Makale

KUR’AN’DA “SEB’-İ MESÂNΔ KAVRAMI

KUR’AN’DA “SEB’-İ MESÂNΔ KAVRAMI

Mustafa ÖZTÜRK*

Bu çalışma, Kur’an-ı Kerim’in klasik Arap dilindeki sıradan kelimelere dini içerikli bir anlam boyutu katmak suretiyle oluşturduğu kendine özgü terminolojinin bir parçası olan seb’-i mesânî kavramının muhtemel anlamlarını irdelemeyi ve bu konuda ileri sürülen görüşler arasında bir tercih imkanı sunmayı hedeflemektedir.

I. “SEB”’ ve “MESÂNΔ

A. Etimolojik Köken .

İslam tefsir geleneğinde adeta Fatiha suresiyle özdeşleşmiş olan bu kavram, Kur’an’ın Mekkî surelerinden biri olan Hicr suresi[1] 87. ayette seb’an mine’l-mesânî şeklinde geçmektedir. Ayetteki bu tabirin meal ve tefsirlerde ne şekilde tercüme edilip yorumlandığına geçmeden önce seb’ ve mesânî kelimelerinin klasik lügatlardaki anlamlarını aktarmakta fayda görüyoruz.

Râğıb el İsfehânî (ö. 503/1109) “seb’ kelimesinin aslı sayıdır”[2] demekte ve tabiatıyla bu da Arapça’daki “yedi” rakamına tekabül etmektedir. “S-b-a” kökünden türetilmiş olan sebea, esbea ve sebbea gibi muhtelif fiil kalıpları ise, yırtıcı hayvanlarla irtibatlı birtakım yan anlamlar içermekle birlikte, esas itibariyle, “bir topluluğun yedinci kişisi olmak, ipi yedi kat yapmak, bir işi yedi kez tekrar etmek”[3] gibi manalara gelmektedir.

Diğer taraftan, seb’ ve seb’ûn/seb’în kelimeleriyle ifade edilen yedi ve yetmiş sayılarının kadim Araplar nezdinde farklı bir kullanımı daha vardır. İbnü’l-Esîr (ö. 630/1232) bu kullanım tarzına ilişkin şu bilgiyi sunmaktadır: “Araplar yedi, yetmiş ve yedi yüz sayısını ‘çokluk ve artış’ anlamında kullanırlar. Nitekim bu kelime, “Allah yolunda harcamada bulunanların durumu, kendisinden yedi başak çıkan ve her başakta yüz tane bulunan bir buğday tohumuna benzer’ (Bakara 2/196) ve ayetlerle ‘iyilikler (in karşılığı) on katından yedi yüz katına kadar artırılır’[4] şeklindeki hadiste kesret (çokluk) manasında kullanılmıştır. Keza Arap, kendisine bir dirhem veren kişiye, çokluk ifade etmek maksadıyla sebbea’llâhu leke’l-ecr: Allah ecrini yedi kat [yani kat kat] artırsın’ diye dua eder.”[5]

Mesânî kelimesine gelince; merhum Elmalılı M. Hamdi Yazır. bu kelimenin oldukça manidar ve geniş bir anlam içeriğine sahip olduğunu söylemekte; ardından mesnîa ya da mesnât kelimesinin çoğulu olan mesânînin, “tesniye” ve “istisna” anlamındaki seny veya Senâdan türetilmiş olabileceği üzerinde durmaktadır.[6] Arapça’da, kıvrılmak, bükülmek, katlanmak veya tekrar edilmek suretiyle ikilenen yahut başka bir şeyin eklenmesiyle desteklenen herhangi bir şeye mesnâ denilmektedir. Dolayısıyla kelime, ikişer, ikili, mükerrer, bükülü, müekked, muhkem, çifteli, büklüm, büklümlü, büklüm yeri katlı, kıvrım, kıvrımlı gibi manalara gelmektedir.[7] Bu suretle herhangi birşeyin kat ve kıvrımlarına mesânî dendiği gibi, hayvanın dizlerine ve dirseklerine mesâni’d-dâbbe; vadinin kıvrım ve dönemeçlerine de mesâni’l-vâdî denir.[8] Ayrıca, bükülmüş ipe ya da ipliğe mesnât veya misnât adı verilmiştir.[9] Yine aynı kökten türeyen sinâ kelimesi, ‘iki kez yapılmak suretiyle tekrarlanan iş’ manasında olup, es-Sinâ fı’s-sadaka ifadesi de sadakanın (zekatın) yılda iki kez alınması anlamına gelmektedir. Nitekim bir hadiste Lâ sinâ fî’s-sadaka: Sadakada sina yoktur, yani sadakanın yılda iki kez alınması söz konusu değildir” buyurulmuştur.[10]

Kelimenin bir diğer türevi olan seny ise, bir şeyi başka bir şeye katmak/katlamak anlamına gelir. Sözgelimi senyü’s-sevb tabiri elbiseyi dürmeyi/katlamayı ifade eder.[11] Senâ ise, bir insanın iyi ya da kötü vasıflarla anılmasıdır ki[12] bazıları bunun yalnızca güzel vasıflara mahsus olduğunu söylemişlerdir.[13] Ancak Zemahşerî (ö. 538/1143), mesânî kelimesinin tesniye kökünden türemiş olduğu görüşünü tercih etmekte ve Fatiha suresinin namazda tekrar edilmesinden hareketle bu kelimenin “tekrar etme” anlamına geldiğini belirtmektedir.[14]

İslâmî kaynaklardaki bu izahların dışında müsteşrikler mesânî kelimesinin köken ve anlam içeriğine ilişkin daha farklı görüşler ileri sürmüşlerdir. A. Jeffrey’in kaydettiğine göre Geiger kelimenin kökünün Tora ile ilgili bir şifahi yorumlar derlemesi olan İbrânca Mişna kelimesine dayandığını ileri sürmüş; Nöldeke ise, bunun Aramca kökenli olduğunu iddia etmiştir.[15] Mişna kelimesinin aynı zamanda söz konusu derlemenin bir parçası için kullanılan ‘tekrarlamak’, ‘tekrarlamak suretiyle öğrenmek’ manasına geldiği göz önüne alınacak olursa, mesânînin etimolojik köken olarak İbrânca’ya dayandığı ihtimali makul karşılanabilir. Ancak kelime, İbrânca kökenli bile olsa sonuçta Kur’an bunu bize Arapça formunda vekendine özgü bir kavramsal çerçeve içerisinde sunmaktadır. Dolayısıyla bizim için önemli olan husus, öncelikle bu kelimenin Kur’an’ın dil sistemi içerisindeki medlulünün belirlenmesidir. Ancak bundan önce, “seb’-i mesânî” tabirindeki seb’ (yedi) ve seb’ûn-seb’în (yetmiş) sayısının Kur’an ve Hadis nasslarındaki genel kullanımlarını irdelemek istiyoruz.

B. Seb ’ (Yedi) ve Seb’ûn-Seb’în (Yetmiş) Sayısının Kur’an ve Hadisteki Kullanımları

Seb’ (yedi) sayısı ilk bakışta herhangi bir sayı gibi gözükse de Kur’an ve Hadislerdeki kullanımları incelendiğinde, zihinde bunun diğer sayılardan farklı bir özellik taşıdığı şeklinde bir tasavvur oluşmaktadır. Zira bu sayı Kur’an’da Hicr suresi 15/87. ayet dışında tam 21 kez geçmekte; yetmiş sayısı ise, üç ayette zikredilmektedir.[16]

Kur’an’ın beyanına göre Allah gökleri yedi kat olarak düzenlemiş;[17] hacda kurban kesmeye gücü yetmeyenlerin, hac sırasında üç, döndükten sonra da yedi olmak üzere toplam on gün oruç tutması gerektiği ifade edilmiş;[18] Allah yolunda infak edenlerin durumu kendisinden yedi başak çıkan... bir buğday tohumuna benzetilmiş;[19] cehennemin yedi kapısı olduğu bildirilmiş;[20] Yûsuf suresinde bahsi geçen melik rüyasında yedi çelimsiz ineği yiyen yedi semiz inek ile, kurumuş başakların yanı sıra yedi yeşil başak görmüş;[21] bu rüya Hz. Yûsuf tarafından yedi bolluk ve yedi kıtlık yılı olarak tabir edilmiş;[22] Ashab-ı Kehf in kaç kişi olduklarına ilişkin sayısal spekülasyonlar arasında yediden söz edilmiş;[23] yedi kat gökyüzünün Allah’ı teşbih ettiği belirtilmiş;[24] yedi [semâvî] yol [kozmik sistem] yaratılmış;[25] Allah, zatını yedi kat gökyüzünün Rabbi olarak takdim etmiş;[26] kelimelerinin sonsuzluğun ifade sadedinde yedi deniz tabirini kullanmış;[27] yine O, yedi kat gökyüzünü iki günde [evre] yaratmış[28] ve kendisini de yedi kat gökyüzünün yaratıcısı olarak tavsif etmiş;[29] keza, Âd kavmini yok etmek üzere kasırgayı yedi gün estirmiş;[30] yedi kat gökyüzünü nasıl yarattığına dikkat çekmiş[31] ve nihayet insanoğlunun üzerine yedi sağlam [gök] inşa ettiğini beyan etmiştir.[32] Öte yandan, Hz. Musa’nın, Allah’tan bağışlanmalarını istemek üzere kavminden yetmiş kişiyi seçtiği belirtilmiş;[33] münafıklara gönderme yaparak Hz. Peygamber’e “istersem yetmiş kez onların bağışlanmasını dile; yine de Allah onları bağışlamayacaktır”[34] buyurulmuş; keza, Hâkka suresinde de sicili sol eline tutuşturulan [cehennemlik olan] kişinin acıklı sonunu tasvir meyanmda “Onu uzunluğu yetmiş arşın olan zincire vurun”[35] ifadesine yer verilmiştir.

Yedi ve yetmiş sayısının Kur’an’da zikredildikten bağlamlar incelendiğinde, bunların bir kısmında bizzat yedi sayısının kastedildiği, bir kısmında da kelimenin “kesretten kinaye” olarak kullanıldığı anlaşılmaktadır. Sözgelimi, hacda kurban kesmeye gücü yetmeyenlerin kaç gün oruç tutmaları gerektiğini beyan sadedinde zikredilen yedi sayısı, reel bir sayısal değer ifade etmektedir.[36] Hz. Musa’nın Allah’tan af dilemek maksadıyla kavminden seçmiş olduğu insanların sayısını bildirmek için kullanılan yetmiş sayısı da aynı şeklidedir.[37] Buna karşın, Allah yolunda harcamada bulunanların durumunun kendisinde yedi başak bulunan bir buğday tohumuna benzetildiği ayetteki sayı, kesret/çokluk ifade etmektedir.[38] Keza, Tevbe suresi 9/80. ayette münafıkların asla bağışlanmayacaklarına yönelik bir vurgu bağlamında kullanılan yetmiş sayısı da yine aynı anlam içeriğine sahiptir. Bazılarının bu sayıda keramet aradıklarına işaret eden Şevkânî (ö. 1250/İ 834)’nin Tevbe suresi 9/80. ayete yönelik izahı şöyledir: “Burada, Hz. Peygamber’in yetmişten fazla istiğfar etmesi halinde Allah’ın onları bağışlayacağı şeklinde bir anlam kastedilmemektedir. Bu sayıyı kullanmaktaki maksat, Allah’ın onları kesinlikle bağışlamayacağına yönelik aşırı bir vurgu yapmaktır. Zira Araplar, bir şeyi çoğaltmak/abartmak istediklerinde, temsil sadedinde bu sayıyı kullanırlardı.[39]

Bu bağlamda İbnü’l-Cevzî (ö. 597/1200) de “Bu sayının yetmişle sınırlandırılmasının anlamı nedir?” tarzındaki bir soruyu “Araplar, tekli sayılarda yediyi, onlu sayılarda da yetmişi çokluk anlamında kullanmakta idiler”[40] şeklinde cevaplamıştır. Diğer taraftan, Zemahşerî, bu sayının Araplar nezdinde çoklukla ilgili sembolik bir anlam taşıdığını ifade etmiştir.[41] Kurtubî (ö. 671/1273)de ‘yetmiş’ kelimesinin Araplar arasında yaygın bir kullanıma sahip olduğunun ve bir Arab’ın “Onunla yetmiş sene konuşmayacağım” şeklindeki sözünün, Araplar tarafından “asla konuşmayacağım” şeklinde anlaşıldığını belirtmiş ve bu kullanımı Hâkka suresindeki “Onu uzunluğu yetmiş arşın uzunluğundaki zincire vurun” mealindeki ayet ile, Hz. Peygamber’in “Kim Allah için bir gün oruç tutarsa Allah onu yetmiş yıl cehennemden uzak tutar” şeklindeki hadisle örneklendirmiştir.[42] Kanaatimizce, “Onu, uzunluğu yetmiş arşın olan zincire vurun” mealindeki Hâkka suresi 69/32. ayette geçen ‘yetmiş’ kelimesi de sayısal değerden çok, bir mübalağa ifade etmektedir. Nitekim Zemahşerî bunu, “zincirin yetmiş arşın olarak ifade edilmesi, onun çok uzun bir zincir olarak nitelenmek istenmesidir”[43] şeklinde yorumlamıştır.

Mamafih, bu ifade genellikle literal/lafzî olarak algılanmış ve özellikle ilk dönem müfessirlerine atfedilen görüşlerin pek çoğunda, bilinen arşının yerine mitolojik tasavvurların ürünü olan ilginç arşınlar icat edilmiştir. Nitekim bir rivayete göre İbn Abbas, yetmiş arşının uzunluğunu tayinde meleklerin arşınını (!) esas almış;[44] Nevf el-Bilkâli[45] ise bu zincirin yetmiş zirâ’olduğunu, her zirâin yetmiş bâ’ (kulaç), her bâ’ın arasındaki mesafenin ise, o an karşısında duran kişinin Mekke’ye olan uzaklığına tekabül ettiğini belirtmiştir.[46] Halbuki, aynı ayetin tefsiri münasebetiyle Hz. Peygamber’e nisbet edilen bir rivayetten, bu sayının aslında bir mübalağanın ifadesi olduğu anlaşılmaktadır. Bu rivayete göre Hz. Peygamber kafatasına benzer bir nesneye işaret ederek, “Şayet şöyle bir parça gökyüzünden aşağı bırakılsa beş yüz yıllık bir zamana tekabül eden bu mesafeyi kat edip gün kararmadan önce yeryüzüne düşer. Ancak o, bu zincirin ilk halkasından aşağıya doğru sarkıtılsa, onun son halkasına ulaşıncaya değin üzerinden geceli gündüzlü tam kırk yıl geçer”[47] demiştir.

Binaenaleyh, yedi sayısının “O cehennemin yedi kapısı vardır” Hicr suresi 15/44. mealindeki ayette de çokluk ve çeşitlilik anlamında kullanıldığını söylemek mümkündür. Daha açık bir ifadeyle, cehennemin yedi kapısından maksadın, dünyada yapılan amellerle ilgili olarak cehenneme götüren yollarm çeşitlilik ve çokluğuna işaret olduğu söylenebilir.[48] Keza, Allah’ın gökleri yedi kat olarak yarattığım ifade eden ayetlerdeki ‘yedi’ kelimesi de bu çerçeve içerisinde mütalaa edilebilir.[49] Ne var ki, kelimenin bu son iki ayetteki kullanımı, müfessirler tarafından yine literal olarak anlaşılmış ve doğrudan gayb âlemiyle ilgili ilk ayetteki yedi kapıya ilişkin tasvir ve yorumlar büyük ölçüde ‘yetmiş’ sayısı üzerine kurgulanmış ve hatta bu kapılardan kimlerin gireceği dahi belirlenmiştir. Nitekim, Hz. Ali’den nakledilen bir rivayette bu kapıların bizim kapıların aksine üst üste oldukları belirtilmiştir. Sa’lebî de bu ifadeye, her kapının diğerinden yetmiş kat daha sıcak olduğu ayrıntısını eklemiştir. Dahhâk ise, cehennemin ilk tabakasında (günahkar) Müslümanların, ikinci tabakasında Hıristiyanların, üçüncüsünde Yahudilerin, dördüncüsünde Sâbiîlerin, beşincisinde Mecusîlerin, akıncısında Arap müşriklerin, yedinci tabakasında da münafıkların yanı sıra Firavun yârânı ve Mâide ehlinden olan inkarcıların azap göreceğini belirtmiştir. Bu görüşlerden farklı olarak Übeyy b. Ka’b, bu kapılardan birinin Harûrîler’e (Hâriciler) ait olduğunu (!) belirtmiştir. Vehb b. Münebbih ise, her iki kapı arasında yetmiş yıllık bir mesafe olduğunu ve yine her kapının, bir üstündeki kapıdan yetmiş kat daha sıcak olduğunu ifade etmiştir.[50]

Yedi ve yedinin katlarına ilişkin bu kullanımlara tefsir rivayetlerinin yanı sıra hadislerde de oldukça sık rastlamlmaktadır. Söz konusu sayıların -özellikle yedi ve yetmiş bin- zikredildikleri hadisler incelendiğinde, bunların önemli bir kısmının fiten, diğer bir deyişle apokaliptik türden oldukları dikkati çekmektedir. Bu sayıların apokalipslerde çok önemli bir işgal ettiği ve yalnızca İslâmî literatürde değil, eski Ahit ve Babil ve Pers kaynaklarında da yer aldıkları[51] hatırlanacak olursa, üzerinde araştırma yapılması durumunda söz konusu sayıların niçin fiten türü hadislerde kullanıldıklarına ve dolayısıyla bu hadislerin sübut ve delaletlerine dair ilginç sonuçlara ulaşmak mümkün olabilir. Başlı başına bir Hadis araştırma konusu olarak düşündüğümüz bu hususu örneklendirmek maksadıyla ilgili rivayetlerden yalnızca birkaçını burada aktarmakta fayda görüyoruz.

Mehdî... zulüm ve baskının kol gezdiği yeryüzünü adaletle dolduracak ve [orada] yedi yıl hüküm sürecektir.[52]

Müslümanlar, Ye’cüc ve Me’cüc’ün yay, ok ve kalkanlarından yedi yıl ateş yakacaklardır.[53]

Cehennemin yedi kapısı vardır. Bu kapılardan her birinin diğerine uzaklığı, binitli bir kişinin yetmiş yılda kat edebileceği bir mesafeye denk düşer.[54]

Hz. İsa’nın vurduğu kapının ardından Deccal ve beraberinde yetmiş bin Yahudi çıkacaktır.[55]

Ümmetimin içinde mehdî olacaktır. [Şayet onun dünyada kalış süresi] kısa tutulursa aranızda yedi [yıl] kalacak; eğer [uzun tutulursa] dokuz yıl kalacaktır.[56]

Deccal, Mesih korkusundan dolayı Medine’ye giremeyecek ve o gün Medine’nin yedi kapısı olacak ve her kapısında da iki melek bulunacaktır.[57]

Hem sübut hem delâlet açısından oldukça problemli olduklarını düşündüğümüz bu fıten türü hadislerin yanı sıra diğer bazı hadislerde de Kur’an’ın yedi harf üzere indirildiği;[58] çocuklara yedi yaşında namazın öğretilmesi gerektiği;[59] Allah’ın kıyamet günü yedi sınıf insanı gölgelendireceği;[60] yeryüzünde zulümle herhangi bir değere sahip olan kişiyi Allah’ın yedi kat yerin dibine geçireceği;[61] yedi helak edici şeyden sakınılması gerektiği;[62] Hz. Peygamber’in kabrine her gün yetmiş bin melek indiği ve kanatlarını çırparak ona salât-ı selam getirdikleri;[63] güzelce abdest alıp Allah rızası için hasta kardeşini ziyaret eden kişinin cehennemden yetmiş yıllık bir mesafe kadar uzaklaştırılacağı;[64] akşam vakti hasta ziyaretinde bulunana yetmiş bin meleğin refakat edeceği belirtilmektedir.[65]

Kur’an’da olduğu gibi, bu hadislerde geçen ‘yedi’ ve ‘yetmiş bin’ sayılarının da bir kısmının reel ve rakamsal anlamda, bir kısmının ise kesretten kinaye bağlamında kullanıldığı açıktır. Nitekim, Kur’an’ın yedi harf üzere indiğini dile getiren meşhur hadisteki[66] “yedi harfin ne olduğu, konusunda ileri sürülen görüşlerden birinde, bunun rakamsal değerden öte kesret (çokluk) ifade ettiği belirtilmiş;[67] keza, ümmetin yetmiş üç fırkaya ayrılacağını bildiren hadiste geçen rakam da -her ne kadar geçmiş dönemlerde rivayetin mantûkundan hareketle fırkaları alt alta sıralama gayretinde bulunanlar çıkmış olsa da- günümüzdeki bazı araştırmacılar tarafından yine bu doğrultuda izah edilmiştir.[68]

Öte yandan, yedi ve yetmiş sayısı üzerine kurgulanan bâtınî ve hurûfî teviller, tslam kültüründe özellikle Bâtıniyye-îsmâiliyye (Seb’iyye), Hurûftlik ve Bâtınî- Hurûfı karakterli sufı gelenekte de önemli bir yer tutmaktadır, özellikle, yedi imam ve yedi imamet devri telakkisinden ötürü “seb’iyye” (yedi imamcılar) lakabıyla da anılan Îsmâilîler,69 yedi sayısı ekseninde Kur’an’da ortaya konan yedi kat gök şeklindeki kozmik sistemle Bâtınî teşkilatın hiyerarşik yapısı arasında irtibat kurmuşlardır. Keza aynı irtibat, insanın fizyolojik yapısıyla da kurulmuştur.70 Yine bu telakkide, imamların hakimiyet devirlerinin haftanın (yedi) günü, yedi gök ve yedi yıldız gibi, yedili sistem dahilinde deveran ettiği kabul edilmiştir.71

Hurûfîlikte ise, insanın yüzünde “hutût-ı ümmiyye” denilen ve iki kaş, dört kirpik ve saçtan oluşan yedi siyah hat olduğu kabul edilmiştir. Yine aynı gelenekte adına “hutût-ı sebiyye” denilen ve erkeklerin ergenlik çağına özgü yedi hattının daha olduğu ileri sürülmüş ve bu yedili hatların, Fatiha’nm yedi ayetine ve yedi ismine tekabül ettiği savunulmuştur.72 Bu noktada, tasavvufî muhayyiledeki “yediler” telakkisine de atıfta bulunmak mümkündür. Anılan muhayyiledeki “abdal” inancıyla irtibatlı bu telakkide -Seyyid Şerif ve İbn Arabi’ye göre- yedi büyük velî (ricâl-i ûlâ ya da ricâl-i meâric-i ûlâ)73 olduğu kabul edilmiştir.74 Nitekim Bâyezid’e “Sen yedi abdaldan birisin” diyenlere, “Hayır, yedisi de benim diye cevap vermiştir.”75

Esasen, yedi ve katlarına ilişkin kabalistik ve gnostik karakterli bu tarz kullanımlar, sadece İslâm kültürüyle sınırlı değildir. Zira bu sayıya İslâm öncesi semâvî dinlere ve sair kültürel geleneklere ait metinlerde de sıklıkla rastlamak mümkündür. Sözgelimi, yeni Ahit’.teki Yuhannanın vahyi kitabında yer alan

67

68

69 Bkz. Deylemî, Muhammed b. Hüseyin, Beyânu Mezhebi’l-Bâtıniyye, nşr. R. Strothmann, İst., 1938, s. 22.

70 Bkz. Şihâbüddîn Ebû Firâs, Risâletü Metâli’i’ş-Şumûs fî Ma’rifeti’n-Nüfûs, s. 32-33 (Erbau Resâili’l-lsmâiliyye, tahk. Ârif Tamir, Selemiye-Suriye, 1952 içinde).

71 Bkz. Şehristânî, Bebü’l-Feth Muhammed b. Abdülkerîm, el-Milel ve’n-Nihal, tash. M. Fehmi Muhammed, Beyrut, trs. s. 200. ,

72 Gölpınarlı, Abdülbâkî, Hurufîlik Metinleri Katalogu, Ankara, 1989, s. 18.

73 Uludağ, Süleyman, Tasavvuf Terimleri Sözlüğü, İst., 1995, s. 579.

74 Tasavvuf ve Edebiyattaki Abdal telakkisi hakkında geniş bilgi için bkz. Uludağ, Süleyman - Köprülü, Orhan F., “Abdal”, DİA, İst., 1998,1, 59-62.

75 İbnü’l-Cevzî, Abbdurrahman b. Ali, Telbîsü İblîs, Beyrut, tıs., s. 345.

kur’an’da “seb’-î mesânî” kavrami

Asya’daki yedi kilise;76 yedi yıldız ve yedi altın şamdan;77 Allah’ın yedi ruhu;78 yedi mühür;79 yedi melek ve yedi borazan;80 yedi başlı, yedi taçlı ejder ve81 yedi tas82 gibi tüm apokaliptik vizyonlar tamamen yedi sayısı üzerine inşa edilmiştir.8

Kuşkusuz, bu örnekleri çoğaltmak mümkündür. Ancak konumuz yedi sayısının İslâm ve diğer kültürlerde ne şekilde kullanıldığını irdelemekten çok, Kur’an’da 21 kez geçen bu sayının Hicr suresi 15/87. ayetinde yer alan “seb’an mine’l-mesâni” ifadesi içerisindeki medlulüne yönelik bir kanaat oluşturma amacına matuftur. Bu noktada öncelikle şu soruya cevap aranması gerekmektedir: Bu sayı Kur’an’da bazen rakamsal değer, bazen de kesretten kinaye olarak kullanıldığına göre bahse konu olan ifadedeki “seb’an” (yedi) sayısı hangi kategoriye girmektedir? Bu soruya cevap aramadan önce mesânî kelimesinin Hicr suresi 15/87. ayet dışında zikredildiği tek yer olan zümer suresi 39/23. ayetteki kullanımını irdelemekte fayda görüyoruz.

C. “Mesânî” Kelimesinin Zümer Suresi 39/23. Ayetteki Kullanımı

Mesânî kelimesi bu ayette Kur’an’ı nitelemektedir. Ayette “seb’an” kelimesinden bağımsız olarak kullanılan kelime84 meallerde şu şekilde Türkçeleştirilmiştir:

1. “Allah, kelâmın en güzelini indirdi; ikizli, âhenkli bir kitap...” (Elmalılı M. Hamdi Yazır)85

2. “Allah, kelâmın en güzelini -(âyetleri birbiriyle) âhenkdâr, katmerli (tıklım büklüm hakîkatlerle dolu) bir kitâb halinde- indirmiştir.” (H. Basri Çan tay)86

3. “Allah sözün en güzelini, birbiriyle uyumlu ve bıkılmadan tekrar tekrar okunan bir kitap olarak indirdi.” (TDV Meali)87

4. “Allah, sözün en güzelini, (Kur’ân’ın âyetlerini güzellikte) birbirine benzer, ikişerli bir kitâb halinde indirdi.” (S. Ateş)88

5. “Allah sözlerin en güzelini indirmiştir. Allah’ın vahiy yolu ile

76 Kitâb-ı Mukaddes, Yeni Ahit, Yuhannanın Vahyi, ’A.

77 Yuhannanın vahyi, 1/20.

78 Yuhannanın vahyi, 3/1.

79 Yuhannanın vahyi, 5/1.

80 Yuhannanın vahyi, 8/2.

81 Yuhannanın vahyi, 12/3. .

82 Yuhannanın vahyi, 15/7. ,

83 Yedi ve yetmiş sayısının İslâm öncesi muhtelif din ve kültürlerdeki kullanımlarına dair ilginç bilgiler için bkz. Annemaıie Schimmel, Sayıların Gizemi, İst., 2000, s. 140)69; 283-289.

84 Bu kelimeyle aynı kökten türetilmiş olan “mesnâ” kelimesi de “ikişerli” anlamında Nisâ, 4/3; Sebe’, 34/46 ve Fâtır, 35/1. ayette geçmektedir.

85 Yazır, Elmalılı M. Hamdi, Kur’an-ı Kerim ve Meali, Hazırlayan ve notlandıran: Dücane Cündioğlu, İst., 1993.

86 Çantay, Haşan Basri, Kur’ân-ı Hakim ve Mcâl-i Kerîm, tstanbul, 1984.

87 Komisyon: Hayrettin Karaman, Ali Özek, İ. Kâfi Dönmez, Mustafa Çağrıcı, Sadrettin Gümüş, Ali Turgut, Kur’ân-ı Kerîm ve Açıklamalı Meâli, Ankara, 1997.

88 Ateş, Süleyman, Kur’ân-ı Kerim ve Yüce Meâli, İstanbul, trs. Ateş, Meâlinin sonraki baskılarında bu kelimenin muhtemel anlamlarına ilişkin ek bilgi vermiştir.

DİYANET İLMİ DERGİ*CİLT: 38*SAYI: 1 ‘OCAK-ŞUBAT-MART 2002

gönderdiği bu söz, her tarafı birbirini tutan, gerçekleri, farklı üsluplarla tekrar tekrar beyan eden bir kitaptır.” (S. Yıldırım)89

5. “Allah müteşabih (benzeşmeli) ve ikişerli bir kitap olarak sözün en güzelini indirdi.” (A. Bulaç)90

6. “Allah, sözün en güzeli olan Kur’an’ı, benzeşen ve tekrarlanan ayetler halinde indirmiştir.” (M. Hizmetli)91

Görüldüğü gibi, bu meallerde kelimenin özellikle “ikişerli” ve “tekrar” manâsı ağırlık kazanmıştır. Bunun yanında bazı meallerde, çeviriyi anlaşılabilir kılmak için zorunlu olarak ayet metninde bulunmayan birtakım ilave açıklamalara da yer verilmiştir. Zira, ayette Kur’an’ın bir özelliğini beyan sadedinde zikredilen mesânî kelimesi, sözlükteki yalın anlamıyla birebir çevrildiğinde oldukça mücmel bir anlamla karşılaşılmaktadır.Nitekim, bu durum, ifadenin çevirisinde ilave açıklamaya yer verilmeyen meallerde çok belirgin bir şekilde fark edilmektedir.

Bu bağlamda, müfessir İbnü’l-Cevzî söz konusu mücmelliği giderme gayeti içerisinde, “Mesânî nedir?” sorusuna şöyle bir cevap vermektedir: “Kur’an’da kıssalar, şer’î yükümlülükler (farzlar), hadler, sevap ve cezaya ilişkin ifadeler tekrarlanır. Bir kez zikredilmesi pekala yeterli iken kıssaların tekrar edilmesinin hikmeti nedir? Diye sorulursa, bunun cevabı da şudur: Hz. Peygamber’e Arap heyetleri gelir; Müslümanlar onlara Kur’an’dan ayetler okur ve bu ayetler onlar için yeterli olurdu. Ancak Hz. Peygamber’in, muhtelif kabilelere tek tek sureler gönderdiği de olurdu. Eğer kıssalar tekrar edilmemiş olsaydı, bu durumda bir kabile yalnızca Musa kıssasından, diğer kabile İsa kıssasından, bir diğeri de Nuh kıssasından haberdar olacaktı. Ancak Allah bu kıssaları yeryüzünün tüm bölgelerine yaymak ve tüm insanlara ulaştırmak istedi [ve bu yüzden onları tekrar zikretti].92

Kutubî, bu yoruma, “Mesânî Kur’an’ın bıkılmaksızın sürekli okunabilir bir kitap olduğu anlamına gelir” şeklinde bir izah daha eklemekte;93 Zemahşerî ise, konuya daha farklı bir açıdan yaklaşarak oldukça manidar bir tespitte bulunmaktadır: “Bir şeyi tekrar zikretmenin faydası nedir? diye soracak olursan, ben de buna şu şeklide cevap veririm: İnsan nefsinin, kulak verip dinlemekten en fazla kaçındığı [yani insanın bir kulağından girip öbüründen çıkan] sözler, vaaz ve nasihat türünden olan sözlerdir. İşte bunlar, sil baştan tekrar edilmezse, insanların nefislerine yerleşmez ve [tabiatıyla] bunların gereklerini yerine getirmezler. İşte bu yüzden Hz. Peygamber, muhataplarına yönelik öğüt ve nasihatlerini, onların kalplerinde yerleşip yeşermesi için, daima üç ve (hatta) yedi kez tekrar ederdi.94

89 Yıldırım, Suat, Kur’ân-ı Hakim ve Açıklamalı Meali, İst., 1998.

90 Bulaç, Ali, Kur’an-ı Kerim’in Türkçe Anlamı, İstanbul, trs.

91 Hizmetli, Mustafa, Kur’an-ı Kerim’in Türkçe Anlamı, İstanbul, 1997.

89 Yıldırım, Suat, Kur’ân-ı Hakîm ve Açıklamalı Meali, İst., 1998.

90 Bulaç, Ali, Kur’an-ı Kerim’in Türkçe Anlamı, İstanbul, trs.

91 Hizmetli, Mustafa, Kur’an-ı Kerim’in Türkçe Anlamı, İstanbul, 1997.

KUR’AN’DA “SEB’-İ MESÂNΔ KAVRAMI C—T’.’ZZrn... "ZSTTPiZriZL

Fahreddîn er-Râzî (ö. 606/1209), kelimenin delâletine ilişkin daha değişik bir görüş sunmuş ve bu meyanda şunları dile getirmiştir: “Kur’an’da geçen ifade birimlerinin çoğu, emir-nehiy, âmm-hâs, mücmel-mufassal, göklere ve yere ait konular, cennet-cehennem, aydınlık-karanlık, levh-kalem, melek-şeytan, arş-kürsî, va’d-va’id ve korku-ümit örneğinde olduğu gibi, çiftler halinde zikredilmek suretiyle tekrar edilmiştir. Bundan maksat, Allah’ın dışındaki her şeyin çift ve yalnızca O’nun tek ve biricik olduğunu beyan etmektir.”[69]

Hâsılı, bütün bu görüşler çerçevesinde, bahse konu olan ayette Kur’an’ı niteleyen mesânî kelimesinin; “Allah’ın dışında her şeyin çift; yalnızca.O’nun tek olduğunu ifade eden tevhidin ve sair İlâhî mesajların, mü’minler tarafından tam anlamıyla içselleştirilmesi maksadıyla muhtelif konulan ikili bir üslup sistemi dahilinde tekrar edilen ve aynı zamanda bıkılmaksızın sürekli okunan” şeklinde bir anlam örgüsüne sahip olduğunu söylemek mümkündür.[70]

II. HİCR SURESİ 87. AYET ve “SEB’İ-MESÂNΔ

Daha önce de işaret edildiği gibi, Hicr suresi bütünüyle Mekke’de inmiş ve müfessirlerin hemen hepsi surenin tüm ayetlerinin Mekke’de indiği görüşünde birleşmişlerdir. Ancak bazı kaynaklarda bu ayetin Medine’de indiğine dair bilgiler yer almakta; bazı önemli tefsirlerde bulunmamakla birlikte, Vâhidî (ö. 468/1071), Fahreddîn er-Râzî, İbnü’l-Cevzî ve Bedrüddin Aynî (ö. 855/1451 )’nin Ümdetil’l-Kârî’sinde rastladığımız bir kayda göre Hüseyin b. Fadl[71] ayetin şu olay üzerine indiğini söylemiştir: “Aynı gün içinde Benî Kurayza ve Benî Nadr Yahudilerine Busrâ ve Ezriât’tan yedi kervan gelmişti. Bu kervanlarda çeşitli elbiseler, güzel kokular, mücevherler ve deniz mahsulleri vardı. [Bunu gören] Müslümanlar; “Bu mallar bizim olsaydı, hem güçlenir hem de onları Allah yolunda infak ederdik” dediler ve ardından [bu] ayet indi ve bir bakıma Allah bu ayette ‘Size, bu yedi kervandan daha hayırlı yedi ayet verdim’ buyurdu. Nitekim, bu ayetin hemen ardından gelen “Onlara verdiğimiz dünyevî zenginliklerden yana gözünü çevirme” (Hicr 15/88) mealindeki ayet de bu görüşün doğruluğunu teyit etmektedir.”[72] Müslümanların Mekke’de Benî Kurayza ve Benî Nadr Yahudileriyle aynı ortamı paylaşmaları sözkonusu olmadığına göre bu rivayet ayetin Medine’de indiğine işaret etmektedir. Ne var ki bu rivayet, Âlûsî’nin de belirttiği gibi, zayıftır. Çünkü sure Mekkî’dir; oysa Benî Kurayza ve Benî Nadîr Yahudileri Medine’de ikamet etmektedirler.[73] Kaldı ki bir sonraki ayetin, Hz. Peygamber’in, misafirini ağırlayacak bir şeyi bulunmaması üzerine Ebû Râafî’yi bir Yahudi’ye gönderip Receb ayının başında geri verilmek kaydıyla ödünç olarak bir miktar un istettiği, ancak Yahudi’nin bu isteği geri çevirdiği şeklindeki oldukça garip[74] bir hadisenin ardından indiği nakledilmektedir.[75] Ayrıca Hicr suresinin tümünün Mekke’de indiğini ve bilebildiği kadarıyla bu konuda bir ihtilaf bulunmadığını söyleyen İbnü’l-Cevzî’nin, bu rivayeti sebeb-i nüzul olarak tefsirine dercetmesi de bir çelişki gibi gözükmektedir.[76] Bir diğer çelişki de, bu rivayeti Hüseyin b. FadFdan aktaran Vâhidî’nin, Fatiha suresinin kesinlikle Mekke’de indiği görüşünü savunan kişinin Hüseyin b. Fadl olduğunun ve onun, mücahid’in aksi yöndeki görüşünü çürütme sadedinde Hicr suresi 15/87. ayeti delil getirdiğini kaydetmesidir.[77]

Bu bağlamda, ayetteki tabirde yer alan ‘min’ harf-i cerrinin konumuna da kısaca değinmek istiyoruz. Zira bu harfin, içinde bulunduğu cümlede hangi anlamı desteklediği konusu tartışılmıştır. Zeccâc (ö. 311/923), bu konuda iki görüş bulunduğunu söyler: bunlardan ilkine göre ‘min’ harf-i cerri ‘teb’iz’ (kısmiyet) ifade etmekte ve bu durumda ayetin anlamı şöyle takdir edilmektedir: “Andolsun ki biz sana, kendisiyle Allah’a övgü ve senada bulunulan ayetler türünden olan yedi ayeti ve yine sana yüce Kur’an’ı verdik.” Bu edatın zâid olması da mümkündür. Buna göre anlam, “sana, mesânî olan yediyi verdik” şeklinde olur. Bu tıpkı “O halde pis olan putlardan kaçının: fectenibü’r-ricse mine’l-evsân” (Hacc 22/30) ayeti gibidir. Nitekim bu ayetin anlamı, “putlardan sakınınız” şeklinde olup, “onlardan sadece bir kısmı pistir” manasına gelmez.[78]

Bütün bu mülahazalardan sonra ayette seb’an mine’l-mesânî; hadislerde ise es- seb’u’l-mesânî şeklinde geçen bu tabirdeki seb’ (yedi) kelimesinin medlulünü belirlemek için evvelemirde bunun Türkçe meallerde ne şekilde çevrildiğine atf-ı nazar etmenin faydalı olacağını düşünüyoruz.

A. “Seb’i-Mesânî” Kavramının Meallerdeki Karşılıkları

Bu kavramın meallerdeki Türkçe karşılıklarına baktığımızda, karşımıza oldukça muğlak bir anlam kümesi çıkmaktadır. Kuşkusuz bu muğlaklık, büyük ölçüde ifadedeki mesânî kelimesinin sözlükteki yalın anlamının esas alınmasından ve bunun yanına yine yalın bir “yedi” sözcüğünün eklenmesinden kaynaklanmaktadır.

Bununla birlikte, bazı meallerde kavramın Arapça formuyla aynen aktarıldığı ve böylece -zımnen de olsa- tefsirlere gönderme yapıldığı; bazılarında ise tefsirlerdeki yorumların parantez arasında verildiği görülmektedir.

1. “Celâlim hakkı için sana seb’a mesânîyi ve Kur’an-ı Azîmi verdik.” (Elmalılı M. Hamdi Yazır)

2. “Andolsun ki biz sana (namazın her rek’atinde) tekrarlanan yedi/âyet-i kerîme) yi ve şu büyük Kur’ânı verdik.” (Haşan Basri Çantay)

3. “Zâtı akdesine kasem olsun ki, sana tekrarlanan yediyi - Fatiha suresini- büyük Kur’an’ı verdik.” (Ömer Nasuhi Bilmen)[79]

4. “Biz sana daima tekrar olunan yedi (ayeti) ve Kur’an-ı Azîm’i verdik.” (Ömer Rıza Doğrul)[80]

5. “Andolsun ki, biz sana (her namazda okunup tekrarlanan) yedi ayeti (Fatiha’yı) ve şu büyük Kur’an’ı verdik.” (Ahmed Davudoğlu)[81]

6. “Andolsun sana İkililerden yedi ve bu büyük Kur’ânı verdik.” (Süleyman Ateş)

7. “Andolsun ki, biz sana tekrarlanan yedi ayeti ve yüce Kur’an’ı verdik.” (TDV Meali, Haz: Komisyon)

8. “Şu kesin ki biz sana seb-i mesaili ile şu Yüce Kur’an’ı verdik.” (Suat Yıldırım)

9. “Andolsun sana çiftlerden yediyi ve büyük Kur’an’ı verdik.” (Ali Bulaç)

10. “Andolsun! Biz sana yedi ikili ile büyük Kur’an’ı verdik.” (Bahaeddin Sağlam)[82]

11. “Andolsun ki sana tekrarlanan yediyi ve Yüce Kur’anı verdik.” (Mustafa Hizmetli)

12. “Andolsun ki biz sana ikişerlerden / İkililerden / iç içe kıvrımlar halindeki çift manâlılardan yedi taneyi ve şu büyük Kur’an’ı verdik.” (Yaşar Nuri Öztürk)[83]

13. “Andolsun ki biz, sana (namazın her rek’atinde tekrarlanan) yedi âyet (Fatiha) ile (şu) büyük Kur’ân-ı verdik.” (Abdülvehhâb Öztürk)[84]

14. “Andolsun ki Biz sana tekrarlanan yediyi ve şu Kur’ân-“Ve gerçek şu ki, Biz sana sık sık tekrarlanan [ayetlerden oluşan] yedili [bir sure] bahşetttik ve [böylece ı Azîm’i verdik.” (M. Beşir Eryarsoy-Ahmed Ağırakça)[85]

15. [Senin önüne] yüce Kur’an’ı [açıp serdik.]” (Muhammed Esed)[86]

16. “Biz sana sık sık tekrarlanan yedi (ayeti) ve büyük/yüce Kur’an’ı verdik: We have given thee seven of the oft-repeated (verses) and the great Qur’an.” (Marmaduke Pickthall)[87]

17. “Biz sana sık sık tekrarlanan yedi (ayeti) ve Yüce Kur’an’ı verdik: And we have bestowed upon thee the seven oft-repeated (verses) and the Grand Qur’an.” (Abdullah Yusuf Ali)[88]

Türkçe okuyup yazan ve Türk Dili’nin mantığıyla düşünen biri için, yukarıdaki meallerde yer alan “İkililerden yedi”; “çiftlerden yedi”; “yedi ikili”; “tekrarlanan yedi” ve “ikişerlerden/ikililerden/iç içe kıvrımlar halindeki çift manâjılardan yedi tane” şeklindeki kelime gruplarının çok fazla bir anlam ifade ettiğini söylemek oldukça zordur.

Bu durumda ortaya şöyle bir sonuç çıkmaktadır: Salt sözlük anlamından hareketle Kur’an’daki her lafzın medlulünü belirlemek imkansızdır. Aksi halde “Seb’an mine’l-mesânî’ tabirinin, “ikişerlerden/ikililerden/iç içe kıvrımlar halindeki çift manâlılardan yedi tane” şeklinde çevrilmesi kaçınılmaz olmaktadır. Şu halde, yapılması gereken iş, klasik tefsir kaynaklarına müracaat etmek ve bu kaynaklardaki bilgiler ışığında bir sonuca ulaşmak olacaktır. İşte biz de bu yolu izleyerek, bahse konu olan tabirin tefsirlerden ne şekilde anlaşıldığını irdelemek istiyoruz.

B. Klasik Tefsirlerdeki Görüş ve Yorumlar

Bütün müfessirlerin mücmel kabul ettikleri “seb’an mine’l-mesânî" tabirinin medlulü konusunda ittifak sağlanamamış ve bu çerçevede muhtelif görüşler ileri sürülmüştür. Bu görüşlerden kayda değer nitelikte olanları şu şekilde sıralamak mümkündür:

1. Fatiha Suresi: Bu görüş, Ali b. Ebî Tâlib, Ebû Hureyre, Rebiî b. Enes, Ebü’l-Âliye, Haşan el-Basrî ve diğer bazı selef alimlerine atfedilmiştir.[89] Taberî, bu görüşü savunanlar arasında ayrıca şu isimleri saymaktadır: Übeyy b. Ka’b, İbn Abbas, İbn Mes’ûd, Ebû Fâhite, Süddî, Saîd b. Cübeyr, İbrahim en-Nehâî, Abdullah b. Ubeyd b. Umeyr, Ebû Müleyke, Şehr b. Havşeb, Ubeyd b. Umyr el-Leysî, Miicahid, Katade, Atâ, Merv Kadısı Hâlid el-Hanefî.[90] Bu görüş ayrıca Hz. Ömer tarafından da savunulmuş ve sure’nin bu şekilde isimlendirilmesi yedi ayetten müteşekkil olmasıyla izah edilmiştir.[91]

Kanaatimizce, Hz. Peygamber’den nakledilen hadisler, bu görüşün doğruluk ihtimalini güçlendirmektedir. Ebû Hureyre, Ebû Saîd b. El-Muallâ ve Übeyy b. Ka’b tarafından nakledilen ve tefsirlerin[92] yanı sıra sahih hadis mecmualarının da pek çoğunda muhtelif varyantlarıyla yer alan bu hadislerden bazıları şöyledir: “Ebû Saîd b. El-Muallâ’nın şöyle dediği nakledilmiştir: Mescitte namaz kılıyordum O sırada Rasûlullah beni çağırdı. Ancak ona cevap vermedim; [Namazı bitirince] ‘Ey Allah’ın Rasûlü! Namaz kılıyordum’ dedim. O da bana, ‘Allah, ‘Ey iman edenler! Sizi hayat verecek şeylere çağırdığı zaman Allah’a ve Râsûlüne icabet edin’ (Enfal 8/24) buyurmadı mı? Diye karşılık verdi. Ardından ‘Mescitten çıkmadan önce sana Kur’an’daki en yüce sureyi öğreteyim mi?’ dedi ve elimi tuttu. Hz. Peygamber mescitten çıkmak üzereyken bunu kendisine hatırlattım. Bunun üzerine o da şöyle buyurdu: Hamd âlemlerin Rabbi Allah’a mahsustur. O [Fatiha suresi], seb’i-mesânî ve bana verilmiş olan yüce Kur’andır”.[93]

Übeyy b. Ka’b’dan nakledildiğine göre Rasûlüllah şöyle buyurmuştur: “Allah Tevrat’ta ve Incil’de Ümmü’l-Kur’an gibi bir sure indirmem iştir. O, seb’i mesânîdir. ”[94]

Ebû Hureyre’den gelen bir rivayette de şöyle kaydedilmiştir: “Râsûlüllah Übeyy’e uğradı ve ‘Übeyy!’ diye seslendi. Ancak Übeyy o sırada namaz kıldığı için bu çağrıya cevap vermedi. Namazını bitirince Hz. Peygamber’in yanına gitti ve “Allah’ın selamı üzerine olsun ‘Evet! Ey Allah’ın rasûlü!’ dedi. Buna, ‘Ve âleyke’s-selâm’ diye karşılık veren Rasûlüllah sordu: ‘Ben çağırdığım zaman seni bana cevap vermekten alıkoyan neydi?’ Übeyy, ‘Namaz kılıyordum’ diye karşılık verdi. Bunun üzerine Hz. Peygamber: ‘Allah, ‘Ey iman edenler! Sizi hayat verecek şeylere çağırdığı zaman Allah’a ve rasulüne icabet edin’ (Enfal 8/24) buyurmadı mı?’ dedi. Übeyy, ‘Evet! İnşallah bir daha tekrarlamayacağım’ diye cevap verdi. Ardından Hz. Peygamber, ‘Sana Tevrat’ta, İncil’de, Zebur’da ve hatta Kur’an’da bir benzeri daha bulunmayan bir sure öğretmemi ister misin?’ dedi. Übeyy, ‘Evet’ deyince Rasûlüllah; ‘Namazda ne okuyorsun?’ diye sordu; Übeyy de ‘Ümmü’l-Kitâb’ı [Fatiha] okuyorum’ diye karşılık verdi. Bunun üzerine Rasulullah: ‘Nefsim kudretinde olan Allah’a andolsun ki, Tevrat’ta İncil’de, Zebur’da ve Kur’an’da bunun benzeri bir sure inmemiştir. O, seb’i-mesânî ve bana verilen Yüce Kur’an’dır buyurdu.”[95]

Hz. Peygamber’in kendisine çağırdığı kişinin hadisin bazı varyantlarında Übeyy b. Ka’b, bazılarında da Ebû Saîd b. El-Muallâ şeklinde kaydedilmesinin dışında mezkur rivayetler arasında içerik açısından kayda değer bir fark bulunmadığı dikkati çekmektedir. Ayrıca bu hadislerde, seb’i-mesânî tabirinin Fatiha suresini nitelediği ve dolayısıyla buradaki yedi sayısının da Fatiha’nın ayetlerine işaret ettiği kesin gibi gözükmektedir.

2. Seb’i-Tıvâl (Yedi Uzun Sure): Taberî bu görüşü savunanlar arasında şu isimleri saymaktadır: İbn Mes’ûd, İbn Ömer, İbn Abbas, Saîd b. Cübeyr, Mücâhid. Ancak bu konuda nakledilen rivayetlerin hemen hepsi İbn Abbas, Saîd b. Cübeyr ve Mücahid’e dayanmaktadır.[96]

İbn Abbas, bu ifadenin medlulünün yedi uzun sureye yani Bakara, Âl-i İmrân, Nisâ, Maide, En’am, A’râf ve aralarında besmele olmamasından ötürü Enfal ile Tevbe suresine tekabül ettiğini söylemiştir.[97] Saîd b. Cübeyr kanalıyla nakledilen bir rivayette İbn Abbas’ın şöyle dediği kaydedilmiştir: “Seb’i-mesânî, yedi uzun Übeyy b. Ka’b’dan nakledildiğine göre rasûlüllah şöyle buyurmuştur “Allah Tevrat’ta ve İncil’de Ümmü’l-Kur’an gibi bir sure indirmemiştir. O, seb’i- mesânîdir.”[98] surenin adıdır. Bunlara anılan ismin verilmesi, bu surelerde öğüt ve ibretler, ahkam ve hadlerle ilgili ayetlerin iki kez zikredilmiş olmasıdır.”[99] Ancak bazıları -Razî’nin kaydına göre Rebiî-[100] haklı olarak bu görüşü eleştirmiş ve bu bağlamda ayetin Mekke’de indiğini; dolayısıyla o dönemde bu yedi uzun surenin henüz nazil olmadığını belirtmişlerdir. Ancak bu itiraza, “Allah Kur’an’ı dünya semasına [bir bütün halinde] indirdi; daha sonra da parça parça yeryüzüne inzal etti. Dünya semasına indirilmiş olan Kur’an, henüz yeryüzüne inmemiş olsa bile yine de Hz. Peygamber’e verilmiş hükmündedir”[101] şeklinde tamamen varsayıma dayanan bir argümanla karışlık verilmiştir.

Bu konuda İbn Abbas’tan nakledilen şu rivayet de oldukça ilginçtir: “Hz. Peygamber’e tekrarlanan yedi (uzun) sure verildi. Hz. Musa’ya ise altı sure verilmişti. O, üzerinde Tevrat ayetleri yazılı levhaları attığında bunların ikisi ortadan kaldırıldı; dördü kaldı.”[102]

Bu noktada, İbn Abbas’ın İsrâiliyyâta yönelik ilgi ve merakı göz önüne alındığında, bu görüşün anılan kaynaktan aktarıldığını söylemek mümkündür.

3. Orta Uzunluktaki Sureler: Bu görüşü savunanlar nazarında söz konusu tabirden maksat, seb-î tıvâl ile, ayet sayısı yüz civarında olan ‘(miun) surelere göre ayet sayısı daha az; mufassal surelere (Kâf suresinden Kur’an’ın sonuna kadar yer alan sureler) göre daha fazla, olan surelerdir: Bu görüş bazı alimler tarafından savunulmuş ve bu konuda Sevbân’ın naklettiği şu hadis delili getirilmiştir: “Allah bana, Tevrat’a karşılık yedi uzun sureyi (seb‘i-tıvâl), İncil’e karşılık yüz civarında ayet sayısına sahip olan sureleri (miûn), Zebur’a karşılık mesânîyi verdi. Rabbim bana mufassal sureleri vermek suretiyle de [onlardan] üstün kıldı.”[103]

Bu görüşün kime ait olduğunu belirtmeyen Râzî, hadisin Hz. Peygamber’e aidiyeti kesin olması halinde söylenecek bir şey olmadığını; aksi takdirde hadisteki muhtevanın problem arzettiğini belirtmektedir. Çünkü -ona göre- mesânînin diğer surelerden daha faziletli olması gerekmektedir. “Halbuki bu görüş sahiplerinin mesânî olarak kabul ettikleri orta uzunluktaki surelerin başka surelerden daha faziletli olmadığı hususunda ittifak vardır.”[104]

4. Kur’an’ın Tümü: İbn Abbas, Dahhâk, Tâvus, Ebû Mâlik’e nisbet edilen bu görüşe göre seb’i-mesânî, Kur’an’ın tümüdür. Kur’an’a mesânî denilmiştir; çünkü geçmiş milletlere ve peygamberlere ait haberler, kıssalar Kur’an’da tekrar edilmiştir.[105] İbn Abbas’ın bu konuda Zümer suresi 39/23. ayetle istişhad ettiği nakledilmektedir.[106] Ancak M. Hamdi Yazır, Hicr 15/87. ayetteki “seb’an mine’l-mesânî ifadesinin hemen ardından gelen atfın, tagayyürü (başkalık) gerektirmesinden ötürü, ibarenin zâhirine göre seb’i-meşânînin Kur’an’dan ayrı bir şey olarak düşünülmesi lazım gelecek gibi gözükmektedir” demek suretiyle bu görüşün pek makul olmadığına işaret etmiştir.[107] Aynı şekilde Râzî de bu görüşü pek makul karşılamamış; bunun gerekçesini de şöyle izah etmiştir: “Şayet bu ifadeyle Kur’ân’ın tümü kastedilmiş olsaydı, o zaman Allah’ın aynı ayetteki ‘Ve şu yüce Kur’an’ı verdik’ buyruğunun, aynı şeye -yani Kur’an’ın kendisine- atfedilmiş olması gerekirdi ki, bu caiz değildir.”[108]

Ebû Bekir el-Esamm’ın İbn Mes’ûd’a atfen “Kur’an’dan değildir düşüncesinden hareketle Fatiha’yı özel mushafına yazmamıştır” şeklinde aktardığı görüş de muhtemelen bu anlayış çerçevesinde dile getirilmiştir. Nitekim Râzî’nin şu ifadeleri de bu kanaati teyit etmektedir: “Bana göre, İbn Mes’ud’un bu konudaki delili muhtemelen şu idi: “Seb’i-mesânî ifadesinden kastedilen şeyin Fatiha suresi olduğu kesindir. Allah ayette bu tabiri “Kur’ân-ı Azîm” terkibi üzerine atfettiğine ve dolayısıyla matuf ile matufun aleyh birbirinden farklı şeyler olduğuna göre, bu durumda seb’i-mesâninin Kur’an’dan ayrı bir şey olması gerekir.”[109]

İbn Mes’ud’un “kendisinden başka hiçbir ilah olmayan Allah’a yemin ederim ki, Kur’an’da hiçbir ayet yoktur ki, ben onun ne zaman nerede ve kim için inmiş olduğunu bilmeyeyim[110] şeklindeki sözünün yanı sıra Hz. Peygamber’in “Kur’an’ı şu dört kişiden öğreniniz”[111] diye işaret ettiği kişilerin başında yer aldığı ve yine Kur’an ve tefsir konusundaki üstün vasıfları hatırlandığı takdirde, onun, bu görüşü yukarıda zikredilen sebeple mi yoksa daha farklı bir gerekçeyle mi ileri sürdüğü hususu gerçekten düşündürücüdür.

Bu bağlamda, seb’i-müsânîden Kur’an’ın tümünün kastedildiğini savunanların gerekçelerini de zikretmek gerekir. Bu gerekçeleri şu şekilde sıralamak mümkündür:

I. Kur’an’da Allah’a yönelik övgü ve sena sık sık tekrar edilir.

II. Kur’an’da sık sık cennet-cehennem ve sevap-ceza zikredilir.

III. Kur’an’da ayetler birbirini izler ve dünya ile

ahiret ayrılmaz bir ikili olarak zikredilir. Bu görüş Ebû Ubeyde’ye atfedilmiştir.

IV. Kur’an’da kıssalar, geçmiş toplumlara ait haberler,

öğütler daima tekrarlanmıştır. Bu son üç görüş Îbnü’l

Enbârî’ye aittir.[112]

V. Kur’an yedi çeşit ilmi (ana konuyu) ihtiva etmektedir.

Bunlar, tevhid, nübüvvet, meâd, kaza-kader, âlemin ahvâli,

kıssalar ve şer’î yükümlülüklerdir.

VI. Kur’an yedi bölümdür.

VII. Kur’an emir, yasak, geçmiş milletlerin durumlarından

haber verme, istihbar (haber sorma), nidâ, yemin

ve meseller gibi konulan kapsamamaktadır. Kur’an’ın tümünün

mesânî-diye anılmasına gelince; bunun nedeni Kur’an’da

tevhid, nübüvvet ve mükellefiyete ait delillerin tekrarlanmış

olmasıdır.”[113]

5. Kur’an’ın İçerdiği Konular: Ziyâd b. Ebî Meryem’e nisbet edilen bu görüşe göre ise, söz konusu tabirden maksat, Kur’an’daki emir, nehiy, müjde, uyarı, darb-ı mesel, nimetlerin sayılması, geçmiş milletlerin haberleri gibi konulardır.[114]

Kanaatimizce, bu görüşler arasında en doğru olanı ilki, yani seb’i-mesânînin Fatiha suresine karşılık geldiğini ifade eden görüştür. Nitekim, gerek tefsirlerde ve gerekse meallerin büyük bir kısmında da bu görüş ağırlık kazanmıştır. Bunun nedeni de Kurtubî’nin ifadesiyle, ilk görüşün sünnet’e dayanıyor olmasıdır.[115] Nitekim Ebü’l-Âliye de “Übeyy b. Ka’b ve Ebû Hureyre’nin hadislerinde bunun Fatiha suresine karşılık geldiği ifade edildiğine göre, artık bu konuda başka görüş beyan etmek caiz değildir”[116] demek suretiyle aynı noktaya işaret etmektedir. Bu itibarla, Ebû Hayyân (ö. 745/1344)’ın da belirttiği gibi,[117] medlulü sahih sünnetle sabit olan bir ifade üzerinde yorum üretmek doğru bir yaklaşım olmasa gerektir.

Nitekim Taberî de anılan görüşler arasında ilkinin daha doğru olduğunu savunmuş ve bunun gerekçesini de yine aynı şekilde izah etmiştir.[118] Bununla birlikte, tabirin “Kur’an’ın tümü” anlamına gelebileceği ihtimaline atıfta bulunmayı da ihmal etmemiştir.[119] Aynı şekilde, İbn Kesir (ö. 774/1372) de söz konusu hadislerden dolayı bahse konu olan ifadenin Fatiha suresine tekabül ettiğinin kesin olduğunu; ancak bunun Kur’an’ın da mesânî olarak tavsif edilmesine bir engel teşkil etmediğini belirtmiştir. Bu yaklaşımıyla iki görüşü uzlaştırma yolunu tercih eden İbn Kesir, ikinci ihtimale de Zümer suresi 39/23. ayeti delil getirmiştir.[120]

Adı geçen üç müfessirin de açıkça belirttikleri gibi, bu konuda sahih sünnetle sabit olan anlam bir tarafta dururken, özellikle sahabe ve tabiîn alimlerinin -Hz. Peygamber’in beyanına rağmen- birtakım farklı görüşler ileri sürmüş olmaları düşündürücüdür.

C. Fatiha’nın “Seb’i-Mesâtıî” Şeklinde Nitelenmesine İlişkin Yorumlar

Daha önce naklettiğimiz hadislerde seb’i-mesânînin Fatiha suresini nitelediği beyan edilmiş olmakla birlikte, bizzat bu tabirin ne anlama geldiği ya da Fatiha’ya niçin bu ismin verildiği hususuna açıklık getirilmemiştir. Konunun bu yönünün Hz. Peygamber tarafından aydınlatılmaması, herkesin üzerinde ittifak ettiği bir sonuca ulaşma imkanını ortadan kaldırmıştır. Nitekim, konuyla ilgili olarak sahabe ve tabiinden çok sayıda görüş nakledilmiş ve bu görüşler büyük ölçüde aklî çıkarımlara ve varsayımlara dayandırılmıştır. Söz konusu görüşlerde Fatiha’nın seb’i-mesânî şeklinde nitelenmesinin gerekçeleri şöyle izah edilmiştir:

1. Dârekutnî’nin Hz. Ali’den naklettiğine göre, Fatiha suresinin yedi ayetten müteşekkil olması.[121]

2. Mesânî kelimesinin senâ kökünden türetilmiş olması ihtimalinden hareketle bu surede Allah’a övgüde bulunulması. Çünkü surede Allah’a hamd, O’nun birlenmesi ve hükümranlığının zikri yer almaktadır. Bu görüş Zeccac’a nisbet edilmiştir.[122]

3. Her rekatta bu sureyle senâda bulunulması. İbn Cerîr’in Hz. Ömer’den yaptığı şu rivayet buna delil gösterilmiştir: “Seb’i-mesânî, Fatiha’dır. Zira her rekatta onunla senâ edilir.[123]

4. Fatiha suresinin iki defa nâzil olması.[124] Bu görüş, Hüseyin b. Fadl’a nisbet edilmektedir.[125] Halbuki Vâhidî, bu zâtın, Fatiha suresinin kesin olarak Mekke’de indiği görüşünü savunduğunu ve mücâhid’in, “Fatiha suresi Medine’de inmiştir” şeklindeki iddiasını tenkit sadedinde şunları söylediğini kaydetmektedir: “Her alimin bir sürçmesi vardır. Bu, Mücahid’in kendi kanaatidir. Zira o, alimlerin çoğunluğunun aksi yönde bir kanaat belirtmiş olmasından dolayı bu görüşünde yalnız kalmıştır.”[126] Ayrıca şunu da belirtmek gerekir ki, nüzulün tekerrür ettiği teorisinin bir an için doğru olduğu kabul edilse dahi, bu durumda iki kez indiği ileri sürülen diğer ayet ve surelerin de seb-i mesânî şeklinde nitelenmesi gerekir ki, böyle bir kayıt hiçbir kaynakta yer almamaktadır.

5. Nazmındaki fesahat ile manâsındaki belagatın bir arada bulunması.[127]

6. Kul Fatiha’dan bir ayet okuduğunda Allah’ın onu övmesi.[128]

7. Surede (Peltek) se, cim, (noktalı) ha, ze, şın, zı, ve harfi olmak üzere yedi harfin bulunmaması. Ancak Mürsî (ö. 655/1257) bu görüşü zayıf addetmiş ve bu çerçevede, “bir şey, kendisinde bulunan bir şeyle isimlendirilir; bulunmayan bir şeyle değil” şeklinde oldukça ilginç bir argüman ileri sürmüştür.[129]

8. Allah’ın, bu sureyi daha önce hiçbir ümmete indirmeyip yalnızca Muhammed (s.a.v.)’in ümmetine inzal etme lütfunda bulunmuş olması. Saîd b. Cübeyr bu görüşü İbn Abbas’tan nakletmiştir.[130]

9. Her ayette bir edep olmak üzere surenin bütününde yedi edep bulunması. Suyûtî (ö. 911/1505) bu görüşü pek makul karşılamamıştır.[131]

10. Her rekatta tekrarlanması. Ebû Sâlih bu görüşü İbn Abbas’a nisbet etmiştir. Îbnü’l-Enbârî de bu görüş çerçevesinde şöyle bir yorum yapmıştır: “Bu ayetin anlamı; ‘Biz sana her rekatta tekrarlanan yedi ayet verdik’ demektir. Ayetteki ‘min’ harfi cerri tıpkı Muhammed Suresi 47/15. ayette yer alan “velehüm flha min külli’s-semerât” ifadesinde olduğu gibi te’kit içindir”.

11. Surenin Allah ile kul arasında ikiye bölünmüş olması. Çünkü surenin yarısı övgü diğer yarısı da duadır.[132] Ebû Hureyre’nin naklettiği “ben namazı kendimle kulum arasında ikiye ayırdım” hadisi de buna işaret etmektedir.[133]

12. Besmeleyi Fatiha’dan bir ayet sayanlara göre surede “Rahmân ve Rahîm” ifadesinin iki kez geçmesi. Bu görüşü Ebû Süleyman ed-Dımeşkî bazı dilcilerden nakletmiştir.[134]

13. Kelimelerin ikişer defa zikredilmiş olması. Sözgelimi, surede ‘iyyâke’, ‘sırât’, ‘aleyhim’ ve -Hz. Ömer’in kıraatine göre- ‘ğayri’ kelimeleri ikişer defa geçmektedir.[135]

Kanaatimizce, bu görüşler arasında özellikle Hurûfîliğe özgü telakkileri anımsatan harf formülasyonlarına dayalı yorumlar ile, surenin iki kez indiğini ileri süren görüş çok fazla bir değer taşımamaktadır. Bunların dışındaki tüm görülerin doğru olma ihtimali bulunmakla birlikte, Fatiha’nın, namazların her rekatında tekrar edilmesinden ve kendisiyle Allah’a övgüde bulunulmasından dolayı bu vasıfla anıldığını dile getiren görüşler daha makul gözükmektedir. Zira, mü’min kıldığı namazının her rekatında Fatiha Suresini tekrar etmekte ve böylece hem Rabbine senâ ve övgüde bulunmakta, hem de dua etmiş olmaktadır.

Merhum Elmalılı’nın mânidar ifadeleriyle özetlemek gerekirse;

Her namazın her rek’atinde okunan, zamm-ı sûre ile de tekrar edilen, ‘nun’, ‘mim’ fâsılalarıyla iki nağme üzerine cereyan eden, her âyeti çifte bir mazmunu ihtiva eyleyen ve hey’eti umumiyyesi dâreynde ibâdm a’zamı makâsıdına hidayetle Allah teâlâ’ya hamd-ı sena hakikatinde toplanan ümmülkur’an, hakikaten her senaye lâyık öyle mesnâ ve müstesnâ bir ni’meti uzmâdır ki ancak hakikati Muhammediyyenin mazhariyyeti mümtazesindendir. Görülüyor ki ‘sana seb’i mesânîyi ve Kur’ân’ı azîmi inzal ettik’ buyurulmayıp ‘verdik’ buyurmuştur. Zira murad, yalnız nazm-ı celîlin değil, ondaki hakâyık ve metâlibin de bilfiil bahşedilmiş olduğunu beyandır. Düşünmeli ki o ne büyük nimet ne büyük saad

KAYNAKLAR

ABDÜLBÂKÎ, Muhammed Fuad, Mu’cemü’l-Müfehres li Elfâzi’I- Kur’ân, İstanbul, trs.

ÂLÛSÎ, Şihâbüddîn es-Seyyid Mahmûd, Rûhu’l-Meânî fi Tefsîri’l-Kur’âni’l- Azîm ve’s-Seb’i’I-Mesânî, Beyrut, 1985.

ATEŞ, Süleyman, Yüce Kur’an’ın Çağdaş Tefsiri, İstanbul, 1990.

. Kur-ân-ı Kerim ve Yüce Meali, İstanbul, trs.

AYNÎ, Ebü’s-Senâ Bedrüddîn Mahmûd b. Ahmed, Umdetü’l-Kârî fî Şerhi Sahîhi’l-Buhârî, Beyrut,trs.

BAGDÂDÎ, Ebû Mansûr Abdülkâhir, Mezhepler Arasındaki Farklar, önsöz ve notlarla çev. Ethem Ruhi Fığlalı, Ankara, 1991.

BEĞAVÎ, Ebû Muhammed el-Hüseyn b. Mes’ûd, Meâlimü’t-Tenzîl, tahk. Hâlid Abdurrahmân el-Akk-Mervân Suvâr, Beyrut, 1995.

BİLMEN, Ömer Nasuhi, Kur’an-i Kerim’in Türkçe Meâl-ı Âlîsi,

İstanbul, trs.

BUHÂRÎ, Muhammed b. İsmâil, es-Sahîh, İstanbul, 1992.

BULAÇ, Ali, Kur’an-ı Kerim’in Türkçe Anlamı, İstanbul, ts.

CERRAHOĞLU, İsmail, Tefsir Usûlü, Ankara, 1983.

CEVHERÎ, İsmail b. Hammad, es-Sıhâh: Tâcu’l-Luğa, thk. Ahmed Abdülğafur Attâr, Beyrut, 1979.

ÇANTAY, Haşan Basri, Kur’ân-ı Hakîm ve Meâl-i Kerîm, İstanbul, 1984.

DÂRIMÎ, Abdullah b. Abdurrahmân, es-Sünen, İstanbul, 1992.

DAVUDOĞLU, Ahmed, Kur’ân-ı Kerim ve Türkçe Meâli, İstanbul, trs.

DEYLEMÎ, Muhammed b. Hüseyin, Beyânu Mezhebi’l-Bâtmiyye, tash. R. Strothmann, İstanbul, 1938.

DOĞRUL, Ömer Rıza, Kur’an-ı Kerim’in Tercüme ve Tefsiri,

İstanbul, trs.

EBÛ DAVUD, Süleyman b. Eş’as es-Sicistânî, es-Sünen, İstanbul, 1992.

EBÛ FİRÂS, Şihâbüddîn, Risâletü Metâli’i’ş-Şumûs fî Ma’rifeti’n-Nüfûs,

(ErbaüResâili’l-lsmâiliyye, tahk. Ârif Tâmir, Selemiye-Suriye, 1952 içinde).

EBÛ HAYYÂN ENDELÜSÎ, Muhammed b. Yûsuf b. Ali, el-Bahru’l-Muhît, Riyad, trs.

EBÛ ŞÂME, Şihâbüddîn Abdurrahmân b. İsmâil, el-Mürşidü’l-Vecîz

ilâ İlûmin tetealleku bi’l-Kitâbi’l-Aziz, tahk. Tayyar Altıkulaç, Ankara, 1986.

EBÛ YA’KÛB ES-SÎCİSTÂNÎ, İshak b. Ahmed, Risâletü Tuhfeti’I-

Müstecîbîn, (Selâsü Resâili’l-İsmâiliyye, tahk. Ârif Tâmir, Beyrut, 1983). -

ERYARSOY, M. Beşir - Ağırakça, Ahmed, Kur’ân-ı Kerîm ve Türkçe Meâli, İstanbul, 1997. -

ESED, Muhammed, Kur’an Mesajı: meal-tefsir, çev. Cahit Koytak- Ahmet Ertürk, İsıanbul, 1996.

FAHREDDÎN ER-RÂZÎ, Ebû Abdullah Muhammed b. Ömer, Mefâtîhu’l-Gayb, Beyrut, trs.

FÎRÛZÂBÂDÎ, Mecdüddîn Muhammed b. Ya’kub, el-Kâmûsu’I-Muhît, Müessesetü’r-Risâle, Beyrut, 1987.

GÖLPINARLI, Abdülbâkî, Hurufîlik Metinleri Katalogu,

Türk tarih Kurumu Basımevi, Ankara, 1989.

HİZMETLİ, Mustafa, Kur’an-ı Kerim’in Türkçe Anlamı, İstanbul, 1997.

IŞIK, Emin, “Hicr Suresi”, DİA, İstanbul, 1998. .

İBN CÜZEYY, Muhammed b. Ahmed, Kitâbu’t-Teshîl li Ulûmi’t- Tenzîl, Beyrut, trs.

İBN HANBEL, Ebû Abdullah Ahmed b. Muhammed, el-Müsned, İstanbul, 1992

İBN KESÎR, Ebü’l-Fi’dâ, İsmâil, Tefsîru’l-Kur’âni’l-Azîm, Beyrut, 1983.

İBN MÂCE, Ebû Abdullah Muhammed b. Yezid, es-Sünen, Çağrı Yay., İstanbul 1992.

İBN MANZÛR, Cemâlüddîn Mükerrem, Lisânü’l-Arab, Kahire, trs.

İBNÜ’L-CEVZÎ, Ebü’l-Ferec Cemâleddîn Abdurrahmân b. Ali, Zâdu’l-Mesîr fî İlmi’t-Tefsîr, Beyrut, 1987.

…..Telbîsü İblîs, Beyrut, trs.

İBNÜ’L-ESÎR, Mecdüddîn el-Mübârek b. Esîrüddîn, en-Nihâye fî

Garîbi’l-Hadîs ve’l-Eser, tahk. Tâhir Ahmed ez-Zâvî-Mahmud Muhammed et-Tanahî, Beyrut, trs.

JEFFREY, Arthur, The Foreign Vocabulary of the Qur’ân, Cairo, 1937.

KİTÂB-I MUKADDES, İstanbul 1993.

KOMİSYON (Hayrettin Karaman, Ali Özek, 1. Kâfi dönmez. Mustafa

Çağrıcı, Sadrettin Gümüş, Ali Turgut), Kur’ân-ı Kerîm ve Açıklamalı Meâli, Ankara, 1997.

KURTUBÎ, Ebû Abdillâh Muhammed b. Ahmed, el-Câmi’li Ahkâmi’l-Kur’ân, Beyrut, 1988.

MÂLİK b. ENES, Ebû Abdullah, el-Muvatta’, İstanbul, 1992.

MÜSLİM, Ebü’l-Hüseyn Müslim b, Haccâc, es-Sahîh, İstanbul, 1992.

NESÂÎ, Ebû Abdurrahmân Ahmed b. Şuayb, es-Sünen, İstanbul, 1992.

NESEFÎ, Ebü’l-Berekât Abdullah b. Ahmed, Tefsîru’n-Nesefî, Beyrut, 1988.

ÖZLER, Mevlüt, İslâm Düşüncesinde 73 Fırka kavramı, İst., 1996.

ÖZTÜRK, Abdülvehhâb, Kur’an-ı Kerim ve Türkçe Meali, İstanbul, 1998.

ÖZTÜRK, Yaşar Nuri, Kur’an-ı Kerim ve Türkçe Meali, İstanbul, 1998.

PAÇACI, Mehmet, “Hadis’te Apokaliptisiznı veya Fiten

Edebiyatı”, İslâmiyât, Cilt: 1, Sayı: 1, Ankara, 1998.

PİCKTHALL, Marmaduke, The Glorious Qur’ân. Y.y., ts.

RÂĞIB EL-İSFEHÂNÎ, Hüseyin b. Muhammed, el-Müfredât fi Garîbi’l-Kur’ân, İstanbul, 1986.

REŞİD RIZA, Muhammed, Tefsîru’l-Menâr, Kahire, 1990.

SAĞLAM, Bahaeddin, Kur’ân-ı Kerim ve Açıklamalı Meali, İstanbul, trs.

SCHİMMEL, Annemarie, Sayıların Gizemi, İstanbul, 2000.

SUYÛTÎ, Celâleddîn Abdurrahmân, el-İtkân fi Ulûmi’l-Kur’ân, Beyrut, trs.

ŞEHRİSTÂNÎ, Ebü’l-Feth Muhammed b. Abdülkerîm, el-Milel ve’n Nihal, tash., Fehmi Muhammed, Beyrut, trs.

ŞEVKÂNÎ, Muhammed b. Ali, Fethu’l-Kadîr, Beyrut, trs.

TABERÎ, Muhammed b. Cerîr, Câmiu’l-Beyân an Te’vili Âyi’l-Kur’ân, Beyrut, 1988.

ULUDAĞ, Süleyman, Tasavvuf Terimleri Sözlüğü, İstanbul, 1995.

………-KÖPRÜLÜ, Orhan F„ “Abdal”, DİA, İstanbul, 1998.

VÂHİDÎ, Ebü’l-Hasen Ali b. Ahmed, Esbâbü’n-Nüzûl, Beyrut,

1991.

WATT, W. Montgomery, Kur’an’a Giriş, çev. Süleyman Kalkan,

Ankara, 1998.

WENSINCK, “A.J., Mesânî”, İA, MEB Yay., İstanbul, 1993.

YAZIR, M. Hamdi, Hak Dini Kur’an Dili, İstanbul, 1979.

……Kur’an-ı Kerim ve Meali, Hazırlayan ve notlandıran:

Dücane Cündioğlu, İstanbul, 1993: ’

YILDIRIM, Suat, Kur’an-ı Hakîm ve AçıklamalfMeâli, İstanbul,

1998.

YUSUF ALİ, Abdullah, The Meaning of The Holy Qur’än, U.S.A.,

trs.

ZEBÎDÎ, Muhyiddîn Muhammed Murtazâ; Tâcu’l-Arûs, y.y., trs.

ZECCÂC, Ebû İshak İbrahim b. Seriyy, Meâni’l-Kur’ân ve

İ’râbuh, tahk. Abdülcelîl Abduh Şglebî, Beyrut, trs.

ZEHEBÎ, Muhammed Hüseyin, et-Tefsîr ye’l-Müfessirûn, Beyrut,

trs.

ZEMAHŞERÎ, Mahmud b. Ömer, el-Keşşâf an Hakâiki’t-Tenzîl,

Beyrut, 1977.

ZERKEŞÎ, Bedrüddîn Muhammed b. Abdullah el-Burhân fî Ulûmi’l

Kur’ân, tahk. Muhammed Ebü’l-Fadl İbrahim, Beyrut, trs.


*Ondokuz Mayıs Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü.

[1] Mevcut Kur’an tertibinde 15. sırada, nüzul açısından ise Hz. Osman mushafında 54., İbn Abbas mushafında 51., Ca’fer-i Sâdık’ın mushafında da 53. sırada yer alan Hicr suresi (Bkz. Cerrahoğlu, İsmail, Tefsir Usûlü, Ankara, 1983, s. 86) Mekke döneminde Hz. Peygamber’e ve Müslümanlara yönelik baskıların şiddetlendiği yıllarda muhtemelen İbrâhim suresinin ardından nâzil olmuştur. Surenin tanıtımı ve içeriği hakkında geniş bilgi için bkz. Işık, Emin, “Hicr Suresi”, DİA, İst., 1998, XVII, 456-7.

[2] Râğıb el-İsfehânî, Hüseyin b. Muhammed, el-Müfredât fî Garîbi’l-Kur’ân, İst., 1986, s. 325.

[3] İbn Manzûr, Cemâlüddîn Mükerrem, Lisânü’l-Arab, Kahire, trs., Ill, 1924-25; Fîrûzâbâdî, Mecdüddîn Muhammed b. Ya’kub, el-Kâmûsu’l-Mı:hît, Beyrut, 1987, s. 938-9.

[4] Hadis için bkz. Buhârî, “İman” 31; Muvatta’, “Siyam” 58; Nesâî, "İman” 10; İbn Mâce, “Siyam” l,-‘Edeb”58.

[5] İbnü’l-Esîr, Mecdüddîn el-Mübârek b. Esîrüddîn, en-Nihâye tî Garîbi’I-Hadîs ve’l-Eser, tahk, Tâhir Alımed ez-Zâvî-Mahmud Muhammed ct-.Tanahî, Beyrut, trs., II, 335.

[6] Yazır, Elmalılı M. Hamdi, Hak Dini Kur’an Dili, İst., 1979, V, 3074-75.

[7] Yazır, Hak Dini, V, 3074-5.

[8] Cevheri, İsmail b. Hammad, es-Sıhâh: Tâcu’İ-Luğa, tahk. Ahmed Abdülğafûr Attâr, Beyrut, 1979, VI, 2294. Ayrıca bkz. Ebû Abdillâlı Faiıreddin er-Râzî, Mefâtîhu’l-Gayb, Beyrut, trs., XIX, 207.

[9] Cevheri, Sıhâh, VI, 2293; İbn Manzûr, Lisânü’l-Arab, I, 511; Yazır, Hak Dini, V, 3074-5.

[10] Cevheri, Sıhâh, VI, 2294; İbn Manzûr, Lisânü’l-Arab, I, 514.

[11] İbn Manzur, Lisânü’l-Arab, I, 513.

[12] Cevheri, Sıhâh, VI, 2296.

[13] İbn Manzûr, Lisânü’l-Arab, 1, 517.

[14] Zemahşerî, Mahmûd b. Ömer, el-Keşşaf an Hakâiki’t-Tenzîl, Beyrut, 1977. II, 397.

[15] Bkz. Jeffrey, Arthur, The Foreign Vocabulary of the Qur’ân, Cairo, 1937, s. 257. İslâm Ansiklopedisi’ndeki “Mesânî” maddesini yazan A. J. Wensinck ise, manâsı şüpheli bir tabir şeklinde nitelediği mesânî hakkında Müslüman müfessirler ile müsteşriklerin yukarıdaki görüşlerini özet olarak sunmanın dışında herhangi bir kanâat belirtmemiş; ancak Nöldeke ve Horovitz’in kitaplarına atfen bu tabirin Kur’an dışında Ebü’l-Esved ed-Düelî’nin bir şiirinde de rastlandığını ifade etmiştir. Bkz. Wensinck, A. J., “Mesânî”, İA, MEB yay., İst., 1993, VII, 792-3.

[16] Bkz. M. Fuad Abdülbâkî, Mu’cemü’l-Müfehres li Elfâzi’l-Kur’ân, İst., 1990, “s-b-a” md.

[17] Bakara, 2/29.

[18] Bakara, 2/196.

[19] Bakara, 2/261.

[20] Hicr, 15/44.

[21] Yûsuf, 12/43.

[22] Yûsuf, 12/47-48.

[23] Kehf, 18/22.

[24] İsrâ, 17/44.

[25] Mü’minûn, 23/17

[26] Mü’minûn, 23/86

[27] Lokman, 31/22.

[28] Fussilet, 41/12.

[29] Talak, 65/12; Mülk, 67/12.

[30] Hâkka, 69/7.

[31] Nuh, 71/15.

[32] Nebe’, 78/12.

[33] Ârâf, 7/155.

[34] Tevbe, 9/80.

[35] Hâkka, 69/32.

[36] Bakara, 2/196.

[37] A’râf, 7/115. Bu kullanımla ilgili diğer örnekler için ayrıca bkz. Yûsuf, 12/43, 47, 48; Kehf, 18/22.

[38] Nitekim Zemahşerî, bu temsilî ifadenin artış ve çoğalmaya ilişkin bir betimleme olduğunu söylemektedir. Zemahşerî, el-Keşşâf, I, 393.

[39] Şevkânî, Muhammed b. Ali, Fethu’l-Kadîr, Beyrut, trs., II, 387. Aynı paralelde izahlar için ayrıca bkz. Beğavî, Ebû Muhammed el-Hüseyn b. Mes’ûd, Meâlimü’t-Tenzil, tahk. Hâlid Abdurrahmân el- Akk-Mervân Suvâr, Beyrut, 1995, II, 315; Nesefı, EbıiTBerekât Abdullah b. Ahmed, Tefsîru’n- Nesefî, Beyrut, 1988, II, 138.

[40] İbnü’l-Cevzî, Ebü’l-Ferec Cemâleddîn Abdurrahmân b. Ali, Zâdü’l-Mesîr fî tlmi’t-Tefsîr, Beyrut, 1987. II, 478.

[41] Zemahşerî, el-Keşşâf, II, 205; ayrıca bkz. Ibn Cüzey, Muhammed b. Ahmed, et-Teshîl li Ulûmi’t-.TenzîI, Beyrut, trs., II, 81.

[42] Kurtubî, Ebû Abdillâh Muhammed b. Ahmed, el-Câmi’li Ahkâmi’i-Kur’ân, Beyrut, 1988, VII, 140.

[43] Zemahşerî, el-Keşşâf, IV, 153.

[44] Beğavî, Mealim, IV, 389.

[45] Bu zat, Hz. Musa ve Bilge kul (Hızır) kıssasında (Kehf, 18/60-82) zikri geçen Musa’nın, tsrâiloğulları’na gönderilen Musa olmadığı şeklindeki iddiasından dolayı İbn Abbas tarafından yalanlanmış ve “Allah’ın düşmanı” şeklinde nitelenmiştir. Bkz. İbn Kesîr, Ebü’l-Fidâ Ismâil, Tefsîru’l-Kur’âni’l-Azîın, Beyrut, 1983, III, 92. Bu konuyla ilgili hadis için ayrıca bkz. Buhârî, “İlim” 44, “Enbiyâ” 27, “Tefsir” 18/3; Müslim, “Fezâil” 170; Tirmizî, “Tefsir” 191; İbn Hanbel, el-Müsned, V, 117.

[46] Hasen el-Basrî, bu konuda görüş belirtmekten kaçınmış ve “onun uzunluğunu ancak Allah bilir” demekle yetinmiştir. Beğavî, Mealim, IV, 389.

[47] Beğavî, Mealim, IV, 389; İbn Kesîr, Tefsîr, IV, 416.

[48] Bu yöndeki açıklamalar için bkz. Esed, Muhammed, Kur’an Mesajı: meal-tefsir, çev. Cahit Koytak-Ahmet Ertürk, İst., 1996, II, 520 (33 nolu dipnot).

[49] Esed, Bakara suresi 29. ayette geçen “yedi gök” ifadesi hakkında şunları söylemektedir: “... ‘Yedi Gök’ ibaresine gelince, Arapça kullanımında -diğer semitik dillerde de olduğu gibi- ‘yedi’nin çoğu kez ‘birkaç-birçok’ kelimesiyle eşanlamlı olduğu unutulmamalıdır, (bkz. Lisânu’l-Arab). Tıpkı, ‘yetmiş’ veya ‘yedi yüz’ün de, genellikle, ‘çok’ yahut ‘pek çok’ anlamına geldiği gibi (Tâcu’l-Arûs). ‘Her semâ, kendi altında bulunana nisbetle bir semâdır’ (Râgıb) şeklindeki dilbilimsel tanım ile birlikte ele alındığında, ‘yedi gök’ ifadesinin, kozmik sistemlerin çokluğunun bir işareti olduğu daha iyi anlaşılır.” Esed, Kur’an Mesajı, I, 10 (20 nolu dipnot).

[50] Kurtubî, el-Câmi’, X, 21. Benzer ifadeler ayrıca için bkz. Beğavî, Mealim, III, 51; İbn Kesîr, Tefsîr, II, 552.

[51] Bu konuda geniş bilgi için bkz. Paçacı, Mehmet, “Hadis’te Apokaliptisizm veya Fiten Edebiyatı”, İslâmiyât, Cilt: 1, Sayı: 1, Ankara, 1998, 35-53.

[52] Ebû Dâvud, “Mehdî” 1.

[53] İbn Mâce, “Fiten” 33.

[54] İbn Hanbel, el-Müsned. IV, 14.

[55] İbn Mâce, “Fiten” 33.

[56] İbn Mâce, “Fiten” 34.

[57] Buhârî, “Fiten” 26; İbn Hanbel, el-Müsned, V, 43,47. .

[58] Müslim, “İftitah” 37; İbn Hanbel, el-Müsned, V, 51,114, 122,124, 125, 128

[59] Tirmizî, “Mevâkît” 182.

[60] Buhârî, “Ezan” 36, “Rikâk” 24, “Zekât” 16, “Hudûd" 19; Tirmizî, “Zühd” 53.

[61] İbn Hanbel, el-Müsned, II, 99.

[62] Buhârî, “Vasâyâ”23, “Hudûd” 44; Müslim, “İman” 144.

[63] Dârımî, “Mukaddime” 15.

[64] Ebû Dâvûd, “Cenâiz” 3.

[65] Ebû Dâvûd, “Cenâiz” 49.

[66] Rivayetin değişik versiyonları için bkz. Ebû Şâme, Şihâbuddîn Abdurrahmân b. Ismâil, el- Mürşidû’l-Vecîz ilâ Ulfimin tetealleku bi’I-Kitâbi’l-Azîz, tahk. Tayyar Altıkulaç, Ankara, 1986, s. 77 vd.

[67] Bkz. Zerkeşî, Bedrüddîn Muhammed b. Abdullah, el-Burhân fî Ulûmi’l-Kur’ân, tahk. Muhammed Ebü’l-Fadl İbrahim, Beyrut, trs., I, 212.

[68] Bu konuda bkz. Özler, Mevlüt, tslâm Düşüncesinde 73 Fırka Kavramı, İst., 1996, s. 21-29; Bağdâdî, Ebû Mansûr Abdülkâhir, Mezhepler Arasındaki Farklar, önsöz ve notlarla çev. Ethem Ruhi Fığlalı, Ankara, 1991, (çevirenin önsözü).

[69] Râzi, Mefâtîhu’l-Gayb.

[70] Bazı müsteşrikler “müsânî” kelimesine daha farklı bir anlam yüklemişlerdir. Mesela bkz. Watt, W. Montgomery, Kur’an’a Giriş, çev. Süleyman Kalkan, Ankara, 1998, s. 157-8.

[71] Bu isim, Aynî’de Hüseyin b. Mufaddal şeklinde kaydedilmiştir. Bkz. Aynî, Ebü’s-Senâ Bedrüddîn Muhammed Malımûd b. Ahmed, Umdetü’l-Kârî fî Şerhi Sahîhi’l-Buhârî, Beyrut, trs., XIX, 11.

[72] Âlûsî, Şihâbuddîn Mahmûd, Rûhu’I-Meânî, Beyrut, 1985, XIV, 80.

[73] Vâhidî, Ebü’l-Hasen Ali b. Ahmed, Esbâbü’n-Nüzûl, Beyrut, 1991, s. 159. İbnü’l-Cevzî, Zâdü’l-Mesîr, IV, 413.

[74] Bu rivayetin eleştirisi için bkz. Ateş, Süleyman, Yüce Kur’ân’ın Çağdaş Tefsiri, İst., 1990, V, 79.

[75] Bkz. İbn Kesîr, Tefsîr, II; 557-8.

[76] İbnü’l-Cevzî, Zâdü’l-Mesîr, IV, 379.

[77] Bkz. Vâhidî, Esbâbü’n-Nüzûl, s. 11

[78] Zeccâc, Ebû İshak İbrahim b. Seriyy, Meâni’l-Kur’ân ve İ’râbuh, tahk. Abdülcelîl Abduh Şelebî, Beyrut, trs., II, 185-6; ayrıca bkz. Râzî, Mefâtîhu’1-Gayb, XIX, 210.

[79] Bilmem, Ömer Nasuhi, Kur’an-ı Kerim’in Türkçe Mefil-i Âlîsi, İst., ts.

[80] Doğrul, Ömer Rıza, Kur’an-ı Kerim’in Tercüme ve Tefsiri, İst., trs.

[81] Davudoğlu, Ahmed, Kur’ân-ı Kerim ve Türkçe Meâli, İst., ts.

[82] Sağlam, Bahaeddin, Kur’ân-ı Kerim ve Açıklamalı Meali, İst., trs.

[83] Öztürk, Yaşar Nuri, Kur’an-ı Kerim ve Türkçe Meali, İst., 1998.

[84] Öztürk, Abdülvehhâb, Kur’an-ı Kerim ve Meâli, Ankara, trs.

[85] Eryarsoy, M.Beşir - Ağırakça, Ahmed, Kur’ân-ı Kerîm ve Türkçe Meâli, İst., 1997.

[86] Esed, Kur’an Mesajı, İst., 1996.

[87] Pickthall, Marmaduke, The Glorious Qur’an, y.y., trs.

[88] Yusuf Ali, Abdullah, The Meaning of the Holy Qur’ân, U.S.A., trs.

[89] Kurtubî, el-Câmi’, X, 36.

[90] Taberî, Muhammed b. Cerîr, Câmiu’l-Beyân an Te’vüi Âyi’l-Kur’ân, Beyrut, 1988, XIV, 54-57.

[91] İbnü’l-Cevzî, Zâdu’l-Mesîr, IV, 413.

[92] Bu konuda nakledilen hadislerin büyük bir kısmı, Ebû Hureyre kanalıyla gelmektedir. Bkz. Taberî, Câmiu’l-Beyân, XIV, 58-9; ibn Kesîr, Tefsîr, I, 9-10.

[93] Buhârî, “Tefsir” 1. Bu hadisin rivayet zincirinde Müsedded, Yahyâ b. Saîd, Şu’be, Hubeyb b. Abdurrahmân, Hafs b. Âsim ve Ebû Said b. Muallâ yer almaktadır. Ayrıca bkz. İbn Hanbel, el- Müsned, IV, 211.

[94] İbn Hanbel, el-Müsned, V, 114. Bu hadisin rivayet zincirinde, Abdullah, Ebû Ma’mer, Ebû Üsâme, Abdülhumeyd b. Ca’fer, el-A’lâ Abdurrahmân, el-A’lâ’nın babası, Ebû Hureyre ve Uby b. Ka’b yer almaktadır.

[95] Tirmizî, “Fezâilü’l-Kur’ân” 1. Bu hadisin rivayet zincirinde ise Kuteybe, Abdülazîz b. Muhammed, el-A’lâ b. Abdurrahmân, el-A’lâ’ın babası ve Ebû Hureyre yer almaktadır. Hadisin diğer sahih hadis mecmualarındaki varyantları için bkz. Buhârî, “Fezâilü’l-Kur’ân” 9; Mâlik b. Enes, Muvatta’, “Salât” 8; Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, V, 114.

[96] Taberî, Câmiul’l-Beyân, XIV, 53 55.

[97] Kurtubî, el-Câmi’, X, 36. İbnü’l-Cevzî, yedinci surenin hangisi olduğu konusunda üç ayır görüş nakletmekte ve Saîd b. Cübeyr’e göre bu sure “Yûunus”, Ebû Mâlik’e göre “Tevbe”, bir grup alime göre ise yukarıda da ifade edildiği gibi, hem “Tevbe” ve hem de “Enfal” suresidir. Bkz. İbnü’l-Cevzî, Zâdü’l-Mesîr, IV, 414.

[98] İbn Hanbel, el-Müsned, V, 114. Bu hadisin rivayet zincirinde, Abdullah, Ebû Ma’mer, Ebû Üsâme, Abdülhumeyd b. Ca’fer, el-A’lâ Abdurrahmân, el-A’lâ’nın babası, Ebû Hureyre ve Uby b. Ka’b yer almaktadır.

[99] Kurtubî, el-Câmi’, X, 37.

[100] Râzî, Mefâtîhu’l-Gayb, XIX, 208.

[101] Kurtubî, el-Câmi’, X, 37.

[102] İbn Kesîr, Tefsir, II, 557.

[103] Fahreddîn er-Râzî, Mefâtîhu’l-Gayb, XIX, 209.

[104] Razi, Mefâtîhu’l-Gayb, XIX, 209.

[105] Taberî, Câmiu’l-Beyân, XIV, 57-8; Kurtubî, el-Câmi’, X, 37.

[106] Taberî, Câmiu’l-Beyân, XIV, 57.

[107] Yazır, sözlerine devamla “Haddi zatında bunun Kur’andan maada olarak hasâısı Celilei Muhammediyyeden olan yedi mu’cizeye işaret olması ihtimali yok değildir” demek suretiyle bu konuda oldukça farklı bir yaklaşım ortaya koymaktadır. Yazır, Hak Dini, V, 3075.

[108] Râzî, Mefâtîhu’1-Gayb, XIX, 209.

[109] Râzî, Mefâtîhu’l-Gayb, XIX, 207-8.

[110] Zehebî, Muhammed Hüseyin, et-Tefsîr ve’l-Müfessirûn, Beyrut, trs., I, 58.

[111] Buhârî, “Fezailü’l-Kur’ân” 8.

[112] İlk dört görüş için bkz. İbnü’l-Cevzî, Zâdü’l-Mesîr, IV, 415.

[113] Râzî, Mefâtîhu’l-Gayb, XIX, 209.

[114] Taberî, Câmiu’l-Beyân, XIV, 57; Kurtubî, el-Câmi’, X, 37; İbnü’l-Cevzî, Zâdü’l-Mesîr, IV, 414.

[115] Kurtubî, el-Câmi’, X, 37.

[116] Ebû Hayyân el-Endelüsî, el-Bahru’l-Muhît, Riyad, tıs., V, 465.

[117] Kurtubî, el-Câmi’, X, 37.

[118] Taberî, Câmiu’l-Beyân, XIV, 57-8.

[119] Taberî, Câmiu’l-Beyân, XIV, 59.

[120] İbn Kesir, Tefsîr, II, 557.

[121] Suyûtî, Celâleddîn Abdurrahmân, el-İtkân fî Ulûmi’l-Kur’ân, Beyrut,trs.,

I, 71.

[122] İbnü’l-Cevzî, Zâdü’l-Mesîr, IV, 413.

[123] Râzî, Mefâtîhu’l-Gayb, XIX, 207.

[124] Râzî, Mefâtîhu’l-Gayb, XIX, 2207. Beğavî’de yer alan kayda göre ise, bu sure hem Mekke’de ve hem de Medine’de yetmiş bin melek eşliğinde inmiştir. Bkz. Beğavî, Mealim, III, 57.

[125] İbnü’l-Cevzî, Zâdü’l-Mesîr, IV, 414. Âlûsî bu görüşün Hasen-i Basrî’ye atfedildiğini kaydetmektedir. Âlûsî, Rûhu’l-Meânî, XIV, 79.

[126] Vahidî, Esbâbü’n-Nüzûl, s. 11. Bu bağlamda, nüzulü tekerrür ettiği söylenen Fatiha suresi hakkında serdedilen rivayetlere de kısaca değinmekte fayda görüyoruz. Zira, bu surenin biri Mekke’de diğeri de Medine döneminde, yahut önce Mekke’de namazın farz kılındığı esnada, sonra da Medine’de kıblenin tahvili sırasmda olmak üzere iki defa nazil olduğuna ilişkin görüş pek makul gözükmemektedir. Zaten müfessirlerin ekseriyeti de bu görüşe itibar etmemiştir. Bu görüşün, hemen bütün tefsirlerde “kîle=denildi” ifadesiyle aktarılmış olması, bunun en somut göstergesidir. (Mesela bkz. Beğavi, Mealim, I, 37; Zemahşerî, el-Keşşâf, I, 23; Şevkânî, Fethu’l-Kadîr, 1, 15). Bunun daha somut bir başka göstergesi de beş vakit namazın Mekke döneminde farz kılınmış olmasıdır. Hz. Peygamber’in, “Fatiha suresi (Fatihatü’l-Kitâb) okunmadıkça hiçbir namaz sahih olmaz” mealindeki hadisinin gereği olarak, farz kılındığı günden itibaren namazlarda Fatiha suresi okunmaktadır. (Bkz. Kurtubî, el-Câmi’, I, 82; Yazır, Hak Dini, I, 7) Aksi düşünüldüğü takdirde, Vâhidî’nin de belirttiği gibi, Hz. Peygamber’in Mekke’de ikamet ettiği on küsur yıllık zaman zarfında namazlarını Fatih’sız kıldığı şeklinde bir sonuca varılmaktadır ki, bu da akim kabul edebileceği bir şey değildir. (Bkz. Vâhidî, Esbâbü’n- Nüzûl, s. 10) Ayrıca kaynaklarda Hz. Ali’nin, “Fatihatü’l-Kitâb arşın altındaki bir hâzineden Mekke’de nazil oldu” şeklinde nakledilen sözü de Fâtiha’nın Mekke’de indiğini göstermektedir. (Bkz. Vâhidî, a.g.e., s. 10) Bütün bu göstergeler, Fatiha’nın Medine’de indiğini ifade eden rivayetlerin pek sağlıklı olmadığına işaret etmekte, dolayısıyla bazı alimleri nüzulün tekrar ettiğini söylemeye sevk eden rivayetler arasındaki çelişki de böylece ortadan kalkmış olmaktadır. Öte yandan, İbn Kesir, surenin ilk kısmının Mekke’de indiğini, son kısmının da Medine’de indiğini söyleyen Ebü’l-Leys Semerkandî’nin bu görüşünü son derece tuhaf olarak nitelemektedir. Bkz. İbn Kesîr, Tefsîr, I, 8; ayrıca bkz. Alûsî, Rûhu’l-Meânî, 1, 33. Aynı şeklide Reşid Rıza da Fatiha suresinin iki kere indiğini savunan görüşün hiçbir değer taşımadığını (leyse bi şey’) ifade etmektedir. Bkz. Reşid Rıza, Muhammed, Tefsîru’l-Menâr, Kahire, 1990,1, 29.

[127] Suyûtî, el’İtkân, I, 71.

[128] Suyûtî, el’İtkân, I, 71.

[129] Suyûtî, el’İtkân, I, 71.

[130] İbnü’l-Cevzî, Zâdü’l-Mesîr, IV, 413.

[131] Suyûtî, el’İtkân, I, 71.

[132] Suyûtî, el-İtkân, I, 71.

[133] Beğavî, Mealim, III, 57; İbnü’l-Cevzî, Zâdü’l-Mesîr, IV, 413.

[134] İbnü’l-Cevzî, Zâdü’l-Mesîr, IV, 413.

[135] İbnü’l-Cevzî, Zâdü’l-Mesîr, IV, 414; Âlûsî, Rûhu’l-Meânî, XIV, 79.

[136] Yazır, Hak Dini, V, 3067.

--------------------------------------------------------------

SABIR GEREKİR !

Hayat baştan sona mücâdeledir,
Güçlüklere karşı sabır gerekir...
Roller hep biçilmiş müsâmeredir;
Herbir rolde azim, sabır gerekir...

Kur’an’da, bu sabrın yeri doruklar,
Sabırla hallolur ekşi koruklar;
Yıldırmasın aslâ bizi zorluklar!..
Güçlüklere karşı sabır gerekir.

İhtiyat-tedbiri önceden alın,
Maksada götüren yolları bulun...
Her zaman azimli, sabırlı olun;
Güçlüklere karşı sabır gerekir.

Âkil insan, önce tedbir alandır,
Asıl yiğit, öfkesini yenendir...
Musîbet ânında üstün gelendir;
Güçlüklere karşı sabır gerekir.

Din gününde, bütün kullar dirilir,
Günah-sevap hesapları görülür!..
Sabrın ecri, hiç hesapsız verilir;
Güçlüklere karşı sabır gerekir.

Asır Sûresinde yemin edilmiş!..
İnsanoğlu ziyandadır denilmiş!.
İmân, amel, sabır, hak medhedilmiş;
Güçlüklere karşı sabır gerekir.

Hiddet, öfke, nefret, nefis-şeytandan!
Sabır ve teennî, Rahîm-Rahmân’dan...
Dileriz yardımı Yüce Mennân’dan;
Güçlüklere karşı sabır gerekir.

Alaattin KOÇAK


SABIRIDIR TAVSİYEMİZ
Allah sabredenlerle beraberdir" müjdesi
Hak yolcusu erlerin ümidi, güvencesi...
Sarsılmadı o erler belâ fırtınasında
Sabretmekle bulundu her güçlüğün çâresi

Sabır ile güçlendi azim, irade, sebat
İnsan sabırla dimdik, onunla buldu hayat
Kim ona muhtaç olmaz varolma kavgasında?
Sabır zafer kazanan o bükülmez kol, kanat

Sabır, sebat oldukça nedir binbir müsîbet?
Kapanır her bir yara Haktan, gelir inâyet
En güzel örnek bize nebilerle,. velîler
Nice kıssalar mevcut Kur’an’da âyet âyet

Cahit KOCA