Makale

KUR’ÂN VE ADALET (TOPLUMDA BARIŞ, GÜVEN VE HUZURU SAĞLAYAN İLKE: ADÂLET)

KUR’ÂN VE ADALET (TOPLUMDA BARIŞ, GÜVEN VE HUZURU SAĞLAYAN İLKE: ADÂLET)

Dr. Kerim BULADI*

Bir ferdin, bir âilenin, bir toplumun, bir milletin barış, huzur, güven, birlik ve beraberlik içinde yaşayabilmesi, toplumu ayakta tutan dinamiklerin hakim, diri ve canlı olmasına bağlıdır. Toplumların ve milletlerin emniyeti de bunlara bağlıdır.

Emniyet (güven) den kastımız, güven ortamının ve korkusuzluk halinin var olmasıdır. Şehirlerin, ülkelerin mamur olmasının yegâne ölçüsü ve insan refahının en önemli unsuru emniyettir. Emniyet ve güven içinde olmayan bir ülke ve toplum, görünüşte ne kadar kalkınmış, gelişmiş ve tezyin edilmiş olursa olsun harap olmuş, yıkılmış bir viraneden farksızdır.

Mal, can ve ırz emniyetinin yok olması ve bunları tehdit eden çeşitli tehlikelerin ortaya çıkması, insanlık aleminin en önemli problemidir. Emniyet ancak, Allah’ın emirlerine ve kanunlarına itaat edilmesi ve bunların korunması ile görevli hükümet sayesinde meydana gelir. Bilge kişiler şöyle demişlerdir: “Emniyetsizlik yüz gösterince, dostluk ve insaf ortadan kalkar.” Demek oluyor ki, dostluk ve insaf güvenin varlığı ile ayakta durmaktadır.[1]

Güvenin olmadığı bir toplumda, insanlar arasında sevgi, saygı ve dayanışmanın hakim olması mümkün değildir. Güvenin kalmadığı ortamda Allah Teâlâ’nın mükerrem olarak yarattığı insanın şeref ve haysiyetini koruması da oldukça zordur.

Fesat ve anarşinin hakim olduğu bir yerde insanlar, hiçbir görevini doğru dürüst yapamazlar. Korkunun, tedirginliğin, güvensizliğin mevcut olduğu bir ortamda sağlıklı düşünmekte mümkün değildir.

Bir toplumu ayakta tutan, barış, huzur ve güveni sağlayan dinamiklerin bazılarını şöyle sıralayabiliriz. Din ve vicdan hürriyeti, düşünce hürriyeti, ahlak, adalet, sevgi, şefkat, merhamet, affetme, hoşgörü, birlik beraberlik, emaneti ehline vermek (işe ehlini tayin etmek), can, mal ve namus emniyeti, eşitlik, sosyal güvenlik vb.

Biz bu yazımızda yukarıda saydığımız prensiplerin hepsini ele alacak değiliz. Kanaatimize göre bir cemiyette bütün bunların hakim olmasını, ayakta durmasını ve insanların bunları bir yaşam tarzı haline getirmesini temin eden temel ilkeyi ele alacağız. Zira anlatacağımız bu temel ilke, biraz önce belirttiğimiz hususların ana gövdesini oluşturmaktadır. Bu ilke olmadan ne birey sükûna erer, ne aile huzura kavuşur, ne toplum barışa ulaşır, ne millet ve devlet selâmet ve esenliğe erer. Bu temel unsur “adalet ilkesi” dir. Şimdi bu ilkeyi anlatmaya gayret edeceğiz.

1- Adâlet İlkesi:

a-Tarifi: Adâlet kelimesi, ADL kökünden gelmektedir. Haklılık, dürüstlük, doğruluk, eşitlik, eşit bir şekilde ayırmak, dağıtmak, eşit bir şekilde mükafatlandırmak anlamlarına gelir.[2]

Adl: Her şeyi layık olduğu yere yerleştirmek, hakkı yerine koymaktır ki, azgınlığın, başka bir ifade ile haksızlık ve zulmün zıddıdır. Adâlet, insaf, haklılık ve doğruluk manalarını kapsayan bir denkleştirmedir ki, terazinin dili gibi aşırılık ve ihmalkarlık arasında bir birleştirme noktası ve istikamet olarak iki tarafında denklik denilen bir denkleşme manasına gelir. Ve bundan dolayı adâlet ve adâlet düsturlarına mizan da denilir.[3]

Adâlet, bir şeyi yerli yerine koymaktır. Adâlet, herkese verilmesi lazım olanı vermek, yani herkesin hakkına hürmet ve riayet etmektir. Adâlet, bütün vazifeleri yapmaya ve bütün haklara riâyet olan kuvvetli ve sürekli bir iradenin faziletidir.[4]

Adâlet, ölçülü olma, haddi aşmama anlamına da gelir ki, bu durumda ‘itidal ile aynı anlama gelecek şekilde kullanılır. ‘İtidal, yani ölçülü olma hali, ahlâkî bütün faziletlerin esasıdır. Çünkü fazilet; son tahlilde biri aşırılık (ifrat), öteki eksiklik (tefrit) olan iki kötülüğün ortasıdır. Mesela, ahlakî bir fazilet olan “cömertlik” israf ile cimriliğin; “cesaret”, atılganlık ile korkaklığın; “kanaat”, aşırı hırs ile tembelliğin ortası halidir. Bunun için itidal, yani ölçülü olmak, eylem ve duygularımızla ilgili ahlakî faziletleri belirleyen temel bir ölçüttür.[5]

Adaletin temeli hak ve vazifedir. Başkalarının hakkına saygı bizim vazifemizdir. Hak olmazsa vazife olmaz, vazife olmazsa hak olmaz. Adâlet kavramı, iffet, hikmet, şecaat gibi faziletler arasında sosyal bir karakter taşır. Bunlar, ferdî ve kişisel özellik taşımaktadır. Ama adâlet ise, diğer insanlarla ilişkileri ilgilendiren bir kavramdır.[6]

Bu tariflerden hareketle şunu söyleyebiliriz. Adâlet, geniş bir kavramdır. Her şeyi, her davranışı ve her fiili içine alabilecek teferruatlı bir ilkedir. Bu anlamda satıcının alıcıya, öğretmenin öğrencisine, babanın çocuğuna vermesi gereken malı, notu, sevgiyi, aynı şekilde alıcının satıcıya, öğrencinin öğretmenine, çocuğun babasına ödemesi gereken parayı, hürmeti ve saygıyı kusursuz olarak yerine getirmesi adâlet olup bunların yapılmaması ise zulümdür.[7]

b- Önemi:

Elmalılı, adâletin kainatın nizamı olduğunu ve adâletin başının Allah’ın birliğine inanmak olduğunu şöyle belirtir. “Adalet, kâinatın nizamıdır. Amel ve ibadette vacip gibi sayılan ahlaki bir fazilettir. Şüphe yok ki her hakkın başı yüce Allah’ın hakkı olan ilahlık haklarıdır. İlahlık hakkının birincisi ise Allah’ın birliğine inanmaktır. Çünkü ortak ve benzeri bulunanın son derece saygı ve yüceliğe hakkı olamaz. Bundan dolayı adaletin başı Allah’ın birliğine inanmaktır.”[8]

Bu izaha göre, insanlar arasında gerçek adaleti ancak Allah’ın varlığını ve birliğini tasdik edenler sağlar. Çünkü Allah’ın varlığını ve birliğini kabul eden mü’minler, Allah Teâlâ’nın âdil sıfatının yeryüzünde tecellisini yansıtmakla görevli olduklarına inanan kimselerdir. Onlar, “Biz kıyamet günü için adalet terazileri kurarız. Artık kimseye, hiçbir şekilde haksızlık edilmez...” (Enbiya, 21/47) Kur’ânî beyanın irşat ve uyarısı ile âhirette gerçekleşecek olan ilahî adâlete inanırlar. Yine onlar, “Andolsun! Bir peygamberlerimizi açık delillerle gönderdik ve insanların adâleti yerine getirmeleri için beraberlerinde kitap ve mizanı indirdik” (Hadid, 57/25) âyetinde izah edilen ilahi mesajın yerine getirilmesi ve adaletin sağlanması için “adâlet terazilerini” (mizanı) kurmaya ve hakim kılmaya çalışırlar. Dünya hayatında bunu gerçekleştirerek, âhiretteki asıl adâlet terazilerine sermaye hazırlamak onların ideali ve hedefidir. Allah’ın varlığına ve birliğine inananlar, kendisine, ailesine, çoluk çocuğuna, cemiyetine, milletine ve bütün insanlığa karşı âdil olmak mecburiyetindedirler. Gerçek âdil olan Allah’a inananlar, asla adâletsiz davranamazlar. Adâletin zıddı olan zulüm ve baskının insanların haklarına tecavüz etmenin hiçbir şekli ve uygulaması onların iman ve amel haritalarında asla yeri yoktur. Bu açıdan bugün toplumlar, milletler ve bütün dünya Allah’ın varlığına ve birliğine inanan samimi mü’minlerin ve Allah erlerinin adâletine ihtiyacı vardır.

Tabiatta hiç kimse adâlet kanunları haricinde yalnız ahlâkî sözlerle yeryüzünde bir dakika bile emniyet ve asayiş temin edememiştir. Yalnız bununla da kalmayarak şimdiye kadar kimse adâlet müeyyidesi olmaksızın, yalnız âhlâki sözlerle bir lahza bile fenalıkların önünü alamamıştır.[9]

Bir millet adâletin hakim olması ile ayakta durur. Zulmün, baskının, haksızlığın ve insan haklarına tecavüzün arttığı bir toplumun eninde sonunda yıkılması mukadderdir. Zulmün, adâletin yerini aldığı hiçbir cemiyet payidar olamamıştır. Kur’ân’ın bu konudaki ifadelerine bir göz atalım.

“Gerçek şu ki: Halkı habersizken, Rabbin haksızlıkla ülkeleri helâk edici değildir.” (En’am, 6/131) “Halkı iyi olduğu halde Rabbin, haksızlıkla memleketleri helâk etmez.”(Hud, 11/117)

Müfessirlerin bir kısmı “haksız yere (zulümle)” ifadesine şu yorumu getirmişlerdir. “Allah, bir toplumu, sırf Kur’ân’a muhalif suçlarından dolayı helâk etmez. Halk birbirleri ile ilişkilerinde âdil ve iyi olduğu sürece, yalnızca çok tanrıcı inançlara sahip olmaları (bunu geniş anlamda İslâm inancına karşı olan herhangi bir inananlar bütünü olarak yorumlayabiliriz), toplumun ilahî bir cezaya veya helâke uğraması için yeterli neden olamaz” Eğer halk, birbirlerine karşı kötü davranmıyor, birbirlerinin çıkarlarına zarar vermiyor veya vahşiyâne davranışlarda, büyük haksızlıklarda bulunmuyorsa, inançsız olmaları helâkı (toplumsal çöküntüyü) gerektirmez. Burada şu meşhur vecizeye dikkat çekmişlerdir. “Küfür ve putperestlikle iktidar olunabilir, ancak adâletsizlik ve zulümle asla.”[10]

Kur’ân-ı Kerim, adâletin gerçekleşmesi üzerinde ısrarla durmuş, gerek ferdî,[11] gerek aile hayatında,[12] gerek insanlar arasında,[13] gerek şahitlik ve hüküm verme konusunda[14] adâletten asla vazgeçilemeyeceğini, bu konuda hiçbir şekilde gevşeklik ve zafiyet gösterilmemesinin gerekli olduğunu kesin ifadelerle vurgulamıştır.

Toplum, sevgi ile kaynaşır, adâletle ayakta durur. Herkesi kucaklayan bir adâlet uygulaması, fertlerin birbirleriyle kaynaşmasına vesile olur. Haksızlık ve adâletsizlik ise huzursuzluğa yol açar. Çünkü hiçbir kimse, bir başkası tarafından hakkının çiğnenmesinden hoşlanmaz. Kur’ân’da adâlet üzerinde çok durulmuştur. Adâletten yoksun olan kişi ile adâletli kimse, bir misalle mukayese edilmiştir. Buna göre adâletten yoksun olan kişi dilsiz, bir şey beceremeyen ve hiçbir şeye yaramayan bir köleye benzetilmiştir. Böyle bir kişinin, doğru yolda yürüyerek adâlet vasfını kazanmış bir kişi ile bir tutulmayacağı bildirilmiştir.[15]

Kur’ân-ı Kerim, Hz. Peygamberin adâletle emrolunduğunu şöyle açıklar: “İşte onun için sen (tevhide) davet et ve emrolunduğun gibi dosdoğru ol. Onların hevesine uyma ve de ki: Ben Allah’ın indirdiği kitaba inandım ve aranızda adaleti gerçekleştirmekle emrolundum...”(Şûra, 42/15)

Allah Teâlâ bu âyette, Hz. Peygamberden adâletin gerçekleştirilmesi hususunda kimsenin arzu ve isteğine uymamasını ve emrolunduğu şekilde dosdoğru hareket etmesini istemiştir. Ayrıca insanları Allah’ın yoluna davet ederken takip edeceği yol ve prensipler açıklamıştır. Birincisi, tevhide davet et. İkincisi, Allah Teâlâ’nın emrettiği şekilde istikâmet üzere olmak. Üçüncüsü, davet esnasında hiçbir kimsenin arzu ve isteklerine uymamak. Dördüncüsü, Allah’ın kendisine indirdiği şeylere iman ettiğini ilan etmek. Beşincisi, herkese adâletle davranmak.

Demek ki, Hz. Peygamberimize, risâlet görevini yerine getirirken, her işinde, her fiilinde ve her faaliyetinde âdil olması emredilmiştir ki, bu çok önemli bir husustur ve ayrıca adâletin çok geniş kapsamlı olduğunu göstermektedir. Kısacası, her işte âdil davranmak bir zarûrettir. Allah’ın dinine bile adâletle davet etmenin gerekli olduğuna işaret edilmesi, adâletin vazgeçilmez bir prensip olduğunu göstermez mi?

2- Kur’an’ın Emrettiği Adâlet Evrensel Karakterlidir

Kur’ân’ın adâlet konusunda ortaya koyduğu talimatlar, evrensel bir özelliğe sahiptir. O’nun ortaya koyduğu adâlet ilkesi geniş kapsamlıdır, bütün insanlığı ve hatta bütün varlıkları içine alır. Kur’ân’ın şu ifadesi bunu açıkça ortaya koymaktadır.

“Muhakkak ki Allah, adâleti, ihsanı (salih amelleri en iyi bir şekilde yapmayı) akrabaya yardım etmeyi emreder, çirkin işleri, fenalık ve azgınlığı da yasaklar. O, düşünüp tutasınız diye size öğüt veriyor.”(Nahl, 16/90)

Görüldüğü gibi bu âyette, evrensel ilkeler sıralanırken birinci olarak adâlet zikredilmektedir. Çünkü adâlet hakim olmadan diğer ilke ve faziletlerin tahakkuku zordur. Adâlet olmadan, insan fıtratını lekeleyen ve fıtratından uzaklaştıran günahları, çirkinlikleri, azgınlığı, hayasızlığı, zulmü yok etmek mümkün değildir. Ayrıca kendi içinde adâleti sağlayamayan kimselerin iyilik yapmaları, akrabalarına yardımcı olmaları, insanlara karşı âdil davranmaları mümkün değildir.

Anlamını sunacağımız şu âyet, daha açık bir ifade ile adâletin evrenselliğine işaret etmektedir: “...Allah, insanlar arasında hükmettiğin zaman adâletle hükmetmenizi emreder. Allah size ne kadar güzel öğüt veriyor...”(Nisa, 4/58)

Âyet-i Kerime’de önemle üzerinde durulması gereken husus, “insanlar arasında” ifadesidir. Allah Teâlâ’nın insan olarak yarattığı herkesi içine alan bir tabir, bütün insanlığı kapsamaktadır. Kur’ân’ın ortaya koyduğu bu ilke, tüm insanlığı kuşatan “evrensel bir beyannâme”dir. Bu anlamda Kur’ânı Kerim’i geçen ve Kur’ân’la boy ölçüşebilecek bir din, bir kitap, bir ideoloji, bir felsefe, bir dünya görüşü yoktur. Kim olursa olsun, hangi dine mensup bulunursa bulunsun, hangi ırktan gelirse gelsin, Müslüman olsun, gayri müslim, dinli veya dinsiz olsun, putperest veya ateist olsun herkese karşı âdil davranmak, adaletle hükmetmek vazgeçilmez bir şarttır. İşte Kur’an, böyle bir esası hakim kılmak için gönderilmiştir. Bütün insanlara âdil davranılmasmı emreden bu âyet, Kur’ân’ın âdil olan Allah’ın kelamı olduğunu haykırmaktadır.

3- Kur’ân’ın Emrettiği Adâlet Hiçbir İmtiyaz Tanımaz

Kur’ân-ı Kerim’in emrettiği adâlette, akrabalık, zenginlik, fakirlik, soy sop, makam mevki, rütbe ve benzerî farklara itibar yoktur. Herkes yargılamada eşit muâmele görür. Hiçbir kimse hiçbir kimseye karşı taşıdığı vasıfla üstünlük sağlayamaz. Hiçbir kimsenin imtiyaz hakkı yoktur. Kur’ân, herkesi kanun önünde eşit kabul eder. Bu konudaki Kur’ân’ın sunduğu mesaja kulak verelim:

“Ey İman edenler! Adaleti titizlikle ayakta tutan, kendiniz, ana-babanız ve akrabanız aleyhinde de olsa Allah için şahitlik eden kimseler olun; (haklarında şahitlik ettikleriniz) zengin olsunlar, fakir olsunlar, Allah onlara (sizden) daha yakındır. Hislerinize uyup adâletten sapmayın... “(Nisa, 4/135)

Görüldüğü gibi âyette öncelikle insanın, en yakını ve dünyaya gelmesine sebep olan ana-babası aleyhinde bile olsa; Allah için şahitlik yapılması ve adâletten asla feragat edilmemesi gereğine işaret edilmektedir. Hatta kişinin kendisi aleyhinde bile olsa adâletle şahitlik yapması üzerinde durulmuştur. İnsan fıtraten öncelikle kendi canını ve menfaatini sever. Buna rağmen hakkm ikamesi için adâletten ayrılmanın doğru olmayacağına, adâletin önüne hiçbir düşüncenin, menfaatin, sevginin ve kişilik çıkarlarının geçirilmesinin doğru olmayacağına vurgu yapılmıştır. Diğer taraftan, genelde insanların adâletten ayrılmasına vesile olan sosyal ve İktisadî sebepler zikredilmiştir. Hüküm veren, şahitlik yapan kimsenin en başta Allah’ın rızasını hesaba katması gerektiğine çizellikle tenbihte bulunulmuştur. Zengin olsun, fakir olsun, sahipli olsun, sahipsiz olsun, makamlı olsun makamsız olsun, rütbeli olsun rütbesiz olsun, tahsilli olsun tahsilsiz olsun, âmir olsun memur olsun, patron olsun işçi olsun adâletle hükmetmek, adâletle şahitlik yapmak Kur’ân’ın en önemli düsturudur. Bu husus, Kur’ân’ın en büyük inkılâbıdır. Bu inkılâbı Kur’ân’dan başka hiçbir din, düşünce, felsefe, ideoloji ve dünya görüşü başaramamıştır. Bu evrensel öğretiyi, İslâm’dan başka hiçbir din hakim kılamamıştır. Tabii ki, bu evrensel ilkeyi ayakta tutmada bugünkü Müslümanların başarılı olduğunu söylemek elbette zordur. Ama bu ne Kur’ân’ın, ne O’nun mübelliği Hz. Muhammed’in, ne de İslâm’ın eksikliği ve kabahati değildir. İmanî noktada kemale eremeyen Müslümanların ataleti, acziyeti, ürkekliği, korkaklığı bu anlamda etkili olmuş ve olmaya devam etmektedir.

Yaptığımız bu yorumu destekleyen ve yıllarca İstanbul’da kalmış olan Fransız Müellifi Charles Mismer’in tesbiti oldukça manidardır. “Bugüne kadar yeryüzünde görülmüş en parlak, en âlenişümûl, en demokratik ve bin yıllık bir medeniyetin başlıca ve yegâne âmili bir Kur’ân esası olduktan sonra, bugünkü Müslüman cemaatlerinin cehalet sebebi, nasıl olur da İslâmiyet’e dayandırılabilir?”[16]

Bu konuda Hz. Peygamberin en yakınları hakkında adâleti nasıl tecelli ettirdiğine bir bakalım:

Mahzun oğullarından bir kadın hırsızlık yapmıştı. Bu durum Kureyş’i üzmüştü. Aralarında, “bu kadının hakkında Resülüllahla kim konuşacak” demişlerdi. Hatta bazıları “buna kim cesaret eder?” demişlerdi. Neticede Rasûlüllah’ın sevdiği Üsâme b. Zeyd’in konuşabileceğine karar vermişlerdi. Bunun üzerine kadın Hz. Peygamberin huzuruna getirilmişti. Üsame b. Zeyd, Hz. Peygamberle bu kadın hakkında konuşup onun bağışlanmasını istemişti. Bu teklif üzerine Hz. Peygamber şöyle buyurmuştu. “Allah’ın tayin ettiği hadler (cezalar) den bir had (ceza) hakkında şefaat etmek (aracı olmak) mı istiyorsun? Allah’a yemin ederim ki, Muhammed’in kızı Fatıma bile hırsızlık yapsaydı, mutlaka onun da elini keserdim.”[17]

Hz. Peygamberin, yapılan bu teklifin hemen akabinde bütün insanlığı ihata edecek böyle bir “evrensel bildiri”yi okuması, adâlet meselesine karşı ne kadar duyarlı olduğunu göstermektedir. Üstelik kamu nizamını bozan, kanunları ihlal eden kim olursa olsun velev ki, akrabası ve en sevgili kızı bile olsa adaletle davranacağını ilan etmesi, insanlık tarihinin kaydettiği en büyük inkılaptır. Kim ne derse desin böyle bir evrensel ilkeyi ve prensibi peygamberden başkası ortaya koyamaz ve ilan edemez. Böyle bir cesareti ve fedakarlığı ancak O ve O’nun risaletine samimi bir şekilde inananlar sağlar.

4- Kur’ân’a Göre Yargı Bağımsız Olmalıdır

Kur’ân, yargılamaya tesir edecek, adâletin hakkaniyet ve eşitlik ilkesi içerisinde gerçekleşmesini etkileyecek her şeyi reddeder. Yargılama esnasında inanç, düşünce ve ideolojinin ön planda tutulmamasını ve bunlara bağlı olarak yargılama kararlarını yönlendirecek ve zafiyete uğratacak bir tavrın ortaya koyulmamasını özellikle vurgular. Kur’ân, devlet başkanından al da en aşağı kademedeki idarecilere, âmirlere, komutanlara, işverenlere varıncaya kadar bu prensibin uygulanmasını emretmiştir. Hüküm verme yetki ve durumunda olan herkes, inancını, düşüncesini, siyasi kanaatini, soy sop farkını bir kenara bırakarak hüküm ve karar vermek mecburiyetindedir. Devlet başkanından en alt birimlere kadar bütün herkesin böyle bir kriter içerisinde davranmaları halinde birey, aile ve toplum huzur ve barışa kavuşacaktır. Ama bugün ne yazık ki fikirler, ideolojiler, siyasi kanaatler, dünyevî görüşler, sosyal ve siyasal farklılıklar, taassuplar, çeşitli saplantılar hükümlere ve kararlara tesir eder hale gelmiştir. Kur’ân, böyle bir tutum ve davranışı kökten reddeder. Hatta kin, nefret ve karşı tarafa duyulan düşmanlık asla adâletle hükmetmeyi ve karar vermeyi etkilememelidir. Bu konudaki Kur’ân’ın beyanını hep birlikte okuyalım:

“Ey iman edenler! Allah için hakkı ayakta tutan, adaletle şehitlik eden kimseler olun. Bir topluluğa duyduğunuz kin, sizi âdil davranmamaya itmesin. Adaletli olun; bu Allah korkusuna yakışan (bir davranış) tır...”(Maide, 5/8) Yazımızın başında da belirttiğimiz gibi, adâletin başı Allah’ın birliğine inanmaktır. Allah’ın varlığına inanan O’ndan korkar, O’nun emir ve yasaklarına karşı saygılı olur. İşte böyle vasıflara haiz insanlar, inançlarını, şahsî düşüncelerini, siyasi kanaatlerini ve bir topluma, bir cemaate, bir millete olan kin, adâvet ve sevimsizliğini, vereceği hükmün önüne geçirmez veya onun alanına sokmaz. İşte bu açıdan Kur’ân’ın ilan ettiği bu prensip, evrensel bir prensiptir.

İnsanlar arasında adâletle davranması emredilen Hz. Peygamber, faaliyetlerinde daima adâleti esas almıştır. Hüküm verirken insanlar arasında hiçbir fark gözetmemiştir. Başkalarının gelişi güzel telkinlerinden etkilenmeden ilahî emirlerin gösterdiği doğrultuda hareket etmiştir. Bu konuda hiçbir şekilde taviz vermemiştir.

5- Kur’ân Hızlı Yargılama Esasını Getirmiştir.

“Geciken adâlet, adâlet değildir” sözü bir bakıma doğrudur. Bu bir tepkinin ifadeleşmiş şeklidir. Adâletin, geç de olsa tahakkuku insanı elbette sevindirir. Fakat geciken adâlet, insanları bıkkınlık, bezginlik ve isteksizlik gibi durumlara itmekte ve hatta bazen haklardan istemeyerek de olsa feragat etmeye sevk etmektedir. Adâletin çabuk tecelli etmesi durumunda haklı, hakkına en kısa zamanda kavuşacak, haksız da yaptığı hak ihlalinin cezasını süratli bir şekilde görecektir. Bu da insanların, adâlete olan güvenini sağlayacaktır. Toplumsal huzursuzlukların temelinde ya tahakkuk etmeyen ya da geciken adâletin yattığı herkes tarafından bilinmektedir. Çünkü bu durum, insanları hukuk dışı hareket eden karanlık güçlerin kucağına itmekte ve bunun neticesinde de toplumda çeşitli kanun dışı güçler ortaya çıkmaktadır. Aslında böyle bir durumla karşılaşan ülke ve toplumlarda huzur, güven ve asayiş, yerini kaosa, anarşiye, fitne ve fesada bırakmaktadır.

Bir defasında Hz. Peygamber harp ganimetlerini dağıtıyordu. Kalabalık o kadar fazlaydı ki, adamın biri Hz. Peygamberin üzerine iyice abanmıştı. Rasûl-i Ekrem, haddini aşan bu zata elindeki ince değnekle vurdu. Değnek yüzüne isabet ederek yüzü hafif bir şekilde yaralandı. Bunun üzerine Hz. Peygamber, değneği hemen o adamın eline vererek: “intikamını al” buyurdu. Fakat o zat: “hayır ya Rasûlellah! Ben hakkımdan vazgeçtim” cevabını verdi.[18]

Hz. Peygamberin, kendi hakkında bile olsa adâleti nasıl çabuklaştırdığını görmekteyiz. Ayrıca adâletin tahakkuku hususunda bir peygamber, bir devlet başkanı, bir komutanla tebaa arasında hiçbir farkın olmadığını bizzat kendi şahsında uygulamalı olarak göstermek istemesi bütün insanlığa sunulan ilahî kaynaklı bir mesajdır.

Bu meselede adâletin tahakkuku hususunda hiç taviz vermeyen Hz. Ömer’in bir tatbikatını da sunmak istiyoruz.

Cebel’e b. El-Heysem, Suriye’de büyük nüfûz sahibi kimselerden idi. Gassânî meliklerindendi. Müslümanlığı kabul ederek Mekke’ye gelmiş, Kabe’yi tavaf ederken Fezâre oğullarından adamın biri her nasılsa Cebele’nin eteğine basmış, o da adama aniden bir tokat atmış ve mesele halifeye intikal etmişti. Böyle bir davranıştan dolayı eteğine basan kişiye büyük bir ceza tatbik olunacağını zanneden Cebele, Hz. Ömer’in mevki ve makam farkı gözetmediğini görerek “kısasla, yani attığı tokadın benzerini yemesi veya sahibini razı etmesi hükmüyle” karşılaşınca bir gün mühlet istemiş, Hıristiyanlık devrindeki aristokratik zihniyetin tesirinden kurtulamayarak Kostantiniyye’ye kaçmış ve irtidat etmiştir (dininden dönmüştür).[19]

Görüldüğü gibi, Hz. Ömer; hukukun üstünlüğünü ve adalet ilkesinin eşitliğini göstermek için bir melikin (kralın) dinden dönmesini göze almıştır. Ama bunun karşılığında adâlet sever binlerce insanın sevgisini kazanmıştır. Ayrıca yargılamanın ne kadar hızlı olduğunu ve bu konudaki cesaret ve tarafsızlığını da böylece göstermiştir. Özet olarak söylemek gerekirse Hz. Ömer, “bir kavmin lideridir” diye Cebele’nin hatırına adâleti feda etmemiştir. Zaten Hz. Ömer’i, Ömer yapan da bu prensibe hakkıyla bağlı olmasıdır.

İngiliz Tarihçi Edward Gibbon (1737-1794) “Roma İmparatorluğunun Gerileyiş ve Çöküş Tarihi” adlı eserinde Gazneli Mahmud’un adaletinden bahsederken şöyle bir misal verir.

Bir gün divanda iken karşısına bir adam-geldi. Evinden ve yatağından kendisini kovan bir Türk askerini şikayet ederek sultanın ayaklarına kapandı. Bunun üzerine sultan Mahmut: “Sızlanmayı bırak! Suçlu evine geldiği zaman haber ver; bizzat kendim gelip cezalandıracağım” cevabını verdi. Birkaç gün sonra sultana haber gelince, dediği gibi kalkıp eve gitti. Muhafızlarına evin etrafını sardırdı, meşaleleri söndürerek zina ve hırsızlık suçu işlemekte olan şahsın idamını emretti. Hükmün infazından sonra meşaleleri tekrar yaktırdı. Sultan, diz çökerek duaya başladı. Duası bittikten sonra yemek getirterek çokça acıktığını belli eden bir iştahla yedi. Şikayetine anında ve âdilâne cevap alan zavallı adam hayret ve tecessüsünü yenemeyerek sultana hareketlerinin sebebini sorunca sultan şunları söyledi: “Böyle bir cinayete (suça) ancak kendi çocuklarımın cesaret edebileceğini sanıyordum. Adaletimin acımasız ve gözü bağlı olması için meşaleleri söndürdüm Suçlu keşfedildiği için Allah’a şükrettim. Yemeğe gelince; şikayetiniz beni o kadar üzdü ki, üç gün ağzıma bir lokma yiyecek koymadım.”[20]

Bu verdiğimiz örnekler, İslâm’ın adâlete ne kadar önem verdiğini, adâlet müessesesinin ne kadar hakkaniyetle çalıştığını ve yargılamanın ne kadar hızlı yapıldığını göstermektedir.

Yargılamanın hızlı ve âdil olduğu bir toplumda emniyet, huzur ve istikrar daha fazla hakim, korku ve endişe ise daha azdır. Yıllarca İslâm’ın bayraktarlığını yapan Osmanlı toplumundan misal vermeye çalışacağız. Zira bu toplumda tarihçilerin şahadetiyle de sabit olduğu gibi adâlet mekanizması hızlı işlemekteydi. Tarihçi d’Ohsson bu konuda şöyle demektedir:

“Osmanlı düzeninde hemen tevzi edilmeyen adalet, adaletsizlik sayılır. Osmanlı adâletinin bu husustaki şöhreti ise cihanşümuldür.” Sir Paul Ricaut da şöyle der: “Mahkemelerde iki veya üç celse nadirdir, ekseri davalar, bir celsede hükme bağlanır. En mühim davalar, bir saat içinde hükme bağlanır. Hüküm derhal infaz edilir. Avrupa’da olduğu gibi hüküm geciktirecek oyunlardan hiçbiri tatbik edilmez.”[21]

İleri ve medeni ülkeler seviyesine yükselmek âdil, bağımsız ve hızlı yargıdan geçer. Bugün geri kalmış ülkelerde davaların yıllarca sürmesi Kur’ân’ın sunduğu mesajı ve yargılama konusundaki ortaya koyduğu prensipleri uygulamamaktan, anlayamamaktan veya inanmamaktan kaynaklanmaktadır. Müslümanlar artık bu gerçeği kavramak mecburiyetindedirler.



* Zeytinbumu İlçe Vaizi.

[1] Bkz. Ahmet Rifat, Tasvlr-i Ahlak, Haz. Hüseyin Algül, İst. (Tercüman Gazetesi, 1001 Temel Eser), s. 67-68.

[2] Bkz. İsfehânî, el-Müfredât fî Garibi’l-Kur’ân, Beyrut, ts. s. 324-325; Ferit Develüoğlu, Osmanlıca Türkçe Ansiklopedik Sözlük Lügat, Ankara, 1978, s. 10.

[3] Elmalılı, Muhammed Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’ân Dili, İst. 1971, V, 3117.

[4] Bkz. Osman Pazarlı, İslâm Ahlakı, İst. 1972, s. 201; M. Yaşar Kandemir, İslâm Ahlakı, İst. 1979, s. 143.

[5] Recep Kılıç, Hz. Peygamberin Hayatında Davranış Modelleri, Ankara, 1998, s. 45.

[6] Osman Pazarlı, a.g.e., s. 201.

[7] Bkz. M, Yaşar Kandemir, a.g.e., s. 143.

[8] Elmalılı, V,3117.

[9] Seyyid Süleyman Nedvî, Asr-ı Saadet, trc. Ali Gencel, İst. 1970. IV, 1567-1568.

[10] Bkz. Râzî, XVIII, 61; Mazharuddin Sıddîkî, Kur’ân’da Tarih Kavramı, trc. Süleyman Kalkan, İst. 1990, s. 32.

[11] Nisâ, 4/135.

[12] Nisâ, 4/3.

[13] En’am, 6/152.

[14] Nisâ, 4/135.

[15] Nahl, 6/76; İbrahim Sarıçam, Hz. Peygamberin Çağımıza Mesajları, Ankara, 2000, s. 14-15.

[16] İsmail Hami Danişmend, Garp timinin Kur’ân-ı Kerim Hayranlığı, 1978, s. 50.

[17] Buharî, Fedâilü’s-sahâbe, 18, Enbiyâ, 54, Hudûd, 12; Müslim, Hudûd, 8-9; Ebû Dâvûd, Hudûd, 4; Tirmizî, Hudûd, 6; Nesâî, Sârik, 5,6; İbn Mâce, Hudûd, 6; Dârimî, Hudûd, 5; Ahmed b. Hanbel, III, 386,395, V, 409.

[18] Ebû Dâvûd, Sünen, Diyât, 15; Nesâî, Sünen, Kasâme, 21.

[19] Hüseyin Algül, İslâm Tarihi, İstanbul, 1986, II, 311, 312.

[20] M. Yaşar Kandemir, age., 154.

[21] Bkz. Yılmaz Öztuna, Biiyük Türkiye Tarihi, İst. 1978, 10/373.