğin-yasallığın alternatifsiz bir referansı olarak değerlendirmek, değişmeden hareketle her yeniyi belirli ölçülere vurmadan, araştırmadan almak ve her eskiyi de “işe yaramaz” düşüncesiyle terketmek yanlış olsa gerek. Her şeyden önce yasallığın, alınacak ve atılacak şeyleri belirlemenin makul, objektif, insan tabiatına ve yaratılış amacına uygun ölçüleri, aşkın ilkeleri olmalıdır.

Çağımızda insan düşüncesi, inancı, ahlakı, dünya görüşü ve yaşam biçiminde meydana gelen her değişme fevkalâde gelişmiş bulunan iletişim araçları ile bütün dünya milletlerine ulaşmaktadır. Bunları “her değişme, bir gelişme, bir ilerlemedir”, “modern veya çağdaş olan her şeyi her fert ve toplumun özümsemesi gerekir” gibi modem söylem veya dogmalardan yola çıkarak vakit geçirmeden benimsemek, taklit etmek yerine, belirtilen ölçü ve ilkelere göre değerlendirmek veya süzmek daha isabetli bir yaklaşım ve tavır olsa gerektir. Evrimciliğin bir uzantısı olan “tek yönlü, düz çizgili ilerlemecilik” düşüncesi ve akımı bugün Batılı pek çok bilgin tarafından ciddiye alınmamaktadır. İslâm âleminde de bu düşünceyi daha önceki modernleşmiş neslin hiç tereddüt göstermeden yapıştıkları “aklın putlarından” biri olarak görenlerin sayısı gün geçtikçe artmaktadır.[3]

Hukûki hükümlerin değişmesinde göz önünde bulundurulması gerekli en önemli ilkelerden birisi de adalet ilkesidir. Hükümlerdeki değişmeler, hiçbir zaman adalet ilkesini zedeleyecek veya hukuka olan güveni yok edecek boyut ve ölçüde olmamalıdır. Zira adalet, toplumu teşkil eden bireylerin bir arada yaşamalarını temin eden en önemli unsurlardan birisidir. Adaletin sağlanması da kişilere ve güce değil süreklilik arzeden, objektif ilke ve kurallara sahip bir hukuk sistemi ile gerçekleşir. Başka bir ifadeyle hukukun üstünlüğü, kişilerin sosyal statü ve konumlarının hükümlerde etkin olmaması adaletin sağlanmasının vazgeçilmez öğesidir.

Yukarıda ifade ettiğimiz gibi, değişme tarihi bir realitedir. Tarihsel süreç içinde toplumların yönetiminde söz konusu olan hukuk sistemleri de niteliği ne olursa olsun bu değişiklikten nasibini almıştır. İslâm hukuku da bu değişiklikten uzak kalmamıştır. Bu nedenle hukûki hükümlerdeki değişme, hemen hemen bütün hukuk sistemleri için zarûri gözükmektedir. Aşağıda belirteceğimiz gibi, zaman ve çevre faktörleri başta olmak üzere birçok etken hukûki hükümlerdeki değişikliği aklen zarûri kılmaktadır. Ancak hukûki hükümlerdeki bu değişme, mutlak ve ilkesiz değildir. Kaçınılmaz bir realite olan bu değişikliğin genel hukûki çerçevenin bozulmaması koşuluyla kabul edilmemesi durumunda toplumda ortaya çıkan hukûki problemlerin çözümü zorlaşacak hatta imkansız hale gelecektir. Bunun doğal sonucu olarak da toplum hayatına yön vermesi gereken hukuk önce dinamizmini kaybedecek ve zamanla da toplum hayatından tümden ya da kısmen uzaklaştırılmış olacaktır. İşte bu ve benzeri olumsuzlukları dikkate alan İslâm hukuku belirli ölçüt ve genel ilkeler çerçevesinde hükümlerde değişime açık olmuştur. Bu durum, İslâm hukukunun dinamizmi ve toplum hayatına yön verebilmesi için kaçınılmazdır. Zira İslâm hukukunun temel hedefi, donmak veya toplum hayatının dışında kalmak değil; aksine yaşanan hayata hem ayak uydurmak hem de yön vermektir. İslâm hukuku bu dinamizmini ve toplum hayatıyla iç içeliğini tarihi süreç içinde içtihat müessesesi ile sağlamıştır. İçtihadın teşvik edilmesi yerine göre farz-ı kifâye hatta farz-ı ayn konumunda değerlendirilmesi[4] bu dinamizmin sürekliliği için dikkat çekicidir. Ayrıca zarûret, kolaylaştırma gibi çeşitli alternatiflerin getirilmesi de İslâm hukukunun her halükârda yaşanan hayatla bağını, iç içeliğini temin için önemli etkenlerdir. Gerçek şu ki, bir hukukun toplumla iç içeliği yeni yeni ortaya çıkan ihtiyaç ve problemlere cevap verebilmesi, böylece yaşanılan hayatla paralel yürümesi ile mümkündür. Böyle bir fonksiyonun yerine getirilebilmesi için de değişme kaçınılmazdır.

B) Hükümlerin Değişmesinde Etkin Olan Objektif Faktörler:

Hukuki hükümlerin değişmesinde etkin olan birçok faktör olabilir.[5] Ancak bu başlık altında hukûki hükümlerdeki değişikliği gerektiren baş etkenlerden zaman ve çevre faktörleri üzerinde ayrıntıya girmeden duracağız.

1) Zaman Faktörünün Hükümlerin Değişmesine Etkisi:

Geçen zaman süreci içinde her şey değişmektedir. Değişmeden, olduğu gibi kalan hemen hiçbir şey yok gibidir. Bunun bir istisnası varsa, belki o da değişme kanûnudur.[6] Toplumun karşılaştığı hukûki problemlerin çözümünü sağlamak üzere konulan hukukun da, zamanla değişikliğe uğraması kaçınılmazdır. Nitekim tarih boyunca toplumların idaresinde söz konusu olan hukuk sistemlerinin hemen hemen hepsinde kısmen ya da tamamen değişiklikler olmuştur. Bu değişiklikler zamanla toplumun ihtiyaçlarının ya da problemlerinin farklılık arzetmesi ile ilintili olarak seyretmiştir. Bu bağlamda hukûki hükümlerdeki değişiklikler beşer orijinli hukuklarda tabii hukuk ya da ideal hukuka ulaşma çizgisinde son bulurken, vahiy dayanaklı hukuklarda maslahat ve mefsedet ekseninde seyretmiştir.

İslâm hukuku da şüphesiz teşrî ve tedvin dönemindeki ihtiyaçları düzenlemek için konulmuştur. Zamanla, hukukun tedvinini gerektiren alt yapı değişmişse -ki değişmiştir- ilgili hükümlerin de değişmesi zarûridir. Zira hiçbir sahada bugünkü ulaşılan konum, dünkünün aynı değildir.[7] Dünün toplumunun hukûki problemleri ile çağımız toplumunun karşılaştığı hukûki problemler nitelik ve nicelik bakımından aynı olmayacaktır. Çünkü ekonomik, sosyal, kültürel ve siyasi yapı gün geçtikçe değişik bir nitelik ve boyuta sahip olmaktadır. Bu saydıklarımıza Medeni hukuk sahasında meydana gelen değişiklikleri de eklemek mümkündür. Yine hukukun ilgi alanına giren milletlerarası ilişkilerde de farklılıklar gözardı edilemeyecek derecede bir ilerleme kaydetmiştir. Bu değişikliklerin ortaya çıkmasında zaman faktörü etkin rol oynamaktadır. İbn Haldun (ö.808/1406), “Cihanın ve milletlerin hal, âdet ve mezhepleri tek çizgi üzerinde ve sabit bir yoldan devam edip gitmez. Bunlar zaman içinde bir halden diğerine değişip dururlar.. Allah’ın kulları üzerinde, öteden beri, kanunu budur.”[8] sözüyle bu gerçeği gayet güzel bir şekilde dile getirmektedir.

İslâm hukukunda içtihatla elde edilen hükümlerde zamanın önemli bir etken olduğunu görmek mümkündür. Örneğin Ebû Hanife’nin (ö. 150/767) yaşadığı zaman diliminde toplumun geneli itibariyle dürüstlük hakim durumdaydı. Bu nedenle şahitlerin tezkiyesine gerek duyulmamış zahiren adalet vasfını taşımaları yeterli görülmüştü. Fakat zamanla toplumun genel ahlaki yapısının değişmesi sebebiyle, Hanefi mezhebinin önde gelen hukukçuları olan İmam Muhammed (ö. 189/805) ve Ebû Yusuf (ö. 182/798), şahitlerin tezkiyelerini gerekli görmüş zahiren adalet vasfına sahip olma şartıyla yetinmemişlerdir.[9]Aynı şekilde vaktiyle bir evin odaları aynı tarzda yapıldığından bunlardan birini görmek, hıyar-ı rü’yeti (görme muhayyerliği) iskat için yeterli idi. Daha sonra bu tarz değişmiş olduğundan odaların hepsinin görülmesi hıyar-ı rü’yetin iskatı için gerekli görülmüştür.[10] Bu örneklerde de görüldüğü gibi, belli zaman için geçerlilik arzeden hukûki hükümler daha sonraki dönemlerde bu niteliğini kaybedebilmektedir. Ancak hukûki hükümlerdeki bu değişme, genelde hükmün bina edildiği esas ya da onunla gerçekleştirilmek istenen maksadın değişmesine endekslidir. Başka bir ifadeyle, hukuka konu olan problemin şekli değişmiştir. Problemin çözümünde yine temel ilkeler hareket noktasının odağını teşkil edecektir. Çağımız İslâm bilginlerinden Mustafa Zerkâ’nın şu tespiti aktardığımız bu durumu gayet güzel bir şekilde dile getirmektedir: “Zamanla değişen hükümlerdeki bu değişme tek bir ilke çerçevesinde cereyan eder. Bu da celb-i menfaat def-i mefsedet ve hakkın (adaletin) yerine getirilmesidir. Aslında değişen şey, Şâriin gayesine ulaştırmak üzere hükümlerin bağlandığı vesilelerdir, hükümler değil. Bu vesileler de her zaman diliminde daha uygunu ve problemin çözümünde daha etkili olanı seçilebilsin diye din tarafından sınırlanmamış mutlak olarak bırakılmıştır,”[11]

Yukarıda verilen örnekler ve benzerlerinde, şer’i hükmün, üzerine bina edildiği illet veya âdetin zamanla değişmesine tâbi olarak hüküm de değişmiştir. Böylece sosyal ihtiyaçların ve bunları karşılayan çarelerin (mesâlih) değişmesiyle ameli-fıkhî içtihatların bir kısmı değiştiği gibi hukuk ile ilgili nassın tefsiri-yorumu da değişebilmektedir. Nassların yorumunda zamanın başka bir ifadeyle örfün etkisini yansıtması açısından Ebû Yusufun aşağıdaki içtihadı güzel bir örnek teşkil etmektedir: Ebû Yusuf zamanındaki âdete bakarak arpa ile buğdayı mevzûnâttan (alım ve satım tartı ile yapılan eşya) kabul etmiştir. Oysa bu içtihat, Hz. Peygamber zamanındaki örf ve âdete göre, arpa ile buğdayı mekîlâttan (alım-satımı ölçü ile yapılan eşya) kabul eden hadise[12] aykırıdır.[13] Aynı şekilde Ebû Hanife ve İmam Malik’in, kendilerine zekat verilmesini yasaklayan hadise rağmen, yaşadıkları dönemdeki olumsuz şartlar gereği Hâşimîlere zekat verilebileceğini ifade etmeleri de hükümlere kaynaklık eden nassların yorumlarının zamanla değişebileceğini göstermektedir. Bu tür nasslara bağlı olarak kendilerinden çıkarılan hükümler de tabii olarak değişecektir.[14]

Hukûki hükümlerin değişmesinde zaman doğrudan etkili değildir. Belirli bir zaman diliminde gerçekleşen örf ve âdet, siyasi ve ekonomik şartlar, hukuka kaynaklık eden norm ya da nassların yorumlanmasında inkar edilemeyecek boyutta etkindir. Bu durum sadece İslâm hukuku için değil bütün hukuk sistemleri için geçerli bir realitedir. Nitekim İslâm’da örf ve âdet, mutlak kabul veya reddedilmek yerine dinin temel esaslarına uygunluğu açısından değerlendirilmiş, bu esaslara uygun olanlar benimsenirken diğerleri reddedilmiştir. Bu bakımdan bazı örf ve âdetler İslâm’da hukukun da bir kaynağı kabul edilmiştir.[15] Yukarıda naklettiğimiz örneklerde de görüldüğü gibi, ilk dönem hukukçular, nassların yorumlanmasında örf ve âdeti asla gözardı etmemişlerdir. Nitekim bu durum Mecelle’de “Âdet muhakkertıdir."[16], “Örf ile ta’yin, nas ile ta’yin gibidir."[17] ifadeleriyle formüle edilerek ilkesel hale getirilmiştir.[18]

2) Çevre ve Sosyal Şartlarth Değişmesinin Hükümlere Etkisi:

Hukûki hükümlerin değişmesinde etkin rol oynayan faktörlerden birisi de çevre (mekan, iklim, coğrafya) faktörüdür. “İnsan yaşadığı ortamın ürünüdür. İnsan karakteri yaşadığı doğal ve sosyal ortamın oluşturduğu koşullara bağlı olarak biçimlenir. Değişik coğrafi bölgelerde, değişik iklim koşullarında yaşayan insan toplulukları, geleneklere, değişik tarihlere ve değişik karakter özelliklerine sahiptirler. Bu değişikliğe bağlı olarak da değişik sosyal yapılar ortaya çıkar.”[19] Bunun doğal sonucu değişik kurumlan düzenleyecek hukûki hükümler de değişik olacaktır. Gerçek şu ki, değerler, düşünceler ve bunların sonucunda aynı olaya gösterilen tepkiler, yöreden yöreye, ülkeden ülkeye farklılık arzetmekte; bazı yöreler için yüz kızartıcı kabul edilen olay, farklı bir yöre için göğüs kabartıcı olabilmektedir. Bütün bunlar, “farklı yöreye farklı hüküm” ilkesini zarûri kılmaktdır.[20] Nitekim dünya üzerinde farklı bölgelerde aynı kaynaktan beslenmesine rağmen farklı hukûki hükümlerin varlığını sürdürmesi bu realitenin tabii bir sonucu olsa gerek. Olaya İslâm hukuku veçhesinden baktığımızda, aynı metodoloji ve aynı argümanları kullanan müçtehitlerin, çevre vb. nedenlerle farklı hükümlere ulaştıklarını görmekteyiz. Aslında bu yadırganacak bir durum da değildir. Herşeyden önce böyle bir durum hukukun dinamizmi, esnekliği ve çeşitli alternatiflerin ortaya çıkması açısından önemli ve gereklidir.

Zaman gibi çevre faktörünün de hükümlerin değişmesinde etkin rol oynadığı bir gerçektir. Örneğin bazı hükümlerin güneş ve ayın hareketlerine, gölge boyuna[21] vb. bağlanması bu etkiyi vurgulamaktadır. Belirtilen hususlar dünyanın her coğrafyasında değişmez türden şeyler değildir. Kutup bölgelerinde yaşayan insanlara altı ayda beş vakit namaz kıldırmak, vakit oluşmayan yerlerde namazı düşürmek İslâm’ın temel esprisi ile bağdaşmaz.[22]

İlk dönemlerde bu temel espiriyi yakalayan müçtehitler, problemlerin çözümünde bu tür faktörlerin hukûki hükümlere etkisini hiç de göz ardı etmemişlerdir. Öyle ki aynı mezhep içinde çevre vb. faktörler nedeniyle aynı konuda farklı görüşler ileri sürülebilmiştir.[23] İfadelerimizi vereceğimiz şu örnekle daha da pekiştirebiliriz: Hanefi mezhebinin önde gelen fakihlerinden İmam Muhammed, önceleri sığır dışkılarının hafif necaset olduğu kanaatindeydi ve nazari olarak da insanların sığır dışkısının fazlasından korunabileceklerine inanmaktaydı. Buradan hareketle bir kimsenin elbisesinin 1/4’ten fazlasına sığır dışkısının bulaşması halinde, bu durumun namaza engel olduğu görüşündeydi. Ancak daha sonra Rey şehrine gittiğinde söz konusu görüşle insanların amel etmelerinin zor olduğunu görmüş ve bu görüşünden vazgeçerek, çok da olsa elbiseye bulaşan sığır dışkısının namaza zarar vermeyeceğini ifade etmiştir.[24] Bütün bunlar müçtehitlerin herhangi bir konuda görüş ortaya koyarken çevreyi diğer bir ifadeyle sosyal hayatı da dikkate aldıklarını bize yansıtacak nitelikte örneklerdir. Zira basit bir hayatın hüküm sürdüğü göçebelik ya da kırsal kesim yaşantısının problem ve ihtiyaçları ile kompleks hayatın hakim olduğu şehir hayatı ya da medeni yaşantının ihtiyaç ve problemleri farklı olacak, birbirine benzemeyecektir. Bu yüzdendir ki, sade, basit bir hayatın ihtiyaçlarına Medine ekolünün sahip olduğu merviyyât yeterli olurken, Irak gibi çeşitli kültür ve medeniyetlere beşiklik yapmış bir yerde, merviyyât yanında ağırlıklı bir şekilde re’ye başvurmak gerekmiş ve yeni bir ekol doğmuştu. Medine ekolünün, Kuzey Afrika gibi kendi özelliklerini taşıyan bölgelerde yaygın olması da onun bu tür yörelere uygun bir ekol oluşundan kaynaklanmaktadır.[25] Sulama ve haraç hukukunun Hicaz bölgesinde değil de Irak’da gelişmesi, çevre faktörünün hukuka dolayısıyla da hükümlere etkisinin bir sonucuydu.[26]

II) HÜKÜMLERİN DEĞİŞMESİ BAKIMINDAN İSLÂM HUKUKUNUN YAPISI

A) Hükümlerin Değişmeye Kapalı Olduğu İzlemini Veren Özellikler:

Batılı misyonerler, müsteşrikler ve İslâm ülkelerinde bunlara hayranlık duyan kişiler tarafından, İslâm hukukunun donuk bulunduğu, bunun sonucu da çağımızın ihtiyaçlarına cevap veremeyeceği hususu ısrarla dile getirilmekte ve bu iddia müslüman kamuoyunda yerleştirilmeye çalışılmaktadır.[27] Söz konusu iddia, İslâm hukukunun İlâhî nitelikli bir hukuk olması, İslâm’ın kemale ermesi,[28] ebedi yürürlükte kalmak üzere gönderilmiş olması, bütüncü ve gayeci özelliği[29] gibi nitelikleri dikkate alınmak suretiyle desteklenmeye çalışılmaktadır.[30] Belirtilen özelliklerden hareketle onun ihtiva ettiği hükümlerin değişmeye kapalı olduğu vurgulanmaktadır. Böyle bir iddia, İslâm hukukunun İlâhî hukuk oluşu ya da diğer niteliklerinin manasını veya içeriğini bilmemekten kaynaklanmaktadır. Bu iddiada dile getirildiği gibi Beşeri hukukların sahip olmadığı bir meziyet olarak İslâm hukukunun amaç, kaynak ve metod itibariyle İlâhî bir hukuk olduğu doğrudur.[31] Söz konusu iddianın temel hareket noktasını teşkil eden ve hükümlerin değişmesine engel gibi gözüken İslâm hukukunun “İlâhî hukuk oluşu” ve “kemale ermiş olması ” nitelikleri üzerinde ayrıntıya girmeden duracağız.

1) Amaç, Kaynak ve Metod Açısından İslâm Hukukunun İlahi Hukuk Oluşu:

İslâm hukuku amaç, kaynak ve metod itibariyle ilâhî nitelikli bir hukuk sistemidir. Ancak şunu hemen belirtelim ki, bu özelliği onun ihtiva ettiği hükümlerinin bütünüyle değişmeye kapalı olduğu anlamına gelmez. Aşağıda da belirteceğimiz üzere, onun değişmeye açık sahası bulunduğu gibi hukukta süreklilik ve adalet ilkelerinin gereği değişmeye kapalı alanları da vardır. Bu özellik, bir hukuk sistemi için yadırganacak bir durum olmadığı gibi eksiklik de değildir. Aksine adaletin ve hükümlerden hedeflenen amacın (makâsıd) sağlanması koşuluyla bu durum bir meziyet değerlendirilebilir.

İslâm hukukunun amaç itibariyle ilâhî oluşu şu şekilde açıklanabilir: İslâm’ın nihâî hedefi, kul ile Allah arasında en güzel bağı tesis etmek ve böylece kulu Allah’ın rızasını temine ulaştırmaktır.[32] İslâm kul ile Allah arasındaki bu bağı sağlamak için çeşitli yollara başvurmuştur. Nitekim İslâm’da yapılan her türlü teşrî nitelikli düzenleme, yönlendirme ve irşadla, insanın sadece Allah’a kul olması amaçlanmıştır. Zira yaratılışın gerçek amacı, O’na kul olmaktır. Mü’min, Allah’a kulluk için yaşar; hayatının gayesi de budur. Nitekim, “Ben cinleri ve insanları, ancak bana kulluk etsinler diye yarattım. Ben onlardan rızık istemiyorum. Beni doyurmalarım da istemiyorum."[33] âyetleri yaratılışın gerçek amacını en güzel şekilde dile getirmektedir. Kainatta mevcut her şeyin insanın hizmetine sunulduğu[34] ve verilen bu nimetler karşılığında da ona birtakım yükümlülükler getirildiği ifade edilmektedir.[35] Bu noktadan hareketledir ki, müslüman için İlahî kaynaklı olan İslâm dininin hükümlerini kabul edip etmeme serbestisi yoktur. “Allah ve peygamberi bir şeye hükmettiği zaman, inanan erkek ve kadına artık işlerinde başka yolu seçmek hakkı yoktur.”[36] âyeti bu hususu vurgulamaktadır.[37] Gerçek şu ki, Allah’ın kullardan yerine getirmelerini veya terketmelerini istediği herşeyde yine onlar için bir fayda söz konusudur. Bu fayda, kişisel bazda olabildiği gibi toplumsal bazda da olabilir. Aynı şekilde O’nun emir ve yasaklarının terkinde de zarar kaçınılmazdır.

İslâm hukuku sadece amaç itibariyle değil aynı zamanda kaynak itibariyle de ilâhî nitelikli bir hukuktur.[38] Temel kaynak Kur’ân’dır. Kur’ân ya da İslâm hukuk metodolojisindeki kullanımıyla Kitâb, İslâm hukukunun olduğu gibi, bütün İslâmî bilim ve disiplinlerin de temel kaynağıdır. Her şey İslâmîliğini veya İslâmî perspektiften yasallığını ondan alır. Ona aykırılık arzeden hüküm ya da görüş meşrû sayılamaz. İslâm hukukunun ikinci kaynağını teşkil eden “Sünnet” ise, eğer vahye dayalı ve Kur’ân’ı açıklamaya yönelikse, o da İlâhî orijinlidir.[39] İctihâda dayanıyorsa vahyin kontrolünden geçmiştir.[40] Bu yönüyle ikinci kaynak statüsünde değerlendirilen Sünnetin de birinciye ircâ edilmesi başka bir ifadeyle Kitab gibi ilâhî menşe’li kabul edilmesi mümkündür.[41]

İslâm hukukunun temel kaynağının ilâhî oluşu, ilk bakışta onun hükümlerinin asla değiştirilemeyeceği sonucunu doğurmaktadır. Ayrıca onu tebliğ eden Peygamberin bile Kur’ân’dan bir hükmü değiştirme yetkisi yokken,[42] diğerlerinin böyle bir yetkisinden elbette söz edilemez.[43] İnsanlığın ihtiyaçlarına, ya adını koyarak ya da prensibini vaz’ ederek çözüm getirme özelliğine sahip Kur’an’ın, vahiy oluşu, ebedi değişmezliği, ondan kaynaklanan ahkâmın da değişmezliğini gerekli kılar. İslâm hukukunun temel kaynaklarının genelde değişmeye kapalı olması, zamanla değişmez prensipler koyması aslında bir eksiklik değil aksine bir meziyet gibi gözükmektedir. Zira bu ebedi ilkeler, meşhur İslâm mütefekkiri Muhammed İkbal’in de dediği gibi, “Sürekli değişmekte olan bir dünyada ayaklarımızın sağlam bir yere basmasını sağlamaktadır.”[44] Ancak buradan İslâm hukukunun bütünüyle statik değişmez hükümler içerdiği sonucuna ulaşılmamalıdır. Zira ilâhî kaynaklarda değişmeye kapalı genel ilkeler bulunmakla birlikte, değişmeye açık ictihâdî hükümlerin varlığı da azımsanamayacak boyut ve çokluktadır. Bu yönüyle bakıldığında İslâm hukukuna yöneltilen tenkidlerin, yersiz ve de anlamsız olduğu görülecektir.

2) İslâm’ın Kemale Ermiş Olması:

İslâm hukukunun, hükümlerin değişmesine engel gibi gözüken bir diğer özelliği de kâmil olması, bütünlüğe ulaşmasıdır.[45] Kur’an-ı Kerim’de bu husus, “Bugün size dininizi kemâle erdirdim. Üzerinizdeki nimetimi tamamladım, din olarak sizin için İslâm’ı seçtim ve ondan razı oldum.”,[46] âyeti ile dile getirilmektedir. Bu ve benzeri âyetleri göz önünde bulundurduğumuzda, İslâm her yönüyle tamamlanmış başka bir ifadeyle kemâle ermiştir. Dolayısıyla mevcut hükümleri başkaları ile değiştirmek veya yeni hükümler koymak, İslâm’ın bu özelliği ile bağdaşmaz. Ayrıca mevcut hükümleri değiştirmeye veya yeni hükümler koymaya yönelik faaliyetin de, Peygamber (s.a.s.)’in ifadesiyle[47] kabul edilmeyeceği vurgulanmıştır. Ancak hemen şunu belirtelim ki, dinin kemâlinden maksat, dinin cüziyâtı (tâli meseleler) değil, genel prensipleri, kaideleri ya da ibadetler itibarı iledir.[48] Nitekim önde gelen İslâm bilginlerinden Şatıbî (Ö.790/1388), dinin kemalinden maksadın ne olduğunu şu şekilde açıklamaktadır: “Âyetteki kemalden maksat, dinin cüziyâtı değil genel prensipleridir. Zaruri, hâci ve bunların tamamlayıcı (tahsînî)[49] hükümlerinden ihtiyaç duyulan hiç bir kaide kalmamış, hepsi güzel bir şekilde açıklanmıştır. Evet, bazen içtihat prensibine dayanılarak, cüzî olayların genel prensiplere vurulması söz konusu olabilir. İçtihat prensibi de Kitap ve Sünnette sabittir ve çalıştırılması gerekir, terki asla caiz değildir. Buradan da anlaşılır ki, şeriatta içtihat için ayrılmış bir saha vardır ve içtihat ancak hakkında nass bulunmayan konularda gündeme gelir. Âyetten maksadın bilfiil bütün cüzi hükümlerin ortaya konulmuş olması anlamı mümkün değildir. Zira cüzi hükümlerin bir sonu yoktur ve belli sayı altına alınamazlar. Şu halde âyetteki kemalden maksat, sonsuz olan hadiselerin kendilerine uyarlanacağı genel (külli) kaideler yönünden dinin tamamlanmış olmasıdır.”[50] Mâide sûresindeki “Bugün size dininizi tamamladım...”[51] âyetinden sonra “ribâ”[52] ve “kelâle”[53] âyetlerinin indiği de göz önünde tutulduğunda, âyetteki kemalden maksadın dinin genel kaideleri ve temel esasları olduğu anlaşılır.

Hz. Peygamber’in, “Bizim işimizde (dinimizde) bulunmayan her şey merduttur.”[54] hadisinde kastedilen yenilik ise, dinin özünde yapılan bid’atlerle (yenilikler) ilgilidir.[55] Yoksa Hz. Peygamber döneminde vukû bulmamış problemlere genel çerçeve baz alınarak çözüm üretmek bu anlamda bid’at olarak yorumlanamaz. Nitekim İslâm’da ictihâd müessesesinin kabul ve teşviki[56] de bunu gösterir. Ayrıca hadisten hareketle bütün değişim ve yeniliklere kapalı olmak, İslâm’ın genel ruhu ile çelişir. Zira insanlık âlemi dün olduğu gibi çağımızda da hayatın hemen her safhasında daima bir gelişme ve değişme halindedir. İnsanı ve toplumu ilgilendiren olaylar gün be gün değişik şekil ve versiyonlarıyla sahneye çıkmaktadır. Bundan dolayı her olayın çözümü için çağlar öncesinden bir hükmün tayin edilmesi imkansız gibi gözükmektedir. Ancak özünde birçok olayın çözümünü ihtiva eden genel ilke ve prensiplerin konulması bir hukuk sistemi için eksiklik değil aksine zaruridir.[57] Zira daha önce de ifade ettiğimiz gibi, genel ilke ve özdeki sınırsız ve ölçüsüz değişiklikler, birçok hukuk sisteminde olduğu gibi adaletsizliklere kapı açılmasına neden olur. Oysa hukuk, herşeyden önce adaleti sağlamak durumundadır.

B) İslâm Hukukunun Değişmeye Açık Olduğunu Gösteren Özellikleri:

İslâm hukukunun ilk bakışta değişmeye kapalı olduğu izlenimini veren ve yukarıda arzettiğimiz özellikleri yanında, onun değişmeye elverişli olduğunu gösteren nitelikleri de bulunmaktadır. Bu özellikler de genelde şunlardır:

1) Hükümlerin Esnekliği (Fileksibilitesi- Katı Olmayışı):[58]

İslâm fert ve toplum bazında yaşanabilmek ve yaşanmak üzere hükümler getirmiştir. O her halükârda fert ve toplum hayatına yön vermeyi, fert ve toplumun karşılaştığı problemlerde kendisinin referans olarak alınmasını amaçlar. Bu amacın gerçekleşebilmesi için de içerdiği hükümlerin normal ve özel (istisnâi) şartlarda yaşanabilirliğine son derece özen göstermiştir. İşte bunun için İslâm’da yükümlülük getiren hükümlerde esneklik vardır.

İslâm hukukunda hükümlerin esnekliği, kolaylık ve zaruret prensiplerinin kabulüyle sağlanmaya çalışılmıştır. Hükümlere esneklik kazandıran ilkelerin başında kolaylık prensibi gelmektedir. İslâm amaç itibariyle kullara rahmet olarak gelmiştir.[59] Bu bağlamda önceki dinlerde mevcut bulunan birçok ağır yükümlülükler daha başlangıçta kaldırılmıştır.[60] Hoşgörü ve kolaylığa dayalı[61] İslâm, aşırılığı iyi karşılamamış, pek çok münasebette güçlüğün kaldırıldığına,[62] zorluğun değil, kolaylığın istendiğine[63] işaret etmiştir. İslâm’da teklif, tâkat (güç = yeterlilik) ölçüsündedir.[64] Başka bir ifadeyle teklîf bi ma lâ yutâk (kişiyi gücünün üstünde bir şeyle sorumlu tutmama) genel ilkedir. Kişilere güç yetiremeyecekleri bir sorumluluk yüklenmemesi bu genel ilkenin tabii bir sonucudur. Hüküm teşriinde kolaylığı ilke edinen bir hukuk sisteminde, değişen konuma paralel olarak ahkâmda değişikliğin olmaması her şeyden önce bu prensibe ters düşer. Zira İslâm’da hükümlerin teşriinde kolaylık prensibine riayetin çeşitli şekillerde gerçekleştiğini görmek mümkündür.[65]

İslâm hukukunun içerdiği hükümlere esneklik kazandıran prensiplerden birisi de zaruret ilkesidir. Bu prensip İslâm hukukunu, donukluktan kurtarıp yeni gelişmeler karşısında yeni tavırlar belirlenmesini ve bazı değişikliklere müsamaha gösterilmesinin alt yapısını teşkil etmektedir.[66] Zaruret’, Bir kimsenin yasak (dinen gayr-i meşrû ) olan bir şeyi almadığı takdirde helak olmasını gerektiren bir hal ile karşı karşıya kalmasıdır.[67] Bu prensip, anayolun tıkanmasında açılan servis yolu gibi istisnaî ve geçici çözümler getirir. Dinî, sosyal ve İktisadî alanlarda tıkanmalar olduğunda zarûret prensibi devreye girer. Dolayısıyla normal şartlar için konulan hükümlerin, istisnâi (özel) şartlarda esnekliği bu prensibin benimsenmesinin tabii neticesidir.

Sonuç olarak şunu belirtmek gerekir ki, İslâm hukukunda hükümlerin esnekliği ifadesi, hiçbir zaman, onun “değişmezliği ve ebedi yürürlüğü” ilkelerinden ayrı düşünülemez. “Esneklik” kavramı, “değişmez öz”ün, farklı ortamlara göre farklı şekiller almasını temin eden bir özelliktir. İfade ettiğimiz hususu bir örnekle açıklamak gerekirse, suyun özünden, fonksiyonundan hiçbir şey kaybetmeden, kabına göre şekil alabilmesini hatta fevkalade hallerde -bunu da zarûretlere benzetebiliriz- geçici olarak -zira zarûretler geçicidir- katı (buz) veya gaz (buhar) haline dönüşebilmesini sağlayan özelliği, onun esnek bir yapıya sahip oluşundandır. Görünüşte şekil değiştirmesi, hatta geçici olarak buz veya gaz haline dönüşmesi onun “su” olma özelliğini zedelemez.[68] Aynı şekilde İslâm hukukunun esnekliğinden hiçbir zaman onun laçkalığı[69] ve değişmez özünü zedeleyecek veya yitirtecek her türlü oynamalara müsaitliği anlaşılmamalıdır. Aksine esneklikten maksat, İslâm hukukunun yeni olayları çözüme kavuşturmada, onları hukukî yerlerine oturtmada fevkalade bir kabiliyete sahip olması,[70] dinin ideal tatbikinin tek bir şekle münhasır olmaması,[71] sürekli gelişme göstermeye ve tevsî kabiliyetine sahip bulunmasıdır.[72] Gerçek şu ki, İslâm hukukunda hükümlerin esnekliği, ona canlılık ve dinamizm kazandıran özelliklerden birisi, belki de en önemlisidir. Kanûn koyucu (Şari’), hukuk normlarını koyarken bilinçli olarak boşluklar bırakmıştır. Bu boşluklar, her toplumun zaman ve zemine göre ihtiyaçlarını karşılarken rahat hareket etmelerini sağlamak amacıyla bırakılmıştır. Ancak bu boşlukların doldurulmasında adalet ve nısfet ölçülerinin asla göz ardı edilmemesi gerekir. Aksi takdirde bu tür boşluklar, çağımızda birçok hukuk sisteminde olduğu gibi kötü kullanımlara kapı açan birer yara niteliğine bürünür.

2) İslâm ’in Getirdiği Hükümlerin Evrenselliği:

İslâm, bütün insanlığa ışık tutacak nitelikte evrensel ilke ve mesajlar içeren bir dindir. Bu yönüyle o, insanların belirli bir kısmı için değil hepsi için gelmiştir. Nitekim, “De ki: .Ey insanlar! Şüphesiz ki ben, göklerin ve yerin hükümranı, kendisinden başka hiç bir ilâh bulunmayan, hayat veren ve öldüren Allah’ın hepinize gönderdiği bir elçisiyim...”[73], “Ey Muhammed! Biz seni bütün insanlara ancak müjdeleyici ve uyarıcı olarak gönderdik. Fakat insanların çoğu bilmezler.”[74] âyetleri, İslâm’ın bütün insanlara gönderilmiş bir din olduğunu dile getirmektedir. Evrensellik iki yolla olmaktadır:

a-) Zorluk olmaksızın, getirdiği esaslar ve genel prensipleri ile farklı ortamlara uyum sağlamaya elverişli olması.

b-) Çeşitli asır ve milletlerin kendi durumlarının herhangi bir güçlük, sıkıntı ve zorluk olmaksızın İslâm hükümleri çerçevesinde şekillendirilmeye elverişli olmaları. Nitekim İslâm, Arap, Fars, Kopt, Rum, Türk, vb. milletlerin durumlarını değiştirmiş, alışkın oldukları eski bâtıl durumlarını söküp atmada herhangi bir güçlük ve zorlukla karşılaşmamıştır.[75]

III) İSLÂM HUKUKUNDA HÜKÜMLERİN DEĞİŞME ALANI

  1. Genel Olarak Hükümlerin Değişmesi Konusundaki Yaklaşımlar :

İslâm hukukunda hükümlerin değişmesinden, genelde hakkında nass bulunsun bulunmasın, herhangi bir konu ile ilgili hüküm ya da uygulamada, zaman süreci içerisinde gözlenen değişiklikler ve farklılıklar kastedilmektedir. Ancak hemen şunu belirtelim ki, hükümlerdeki değişme nesihten[76] farklıdır. Şöyle ki değişmede hükme kaynaklık eden norm ya da nassın iptali söz konusu değildir. Değişen şey, artık münasebeti kalmadığı için önceki hükmün uygulanmamasıdır ve bunda da bir nihailik yoktur. Nassın ortamı tekrar oluştuğunda hükme tekrar dönmek zarûreti söz konusu olabilir.[77] Başka bir ifadeyle hukûki hükümlerdeki değişme, genelde hükmün dayandığı illetin değişmesi veya hükümden hedeflenen maksadın gerçekleşmemesi nedeniyle gündeme gelmektedir. Zira hükümlerle gerçekleştirilmek istenen belli hedef ve maksatlar vardır. Bu maksat ve hedeflerin gerçekleşmemesi durumunda hükmün yürürlükte kalmasının bir anlamı yoktur. Metodolojik olarak hükümlerin varlık veya yokluğu üzerine bina edildikleri illetlerinin varlık veya yokluğuna bağlanmış ve bu durum ilkesel hale getirilmiştir.[78]

İslâm hukukunda hükümlerin değişmesi ile ilgili yaklaşımları üç noktada ele almak mümkündür. Bunlar;

1) İfrat görüş: Bu görüşe göre Kur’an’da teşrîî nasslar, yasama ruhu ve fiilî yasama ile ilgili olmak üzere iki kısımda ele alınmaktadır.[79] Fiilî yasama ile ilgili nasslarm getirdiği hükümler değişebilir, bunun herhangi bir istisnası yoktur, isterse söz konusu hüküm “had”lerle ilgili olsun. İfrat görüşün çok önceleri ortaya çıkan bir şekli de, hakkında müspet veya menfi nass bulunsun bulunmasın, muâmelât konusunda “maslahatın tahkimi” şeklindedir.[80] Bu görüşün tarihsel kökeni Hanbeli âlimlerinden Necmeddin et-Tûfî diye meşhur Süleyman b. Abdulkavî b. Abdülkerim b. Said (Ö.716/1316) ile başlamıştır.[81] Ebû Zehra’ya göre Tûfî, maslahata itibar konusunda aşırı gidenlerin bayraktarlığını yapmıştır.[82] Çağımızda ise bu görüş başta Fazlur Rahman olmak üzere bir kısım yazar ve araştırmacı tarafından devam ettirilmiştir. Ancak bu görüş değişik yönlerden ele alınarak tenkit edilmiştir.[83]

2) Tefrit görüş: İslâm hukukunda hükümlerin değişmesini inkar etmemekle birlikte, ifrat görüşün aksine, değişme sahasını oldukça dar tutan yaygın bir görüş vardır. Bu görüşü temsil eden fakihlere göre sadece hakkında nass bulunmayan, örf ve adete dayalı cüzî hükümler değişebilir.[84] Bu grupta yer alan âlimler, değişmenin sahasını oldukça dar tutmuşlardır. Nitekim onlara göre, nassa dayalı hükümler ile küllî (genel) hükümler değişmezler. Sadece cüzî hükümler değişebilir. Değişen şey, küllî hükümlerin olaylara uygulanmasıdır.[85]

3) Mutedil görüş: Hükümlerin değişmesi karşısında orta bir yol izleyen ve genel çerçeveyi taşmamak şartıyla, değişme sahasını mutedil bir şekilde belirleyen bu grubun temsilcilerini, hızlı değişme dönemlerinde yaşayan ilk dönem yöneticileri ve fakihleri ile son devir, özellikle de akademik çevreyi temsil eden İslâm hukukçuları teşkil eder. Bu görüşe göre, asıl itibar maksat ve maslahata olmakla birlikte lafız da son derece önemlidir. Maksat ve maslahata itibar ruh ise, lafız da ruhu ayakta tutan beden gibidir, ihmal edilemez. Ancak hiçbir zaman makâsıd (amaçlar) vesâile (araçlara) feda edilemez. Bir nassın ideal hüküm ve tatbiki her zaman ve mekan için aynı ve değişmez değildir. Aynı nassın hepsi de şer’î çerçeve içerisinde bulunan birden fazla hüküm ve uygulaması olabilir. Ayrıca taabbudî sınırını mümkün mertebe dar tutmak ve cüzî ahkâmı, küllî (genel) ve ebedî teşrî hükümleri ile karıştırmamak, meseleleri küllî bir şekilde ele almak mutedil yaklaşımın esaslarını teşkil etmektedir.[86]

Kanaatimizce, hükümlerin değişmesi ile ilgili yaklaşımlardan mutedil görüş, tercihe daha şayandır. Zira bu görüş, bir taraftan İslâm hukukuna esnek bir yapı kazandırırken diğer taraftan da onun belli sabitelerinin yani değişmezlerinin muhafaza edilmesini esas kabul etmektedir. Böylece hukukun yapısının esnekliği ile, dinamizm elde edilecek, hukukun belli sabitelerinin muhafazası ile de istikrar ve hukuka güven sağlanacaktır. Bir hukuk sisteminin şartlara, çevreye vs. göre değişmeyen sabiteleri elbette olmalıdır. Böyle bir nitelik nasıl bir hukuk sistemi için önemli bir özellik ise, o hukukun, toplumun yapısına, çevreye ve bazı şartlara göre değişkenlik arzedebilen alanlarının bulunması da önemli bir vasıftır. Zira böyle değişken alanların varlığı, hukuka dinamizm ve canlılık getirir. Dinamik bir özellik arzeden sistem de, yenilikler, sosyal ve toplumsal değişimler karşısında hayatın dışında kalmaz. İfrat görüşün esas alınması durumunda dinin sabitelerinden, değişmez alanlarının varlığından söz etme imkanı adeta ortadan kalkmaktadır. Bugün maslahat gereği suç ve haram kabul edilen bir şey, yarın yine maslahat gereği mübah olabilecektir. Böyle bir hukuk sisteminde ilkelerin ya da hükümlerin istikrarından veya hukuk güvenliğinden söz etmek ne derece isabetli olacaktır? Zira maslahatın, ölçütlerinde bir birliktelikten bahsetmek oldukça zordur. Bölgelere veya toplumlara göre maslahatın kriterleri değişebilmektedir. Fert ve toplum hayatında, adaleti sağlamayı amaçlayan bir hukukun, bu derece belirsizlikler içeren maslahat ekseninde şekillenmesi, problemlere, hukuki açmazlara neden olacaktır. Oysa hukuk, problem değil çözüm üreten bir sistemdir. Aynı şekilde tefrit görüş de çeşitli açılardan tenkid edilebilir. Herşeyden önce bu görüşün, hükümlerin değişme alanını sadece örf ve adete dayanan hükümler olarak belirlemesi, hukukta donukluğa sebebiyet verecektir. Bu durumda hukuk, zamanla değişen toplum ve sosyal hayatın gerisinde kalacak ve sonuçta da yaşanan hayattan dışlanacaktır. Bu da hukuku atıl duruma düşmesine neden olacaktır.

B) Hükümlerin Değişme Alanı ve Sınırları:

Yukarıda da ifade edildiği gibi, hukuk da dahil olmak üzere hayatın hemen her safhasında süreç içinde değişmeler kaçınılmaz bir realitedir. Ancak bu değişimin belirli ölçüleri ve sahası olmalıdır. Sınır ve ölçü tanımayan değişmelerin, hangi sahada olursa olsun insanlığa bir fayda sağlamadığı açıktır. Hukuk da böyledir. Hukûki hükümlerdeki değişmelerin, belirli ölçü ve sınırları olmalıdır. Belirsiz ve ölçüsüz değişmeler, herşeyden önce hukukun varlık nedeni olan adaleti zedelemektedir. Tarihsel sürece baktığımızda, nice masum insanın, istikrarsız ilke ve hükümlerin hakim olduğu ve her an değişime açık hukuk sistemlerinin kurbanı olduğunu görmekteyiz. Öyle ki, geçmişte karşılığında ölüm cezası uygulanan bir suç, daha sonraki dönemlerde değil ölüm cezası uygulamak suç kapsamından dahi çıkarılabilmiştir. Bu derece farklılık arzeden değişmenin, ideal bir hukuk sistemi için savunulabilecek bir tarafı olmasa gerektir. Değişimin sahası konusunda farklı yaklaşımlar olsa da İslâm hukukunda hükümlerin değişmesi genel kabul görmüş bir gerçektir. Ancak ahkâmın değişmesinde bir sonuca ulaşabilmek için öncelikle değişimin cereyan edeceği saha ve sınırların belirlenmesi gerekmektedir. İslâm hukukunda yer alan hükümleri usûl-ı fıkıh ve fiırû-ı fıkıh kapsamında ele alarak değişim konusunu açıklığa kavuşturmaya çalışacağız.

1) Usûl-ı Fıkıh Açısından Hükümlerin Değişme Alanı:

a) Makâsıd ve Vesâilden Türünden Hükümlerde Değişme Alanı:

İslâm hukukunda teşrî kılman hükümlerle gerçekleştirilmek istenen belli maksatlar vardır. Hiçbir hüküm amaçsız olarak teşrî kılınmamıştır. Söz konusu hükümlerle, kulların dünya ve âhiret saadetini yakalamaları en başta gelen amaçtır. Kendilerinde bulunan maslahat veya mefsedetten dolayı elde edilmesi ya da uzaklaşılması amaçlanan şeylere makâsıd denir. Vesâil ise; makâsıddan olan şeylerin gerçekleştirilmesi kendilerine bağlı olan şeylere denir. Başka bir ifadeyle vesâil, makâsıda ulaştıran yollardır.[87] Örneğin, namaz kılmak maksad, namaz için abdest vesiledir. Cemaat maksat, ezan vesiledir. Bu örneklerden de anlaşılacağı gibi, vesâil makâsıd için vardır. Makâsıd değişmez, sabit bir görünüm arzederken, vesâil esnek bir yapıya sahip bulunmaktadır.[88] Bu durumda değişmenin sahasını “vesâil” türünden ahkâm teşkil edecektir. Örneğin, devlet başkanının ümmet içerisindeki en güçlü, kudretli unsurlardan seçilmesi genel maksattır. Hz. Peygamber’in, “Devlet başkanı (İmam) Kureyş’tendir.”[89] buyurması ise bu maksadı gerçekleştirecek bir vesile hükümdür. Bu konuda hadisin asılsızlığı, geleceğin Peygamber (s.a.s) tarafından tebşiri ya da bunun Resûlullah’ın bir dilek ve temennisi olduğu şeklinde bir çok yorumlar yapılmıştır.[90] Kureyşin o dönemlerde İslâm toplumundaki etkinliği göz önünde bulundurulursa, bu hadis genel maksadın -ki o da ümmetin belirli niteliklere sahip devlet başkanına tâbi olması- gerçekleşmesine sağlayacağı katkı hiç de yabana atılamayacak güçtedir. Kureyşin mevcut konumu değişir ve ümmet içerisinde başka unsurlar inisiyatifi elde ederlerse, bu kez devlet başkanı asıl maksadın gereği bunlardan seçilecek[91] ve “İmamın Kureyşliliği” vesile hükmü devrini tamamlayacaktır. Bir başka örnek de; rehinde “kabz” şartını getiren âyettir.[92] Makâsıd-vesâil açısından konuya baktığımızda “hakkın teminat altına alınması” maksat, “kabz” da vesile hükmündedir. Asıl maksat hükümde, zaman ya da mekanla herhangi bir değişikliğin olması söz konusu değildir. Vesile ise, değişebilir. Zira âyetin nâzil olduğu dönemlerde tescil müessesesi yoktu. Günümüzde ise teminat maksadını en güvenilir şekilde gerçekleştirebilecek tapu ve tescil müesseseleri vardır. Dolayısıyla âyetteki “kabzedilmiş” kaydı başka bir vesile türüyle yerine getirilmiş olacaktır.[93]

b) Hükümlerin Ta’lil Edilip-Edilememesi Açısından Değişme Alanı:

İslâm hukukunda hükümler genelde bir illete dayanır. Usûl terimi olarak illet; hükmün konmasını münasip gösteren durumu genellikle ihtiva eden açık (zâhir) ve munzabıt (istikrarlı) vasfa denir.[94] İslâm hukukunda mevcut hükümler, ta’lil edilip edilememe açısından, illeti akıl yoluyla kavranabilen hükümler (ma’kûlu’l-ma’nâ) ve illeti akıl yoluyla kavranamayan hükümler (taabbudî hükümler) olmak üzere iki kısma ayrılmaktadır.[95] İlleti akıl yoluyla kavranabilen hükümler genelde değişmeye açık, diğer kısmı teşkil eden ve taabbudî hükümler şeklinde nitelendirilen alan ise, değişmeye kapalıdır.[96] Taabbudî hükümlerin sahasını genellikle, ibadetlerle; hadler, keffâretler, mirasdaki nisbetler gibi belli bir miktarla belirlenmiş hükümler teşkil etmektedir.[97] Helal ve haram konularını da bu kapsamda değerlendirmek gerekir. Bu tür hükümlerde kıyas[98] cari değildir. Kıyas yolu ile başka meselelere uyarlanmaları da söz konusu değildir.[99] Mükellefler bu kapsamda yer alan hükümleri eda için eksiksiz yerine getirmekle yükümlüdürler. Bu tür hükümlerde yoruma gitmek veya hükmü esnetmek mümkün değildir.

Taabbudî hükümler dışında kalan muâmelât ile ilgili hükümlerde ise, asıl olan hükümlerin ta’lil edilebilmesidir. Dolayısıyla, genelde muâmelâtla ilgili hükümlerde illete itibar edilecek, illetle birlikte hüküm de ya var veya yok kabul edilecektir. Bu bağlamda sonuç olarak şunları ifade edebiliriz; Taabbudî hükümler değişmeye kapalıdır. Muâmelât kısmında söz konusu olan ve ta’lil edilebilen hükümlere gelince, değişme sahasını bunlar teşkil etmektedir. Bu konuda değişmez hükümler vazetmek ümmet için büyük bir zorluktur. Bundan dolayı Kur’an’ın hükümleri genel prensipler çerçevesinde gelmiştir. Bu genel esaslar, İslâm’ın evrensel ve son din olmasının da tabii sonucu olarak -zaman ve mekana bağlı olmaksızın- hukuka konu olan münasebetleri tanzim hususunda yeterli bir temel teşkil edebilmek için, çok çeşitlilik arzeden fiil ve olayların ortak ve sabit karakterlerini ihtiva etmektedir.[100] Tabii böyle bir kabulleniş, muâmelât kapsamında yer alan her hükmün değişeceği sonucunu gerektirmez. Hükümlerin illetleri ve kendilerinden gözetilen maksatlar vardır. Hükümlerin tatbikinde bunlar asla gözardı edilemez. İllet varsa hüküm de vardır. İllet ortadan kalkmış ise, ona bağlı olarak hüküm de kalkacaktır.[101] Aynı şekilde hükmün konulması ile hedeflenen maksadın gerçekleşmemesi durumunda da hükmün uygulanmasının sağlayacağı bir fayda yoktur. Savaş veya olağanüstü hallerde bazı suçlara normal şartlarda uygulanan cezaların infaz edilmemesini bu eksende değerlendirmek gerekir.

c) Genel-Özel Teşri Getiren Hükümlerde Değişme Alanı:

İslâm hukukunda hükümlerin değişme sahasını belirlemede başvurulabilecek bir başka ayırım da, ahkâmın genel teşrî getiren hükümler, özel teşrî getiren hükümler şeklinde, bir taksim ve değerlendirmeye tâbi tutulmasıdır. Genel teşrî getiren hükümler, sabittir ve hiçbir zaman değişikliğe maruz kalmazlar. Bu tür hükümlerin zamana, mekana, herhangi bir millete, örf veya adete göre farklılık arzedecek unsurlar taşımaması gerekir. Günümüz deyimiyle genel teşrî getiren hükümlerin evrensel nitelikte olması gerekir. Buna karşılık özel teşrî getiren hükümler ise çoğu defa ilgili olduğu olaya ait olur ve değişebilir. İşte bu yüzden, her iki türden ahkâmın birbirine karıştırılmaması zarûreti vardır.[102] Örneğin avret yerlerinin örtülmesi ile ilgili nass,[103] genel teşrî nitelikli bir hükümdür. Bu hüküm herhangi bir millete, örf âdet, zaman veya mekana özgü değildir.[104] Âyetteki “cilbâb”[105] kelimesinden belirli bir örtü şekli çıkarılmadığı takdirde örtünülecek elbisenin şekli özel teşrî getiren bir hüküm niteliğini alır.[106] Ancak “cilbâb” kelimesinden, çarşaf, pardösü, ferace, atkı vb. kadınların dışarı çıkarken üzerlerine aldıkları “üst elbise”[107] kast edilirse, bu durumda âyet, genel teşrî nitelikli bir hüküm getirecektir ve her bölgede kadınlar dışarı çıkarlarken kendi yörelerinde âdet olan üst elbisesini üzerlerine alacaklardır.[108]

2) Furû-ı Fıkıh Açısından Hükümlerin Değişme Alanı:

a) İbadetler İle İlgili Olatı Hükümler:

Hz. Peygamber’in vefatı ile vahiy son bulmuş, din de genel ve temel prensipler, küllî kaideler yönlendirme ve nazariye itibari ile veya başka bir görüşe göre de ibadetlerin tamamlanması açısından kemaline ermiş oluyordu.[109] Daha önce de belirtildiği gibi, dinin kemâle ermesinden, onun ihtiva ettiği hükümlerde değişmeye açık herhangi bir alanın bulunmadığı anlamı çıkarılmamalıdır. Çünkü İslâm hukukunda içtihadın bu derece teşvik edilmesi değişmeye açık bir alanın bulunduğu konusunda bize yeterli bir fikir vermektedir. Ancak yer yer ifade ettiğimiz gibi İslâm’da, insan ve toplum hayatındaki istikrar ve adaletin sağlanması gereği değişmeye kapalı bir alan da vardır. Bu alandaki hükümler, genelde taabbudî olarak nitelendirilmektedir ve bu hükümler süreç içinde değişikliğe uğramazlar. İşte kul ile Allah arasındaki bağı sağlayan ibadetleri de bu kapsamda değerlendirmek gerekir. Zira insan fıtratında süreç içinde bir değişiklik olmamaktadır. Buna göre, insanla Allah arasındaki ilişkileri düzenleyen, itikad ve ibadetlerle ilgili hükümlerin de değişmesine gerek yoktur. Bunların her zaman ve mekanda muhafaza edilmesi zarûreti vardır. İnsanların nefislerini arındırmaları ve ruhî tekâmülleri için bunlar gereklidir. Başka bir açıdan baktığımızda ibadetler -kısmen hikmetleri kavranabilse bile[110]- taabbudî ahkâm konusunu teşkil etmektedir. Bu itibarla Şâri’ tarafından nasıl ikamesi istenmişse, o şekilde yerli yerinde ve istenildiği gibi ifa edilmek zarûreti vardır.[111] İbadet konularında ihdas edilecek her yenilik bidattir ve merdûddur (kabul edilmez).[112] Örneğin sabah namazı iki rekat olarak farz kılınmış ve belli vakitte edası istenmişse, mükellefin sorumluluktan kurtulabilmesi için, belirtilen şekilde namazını eda etmesi gerekir. Bu tür hükümler ta’lil edilemediği için Şâri’ tarafından belirtilen şeklinde herhangi bir oynamaya veya esnekliğe elverişli değillerdir.

Tarihi süreç içinde ibadetlerin ifası sırasında yeni düzenlemelere gidilmesi (organizasyon) şeklindedir ya da vesâil türünden olan konularla ilgilidir. Teravihin cemaatle kılınması, ezanla ilgili uygulamalar, Cuma namazından evvel sela verme geleneği gibi konular bu bağlamda değerlendirilmesi gerekir.[113]

b) Miktarlarla İlgili Hükümler (Mukadderât):

İslâm hukukunda bazı hukûki hükümlerde müeyyide veya yükümlülük konusu belirli miktarlarla sınırlı tutulmuştur. Örneğin zina suçu işlemiş muhsân olmayan kimselere 100 celde (sopa) cezası uygulanmaktadır.[114] Şârî’ tarafından miktarları bir sayı ile belirlenen ceza hadleri, miras paylan, iddet günleri gibi hükümler karşılığında mukadderât terimi kullanılmaktadır. Miktarı net olarak belirtilen, yorum ve takdire imkan bulunmayan bu tür hükümlerde, süreç içinde değişiklik söz konusu olamaz. Başka bir ifadeyle bu hükümler dönemsel değildir. Şu kadar var ki, belirtilen hükümlerin alt ve üst sınırları serbest bırakılmışsa, bu alanlarda hükümler yeni yorum ve gerektiğinde de değişikliklere açık gözükmektedir. Örneğin, İslâm ceza hukukunda içki içene, en az 40, en çok 80 sopa vurulması öngörülmüştür.[115] Buna göre, bu cezanın miktarını yetkili merci, sözü edilen miktarlardan aşağı ya da yukarı olmamak kaydıyla belirleyebilir. Bunun dışında kalan kısımları ile mukadderât değişme ve yorumlara kapalı bulunmaktadır.[116]

Tarihsel süreç içinde bilimsel, teknolojik veya sosyolojik alanlardaki gelişme ve değişmeler, mukadderat kapsamında ele alman hükümlerde yükümlülük konusu miktarın değişmesine etki etmez. Örneğin boşanan kadının belirli bir süre (iddet müddeti) beklemesi gerekmektedir. Bu iddet beklemenin illeti, rahmin temizlenmesi ve nesebin karışmasına meydan verilmemesi olarak kabul edilip, günümüzde yapılacak testlerle söz konusu durumun çeşitli tıbbi testlerle açıklığa kavuşturulması sağlansa bile, iddet için belirtilen miktar (süre) değiştirilemez. Aynı şekilde nasslarda belirtilen miras paylarının değişen sosyal ve iktisadi şartlara göre düzenlenmesi de isabetli değildir. Çünkü bu tür hükümlerde akıl, miktarların sabitleştirilmesi ile ilgili hikmetleri tam anlamıyla kavrayamaz.[117]

c) Helal ve Haramlar:

Hemen bütün din, hukuk ve ahlak sistemlerinde yasaklar, çirkin ve yakışıksız telakki edilen davranışlar vardır. İlahi dinlerin sonuncusu olan İslâm da, fert ve toplum halinde insanlığın yararına olmak üzere getirdiği mükellefiyetler manzumesi içinde emir ve yasaklara yer vermiştir. Emir ve yasakların yerine getirilmesinde şüphesiz fert ve toplum için tespit edebildiğimiz ve edemediğimiz birçok fayda söz konusudur.

Haram; mükelleften yapılmaması kesin ve bağlayıcı tarzda istenen fiili ifade eder. Helal ise; yapılmasında dinen sakınca bulunmayan ve mükellefin yapıp-yapmama serbestisine sahip olduğu fiil veya davranış şeklinde tanımlanmaktadır.[118]

Haram ve helaller konusunda orta bir yol tutan İslâm, herhangi bir şeyi helal veya haram kılma yetkisini de sadece Allah’a tanımıştır.[119] Bu yüzden söz konusu yetkiyi kendisinde görenler tanrılık iddiasında bulunmakla nitelendirilmiş,[120] haramı helal, helali da haram kılma şirkle eş tutulmuştur.[121] Bu sebepledir ki ilk dönem İslâm alimleri, hakkında kesin nass bulunmayan şeyler için “haram” demekten kaçınır, “mekrûh, sevimsiz, hoş değil” gibi ifadeler kullanmayı tercih ederlerdi.[122] Bu tür hükümlerin genelinde de taabbûdilik esastır ve değişikliğe kapalıdır. Örneğin domuz etinin haram kılınması,[123] kasden besmele çekilmeden[124] ya da Allah’tan başkası adına kesilen hayvanların[125] yenilmesinin haram kılınmasındaki illet, taabbudîdir.[126] Dolayısıyla haramların asıl illeti taabbudî olunca, bu gibi konularda çeşitli tevillerle hükmü değiştirmenin kâbil olmayacağını söylemek mümkün olacaktır. Örneğin tıbbî kontrolden geçirilerek domuz etinin helalliğine hükmetmek, vücuda zarar vermeyecek ölçüde alkol almak...vb. İslâm hukukunun caiz görmeyeceği hususlardır.[127]

Haram ve helal konularında hükmü nasslarla belirlenenlerin dışında kalan şeylerin “Eşyada asi olan ibahadır”[128] ilkesi gereğince helal ve mübah olması gerekir. Bu anlayış, İslâm hukukuna büyük esneklik kazandırmaktadır. Zira hakkında nass bulunmayan şeyleri ıstıshaba[129]hamlederek helal kabul etmek, gerek Hz. Peygamber döneminde bilinmeyen başka yörelerde mevcut yiyecek, içecek vb. maddeleri ve gerekse daha sonra zaman içinde ortaya çıkan ve çıkacak maddeleri mübah kılacak ve bu anlayış haram sınırını dar tutacak, böylece evrensel bir boyut arzedecektir.

d) Muamelât İle İlgili Hükümler:

Daha önce de ifade edildiği gibi İslâm hukukunda değişme sahasının genelde muâmelât ile ilgili hükümler olduğu konusunda hemen hemen ittifak vardır. Ancak bu kapsamda ele alınan hükümlerde değişmenin boyutu ne olacaktır? İşte asıl ihtilaf bu noktada odaklaşmaktadır. Bu konudaki yaklaşımları dört grupta ele almak mümkündür.

Bir kısım ilim adamına göre -ki bunlar modernistler olarak nitelendirilmektedir- İslâm’ın dünyevî hayatla ilgili her alandan el çekmesi gerekir. Dinin özü, iman, ibadet ve ahlaktan ibarettir. Diğer konularla ilgili hükümler; sosyal, siyasî, hukûki, İktisâdi düzenlemeler prensip olarak dinin ilgi sahasının dışındadır. Bu tür düzenlemeler, âyet ve hadislerle sabit olsalar bile evrensel değillerdir ve değişmeye açıktırlar. Değişmeyecek olan “Kur’an’ın getirdiği hüküm ve kurallar dahi çağdaş, modern olanlara ters düştüğünde değiştirilmeli ve “dinin maksadı budur.” denilmelidir.[130] Başka bir ifade ile, bu grupta yer alan görüş sahipleri, dünyevî vasıfta olan nassların din olmadığı[131] kanaatini benimsemekteler ve “Kur’ân hükümlerinin, dünyevî ahkâmla tadil edilmesi” inancını paylaşmaktadırlar.[132] Ancak bu görüşün isabetli olduğunu söylemek mümkün değildir. Çünkü bu görüş, Kur’an-ı Kerim’de bir çok âyete ters düşmektedir.[133]

Diğer bir kısma göre ise, hükümler, ibadetlerle ilgili olanlar, muâmelât ve âdetlerle ilgili olanlar diye ikiye ayrılır. Bunların arasında fark vardır; ibadetler Şari’in hakkıdır, bunların îfa şekilleri ise ancak nass ve icmâ yolu ile bilinebilir. Bu itibarla bunlarda bir değişiklik söz konusu olamaz.[134] Muâmelât ve âdetlere gelince, bunlarla ilgili hükümlerde maslahata riayet asildir. Öyle ki nass ve icma ile maslahat çatışırsa, maslahat tercih edilir.[135] Bu görüşte birinci görüşe benzer niteliktedir.

Üçüncü bir görüşe göre de ahkâmın değişme sahası tamamen hakkında nass bulunmayan konulara münhasırdır. Ahkâmla oynanılmasına, arzu ve heveslere uyulmasına imkan vermemek için, hakkında nass veya icmâ bulunan hükümleri değişme kapsamı dışında tutmak gerekir.[136] Bu görüşte, hukukta hükümlerin değişme alanını daraltmak suretiyle, hukukun dinamizmine mani olmaktadır.

Dördüncü bir görüşe göre ise, muâmelâtla ilgili nasslar, daha önce sözünü ettiğimiz genel teşri getiren ve uygulama mahiyetinde olan; makâsıddan olan, vesâilden olan nasslar gibi çeşitli açılardan ele alınacaktır. Durum değerlendirmesi yapılacak ve genel teşrîye yönelik hükümler, küllî kaideler, nazariye ve yönlendirici, hedef belirleyici mahiyette olan hükümlerde değişikliğe gidilmeyecektir. Bunun yanında, uygulama ve örnekleme mahiyetinde olan, zaman -mekan unsuru taşıyan nassların gerektirdiği hükümlerde değişmeler olabilecektir. Örnek vermek gerekirse, toprak kirasından yasaklama, kabzdan önce satıştan yasaklama, şart muhayyerliğini kabul etme vb. gibi hükümler getiren nassların tümünden çıkarılan, İslâm hukukunda karşılıklı mübadelelerle gararın ve nizaa sebep olacak cehaletin önlenmesi ilkesi, zaman ve mekanla değişmeyecektir.[137]

SONUÇ

İslâm dini bazılarının iddia ettiği gibi sadece ahlakî ya da ibadetlerle ilgili hükümler ihtiva etmez, aynı zamanda kendisine tâbi olanlara dünya ve ahiret huzurunu sağlayacak türden başka hükümler de içerir. İslâm, ahlak, hukuk, iktisat, siyaset gibi insanı ve toplumu konu edinen hemen her alanla ilgili hükümler koymaktadır.

Her çağın ihtiyaç ve problemlerine cevap verebilecek nitelikte hükümler içeren İslâm hukuku, sadece takdir edilen ihtiyaç ve problemlerin giderilmesini amaçlamaz aynı zamanda güçlü, caydırıcı üstünlüğe sahip ve huzurlu bir toplum meydana getirmeyi hedefler.[138] Aslında İslâm hukuku bunun için gerekli olan alt yapı ve kaynak zenginliğine de sahiptir. Kaynaklar İlâhî ve değişmez olma nitelikleri yanında esnek bir yapıya haizdirler. Kaynakları zamana ve ortama göre anlama ve yorumlama için gerekli içtihât müessesesi vardır. İslâm hukukunun dinamizmi bu müessesenin işlerliğine endekslidir. Bu müessesenin çalışması halinde, İslâm hukuku donukluktan veya dondurulmaktan kurtulacak, aksi takdirde özü itibariyle dinamik olan bir hukuk, donma noktasına gelecek ve işlerliğini kaybedecektir. İnceleme konumuz olan hükümlerin değişmesi de içtihat müessesesinin çalıştırılmasının doğal bir sonucudur.

İslâm hukukunda çevre ve zaman faktörleri diyebileceğimiz ve fesadu’z-zeman (genel ahlakın bozulması), dış faktörler, siyasî, iktisadi etkenler, bilim ve teknolojideki gelişmeler, coğrafi faktörler, örf şeklinde ayrı ayrı ele alabileceğimiz hükümlerin değişmesini zarûri kılan etkenlerin varlığım inkara kalkışmak ya da görmemezlikten gelmek isabetli değildir. Ancak hukûki hükümlerdeki ölçüsüz ve sınırsız değişikliklerin de fert ve toplum hayatından onulmaz yaralar açacağı, adaletsizliklere meydan vereceği âşikârdır. İslâm hukukunda ilke olarak benimsenen hükümlerin değişmesinin saha ve sınırları konusunda bir fikir birliğinden söz etme imkanımız yoktur. Ancak bakış açımıza göre İslâm hukukunda değişmeye kapalı alanlar bulunduğu gibi açık olan alanlar da vardır. Değişmeye kapalı alanlar genel olarak şu şekilde özetlenebilir:

■ Genel- küllî teşrî getiren hükümler,

■ Ta’lil edilemeyen ve taabbudî (içtihada kapalı) hükümler,

■ Şâri’ tarafından belirli bir süre veya miktarla sınırlandırılan yükümlülük konusu hükümler,

■ Bizzat kanûn koyucu tarafından helal veya haram olduğu belirtilen hükümler,

■ İbâdetler,

■ Makâsıd türünden hükümler.

Yukarıda belirttiğimiz alanlardaki hükümlerde değişme olmaz. Bu tür hükümler değişmeye kapalıdır. Belirli ölçüler doğrultusunda değişmeye açık hükümleri ise aşağıdaki şekilde özetleyebiliriz:

■ Özel teşrî getiren (herhangi bir olaya özgü kılınan) hükümler,

■ Ta’lil edilebilen (içtihada açık) hükümler,

■ Vesâil (vesile-araç) türünden hükümler.



[1] Bkz. İbn Kayyım, İ’lâmu’l-Muvakkıîn, III, 3 vd.; Butî, S. Ramazan, Davâbitü’l-Maslaha, s. 244; Ali Haydar, Dürerü’l-Hukkâm Şerhu Mecelleti’l-Ahkânt, I, 100; Zerkâ, Ahmed b. Muhammed, Şerhu’l-Kavâidi’l-Fıkhıyye, s. 227; Erdoğan, Mehmet, İslâm Hukukunda Ahkâmın Değişmesi, s. 15 vd.

[2] Mecelle, 39. mad.

[3] Karaman, Hayreddin, “Kadının Şahitliği, Örtünmesi ve Kamu Görevi”, s. 284.

[4] Bkz. Karaman, Hayreddin, İslâm Hukukunda İctihad, s. 27; Ömerî, Nâdiye Şerîf, el- İctihâd, s. 121;Nemr, el-İctihâd, s. 63.

[5] Bilgi için bkz. Erdoğan, s. 165 vd.

[6] Hatiboğlu, M. Said, “İslâm’ın Aktüel Değeri Üzerine”, s. 12;Mutahharî, Nizâmu Hukûki 7- Mer’e, s. 76; Erdoğan, s. 15.

[7] Erdoğan, s. 16.

[8] İbn Haldun, Mukaddime, s. 24.

[9] Kâsânî, Bedâiu’s-Sanâi’, VI, 270; Mevsılî, el-İhtiyâr, II, 141; Bilmen, Ö. Nasuhi, Hukuki İslâmiyye ve Istılahatı Fıkhıyye Kamusu, I, 267, VIII, 152.

[10] Bilmen, I, 268; Zerka, Şerhu ’l-Kavâidi’l-Fıkhıyye, s. 227; Şa’bân, Z., İslâm Hukuk İlminin Esasları (trc. İ. Kafi Dönmez), s. 178.

[11] Zerka, Mustafa, el-Medhal, II, 911 vd.

[12] Hadis için bkz. Buhâri, Buyû ’, 74, 76; Müslim, Musâkât, 79-80.

[13] Mahmasânî, eUMücahidûn fı’l-Hakk, s. 88; a.mlf., Felsefetü’t-Teşrî, s. 161; Karaman, “Fıkıh”, DİA.

[14] Şelebî, Ta’lîlü’l-Ahkâm, s. 311.

[15] Bilgi için bkz. Karaman, "Âdet”, DİA.

[16] MecelIe, 36. Mad.

[17] Mecelle, 45. mad.

[18] Ayrıca bkz. Mecelle, mad.37, 38, 40,43.

[19] Öktem, N., Hukuk Sosyolojisi, s. 282; Erdoğan, s. 17.

[20] Erdoğan, s. 17.

[21] Namaz vakitlerinin belirlenmesi için. Örnek olarak bkz. Ebû Davud, Salat, 1.

[22] Erdoğan, s. 17.

[23] Örnek olarak bkz. Beyhakî, Menâkıbu ’ş-Şafii, I, 234, 255; Suyûtî, el-Eşbâh, s. 567; İbn Kayyım, l’lâm, III, 4; A. Emin, Duhâ’l-İslâm, II, 221; Mahmasânî, Felsefetii’t-Teşrî, s. 151; a.mlf., el-Mücâhidûn fi’l-Hakk, s. 86; Şafak, Ali, İslâm Hukukunun Tedvini, s. 99; Ebû Zehra, Muhammed, İmam Şafii (tere. Osman Keskioğlu), s. 341; Erdoğan, s. 248.

[24] İbnü’l-Hümam, Şerhu Fethi ’l-Kadîr, I, 180; Kâsânî, I, 81.

[25] İbn Haldun, Mukaddime, 449; Ahmed Emin, Duha’l-İslâm, II, 152; Erdoğan, s. 18.

[26] Erdoğan, s. 18.

[27] Söz konusu iddialar için bkz. Köse, Saffet, “İslâm Hukukunun Statik Olduğu iddiasının Tahlili”, s. 255 vd.

[28] Mâide, 5/3; En’âm, 6/115.

[29] Bakara, 2/85; Mü’minûn, 23/71.

[30] Bu özellikler hakkında bilgi için bkz. İbn Kayyım, İ’lâmu’l-Mmakkıîn, I, 47; Şatıbî, el- Muvâfakât, I, 61; İbn Âşûr, Makâsıd, s. 122; Erdoğan, s. 19 vd.; Köse, agm., s. 255 vd.

[31] Kardâvî, Yusuf, el-Hasâisü’l-Âmme, s. 9; a.mlf., Şerîatü’l-lslâm, s. 18; Karaman, Hayreddin, Yeni Gelişmeler Karşısında İslâm Hukuku, s. 38.

[32] Geniş bilgi için bkz. Kardâvî, el-Hasâis, s. 9-36.

[33] ez-Zâriyât, 51/56-57.

[34] Lokman, 31/20.

[35] Kıyâme, 75/36.

[36] Ahzâb, 33/36. Ayrıca bkz. Nisâ, 4/65;Mâide, 5/44,45,47.

[37] Erdoğan, s. 20.

[38] Bkz. Kardâvî, el-Hasâis, 36; a.mlf., Şerîatü ’l-İslâm, s. 19; Zeydan, Medhal, s. 39.

[39] Necm, 53/3-4.

[40] Kardâvî, el-Hasâis, s. 38; Abdülcelîl İsa, İctihâdur’Resûl, s. 21 vd.; Erdoğan, s. 21.

[41] Zeydân, el-Vecîzfı Usûli’l-Fıkh, s. 121; Şa’ban, s. 70; Erdoğan, s. 21.

[42] Yûnus, 10/15.

[43] Bkz. En’âm, 6/34, 115; Yûnus, 10/64; Kehf, 18/27; Feth, 48/15.

[44] Erdoğan, s. 22.

[45] Bkz. Ûdeh, A. Kadir, et-Teşrîu’l-Cinâiyyü’l-İslâmî, I, 25; Zuhaylî, Vehbe, Cuhûdu Taknîni’l-Fıkhı’l-İslâmî, s. 10; Erdoğan, s. 24.

[46] Mâide, 5/3.

[47] Buhâri, Sulh, 5; Müslim, Akdıye, 17; İbn Mâce, Mukaddime, 2; İbn Hanbel, VI, 270.

[48] Ateş, Süleyman, Yüce Kur ’an ’in Çağdaş Tefsiri, II, 463.

[49] Usûl bilginleri İslâm teşriinin ana gayelerini (el-Makâsıdu’l-Âmme) üç noktada ele almaktadırlar. Zarûriyât; toplumun varlığını koruyabilmesi için kaçınılmaz olan değerler topluluğunu ifade etmektedir. Bunlar yitirildiği zaman hayatın düzeni yok olur, anarşi kol gezer. Bu bağlamda din, nefis, akıl nesil ve mal zarûri değerler kapsamında ele alınır. Hâciyyât ise; insanların yaşantılarını kolaylık içinde sıkıntıya düşmeden sürdürebilmek için muhtaç oldukları düzenlemeler topluluğunu ifade eder. Tahsîniyyât ise; kâmil insan, üstün ahlak ve güzel davranış vasıflarına uygun düşen durumları ifade eder. Bûtî, Davâbitu’l- Maslaha, s. 110; Zeydân, el-Vecîz, s. 379; Hallâf, Usûlu’l-Fıkh, s. 233; Şa’bân, s. 352; Atar, Fahrettin, Fıkıh Usûlü, 295; Baktır, İslâm Hukukunda Zaruret Hali, s. 177 vd.

[50] Şâtıbî, I’tısâm, I, 305 vd.

[51] Mâide, 5/3.

[52] Bakara, 2/275.

[53] Nisâ, 4/176.

[54] Buhâri, Sulh, 5; Müslim, Akdıye, 17; İbn Mâce, Mukaddime, 2; İbn Hanbel, VI, 270.

[55] Bkz. Şatıbî, İ’tısâm, I, 46. Bid’at kavramı için bkz. Yaran, Rahmi, “Bid’at”, DİA.

[56] Buhâri, İ’tisâm, 21; Müslim, Akdıye, 15; Ebû Davud, Akdıye, 2; Nesâî, Ahkâm, 2; İbn Mâce, Ahkâm, 3; İbn Hanbel, IV, 198, 204, 205.

[57] İbn Kayyım, İ’lâm, I, 33; Şatıbî, el-Muvâfakât, IV, 92; İbn Âşûr, Makâsıd, s. 88; Köse, agm., s. 266.

[58] Bu konuda geniş bilgi için bkz. Köse, Saffet, “İslâm Hukukunun Statik Olduğu İddiasının Tahlili", s. 256 vd.; Paçacı, İbrahim, “İslâm ve Değişim”, Uluslararası Avrupa Birliği Şûrası, I, 484.

[59] Bkz. En’âm, 6/157; A’raf, 7/52; tsrâ, 17/82.

[60] Bakara, 2/286; A’râf, 7/157; Şatıbî, Muvafakât, I, 304.

[61] Buhâri, İman, 29; İbn Hanbel, VI, 116, 233, 236; İbn Kuteybe, Te’vilu Muhtelifi’l-Hadîs, S. 109; Zuhaylî, Nazariyyetü’d-Darûriyye, s. 38; İbn Âşûr, Makâsıd, s.60; Mahmasânî, Felsefetü’t-Teşrî, s. 302.

[62] Bakara, 2/185; Nisâ, 4/28; Mâide, 5/6; A’raf, 7/157; Hac, 22/78; Ahzâb, 33/38.

[63] Bakara, 2/185.

[64] Serahsî, el-Mebsût, III, 93, 98.

[65] Bkz. Erdoğan, s. 67.

[66] Erdoğan, s.72.

[67] Ali Haydar, Düreru’l-Hukkâm, I, 79; Baktır, s. 14.

[68] Erdoğan, s. 38; Paçacı, İbrahim, “İslâm ve Değişim”, 1, 485.

[69] Fethi Osman, el-Fikru’l-İslâmî ve’t-Tatavvur, s. 78; Kardâvî, Şeriatü ’l-İslâm, s. 22.

[70] Zerka, Medhal, I, 149.

[71] Fethi Osman, et-Tatavvur, s. 78.

[72] Erdoğan, s. 38.

[73] el-A’râf, 7/158.

[74] Sebe’ , 34/28.

[75] Bkz. İbn Âşûr, Makâsıd, s. 92-93; Erdoğan, s. 65; Köse, agm., s. 269.

[76] Nesih; şer’i bir hükmün, o hükmün delilinden sonra gelen şer’i bir delille kaldırılmasına denir. Bkz. Gazzâli, el-Mustasfâ, II, 53; Serahsî, Usûl, II, 53; Şâtıbî, eı-Muvâfakât, III, 95; Zerkeşî, el-Bahru’l-Muhît, IV, 69; Cerrahoğlu, İsmail, Tefsir Usulii, s. 122; Atar, Fıkıh Usulü, s. 259

[77] Bilgi içn bkz. Şelebî, s. 315

[78] Serahsî, Usûl, II, 180; Gazzâlî, el-Mustasfâ, II, 345; Zerkâ, el-Medhal, II, 905; Zeydân, el- Vecîz, s. 203; Şa’bân, s. 132.

[79] Fazlur Rahman, İslâm, s. 47.

[80] Fazlur Rahman, İslâm (Önsöz), X; Erdoğan, s. 97.

[81] Mahmasânî, Felsefetü’l-Teşri, s. 162.

[82] Ebû Zehra, İmam Mâlik, s. 376

[83] Bkz. Kevserî, Makâlât, s. 257; Erdoğan, s. 99.

[84] Erdoğan, s. 102.

[85] Ali Haydar, I, 102; Bilmen, III, 267; Bûtî, Davâbıtu’l-Maslaha, s. 249; Erdoğan, s. 103.

[86] Köse, agm., s. 279; Erdoğan, s. 106.

[87] Erdoğan, s. 107 vd.

[88] Kardâvî, Şeriata ’l-İslâm, s. 22; a. mlf., el-Hasâis, s. 216; Erdoğan, s. 110.

[89] İbn Hanbel, III, 129, 183; IV, 421.

[90] Bkz. Hatiboğlu, “’Halifenin Kureyşliliğf’, s. 186; Hamidullah, Rasulullah Muhammed (trc. S.Tuğ), s. 323;Taftazânî, Kelam İlminin Belli Başlı Meseleleri (trc. Şerafeddin Gölcük), s. 86.

[91] Ûdeh, el-İslâm ve Evdâuna ’s-Siyâsiyye, s. 112 vd.; Fethi Osman, et-Tatavvur, s. 133.

[92] Bakara, 2/283

[93] Bûtî, Davâbıtü’l-Maslaha, s. 247; Erdoğan, s. 113.

[94] Zeydân, el-Vecîz, s. 203; Şa’bân, s.130; Dönmez, İ. Kâfi, “İllet”, DİA.; Atar, s. 63.

[95] Şatıbî, Muvafâkât, III, 147; Şelebî, Ta’lîlü’l-Ahkâm, s. 299; İbn Âşûr, Makâsıd, s. 45; Bûtî, Davâbıtu’l-Maslaha, s. 48.

[96] Şelebî, s. 296; Medkûr, Medhal, s. 102; Erdoğan, s. 115.

[97] İbn Abdisselam, Kavâid, II, 75; Şatıbî, I’tısâm, II, 132; a.mlf., el-Muvâfakât, II, 300; Suyûtî, Eşbâh, s. 421; Hallâf, Masadır, s. 26; Devâlibî, Medhal, s. 386; Şelebî, Ta’lilu’l- Ahkâm, s. 296; Köse, agm., s. 267.

[98] Kıyas; Kitab, Sünnet veya icmâda hükmü bulunmayan meseleye, aralarındaki illet birliği sebebiyle, bu kaynaklardan birinde yer alan meselenin hükmünü vermek şeklinde tanımlanmaktadır. Zeydân, el-Veciz, s. 194; Hîtû, el-Vecîz, s. 391; Şa’bân, s.110; Atar, s.57.

[99] Şelebî, 7a 7(7, s. 299.

[100] Köse, agm., s. 267; Erdoğan, s. 118.

[101] Serahsî, Usûl, II, 180; Gazzâlî, el-Mustasfâ, II, 345; Zerkâ, el-Medhal, II, 905; Şa’bân, s. 132; Hallâf, Usûlu’l-Fıkh, s. 73.

[102] Erdoğan, s. 123.

[103] Ahzâb, 33/59.

[104] Bkz. Erdoğan, s. 123.

[105] Ahzâb, 33/59.

[106] İbn Âşûr, Makâsıd, s. 91.

[107] Elmalı’lı, Hak Dini Kur’an Dili, VI, 3927.

[108] Erdoğan, s. 125.

[109] Kurtubî, el-Câmi’ li Ahkâmi’l-Kur’âıı, VI, 62

[110] Hikmeti teşrî ile ilgili bkz. Dehlevî, Huccetullahi’l-Bâliğa\ Abbâdî, Hıkemu’ş-Şerîa ve Eseruhâ gibi eserlere bkz.

[111] Şelebi, Ta’lîl, s. 296; Koca, Ferhat, “İbadet”, DİA.

[112] Aclûnî, Keşfu ’l-Hafâ, I, 310; Şatıbî, l’tısâm, II, 135 vd.

[113] Geniş bilgi için bkz. Erdoğan, s. 128.

[114] Kâsânî, VII, 33; İbnü’l-Hümâm, V, 17; Mevsılî, IV, 85; İbn Kudâme, X, 133.

[115] Şîrâzî, el-Mühezzeb, II, 286; İbnü’l-Hümâm, V, 83; İbn Kudâme, X, 329; Merdâvî, el- İnsaf X, 229; Zeylaî, Tebyîn, III, 198; İbn Rüşd, Bidâyetü’l-Müctehid, II, 371.

[116] Bkz. Erdoğan, s. 135.

[117] Şelebî, Ta’lil, s. 297.

[118] Şa’ban, s. 216; Atar, s. 129; Koca, Ferhat, “Haram”, “Helal”, DİA.

[119] Bkz. En’âm, 6/119; Şûrâ, 42/21; Yûnus, 10/59; Nahl, 16/116.

[120] Tevbe, 9/31.

[121] Mâide, 5/103-104.

[122] Ebû Yusuf, er-Reddu ala Siyeri’l-Evzaî, s. 22-23; Şafiî, el-Ümm, VII, 320; Karaman, İslâm Hukukunda İctihad, s. 92; a.mlf., Helaller ve Haramlar, s. 20.

[123] Bakara, 2/173; Mâide, 5/3; En’âm, 6/145; Nahl, 16/115.

[124] Buhâri, Zebâih, 15,22.

[125] Bakara, 2/173; Mâide, 5/3; En’âm, 6/145; Nahl, 16/115.

[126] Şelebî, Ta’lîl, s. 297; Karaman, Helaller ve Haramlar, s. 31; Erdoğan, s. 140.

[127] Karaman, Helaller ve Haramlar, s. 33.

[128] Suyûtî, el-Eşbâh ve’n-Nazâir, s. 66; İbn Nüceym, el-Eşbâh ve’n-Nazâir, s. 73; Bilmen, Istılahatı Fıkhıyye Kamusu, I, 298.

[129] Istıshâb; geçmişte sabit olan bir durumun, -değiştiğine dair delil bulunmadıkça- hali hazırda da varlığını koruduğuna hükmetmek şeklinde tanımlanmaktadır. Şa’bân, s. 188; Atar, s. 75.

[130] Karaman, Kadının Şahitliği, Örtünmesi ve Kamu Görevi", s. 285

[131] Hatiboğlu, “İslâm ’ın Aktüel Değeri Üzerine”, s. 10.

[132] Hatiboğlu, “İslâm ’m Aktüel Değeri Üzerine”, s. 17.

[133] Bkz. el-Ahzâb, 33/36; et-Talâk, 65/1; en-Nisâ, 4/13-14; el-Bakara, 2/275.

[134] Şelebî, s. 322; Erdoğan, s. 143.

[135] Bilgi için bkz. Şelebî, s. 321 vd.; Erdoğan, s. 143.

[136] Bkz. Kevserî, Makâlât, s. 257; Medkûr, MedhalU’l-Fıkhı’l-İslâmî, s. 102.

[137] Erdoğan, s. 144.

[138] İbn Âşûr, Makâsıd, s. 139.