Makale

Hz. PEYGAMBER’İN TEFSİRİNİN TEMEL NİTELİKLERİ

Hz. PEYGAMBER’İN TEFSİRİNİN TEMEL NİTELİKLERİ

Yrd. Doç. Dr. Yunus EKİN*

GİRİŞ

Tefsir ilminin öncelikle iki temel kaynağı vardır. Birincisi Kur’an’ın bizzat kendisi, İkincisi ise Resûlullah (s.a.v.)’ın tefsirini meydana getiren hadisleridir. Hz. Peygamber’in tefsirinin anlaşılması, hadis-i şerifin dindeki konumuyla irtibatlı olduğundan konunun zorluğu ortadadır. Zira dinin iki temel kaynağı Kitap ve Sünnet arasındaki ilişkinin ve birbirlerine nisbetle konumlarının tesbiti ve tayini meselesi çokça tartışılan konulardan biridir. Bu çalışmada, imkan ölçüsünde, Hz. Peygamber’in Kur’an tefsirinin temel bazı hususiyetleri üzerinde durulacak, Hz. Peygambere isnad edilen mevcut tefsir rivayetleriyle ilgili bazı tasniflere gidilmek suretiyle konu açıklanmaya gayret edilecektir.

Hz. Peygamber’in dinî konumuna açıklık getiren âyetler incelendiğinde, bir kısmında O’na itaat, Allah’a itaatle beraber zikredilmekte, hatta Resûlullah’a itaat, Allah’ın sevgisine, mağfiretine ve ahiret saadetine kavuşmayı, aksi durum ise inkar ve ebedî azabı netice veren bir tavır olarak açıklanmaktadır.[1] Yine bazı âyetlerde, Resûlullah’a itaat emredilmekte, O’nun verdiği hüküm karşısında izhar edilecek bir burukluğun imanla telif edilemeyeceği, enbiyâya itaatin, onların gönderiliş gaye ve hikmetlerinden olduğu vurgulanmaktadır.[2] Diğer bir takım âyetlerde ise müslümanlar arasında çıkan anlaşmazlıkların çözümü için meselenin Allah’a ve Resûlü’ne götürülmesi emredilmekte, Hz. Peygamber’in insanlar için örnek bir şahsiyet olduğu beyan edilmektedir.[3] Bütün bu âyetlerde Allah Resulüne itaatle Kur’an’ın kastedildiği veya Hz. Peygamber’e itaatin bizzat şahsına ve sağlığında yapılması emredilen bir hüküm olduğu iddia edilemez. Zaman itibarıyla sadece hayatta olduğu dönemin kastedilmiş olduğu da düşünülmemelidir. Çünkü Kur’an âyetleri her asırdaki müslümana hitap etmektedir. Durum böyle olunca asr-ı saâdeti idrak edemeyen müslümanlar için Hz. Peygamber’e itaat bizzat şahsına olamayacağına göre ancak Onun sünnetine ittiba edilmek suretiyle bir anlam ifade eder.[4]

İbn Kuteybe’nin de belirttiği gibi, Hz. Peygamber’in tefsirinin bir kısmı vahye dayanmaktadır. Diğer bir kısmının kaynağı ise, Resûlullah’in içtihadıdır.[5] Nitekim bazı hadîslerin, “ben şunlarla emredildim” veya “Cibril bana geldi ve şunları söyledi...”[6] tarzında bir üslupla başlaması buna işaret etmektedir. Ancak böyle bir girizgah her hadis için söz konusu olmadığı gibi ekser hadîsler de bu şekilde bir kayıt bulunmaz. Hadîslerin kaynağını, vahy ve içtihad olarak açıklayan Şah Veliyyullah ed-Dehlevî, Hadîsin hangi maksatla söylendiği hususu veya hedef açısından temel niteliğini ise, tebliğle ilgili olanlar ve tebliğle ilgili olmayanlar olmak üzere iki gruba ayırmak suretiyle izah etmektedir. Tebliğle ilgili olanlara, âhiret, gayb ve kısmen ibadetlerle ilgili birtakım kaideleri ihtiva eden hadîsler girerken; diğer guruba ise tıp ve benzeri tecrübeye dayalı konuları ve Hz. Peygamber’in âdetlerini ihtiva eden hadîsler dahil olmaktadır.[7]

Kur’an-ı Kerîm’de, kitap verilmeden önce kendilerine vahiy gelen Hz. Musa gibi Resullerin ve kendilerine kitap indirilmeyen nebîlerin kıssaları, vahyin sadece Kitapla sınırlı olmadığını yani sünnetin de kısmen vahiy kaynaklı olabileceğini destekleyen hususlardır. Resûlullah’ın bazı olaylar ve kararları sebebiyle âyetlerle ikaz edildiği bilinen bir husustur. Hz. Peygamber’in dinî nitelikteki söz, fiil ve takrirleri şayet diğer hâdiselerdeki gibi âyetlerle tashih ve ikaz edilmemiş ve vahyin bir ne’vi takririne muhatap olmuşsa bu onların tasvip edildikleri anlamına gelir. Üstelik Hz. Peygamber’e Kur’an vahyinin dışında vahiy geldiğine işaret eden ayetler de vardır.[8]

“Zikri biz indirdik ve O’nu biz koruyacağız”[9] meâlindeki bu âyette belirtilen “zikrin korunması”, sadece Kur’ân lafızlarının tahrîf ve tağyîrden uzak kalması şeklinde algılanmamalıdır. Malumdur ki, Kur’ân denilince hem lafız hem de mana akla gelir. Kur’ân’ın lafız ve mana olarak korunması ise müstakim bir tefsir çizgisinin varlığıyla, âyetlerin doğru olarak anlaşılmasının sağlanmasıyla mümkündür. Tabiî olarak da bu sahih tefsir âyetin, âyetle tefsirinden sonra Sünnet’le tefsiridir. Kur’an-ı Kerim’in bazı emirlerini yerine getirmek Hz. Peygamber’in beyanlarını bilmekle mümkündür. Bu durumda Kur’an’ın korunması sünnetin korunmasını gerektirir. Aksi halde Kur’an’ın o hükümleri amel edilemez bir duruma düşerler ve Kur’an’ın korunmuş olmasının fazla bir manası da kalmayabilir. Bu sebeple, mana rivayetiyle de olsa, müslümanlar sünneti korumaya muvaffak kılınarak sünnet’in korunması sağlanmıştır. Zaten Allah Resulü’nün görevlerinden biri de Kur’ân’ın tebliği yanında doğru anlaşılıp uygulanmasını sağlamaktı. Sahâbeden İmran b. Husayn’in sünneti dışlayan birisini ikazıyla ilgili şu hâdise de bu hususu teyit etmektedir: İmran (r.a.) bir mecliste Peygamberimiz’in sünnetinden bahsederken kendisine adamın biri, “Bize Kur’ân’dan bahset!” deyiverir. Bunun üzerine İmran, “sen ve arkadaşlarınız Kur’an’ı okuyorsunuz. Bana namazdan, içindekilerden, ve onun sınırlarından bahsedebilir misin? Bana altın, deve, sığır ve muhtelif malların zekatından bahsedebilir misin? Fakat sen yokken ben (bunların açıklamalarına) şahid olmuştum. Hz. Peygamber bize zekat hususunda şöyle şöyle farz kıldı” demek suretiyle o adamı ikaz eder.[10]

Hz. Peygamber’in Kur’an’ı tefsir etmekle mükellef olduğunu gösteren, “Biz sana da zikri indirdik ki insanlara kendilerine indirileni açıkça anlatasın ve insanlar da iyice fikirlerini kullansınlar”[11] meâlindeki bu âyette, Hz. Peygamber’e, insanlara indirilen ilahî mesajın açıklanması maksadıyla “zikr” indirildiği anlatılmaktadır. Âyette geçen “zikr” kelimesinin şumûlüne Kur’an’la beraber, Sünnetin de girdiğini ve hem âyetin âyetle, hem de âyetin sünnetle tefsirinin melhuz olduğu belirtilmektedir.[12] Ayrıca Kur’an’da “zikr” teriminin kullanımına bakıldığında, Tevrat, Hz. Peygamber, Kur’an ve risalet gibi vahiy merkezli anlamların yüklendiği görülmektedir.[13]

Bütün bunlardan anlaşılacağı üzere Hz. Peygamber, Kur’an’ın yalnızca bir mübelliği değil aynı zamanda O’nun açıklayıcısıdır ve bu açıklamanın mahiyeti, Kur’ân’ın mücmel âyetlerini tafsil, umumi hükümlerini tahsis, müşkilini tavzih, neshe delâlet etme, müphem olanı açıklama garip kelimeleri beyan etme, tavsif ve tasvir ederek müşahhas hale getirme, edebî incelikleri ihtiva eden âyetlerin maksudunu bildirme gibi belli başlı hususlar şeklinde özetlenebilir”.[14]

Sünnetle sabit bir beyanın verdiği bilginin değeri hususunda İslâm âlimleri sünneti, mütevâtir ve âhâd diye tasnif ederek kesin bilgi ifade eden ve etmeyen ayrımına gitmişlerdir. Mütevâtir sünnetin yakîn yani kesin bilgi ifade ettiği belirtilirken, haber-i vahidler ise, Hanefilere, Şafiîlere ve Malikîlere göre, zannî ilim ifade ederler. Ahmed b. Hanbel’e göre ise kesin bilgi ifade ettiğini belirtmektedir.[15] Yine eş-Şevkânî, M.Zâhid el-Kevserî gibi bazı alimlere göre ise haber-i vâhidler bir takım karineler ve şartlar dâhilinde ilim ifade ederler.[16] Haber-i vâhidlerle amel edilmesi hususunda ise, bazı şartlar ileri sürülse de ittifak olduğu söylenebilir.[17]

Hz. Peygamber’in Tefsirinin Bağlayıcı niteliği

Peygamberimizin bu kısma dahil olan beyan ve tefsirleri, ümmetten hiçbir kimsenin üzerinde söz söyleyemeyeceği açıklamalarıdır ki bunlar daha ziyade O’nun gaybî hususlara, ibadât, muamelât ve ukubâtla ilgili pratiğe ait konulara, medlülleri anlaşılamayan bazı ifadelere dair beyanlarıdır. Cennet ve cehennem ahvali ile ilgili Kur’ân âyetlerini açıklaması, kabir azabıyla, geçmiş peygamberlerin ve kavimlerinin başlarından geçmiş olaylarla ilgili, sahabe dahil ümmetin alimleri tarafından bilinemeyecek türden beyanları bu kabildendir. Yine, Peygamber (s.a.v.)’in beyanı olmaksızın, “es-Salâtü’l-vustâ” ve “es-Seb’u’l-mesânî” gibi tabirlerin anlaşılması zor belki de imkansızdır.[18] Bu konuyu doktora çalışması olarak inceleyen Suat Yıldırım’m vardığı sonuç olarak zikrettiği şu ifadeleri de bu meselede önemlidir: “Kur’ân’ı tefsir etmek isteyen her şahıs diğer şartlarıyla birlikte ilk planda sahih bir surette Peygamberimiz’den rivayet edilen tefsirlere vakıf olmak ve bunlardan kat’î olarak tahdid ifade edenlerin hududunda durmak mecburiyetindedir.”[19] “Kat’î olarak tahdid ifade edenler” kaydıyla sünnetin tefsirdeki bağlayıcı veya sınırlayıcı kısmına değinmektedir. Sünnetin bağlayıcı niteliği, “Allah ve Rasulü bir şeye hükmettiği zaman, inanan erkek ve kadına artık işlerinde başka bir yolu seçmek yaraşmaz.”[20] meâlindeki âyette de vurgulanmaktadır. Yine Hz. Ali’nin, mestlerin üstünün meshedilmesi mevzusunda söylemiş olduğu şu sözleri de meseleyi izah etmekte ve desteklemektedir: “Rasulullah’ı mestlerin üstüne meshederken görmeseydim onların altını meshetmek isterdim.”[21] Onun bu yaklaşımı sünnete teslim olmanın ve sünnetin olduğu yerde içtihada tevessül edilmeyeceğinin bir başka delilidir.

Âyetin anlamını tesbitte belirleyici özellikteki bu tür beyanlara örnek olarak Namazla ilgili âyetleri açıklayan hadisler zikredilebilir: Namazla ilgili âyetler, genel olarak, namazın bazı vakitlerinin beyanı, daha önceki ümmetlere de emredildiği, kişiyi günahlardan alıkoyup iyiliğe yönlendirmesi gibi hususları içermektedir.[22] Halbuki Resûlullah’ın beyanları, namazın kılınış keyfiyeti, rekatlarının sayısı, her rüknünde okunacak âyet ve duaları, tafsili olarak namaz vakitleri, hiçbir namazın kılınmadığı vakitler, Cum’a, cenaze ve bayram namazlarının kılınış şekli gibi detayları ihtiva etmektedir.[23] Peygamber Efendimiz “beni namaz kılarken gördüğünüz üzere namazınızı kılın.”[24] buyurmuştur. Hz. Âişe validemiz Resûlullah’ın namazını şöyle tarif eder: “Resûlullah (sav) namaza tekbirle başlar ve “Fatiha’yı okur, Rükû yaparken başını iyice eğmediği gibi tam doğrulmazdı da; ikisinin arasında bir durumda dururdu. Rukûdan kalktığında tamamen doğrulmadıkça secdeye gitmezdi. Secdeden başını kaldırdığında tam oturmadıkça ikinci kez secdeye varmazdı. Her iki rekatta “et-Tehiyyâtü” duasını okurdu. Oturduğunda sağ ayağını diker, sol ayağını ise yatırırdı. Köpeklerin oturuşunu ve kişinin vahşi hayanlar gibi dirseklerini kollarıyla yaymasını nehyederdi, namazını selamla sona erdirirdi.”[25] Yine Kur’an’da namaz esnasında okunacak kıraata değinilen âyette “Artık, Kur’an’dan kolayınıza geleni okuyun..”[26] buyurulmuş, Peygamber efendimiz bir rivayette “Fatihayı okumayanın namazı yoktur,” diğer bir rivayette de “Fatiha okunmayan namaz eksiktir”[27] buyurmak suretiyle yukarıdaki âyette zikredilen kıraati açıklamış ve tahsis etmiştir. Yine “Beyaz iplik siyah iplikten sizin için ayırt edilinceye kadar...”[28] âyetindeki beyaz ve siyah iplikten maksadın gündüzün aydınlığı ile gecenin karanlığı olduğunu belirten hadisler,[29] “Altını ve gümüşü biriktirip yığanlar...”[30] âyetindeki “kenz” den maksadın zekatı verilmeyen mallar olduğunu açıklayan hadisler,[31] bu kabil beyanlar âyetin anlamını tesbitte belirleyici nitelikteki beyanlardır.

Peygamberimizin, gaybî hususlar, kâinatın yaratılışı ve geçmiş milletlerle ilgili olaylar, cennet ve cehennemin ahvali gibi konuları ihtiva eden tefsirleri de bağlayıcı özellik taşır. Nitekim bu konularda vahyin dışında bir kaynak yoktur. Zira bu alan akılla ya da beşerin kesbiyle ulaşılacak bir bilgi alanı değildir. Hz. Peygamber her âyeti tefsir etmediği gibi kendisine isnad edilen tefsir rivayetleri de rivayet geleneğine kıyas edildiğinde azdır. Bununla beraber haber-i vahidlerin zan ifade ettiği ileri sürülerek Allah Rasülü’nün bu yolla sabit tefsirlerini bir tarafa koymak acele verilmiş bir karar olsa gerektir. Her ne kadar itikadî konularda haber-i vahidlere farklı yaklaşımlar varsa da, bazı şartlar ve karinelerle bu kabil nebevî beyanları, Kur’an’ı yorumlayanların göz önünde bulundurmasında fayda vardır. Bu konuya dair birkaç misal verelim: “O gün huzura alınırsınız; size ait hiçbir sır gizli kalmaz”[32] âyetini beyan makamında Hz. Peygamber’in şu sözleri de bir başka örneği teşkil eder: “insanlar kıyamet günü Allah’a üç kere arz olunur. Bu arzların ikisi, cidal ve i’tizarlardır. Üçüncüsüne gelince, işte o zaman sahifeler ellerde uçuşur, kimi sağından alır kimi solundan.”[33] Yine “Allah iman edenlere dünya hayatında da ahitte de o sabit sözde daima sebat ihsan eder.”[34] mealindeki bu ayet ilgili olarak Hz. Peygamber, “Bu âyet kabir azabı hakkında nazil olmuştur. Kabirde ölüye “Rabbin kimdir” diye sorulur. O da “Rabbim Allah, Peygamberim Muhammed’dir” dediğini belirttikten sonra bu ifadenin âyette geçen “sabit sözün” medlûlü olduğunu beyan eder.[35]

Hz. Peygamber’in Tefsirinin Yönlendirici Niteliği

Peygamberimiz (sas)’in bir kısım tefsirleri de Kur’ân’ın bazı âyetlerinin verdiği mesajı teyit edici, mana katmanlarının çerçevesine işaretler ihtiva eden yönlendirici açıklamaları olup âyetin mana ve yorumunu sınırlayıcı değildir. Bilindiği üzere Hz. Peygamber’in muhatapları bilgi, kavrayış ve zeka derecesi bakımından farklılık gösteriyordu. O, muhatabın durumuna göre bazen ayetin lazımını, bazen semeresini gösterir tarzda bazen de âyetteki kelimelerin sıfatlarını belirtme, âyetlerde anlatılanların tasvir edilerek müşahhaslaştırılması şeklinde açıklamalarda bulunmuştur.[36] Gerek âyetin âyetle ve sünnetle tefsirinde gerekse İslâm âlimlerinin yorumlarında Allah Rasülünün tefsirinin bir kısmının yönlendirici olduğuna dair deliller ve işaretler vardır:

“Lut’a da hüküm ve ilim verdik. O’nu çirkin işler (el-habâis) yapan kasabadan kurtardık.[37] mealindeki âyette geçen “el-habâis” kelimesi kötü, bayağı işler anlamına gelmektedir. Âyet-i kerimede Lut kavminin işledikleri kötülüklerden söz edilmektedir. Burada “habâis” genel olarak anlatılmakta kelimenin kapsamına girenlerin bazıları başka âyetlerde belirtilmektedir. Bunlar, kadınları bırakıp erkeklerle ilişki kurma, yol kesme, toplantılarda edepsizlik yapma[38], Allah’ın Elçisini yalanlama ve ana yurdundan çıkarma tehdidinde bulunma[39] gibi fena işlerdir. Ancak bunlar “habâis”in şumûlüna giren birkaç husustur[40]. Görüldüğü üzere ne Ankebut 29 ne de Şuara 167. âyetler, tek başlarına, zikredilen kavramın anlam alanını tamamen sınırlayıcı bir açıklama ihtiva etmemektedirler.

Hz. Peygamber bir rivayette, Bakara 143’te[41] anlatılan, Ümmet-i Muhammed’in, diğer insanlara şahitlik yapma hadisesinin Kıyamet günü meydana geleceğini bildirir[42]. Yine aynı âyetin tefsiri hakkında Ebu Hureyre (r.a.) şu hadisi nakletmektedir: “Allah Rasulü ile bir cenazeye gittik. Cenaze namazını kılınca cemaat ölü için “ne iyi adamdı” deyince Rasulullah “vacip oldu” dedi. Sonra yine beraberce başka bir cenazeye gittik, meyyitin namazını kıldıktan sonra cemaat bu kez “ne kötü adamdı” deyince Resulullah yine “vacip oldu” dedi. Bunun üzerine Ubeyy b.Ka’b kalkarak “Ya Rasulullah vacip oldu demekle neyi kastediyordunuz.” Diye sordu. Cevaben; Hz. Peygamber bunun manası Allah’ın şu sözüdür deyip Bakara 143. ayetinin “... İnsanlar üzerinde şahitler olasınız diye...” kısmını okudu[43].” Birinci hadiste müslümanların ahretteki şahadetlerinin, ikinci hadiste ise dünyadaki şahadetlerinin muteber olduğu bildirilmekte ve böylece hadisler âyetin birbirine zıt olmayan farklı yönlerini ifade etmiş olmaktadır. Yine Burûc 3. ayetindeki “meşhûd” kelimesinin anlamı için “kıyamet günü” ve “arefe günü” şeklinde iki açıklama Rasûlüllah’tan nakledilmektedir.[44]

Bu konuya ışık tutucu diğer bir misal de şudur: Fâtiha Sûresindeki “sırat-ı müstakim” ifadesini, Hz. Peygamber (sav), bir rivayette “İslâm”, diğer bir rivayette ise “Kur’ân” olarak izah etmektedir. Bu durum bir tezat değil bilakis “sırat-ı müstakim” teriminin şumulüne ve değişik sıfatlarına işaret edilmesi anlamına gelmektedir.[45]

Müfessir İbn Âşur (v.1973), tefsirine yazdığı mukaddimede Kur’ân âyetlerinin geniş bir mana yelpazesine sahip olduğunu belirttikten sonra Hz. Peygamber’den nakledilen tefsir rivayetleri için de şu açıklamaları yapmaktadır: “Allah Rasulü’nün bazı beyanları âyetten çıkarılacak nihâi ve tek mânâ olmayıp aksine, âyetlerin anlam çerçevesindeki genişliğe dikkatlerimizi çeken açıklamalardır”[46]. Bu görüşünü izah sadedinde şu hadis-i şerifi zikretmekte devamında da konuyla ilgili tahlillerini yapmaktadır: İlki Ebû Saîd b. Muallâ’dan rivayet edilen şu hadistir: “Ben namaz kılarken Allah Rasulü beni çağırmış, ben de namazda olduğum için cevap verememiştim. Daha sonra yanına vardığımda “Niçin çağırdığımda cevap vermedin.” Diye sorunca cevaben namazda, olduğumu söylemiştim. Bunun üzerine Hz. Peygamber, Allah’ın “Allah ve Rasulü sizi çağırdığında icabet edin”[47] diye buyurduğunu duymadın mı” şeklinde bana mukabele etmişti.[48] Âyette zikredilen “icabet” kavramıyla imtisal, ‘davet edilen şey’le de hidayetin kastedildiği ilk bakışta anlaşılmaktadır. Ayrıca ayetteki “deâküm” fiili “limâ yuhyîküm” müteallakıdır. Hz. Peygamber bu anlamların yanında başka bir mananın da düşünülebileceğini göstererek hadîste geçen “icabet” kelimesine luğavî manasını yüklemiş ve müteallaktan kat-i nazar ederek kelimeyi hakîkî manasında kullanmıştır[49] ki âyetin anlamındaki genişliğe ve tefsirindeki esnekliğe işaret etmesi açısından mühimdir.

Buraya kadar yapılan değerlendirme ve misallerle Resulullah’ın âyetlere getirdiği tefsiriyle (sünnetiyle) Kur’an tefsirini dondurmadığını, bazı beyanlarının tamamen yönlendiren, örnek teşkil eden ve ufuk açan açıklamalar kabilinden olduğu vurgulanmaya gayret edilmiştir.

Bu çerçevede bazı tefsir rivayetlerini değerlendirelim: Fâtiha Sûresi’nin sonundaki “gazaba uğrayanlar” ve “sapıklar” kavramlarını Hz. Paygamber “Yahudiler” ve “Hıristiyanlar”[50] olarak açıklamıştır. Yukarıdaki bakış açısıyla bu hadîs-i şerif değerlendirildiğinde, âyetin yegane anlamı olarak anlaşılamaz. Zira Hz. Peygamberin bu beyanı, umum ifade eden bir lafzın şumûlüne girenlerden bir kısmını açıklama veya örneklendirme kabilindendir. Bunun anlamı ise şu olmalıdır: “Gazaba uğrayanlar” ve “sapıklar” hadîste zikredilenlerden ibaret değildir. Ancak bu vasıfları üstünde taşıyan topluluklar için en yerinde misal de Yahudiler ve Hıristiyanlardır.[51]

Peygamberimiz bir başka hadîsinde ise, Enfal (8/60) âyetteki “kuvvet” terimini tefsir kabilinden “Dikkat edin kuvvet atmaktır.” Şeklinde tefsir etmiş ve bunu üç kez tekrarlamıştır. Resûlullah’ın “kuvveti” atmak olarak tefsiri, zikredilen kelimenin yegane yorumu olarak algılanamaz; çünkü bu yorum kuvvetin nevilerinden en belirgin ve önemlisine dikkat çekmek maksadına ma’tuf olarak değerlendirilebilir.[52]

Netice olarak, Resûlullah’ın tefsiri, Kur’an’ın anlaşılması ve açıklanmasında kendisinden hiçbir zaman müstağni kalınamayacak temel bir kaynak ve örnek bir tefsirdir. Şu veya bu hadis vahye dayanmaktan ziyade, genel ve ilke bazında kısmen vahye kısmen de Resulullah’ın içtihadına dayınır. Mütevatir olanlar kesin bilgi ifade ederken, âhad olanlar zannî bilgi ifade ederler. Bunların yanında, Resûlullah’ın tefsiri âyetleri tahsis, tafsil ve takyid ederek, Kur’an tefsirini şekillendirmek ve güzel bir örnek olmak suretiyle doğru olarak anlaşılmasını sağlar. Hz. Peygamber’e ait bazı tefsirler tahdid ifade ederken, bir kısım açıklamaları ise yönlendirici ve temsil niteliğindedir. Bu sebeple söz konusu rivayetlere, sözün söyleniş maksat ve hikmeti gözönünde bulundurularak yaklaşılmasının daha isabetli olduğu düşünülmektedir.

BİBLİYOGRAFYA

Ahmet b. Hanbel, Miisned, İstanbul 1992.

Albayrak, Halis, Kur’ân’ın Bütünlüğü Üzerine, İstanbul 1993.

Abduh, Muhammed, Tefsirii’l-Kur’âni’l-Hakim, Beyrut ts.

Abdülhalık, Abdülğanî, Hiicciyyetu s-Sünne, Beyrut 1986

Afzalur Rahman, Sîret Ansiklopedisi, (tere. Mustafa Aykaç, Kenan Dönmez, Talha Özkök, Ergin Öztürk, Sami Şener, Necdet Şensoy) İstanbul 1996.

Cerrahoğlu, İsmail, Kur’an Tefsirinin Doğuşu ve Ona Hız Veren Amiller, Ank, 1968. Buharî, Muhammed b. İsmail, el-Camius-Sahîh, İstanbul ts.

Dehlevî, Şah Veliyvullah, Hııccetullahi’l-bâliğa, Beyrut 1990.

Ebussuûd, Muhammed b. Muhammed, İrşadii akli ’s-selim, Beyrut ts.

Ebû Davud, es-Sicistânî, Sünen, İstanbul 1992.

Feyruzâbâdî, Mecdüddîn, Besâirü zevi’t-temyîz, Beyrut ts.

Hâkim, Ebû Abdurrahman, Müstedrek, Beyrut ts.

Hatipoğlu, Nihat, Kur’an-ı Kerimin Doğru Anlaşmasında Hadislerin Rolü, Ank., 1999. İbn Atıyye, Abdülhakk, El-Muharrarü’l-vecîz, Dûha 1985.

İbn Teymiyye, Ahmed, Mukaddime fi usuli’t-tefsir, Beyrut 1972.

İbn Kesîr, Ebû’l-Fidâ İsmail, Tefsiru’l-Kur’an’il-azim, İstanbul 1985.

İbn Hazm, Ebû Muhammed, el-İhkam fi usuli’l-ahkam, Beyrut 1983.

İbn Kuteybe, Abdullah b. Müslim, Tefsiru Garibi’l-Kur’an, Beyrut 1978.

................. , Te’vilü muhtelifi’l-hadis, Beyrut 1985.

Kahveci, İhsan, Kur’an’da Zikir Kavramı ve Boyutları, (Basılmamış yüksek lisans tezi) İstanbul 1995.

Koçkuzu, Ali Osman, Rivayet İlimlerinde Haber-i Vahidlerin İ’tikat ve Teşri Yönlerinden Değeri, Ankara 1988.

İbn Âşur, muhammed et-Tâhir, Tefsirü’t-Tahrir ve’t-Tenvîr, Tunus 1984.

Müslim, Sahih İst ts, el-Metebetü’l-İslâmiyye

Sıbâî, Mustafa, es-Siinne ve Mekânetühafi’t-teşrîi’l-İslâmî, Beyrut 1995.

Şimşek, Said, Günümüz Tefsir Problemleri, İstanbul 1995.

Şâtibî, Ebû İshak, Muvafakat, Kahire 1970.

Tirmizî, Ebû İsa, Sünen İstanbul 1992.

Toksarı, Ali, Delil Olma yönünden Sünnet, Kayseri 1994.

Yıldırım, Suat, Peygamberimizin Kur’ânı Tefsiri, İstanbul 1983.



* Sakarya Üniversite İlahiyat Fakültesi Tefsir Ana Bilim Dalı Öğretim Üyesi.

[1] Âl-i imran, 31-32; Nisâ, 13-14.

[2] Nisâ, 64-65; Nahl, 64; Bakara, 151; Âl-i İmran, 164; Cumu’a, 2.

[3] Nisâ, 59; Ahzâb, 21.

[4] Şimşek, Said, Günümüz Tefsir Problemleri, s. 188.

[5] İbn Kuteybe, Te’vilü muhtelifi’l-hadis, s. 183.

[6] Müslim, İman, 32-36, Cenaiz, 1; Tirmizî, İman, 18.

[7] Dehlevî, Şah Vliyyullah, Huccetullahi’l-bâliğa, I, 371-372.

[8] İlgili âyetler ve geniş bilgi için bkz., Afzalur Rahman, Sîret Ansiklopedisi, II, 543-545; Abdülhâhk. Hücciyyetü’s-Sünne, s.235.

[9] Hicr, 9.

[10] Hâkim, Müstedrek, I, 109; Şâtibî, Muvâfakat, IV, 19.

[11] Nahl, 44.

[12] İbn Atıyye, Abdülhakk, el-Muharrarü’l-vecîz; VIII, 425; Sıbâî, Mustafa, a.g.e., s. 157.

[13] Feyrûzâbâdî, Besâir, III, 13-14; Kahveci, İhsan, Kur’an ’da Zikir Kavramı, s. 31-39.

[14] Yıldırım, Suat, Peygamberimizin Kur’ân’ı Tefsiri, s.31.

[15] Toksarı, Ali, Delil Olma Yönünden Sünnet, s. 167-168, 175-224.

[16] Koçkuzu, A.Osman, Rivayet İlimlerinde Haber-i Vahidlerin İ’tikat ve Teşri Yönlerinden Değeri, s.123.

[17] Toksarı, A.g.e., s. 175-176.

[18] Albayrak, Halis, Kur’ân ’ın Bütünlüğü Üzerine, s. 139.

[19] Yıldırım, a.g.e., s.71.

[20] Ahzab, 36.

[21] Müslim Salat, 240; Ebû davud, Tahare, 63.

[22] Hûd, 114; Bakara, 43, 48, 110, 238; Lukman, 4; Mücadile, 13; Nisa, 43, 103.

[23] Hatipoğlu, Nihat, Kur’an-ı Kerimin Doğru Anlaşılmasında Hadislerin Rolü, Ank., 1999, s. 266-267.

[24] Buharî, Ezan, 18.

[25] Müslim, Salat, 240; Ebû Davud, Salat, 122; İbn Mâce, İkamet, 4.

[26] Müzzemmil, 20.

[27] Müslim Salat, 34, 38.

[28] Bakara, 187.

[29] Buharî, Savm, 16.

[30] Tevbe, 34.

[31] İbn Kesîr, Tefsiru’l-Kur’an’il-azim, IV, 80.

[32] Hâkka, 18.

[33] Ahmed b. Hanbel, Müsned, IV, 414.

[34] İbrahim, 27.

[35] Müslim, el-Cenne ve Sıfatu Naimihâ, 73.

[36] Yıldırım, a.g.e., s.44, 70.

[37] Enbiyâ, 74.

[38] Ankebût, 29.

[39] Şuarâ, 167; Nml, 56.

[40] Albayrak, a.g.e., s. 105.

[41] “İşte böylece, sizin insanlığa şahitler olmanız, Rasülün de size şahit olması için sizi mu ’tedil bir ümmet kıldık.”

[42] Buharî, Tefsir, 7.

[43] Yıldırım, a.g.e., s. 125.

[44] İbn, Kesir, a.g.e., VIII, 384.

[45] İbn Teymiyye, Mukaddime fı usuli’t-tefsir, s.42.

[46] İbn Âşur el-Cezâirî, Tefsirü’t-Tahrir ve’t-Tenvir, 9. Mukaddime, İbn Aşûr yukarıdaki açıklamasıyla bütünlük arzeden Sünnet’in bağlayıcılığıyla ilgili gerek onikili taksiminde gerekse sebeb-i nuzul rivayetleriyle ilgili tasnifinde de benzer bir yaklaşım göstererek bu konuya değerli katkılarda bulunmuştur.

[47] Enfal, 24.

[48] İbn Kesîr, a.g.e., III, 574.

[49] İbn Âşur el-Cezâirî, Tefsirü’t-Tahrir ve ‘t-Tenvîr, 9. Mukaddime.

[50] Tirmizi, Tefsir, 2.

[51] Abduh, Muhammed, Tefsirü’l-Kur’âni’l-Hakim, I, 98; İsmail Cerrahoğlu, Kur’an Tefsirinin Doğuşu ve ona Hız Veren Amiller, s. 26.

[52] Ebussuûd, İrşadü akli ’s-selîm, IV, 32.