Makale

DİNİN ANLATILMASINDA YENİ YAKLAŞIMLAR

DİNİN ANLATILMASINDA YENİ YAKLAŞIMLAR

Doç. Dr. Ali AKPINAR*

Bu yazının hedefi, müslüman olmayanlara dinin nasıl anlatılacağı değildir, örgün din eğitimi yapan kurumlardaki kişiler de değildir. Çünkü bunlar ayrı bir çalışmanın konuşudurlar. Asıl amaç, müslüman olduğunu söyleyen ve ör­gün bir kurumda din öğretimi almamış kimselere dinin nasıl anlatılacağıdır.

Önce dinin, herkes için olduğunu ve herkesle paylaşılması gereken bir değer olduğunu belirtmeliyiz. Çünkü din, insanlığın dünya ve ahiret mutluluğunu he­defler. iki dünyada da mutlu olmak tüm insanlığın hem hakkı, hem de tutku­sudur. Nitekim Kur’ân’da pek çok ayet ’Ey insanlar1 diye başlar ve Hz. Pey­gamberin de tüm insanlara gönderildiği vurgulanır. O halde dinle tanışmış olanlar, başkalarını da onunla tanıştırmalıdırlar. Zaten bu, dinin saliklerine yüklediği bir görevdir. Tüm peygaberler de, bu görevin adamıdırlar.

Dinin hedefini ve kapsam alanını bu şekilde ortaya koyduktan sonra, şim­di de dinin anlatımında yeni yaklaşımlardan ne anladığımızı ortaya koymaya çalışalım. Bunun için de eski yaklaşımları sorgulamamız gerekecektir. Zira es­ki, yetersiz kalmaya başladığı an yenilenmek zorundadır. Biz eski yaklaşımlar deyince, dinin anlatılmasında, dinin hedef ve kapsam alanına uygun olmayan yaklaşımları kastediyoruz. Bir yaklaşımın eski olması için, tek neden zamanı­nın eskimiş olması değildir elbet. Çünkü, her zaman, herkes için gerekli olan evrensel değerler, eskimeyen şeylerdir. O halde önemli olan, yaklaşımın dinin temel hedefini gerçekleştirmede ne kadar başarılı olduğudur. Bu noktada asıl görevleri dini insanlara tanıtmak olan Peygamberler ve onların yöntemleri bü­yük ölçüde bize ışık tutmalıdır. Çünkü davet, tebliğ diye de adlandırabileceği­miz dini tanıtma işi, her şeyden önce peygamber mesleğidir.

Peygamberler tarihine baktığımızda, tüm peygamberlerin izlediği ortak yöntemler olduğu gibi, her peygamberin kendi zamanının karakteristik özellik­leri doğrultusunda izledikleri farklı yöntemlerden de söz edilebilir. Sözgelimi, tebliğ görevini hiçbir çıkar ve karşılık beklemeden yapmak, kendisi iyi bir mo­del sunmak, önce yakın çevreden işe başlamak, davet yolunda karşılaşılabile­cek sıkıntılara göğüs germek, fedakarlıklara katlanmak, toplumdan kopma­mak gibi şeyler, tüm peygamberlerin ortak yönleridir. Ama Hz. Musa’nın, si­hirbazlığın yaygın olduğu bir dönemde, Asa ve Yed-i Beyza mucizesi ile müca­dele etmesi onun dönemine has bir özelliktir. Ölüleri diriltme, körleri ve diğer çeşitli hastaları iyileştirme Hz. Isa peygambere has bir özelliktir. Bu metodla- rın tarihsel olduğunu söyleyebiliriz.

işte dini tanıtma görevini üstlenenler, başarılı olmak için davetçilerin evren­sel değerlerinden yararlanma yanında, kendi dönemlerinin ve muhatap aldık­ları kitlelerin özelliklerini iyi tesbit etmelidirler, işe nereden başlayacaklarını ve nasıl sürdüreceklerini iyi bilmelidirler. Bizim tesbitlerimize göre, bugün bu gö­reve talip olanlar öncelikle şu hususlara dikkat etmelidirler:

a. Bireyde bilinç düzeyinin yükseltilmesi:

Biz, din anlatımında karşılaşılan sorunlara başlarken, din anlatımında ba­şarısız olmanın tipik örneklerinden birini vererek bunun nedenleri üzerinde durmak istiyoruz: Doğruluk, çalışkanlık, yalan-gıybet-dedikodu-aldatma-içki- kumar vs. nin zararları gibi, namaz ibadeti de yıllardır camilerde anlatılmakta­dır. Fakat gelinen noktada bu güzellikler, istenen ölçüde toplumumuza kazan- dınlamamaktadır. 1998 de bölgemizde yapılan bir doktora tezinden aktaraca­ğımız şu çarpıcı örnekler bunu teyit etmektedir:

Büyük bölümü lise ve üniversite öğrencisi olan beşyüze yakın denek üzerin­de yapılan bir araştırmaya göre, namaz kılmanın dini bir gereklilik olduğuna inananların oranı % 90.4’tür. Buna rağmen beş vakit namazı düzenli olarak kı­lanların oranı % 26.1, cuma ve bayram namazlarını kılanların oranı %27.6, hiç namaz kılmayanların oranı ise % 28.5 dir.’ Dolayısıyla inanç boyutunda görülen yoğunluk, davranış boyutuna aynı oranda yansımamaktadır.

Yine beşyüze yakın denek üzerinde yapılan bir araştırmaya göre, denekle­rin % 84.5 i içki içmemenin dini bir gereklilik olduğuna inandığı halde, hiç iç­ki içmeyenlerin oranı% 60.5.dir.

Kumar oynanamamanın dini bir gereklilik olduğuna inananların oranı % 88.9, hiç kumar oynamayanların oranı ise % 74.5 dir.

Zina etmemenin dini bir gereklilik olduğuna manaların oram % 89.5, hiç zina etmeyenlerin oranı ise % 74.6 dır.

İnanç ve davranış ilişkisi açısından bulgulara bakıldığında, bulguların oran­tılı olamama sebebleri arasında toplumsal normların (çevre, arkadaş vs) önem­li ölçüde etkili olduğu görülmektedir.2 Namaz davranışı ile diğer ahlakî davra­nışlarla ilgili bulgularda görülen bariz farkın nedeni olarak, namaz dışındaki ahlakî davranışların toplumsal yaptırımları yanında, sağlık ve parasal etkileri­nin de olduğu söylenebilir. Yani birey, namaz dışındaki davranışlarda daha pragmatist olabilmektedir. Oysa Kur’ân’a göre namaz kılma ile ahlaklı olma arasında çok sıkı bir bağ vardır. "Doğrusu namaz, ahlaksızlık ve kötülükler­den alıkor.."3

Bizim kanaatimize göre inanç ve davranışlar arasındaki bu uçurumların te­melinde yatan asıl etken, bilinç düzeyinin düşük olmasıdır. Yani insanlar dinin emir ve yasaklarının, dünya ve ahiret kazanımlarını çok iyi bilmemektedirler. Yahut bu konudaki bilgileri, davranışlarını yönlendirecek güç ve nitelikte de­ğildir. Dolayısıyla imanları da aynı oranda zayıf ve yetersizdir, işte bu yüzden Kur’ân imanın ve ilmin artmasından bahseder, inananları imanda yenilenmeye çağırır. -Ey İnananlar! îman edin.. Allah’a, Peygamberine, peygamberine indir­diği Kitaba ve daha önce indirdiği Kitaba inanmakta sebat gösterin..1,4

"İnananlar ancak, o kimselerdir ki Allah anıldığı zaman kalpleri titrer ayet­leri okunduğu zaman bu onların imanlarını artırır. Ve Rablerine güvenirler; na­maz kılarlar; kendilerine verdiğimiz rızıktan yerli yerince sarf ederler. İşte ger­çekten inanmış olanlar bunlardır... "s Demek ki, imanı artıran en önemli etken Allah’ın ayetleriyle tanışmaktır ve imanın artması kişiyi tevekkül, namaz, infak gibi davranışlara sevketmektedır. Nitekim Peygamberimiz (s.a.s.), "Ben sizin en çok Allah’tan sakınanızım, çünkü ben sizin en iyi Allah’ı tanıyahmtzım."6 buyurmuştur.

"Doğru yolu bulanların ise Allah hidayetlerini artırır, onların karşı gelmek­ten sakınmalarını (takvâhüm) sağlar.."7 "Onlar Rablerine inanmış bir kaç gençti. Onların hidayetlerini artırmış ve kalplerini pekiştirmiştik. "8

"Rabbim ilimce beni artır. "9 Ayette ’Benim ilmi artır’ değil de, ilimce beni artır, denilmesi son derece dikkat çekicidir. Demek ki, kişinin değerini bilgilen­me arttırmakta ve kişiye değer kazandırmayan bilgi anlamsız ve yararsız ol­maktadır.

Konuyla ilgili, Kur’ân’dan bir başka örnek de Hz. Yusuf’un burhanı görme makamına ermesidir. "And olsun ki kadın Yusuf’a karşı istekli idi; Rabbin’den burhanını görmeseydi Yusuf da onu isteyecekti. îşte ondan kötülüğü ve fenalı­ğı böylece engelledik. Doğrusu o bizim çok samimi kullarımızdandır. "10 ayetin­de Hz. Yusuf’un saraydaki kadın tarafından kendisine yapılan zina çağrısına olumsuz cevap vermesini sağlayan Rabbinin burhanı olmuştur. Tefsircilerin açıklamalarına göre, onu günaha düşmekten alıkoyan şey, zinanın haramlığını ve zina yapana terettüp edecek cezayı bilmesi, iç dünyasında günaha karşı du­ran ahlakî bir duygunun oluşmasıdır." Nitekim konuyla ilgili başka ayetlerde şöyle buyurulmuştur: "Rabbine karşı durmaktan korkan kimseye iki cennet vardır. "u "Ama kim Rabbinin azametinden korkup da kendini kötülükten alı­koymuşsa, varacağı yer şüphesiz cennettir. "u Hz. Adem’in oğlunu da, kendisi­ni öldürmeye kalkan kardeşine elini kaldırmaktan alıkoyan şey Allah korku­sundan başka bir şey değildi. O şöyle diyordu: "Beni öldürmek üzere elini ba­na uzatırsan, ben seni öldürmek için sana elimi uzatmam, çünkü ben, alemle­rin Rabbi olan Allah’tan korkarım "H

Çeşitli rivayetlerde biz bu bilinç ve içsel gücün yalnızca peygamberlere ait olmadığını da görüyoruz. Hz. Peygamber (s.a.s), hiçbir korumanın olmadığı kı­yamet gününde, Allah’ın özel koruması altında bulundurulacak yedi grup insa­nın içerisinde, kendisine zina çağrısında bulunan makam-mansıp ve güzellik sa­hibi bir kadına, ’Ben Allah’tan korkarım’ diyebilen kişiyi de zikretmiştir.15 işte en kritik anlarda bile kendisini gösteren bu, ’Rabbin burhanı’ demek olan ’Ben Allah’tan korkarım’ duygusunu oluşturmak ve geliştirmek zorundayız.

işte din anlatımında bilgiye dayalı, bilinçlendirmeye yönelik bir metod iz­lenmelidir. Bu noktada din adına istenen tüm davranışların, sebepleri ve kaza­nından (hikmet ve hedefleri) akıl ve bilim ölçüleri çerçevesinde izah edilmeli­dir. Rabbinin yoluna, hikmetle, güzel öğütle çağır; onlarla en güzel şekilde tar­tış; doğrusu Rabbin, kendi yolundan sapanları daha iyi bilir. O, doğru yolda olanları da en iyi bilir.16 Nitekim geçmişin aksine günümüzde insanlar, karma bir toplum yapısına sahipler. Eskiden belli bir inanç ve kültür seviyesindeki in­sanlar bir arada yaşarlar ve her alanda olduğu gibi dini yaşama konusunda da birbirlerine yardım ederler ve birbirlerini kontorol ederlerdi. Islâm devleti sınır­ları içerisinde yaşayan müslüman olmayanlar bile, ayrı mahallelerde yaşarlar­dı. Günümüzde ise böyle bir ayırım özellikle şehir hayatında mümkün olama­maktadır. Bu yüzden, günümüz şartlarında insanların iç-kontorol ihtiyacı art­mıştır. Bunun sağlanabilmesi ise bilince dayalı sağlam ve sağlıklı bir imana bağ­lıdır.

b. Dinin ne olup olmadığının ortaya konması:

Her şeyden önce din nedir sorusuna cevap aranmalıdır. Bu, kavramsal ola­rak bir din tanımı ortaya koymak için değil, dini anlatırken bize ışık tutmak için olmalıdır. Yoksa dinin pek çok tanımları yapılmıştır. Biz burada, din an­latımında bizi yönlendirecek tanımlara dikkat çekmek istiyoruz.

Nitekim Peygamberimiz, bu noktada bizlere çok net tanımlar sunmuştur. Din nedir sorusuna cevap verirken, bugün çokça tartışılan;

"Dini işe / hayata karıştırmalı mıyız, karıştırmamalı mıyız?"

"Din dünya işlerini dizayn etmek için mi, yoksa ahireti düzenlemek için mi gelmiştir?"

"Din işi-dünya işi ayrımı ne kadar doğrudur?" sorularını da cevaplamış ola­cağız.

Din tanımında ve din anlayışında farklılıkların olduğu bir dünyada yaşıyo­ruz. Herkesin kendi anladığı, ya da işine geldiği şekilde tanımladığı bir din var.

Allah’ın son kitabı Kur’âna göre dinin sahibi Allah’tır, insanların hayatla­rına çeki düzen vermek için dini Allah göndermiştir. İlahî kitaplar ve gönderi­len peygamberler Allah’ın dininin doğru bir biçimde anlaşılması ve Allah’ın is­tediği bir biçimde yaşanması için çırpınmışlardır. Pek çok Kur’ân ayeti dinin bütünüyle Allah’a has kılınmasını emreder. Dini parçacı bir mantıkla ele alan, dini yanlış algılayanları uyaran ayetler yer alır Kur’ân’da. Şu ayetleri birlikte okuyalım:

"Allah katında din, şüphesiz Islâm’dır.1,17

"Alah’m dininden başka bir din mi arzu ediyorlart Oysa göklerde ve yerde kim varsa, ister istemez O’na teslim olmuştur, O’na döneceklerdir.1,18

"Kim İslâm’dan başka bir dine yönelirse, o asla ondan kabul edilmeyecek­tir. O ahir ette de kaybedenlerdendir.1,19

" Yüzünü, doğruya yönelmiş olarak dine çevir, sakın puta tapanlardan ol­ma; sana fayda da zarar da veremeyecek, Allah’tan başkasına yalvarma; öyle yaparsan şüphesiz, zalimlerden olursun. "20

"Biz sana Kitabı gerçekle indirdik. Öyle ise dini Allah için halis kılarak

O’na kulluk et. Dikkat edin, halis din Allah’ındır.. "21

"Ey inananlar! İnkarcılar istemese de, dini yalnız Allah’a has kılarak O’na yalvarın. "22

"Dini Allah’a halis kılarak O’na kulluk etmekle emrolundum.1,23

"Fitne kalmayıp, din bütünüyle yalnız Allah’ın oluncaya kadar onlarla sa­vaşın.. "24

Tüm bu ayetler dini katıksız olarak Allah’a has kılmamızı istemektedir. Al­lah’ın dinini, Allah’ın istediği şekilde anlayıp yaşamamızı âmirdir bu âyetler. Allah, kendisine ortak koşulmasını asla affetmeyeceğini bildirmiştir. Allah’ın dinini insanların kendi canlarının istediği şekle sokmaları da Allah’a şirktir. O, din koyma ve dinin sınırlarını belirleme konusunda başka hiç kimsenin kendi­ne ortak olmasını istememiştir. Bu gerçeğe rağmen tarih boyunca insanlar Al­lah’a ortak koşarak din koyma yetkisini O’ndan tamamıyla yahut kısmen al­maya yeltenmişlerdir. Bunu yaparken de genellikle Allah’ın dinini kullanmış­lar, hatta bu tahrifat ve şirki Allah adına yapmışlardır. Nitekim Kur’ân, keli­meleri "Sözleri yerlerinden değiştiren1,25 tahrifçilerden bahseder ve onları şid­detle kınar. Ayetlerde işaret edilen ve Yahudi mesleği olan bu tahrif, ya Kitap­taki bir kelimenin yerini değiştirmekle, ya yanlış yorumlarla sözü asli manasın­dan dışarı çıkarmak, ya da sözü eğip bükerek asli manasının dışında kullan­makla, kısaca tercümede, yorumda ve sözün nakledilmesinde olmuştur.26

Öte yanda pek çok âyette Allah’a iftira eden, bir takım şeyleri O’na söyle­ten, O’na yakıştıran zalimlerden bahsedilmiştir. Bu ayetlerden bir kaçı şöyle- dir:

"Allah’a karşı yalan uydurandan veya kendisine bir şey vahyedilmemişken ’Bana vahyolundu, Allah’ın indirdiği gibi ben de indireceğim’ diyenden daha zalim kim olabilir? "2?

"Diliniz yalana alışmış olduğu için, ’Şu haram, bu helaldir1 demeyin, zira Allah’a karşı yalan uydurmuş olursunuz. Allah’a karşı yalan uyduranlar ise, sa­adete şüphesiz erişemezler.1,28

Bugün Allah’ın dinini, kendi indî yorumlarıyla çarpıtmaya ve murad-ı ila­hinin dışına çıkarmaya çalışanlar ve bunu da Allah adına, O’nun dini için yap­tığını söyleyenler Allah’a iftira ettiklerinin farkında mıdırlar acaba?

Bu yanlış din tanımlarının arka planında bilgisizlik ve art niyet yatmakta­dır. Çoğu insan dini bilmiyor. Dini, sahibinin açıklamalarından anlama yerine, dini yaşadıklarını söyleyenlerin hayatlarından, yahut kulaktan dolma gelenek­ten kaynaklanan yüzeysel, hurafe karışımı bilgi kırıntılarından dini algılamaya ve ona göre değerlendirmeler yapmaya kalkıyor. İkinci bir grup ise dini genel olarak bildikleri halde sırf ona karşı çıkmak, yahut onu tahrif edip insanları ondan soğutmak için yanlış din tanımları yapabilmektedirler. Ama sonuçta her iki grubun birleştiği bir şey var ki, o da bu çevrelerin dinden korkmalarıdır. Sözgelimi bugün bu çevrelere mensup çoğu insan, herhangi bir konuda din gündeme getirildiğinde "bu işe dini karıştırma, dini alet etme, din ayrı bu iş ay­rı, dini istismar etme" gibi sözlerle buna tepki göstermektedir. Peki bu tepkile­rin haklılık ve doğruluk payı var mıdır, sorusuna cevap aramaya çalışalım.

Biz burada dinin kavramsal felsefî tanımlarını yapacak değiliz. Bunun yeri­ne dinin, hayatın içinden pratik tanımlarına yer vereceğiz. Tıpkı Peygamberi­mizin (s.a.s) yaptığı gibi. Nitekim O (s.a.s) hadislerinde "Din samimiyettir. "29, “Din kolaylıktır’’30 "İslâm güzel ablaktır"3!, buyurmuşlardır. Buradan hareket­le şunları söyleyebiliriz:

ilk emri ’Oku’ olduğuna göre Din bilgilenmektir. Dini bu işe karıştırma di­yenler, acaba cehalet mi istiyorlar. Bilgi çağında, bilgilenmeyi ilk prensip edi­nen bir din olmadan nasıl yaşanabilecek?

Din doğruluktur. Dinden rahatsız olanlar, hile, aldatma, sahtekarlık, skan­dal ve yolsuzluklarla dopdolu bir toplum mu istiyorlar? Ya da sahtekarlar, ya­lancılar, dolandırıcılar dinin bir gereği ve sonucu olarak mı ortaya çıkmışlar­dır?

Din temizliktir. Dine karşı olanlar, maddî ve manevî yönlerden kokuşmuş bir dünya mı istiyorlar? Çevreyi kirletip katledenler, kimyasal ve nükleer artık­larla evreni kirletenlere bu yaptıklarını din mi emretmektedir?

Din iyiliktir. Dinin karşıtları kötülük odaklan mıdırlar yoksa? Din dışı ka­lanlar, bugüne kadar hangi iyilik odağını oluşturabildiler? Yoksa kötülük odaklarını, din mi besleyip destekliyor?

Din güzelliktir. Dini hayata karıştırmamakla, çirkin bir hayat mı arzulanı­yor? Dinin hangi emri, estetik ve güzelliğe zıt, hangi prensibi insanın yaratılış ve çıkarına aykırıdır?

Din çalışkanlıktır. Din dışı kalınarak avare ve tembellerin köşelerde pinek­lediği bir toplum mu isteniyor? insanları, ’hiç ölmeyecekmiş gibi dünya için ça­lış, kıyamet koparken bile elindeki fideyi dikmekten geri kalma’ diyen din mi miskinleştiriyor yoksa?

Din güvendir. Din olmadan, nasıl güvenli bir dünya kurulabilecek öyleyse? Din evrensel güven ve emniyet kaynağı Allah katından geldiğine göre, din mi­dir, terör ve kargaşayı emreden?

Din barıştır. Din barış ve esenlikse, din olmadan terör ve savaşsız bir dün­ya nasıl kurulabilecek? Yoksa, insanları toplu imha silahlarıyla katletmeyi em­reden din midir? ’Bir insanı öldüren tüm insanlığı öldürmüş gibidir’ diyen din değil midir?

Din görevleri yapmaktır. Din olmadan, görev bilincinde yararlı insanlar na­sıl oluşturulabilecek? Herkesin başına bir polis dikilemeyeceğine göre, bunca insan nasıl gözetim ve kontrol altında tutulmadan görevini aksatmadan yerine getirebilecektir?

Din haklan gözetmektir. Dinin bir adı da hak, dinin sahibi Allah’ın bir adı da Hak, Kur’ân hak ile inmiş, peygamber hak ile gelmiş. Kısaca din, hakkın / gerçeğin egemenliği için vardır. O halde din dışı kalınarak, nasıl haktan hukuk­tan bahsedilebilecek?

Din evrenseldir. Din, insan içindir ve herkes içindir. O herkesi, tüm çağları ve bölgeleri kuşatır. O, belli bir etnik grubun, belli bir yörenin ve belli bir za­manın dini değildir. Kur’ân pek çok ayetinde "Ey insanlar!" diye tüm insanla­ra seslenir. Kur’ânda iki yüz kırk bir kere ’insanlar’ (nâs) kavramı yer alır. Bu­gün etnik ve bölgesel çatışmalarla dolu bir dünyada yaşıyoruz. Hiçbir düşünce tüm insanlığı kucaklayamamaktadır. Hal böyle iken tüm insanlığı kucaklaya­cak evrensel barışı, din olmadan kim, nasıl oluşturacak?

Tanımları ve soruları çoğaltabiliriz. Bugün dinin tanımları olarak verdiği­miz bu temel esaslara hasret çeken bir dünyada yaşıyoruz. Bu gelinen noktaya doğru bir din anlayışı ile gelinmemiş; aksine dine karşı bir tavır takınılarak, din dışı kalınarak, yahut din yanlış ve eksik anlaşılarak gelinmiştir. Tüm bu geli­nen noktanın sorumlusu din değildir. Bütün bunları gözönünde bulundurarak, din anlayışımızı, dine tavır koyuşumuzu bir kez daha gözden geçirmeliyiz.

c. Dinin Temel Dinamikleri Doğrultusunda Yapılacak Bir Sorgulama:

Dini anlatanların, hedefledikleri noktanın neresinde olup olmadıklarını ve gelinen noktanın nedenlerini tesbit etmek için sürekli kendilerini, metodlarım ve gidişatı sorgulamaları gerekmektedir.

Şöyle ki, bugün dini kabul etme, tanıma ve doğru anlama noktalarında farklı seviyelerdeki pek çok insanla birlikte yaşayan müslüman din anlatıcıları, yaşadıkları toplumların değişik kesimleriyle uyum ve onlara ulaşma sorunu ile karşı karşıyadırlar. Oysa Mekke ve Medine’de müşrikler, yahudiler ve hristiyanlarla barış içinde birlikte yaşamanın en güzel modellerini sunan Hz. Pey­gamber, bilgiye dayanan azimli ve kararlı mücadelesi sonucu onlara kendini takdir ettirmiş, sevdirmiş ve onların müslüman olmasını sağlamıştı.

Başkalarının suçlarını görmezden gelme adına değil; ama kendi eksiklerimi­zi önce görüp düzeltme adına kendimizi sorgulamalıyız. Bunun için de Islamı hep diri ve canlı tutan temel dinamiklerinden en önemli gördüklerimizi madde­ler halinde sıralayıp bu temeller karşısında durumumuzu ve konumumuzu, bu dinamikler hakkındaki yanlış kanaatleri irdelemeye çalışacağız.

c. 1-Doğru ve sağlam bir inanç: Müminlerin temel özelliklerini sayan ayet­lerden birkaçında şöyle buyurulur:

"İnananlar ancak, o kimselerdir ki Allah anıldığı zaman kalpleri titrer O ’nun âyetleri okunduğu zaman bu onların imanlarını artırır. Ve onlar sadece Rablerine güvenirler; namazı adamakıllı kılarlar; kendilerine verdiğimiz rızık- tan yerli yerince sarf ederler. İşte gerçekten inanmış olanlar bunlardır. Onlara Rablerinin katında mertebeler, mağfiret ve cömertçe verilmiş rızıklar vardır. ” ’2

"Gerçekten Rablerini büyük tanıyıp O’na olan saygıdan dolayı kötülükler­den sakınanlar..

" Ve Rablerine dönecekleri için yapmakta oldukları işleri kalpleri çarparak yapanlar; işte onlar, iyiliklere koşuşurlar ve iyilik için yarışırlar. "34

"Allah anılınca onların yürekleri hoplar.. "3S

"Allah, sözün en güzelini ahenkli, katmerli bir kitap olarak indirdi ki Rab­lerine derin saygı gösterenlerin ondan derileri ürperir, sonra da derileri ve kalp­leri Allah’ın zikrine yatışıp yumuşar.. "36

Ayetlerde Allah’ı anmak / hatırlamak kalpleri ürperten; âyetleri okuyup dinlemek ise imanları kuvvetleştirip pekiştiren ameller olarak anlatıldı. Elbette bu sonuçların gerçekleşmesi Allah’ı layıkıyla tanımak ve ayetlerin anlaşılmasıy­la mümkündür. Yani doğru bilgiye dayalı bir zikir ve tilavet. Bunlar bilinçsiz olursa, hedeflenen bu sonuçlar gerçekleşmez şüphesiz. Nitekim Hz. Aişe, zina ettikleri, hırsızlık yaptıkları ve içki içtikleri halde müminlerin nasıl Allah’dan korkanlar olabileceklerini Peygamberimize sorunca şu cevabı almıştır: "Hayır, hayır onlar bu halleriyle Allah’dan korkmuş olmazlar. Ama onlar namaz kılar, oruç tutar ve hayır hasenatta bulunurlar. İşte ancak bu şekilde Allah’dan kork­muş olurlar.,37

Bir hadisde de şöyle buyurularak güçlü mümin olmaya yönlendirilmiştir:

"Güçlü mümin zayıf müminden daha hayırlı ve Allah’a daha sevimlidir. Ama her seviyedeki herbir müminde de iyi bir taraf vardır..38

Hadis genel bir ifade ile, iman, ilim, amel, mal, beden ve benzeri tüm alan­larda güçlü müminin daha hayırlı ve daha sevimli olduğunu bildirmektedir. Bu­na göre her mümin bu alanların tümünde, olmazsa güç yetirebildiği alanlarda güçlü mümin olmaya ve bu gücünü Allah yolunda kullanmaya gayret etmeli­dir.

c. 2-Kendine ve tüm insanlığın yararına olan salih bir amel: Salih amel, müslümanın eylemini diğer insanların eylemlerinden ayırt eden ameldir. Salih amel hem kul haklarının hem de Allah’ın haklarının gözetildiği davranışlardır. Dolayısıyla salih amel hem kişinin kendi yararınadır, hem başkalarının yararı­na. Yine onun yararı hem dünyadadır hem de ahirettedir. Allah’ın ölçüleri doğ­rultusunda olmak kaydıyla müminin her davranışı salih ameldir. Bu anlamda sadece İslâm, saliklerinin davranışlarım ibadet olarak değerlendirerek salih amel kabul etmiştir. Salih amel, müminin imanının kuru bir iman olmadığının isbatıdır. Müminin imanı pratik hayatta görünmek ister. Bu yüzden Kur’ânda imandan hemen sonra salih amel anılmıştır:

"îman edenler ve salih amel işleyenler.,39

" O mal ve oğullar dünya hayatının süsüdür. Kalıcı salih ameller ise, Rabbi- nin katında sevap bakımından da hayırlıdır, emel bakımından da.,40

"Allah hidayete erenlerin hidayetini artırır. Kalıcı salih ameller Rabbinin katında sevap bakımından da hayırlıdır, akıbet bakımından da. "41

c. 3-Herkes ve herşeyin hayrına olan ahlak ilkeleri: Barış dini Islâm, tüm in­sanların dünya ve ahiret hayırlarını dileyen bir dindir. Barış adamı demek olan müslümanın varlığı da tüm insanların hayrına ve yararınadır. Müslümanın var­lığından hiç kimse zarar görmez. Zira o, arzuladığı cenneti dünyaya taşımaya kendini adamıştır. Tüm özellik ve güzellikleriyle Allah’ın dünyada bir model olsun diye anlattığı cenneti dünyada kurmak müslümanın tutkusudur. Gerçek mümin hep iyiye, güzele, faydalıya taliptir.

İyi ve güzellikleri insanlığa kazandıranlar selim akıl sahipleri tevhit erleri­dir. İlk insan ve ilk peygamberle iyi ve güzellikler evrensel boyutuyla insanlara sunulmuştur. Bu anlamda yeryüzünde çirkinlik ve kötülükten önce iyilik ve gü­zellikler vardı. Çünkü aynı zamanda bir peygamber olan ilk insan Hz. Adem, cennette görüp yaşadığı güzellikleri yeryüzüne taşıyan adamdır. Şeytan ve çir­kinlikler daha sonradır, insanlığa düşen ise kötülüklerin kaynağı ve odağı ba­ba düşmanı şeytanın adımlarım bırakıp peygamber babalarının yoluna dön­mektir.Şimdi şu ayeti okuyalım:

"Siz insanlar için seçilip çıkarılmış en hayırlı bir toplumsunuz. İyiliği emre­der, kötülükten akkorsunuz. Çünkü siz Allah’a inanıyorsunuz.. "42 Ayet, mü­minlerin varlığının, sadece müslümanların değil tüm insanların yararına oldu­ğunu açıkça ortaya koymaktadır.

Bahçe (cennet), barış yurdu (daru’s-selam) gibi isimlerle anılan cennet,doğ­ruluk yurdu güvenli bir makamdır. Pınarları, nehirleri, yeşillikleri, meyveleri, lüks oturma grupları ile cennet bir neşe ve eğlence yurdudur. Yalanın, boş ve anlamsız sözlerin, rahatsız edici gürültü ve patırtıların, kötülerin ve kötülükle­rin olmadığı bir huzur ortamıdır cennet.41 Islâmın dünyada istediği de benzer bir hayattan başka nedir? Böyle bir hayat bir ütopya olmaktan çıkmış ve müs- lümanların eliyle zamanın çeşitli dilimlerinde, bu dünya da kurulmuştur. Nite­kim, müslümanların egemenliği altında yaşayan Hayber yahudileri, müslüman- Iardan gördükleri adalet ve iyi muamelelere karşılık şöyle demekten kendileri­ni alamamışlardır: "O kadar adalet var ki, sanki cennet yeryüzünde kurul- du!1,44

c. 4-Tattığı hakikat zevkini başkalarına tattırma mücadelesi demek olan ci- had:

Islâmda cihad, din koyma yetkisinin tamamen Allah’a ait olduğunu sağla­mak, insanlığı insanların kölesi olmaktan kurtarmak, onları zulüm ve haksız­lıklardan korumak için yapılır. İslama göre cihad, din ve vicdan özgürlüğünün önündeki engelleri bertaraf etme adına yapılır. Cihad ancak Allah için ve O’nun yolunda olur. Bir mücadelenin cihad olması için, O’nun uğruna tüm im­kanların seferber edilmesi şarttır. Cihad, dille olur, malla ve canla olur. Kişinin kendi kötü tutkularıyla boğuşması da cihaddır, başka kötülerle mücadele etme­si de cihaddır. En büyük cihad Kur’ân’la yapılan cihaddır. Tüm bunları yerine getirmek hakkıyla cihad, yahud cihad ibadetine hakkını vermek demektir.

"O halde kafirlere boyun eğme ve Kur’ân’la onlara karşı olanca savaşınla büyük bir cihad yap. 45

"Sizler gerek hafif, gerek ağırltklı olarak (genciniz yaşlınız, zengininiz faki­riniz) elbirlik savaşa çıkınız. Allah yolunda mallarınızla, canlarınızla cihad edin. Eğer bilirseniz bu, sizin için daha hayırlıdır. 46

"Allah uğrunda hakkıyla cihad edin. Sizi O seçdi. Dinde üzerinize hiçbir güçlük de yüklemedi.. "47

"Baskı ve işkenceden eser kalmayıncaya ve din de tamamıyla Allah’ın olun­caya kadar onlarla savaşın.. "48

Islâmda cihadın sadece bir aşaması olan sıcak savaş da yine aynı şartlar al­tında ve aynı hedef için yapılır. O, ne toprak, mal, şan kazanmak için yapılır; ne de insanları zorla müslüman yapmak için. O öncelikle, kendisine saldıran­lara karşılık vermek ve doğruların önüne engeller koyan kötülük odaklarını et­kisiz hale getirmek için savaşı kutsal sayar. Bu yönüyle Islâm savaşçısı, barışı yaymak, başkalarına hayat hakkı tanımak ve onları hakikatlerle tanıştırmak için kendi hayatını tehlikeye atmaktan çekinmez. Onun için, bu uğurda ölmek, ölümsüzlüğe ermek olup onun için en büyük mertebedir. Kısaca söylemek ge­rekirse, büyük İslâm şehidi Hz. Hamza, kendisini şehid eden Vahşi ve Hind’in müslüman olmaları ve Islâmla hayat bulmaları için canını vermiştir.

c. 5-Caydırıcı ve suçu yok edici olan cezalar: Kimi çevrelerin acımasız ve çok ağır diyerek dillerine doladıkları Islâmın öngördüğü cezalar, tüm kullarına karşı engin merhameti ile muamele eden Rahman tarafından konulmuştur. On­lar, yeryüzünde adaletin teminatı olup suçları yok etmek içindir, insanları acı­masızca öldürüp onları sakat bırakmak için konulmamıştır. Cezalar bu yönüy­le caydırıcı bir özelliğe sahiptirler. Zaten zina, hırsızlık, terör, içki, uyuşturucu gibi suçların, hem bunları işleyenlere, hem de topluma maddi ve manevi zarar­ları olduğu üzerinde tüm akıl sahiplerinin birleşmişlerdir. Bu cezaların uygu­lanması herkes için hayat sebebidir. Nitekim bu yasaların uygulandığı dönem­ler, suçların en az işlendiği; suçluların yok denecek kadar azaldığı dönemlerdir:

"Ey akıl sahipleri! Sizin için kısasta hayat vardır. Belki sakınırsınız.1,49 Bu âyetten de anlaşılacağı üzere, Islâmdaki cezalar, Allah’ın emirlerini tutup ya­saklarından kaçınan takva sahibi insan tiplerini yetiştirme hedefine yöneliktir. Yine onlar taraflar için hayat kaynağıdır. Bunu ise elbette akıl sahipleri anlar.

c. 6-Ahiret inancı doğrultusunda oluşan kesintisiz bir sorumluluk bilinci:

Kur’ân-ı Kerimde onlarca âyette Allah inancı ile ahiret inancı birlikte zikredil­miştir. Bu âyetlerde iman, Allah ve ahiret inancında özetlenmiştir. Bununla ahi­ret bilinci doğrultusunda bir Islâm insanı hedeflenmiştir. İslâm insanı, söyledi­ği her sözden ve işlediği her amelden ahirette hesaba çekileceğinin bilinci içeri­sindedir sürekli.

".. Kim Allah’a ve ahiret gününe inanır ve salih amel işlerse elbette onların Rab’leri katında mükafatları vardır. Onlara bir korku da yoktur, mahzun olacak da değildir onlar.1,50

"..İşte içinizden Allah’a ve ahiret gününe iman edenlere bununla öğüt veri­liyor.. "51

c. 7-En iyiye, en güzele, en doğruya, en yararlıya doğru bitmeyen, sürekli artan doyumsuz bir arzu: Bir iyilik meleği olan müslüman her yerde ve herke­se karşı iyilik ve hayra doymaz. Onun hayırhahlığı kesintisizdir. O, hayra doy­maz ve hayra kanmaz. Hayırdan usanmaz ve hayır işlemekten yorulmaz. O, hayırlı bir işde yorulur; bir başka hayırlı işde dinlenir. Yaptıkları hayırlarla ve geldikleri noktalarla yetinme hastalığı yoktur onlarda. Onlar, sürekli okuduk­ları günlük dualarında "Bizi dosdoğru yola eriştir"51 diye dua ederler. Bunun­la dosdoğru yolda oldukları halde, o yolda hiç ayrılmadan ilerleyip mesafe ka- tedebilmeyi, hidayetlerinin artırılmasını isterler. Zaten onları tanımlarken Rab- bimiz şöyle buyurur:

"Hidayete eren müminlere gelince, Allah onlarm hidayetlerini artırmış ve onlara takvalarım vermiştir.1,53

Doğrusu onlar Rab’lerine iman eden genç yiğitlerdi. Biz de onların hida­yetlerini artırmıştık.1,54

Pek çok hadislerinde mümini, gayesi ahiret olan kişi olarak tanımlayan Pey­gamberimiz (s.a.s) de mümini şöyle niteler:

"Mümin, cennete varana dek hayra doymaz.1,55

Bizim öne çıkardığımız bu maddelere şunları da ekleyebiliriz:

d. Yetki Sorunu:

Dinin yaygın olarak anlatmada görevli öncelikli kişiler kimlerdir. Resmî gö­revi olsun olmasın, dini bilen kişilerdir elbet. Bugün tıp alanı ile, din alanında herkes konuşur, herkes bu iki alanla ilgili bir şeyler söylemek ister. Bunun, her­kesin bu iki alana ilgi duyması gibi olumlu nedenleri varsa da, sonuç itibarıyla bu durum pek çok olumsuzluklara yol açabilmekte, yarım doktor candan, ya­rım hoca dinden edebilmektedir. Hele bir de konuşan kişi, hiç doktor, yahut hiç hoca değilse durumun vehametini siz düşünün.

e. Zaman ve Ortam Seçimi:

Din anlatımında en uygun zaman ve ortamlar seçilmeli ve uygun ortam ve fırsatlar iyi değerlendirilmelidir. Bu noktada haftalık olarak müslümanların büyük bir çoğunluğunun katıldığı cuma merasimleri büyük önem arzetmektedir. Çünkü cuma merasimlerinin en güzel özelliklerinden biri de vaaz ve hutbe­lerin olmasıdır. Bu konuşmalarda, en anlamlı, en özlü, hayatın içinden ve ya­şanan hayata yön verici cümleler olmalıdır. Bu nedenle vaiz ve hatipler iyi ha- zırlanmalıdır. Pratik olarak yalnızca erkeklere yapılan bu konuşmaların ha­nımlara da ulaştırılması sağlanmalıdır. Bu, hanımların camiye gelmelerine im­kan sağlama yanında, radyo ve tv gibi iletişim organlarıyla konuşmaları yayın­lamak ve dinleyicilere öğrendikelirini evlerine taşıma bilinci verilerek de sağla­nabilir. Dini anlatı yeri öncelikle camilerdir, ama kesinlikle camilerle yetinilme- melidir. Bu konuda yetkin kimseler kendilerini gizlemeden, evlerde, kahveha­nelerde, çay sohbetlerinde, çeşitli salonlarda, iş yerlerinde kısaca her yerde ve her an görevli olduklarının bilincinde olmalı ve bulundukları her yerde günde­mi oluşturmaya çalışmalıdırlar. Bu da bilgi ve beceri ile mümkündür elbet. Ya­pılan bir araştırmada "Hangi vaazları beğeniyorsunuz?" sorusuna cevap veren­lerin % 76 sı, ayet ve hadislerle yapılan vaazlara, % 11 i, teknik bilgilerle ya­pılan vaazlara, % 3 ü, heyecanlı vaazlara diye cevap vermiştir.56

f. Dini doğru ve yaşanabilir bir biçimde anlatmak:

Doğru anlatım için köklere, temel kaynaklara, Kitap ve Sünnete inmek ge­rekir. Ama Kitap ve Sünnetin mesajını doğru anlayıp, günümüze taşımak şart­tır. Din, yaşanabilir bir hayattır, ütopya değildir, ucube hiç değildir. Bu neden­le anlatımımız, nefrete, kargaşa ve kaosa yol açmamalıdır. Çünkü, İslâm sevgi, barış ve esenlik dinidir. Peygamberler müjdeci ve uyarıcı olarak, karanlık dünyaları aydınlatıcı olarak gelmişlerdir. Peygamberimiz (s.a.s), "Müjdeleyin, nefret ettirmeyin. Kolaylaştırın, zorlaştırmayın” buyurmuştur.57 Ürkütmeden, kaçırmadan, kişileri dinden etmeden anlatabilmek. Bugün bazı anlatımlar, mu­hatapları çıkmaza sürüklemekte, onları tıkanmanın eşiğine getirmektedir. So­nuçta dine kazandırılmak istenen insanların, dinden kaçırıldıklarına tanık olunmaktadır. Anlatımda emir ve yasaklardaki hikmetler, nedenler, dünya ve ahiret kazanımları üzerinde ağırlıklı olarak durulmalı ve bilimsel gerçeklerden yararlanılmalıdır. Zira günümüz insanı, dünden daha fazla sorgulayıcı bir mantık yapısına sahiptir. Camide, evlerde, taziyede, doğumda, düğünde vb. de­ğişik vesilelerle okunan Kur’ân aşırlarının mealleri verilmelidir.

Dinleyicilerin soru sormalarına imkan tanınmalı ve onların soruları cevap- lanmalıdır. Bu, para toplama kutusu gibi, her camide bir dilek ve soru kutusu bulundurularak yapılabilir. Haftalık olarak yetkili kişiler o kutulara bakarak, sorulan sorulara vaaz ve hutbelerinde cevap verebilirler.

g. Anlatılan şey sahiplenilmeli: Başkalarına anlattığımızı kendimizde yaşamalıyız. “Siz Kitabı okuduğunuz halde insanlığa iyiliğe emredip kendinizi unutuyor musunuz?...”58

h. Karşılık beklemeden yapılmalı: Din gibi yüce bir değeri basit emellere alet etmekten şiddetle kaçınılmalı. Kur’ân Allah’ın âyetlerini az bir paha ile satma­yın,” derken Hz. Peygamber de "Kur’ân’la karın doyurmaya kalkmayın "60 bu­yurur.

ı. Çok yönlü ve herkese yönelik, sürekli bir anlatım gerçekleştirilmeli: inan­cı, seviyesi, yaşı, işi, konumu ne olursa olsun hiç kimseyi dışlamadan herkese yönelik olmalı. Muhatapların tepki ve tavırları, yılgınlığı, onları dışlamaya sev- ketmemelidir. "Ey inkarcılar! Aşırı giden kimselersiniz diye sizi Kur’ân’la uyar­maktan vaz mı geçelim? "61 Davetçi güleryüzlü ve sempatikliğini her zaman mu­hafaza etmeli, özel sorunlarını kesinlikle dini anlatma işine, söz ve duygularıy­la yansıtmamalıdır, Başarılı olmak için hem kendisine, hem de muhataplarına duayı dilinden hiç eksik etmemelidir.

j. Kişileri değil, icraatları konuşmalı: Kur’ân isimler üzerinde fazla durmaz. Kur’ân’ın indiği dönem inanan insanlarından sadece Hz. Zeyd’in ismi, inanma­yanlardan da Ebu Leheb’in künyesi geçer.

k. Din, bütüncül yaklaşım ile sloganlaştırmadan anlatılmalı: Bu konuda Kur’ân şöyle der: "Ey inananlar! Hep birden barışa / Islâma girin..1,62 Ayet, he­piniz toptan Islâma girin, diye anlaşıldığı gibi, bütünüyle Islâma girin diye de anlaşılmıştır. Başka ayetlerde de, Kur’ân’ı işlerine geldiği gibi bölenlere de ken­di kitaplarının bir kısmına inanıp bir kısmını kabul etmeyen yahudi ve hıristi- yanlara da nitekim Kitap indirmiştik.."63 "insanlar içinde Allah’a, bir tarafın­dan kulluk eden vardır..1,64 denilerek buçukçu yaklaşımlar kınanmıştır.

1. Tartışmalı konuları öne çıkarıp kafa karıştırma yerine, evrensel ve net il­keler öne çıkarılmalı: Kur’ân’ın tedricilik / aşamalık metodundan yararlanılma­lıdır. Öyleki Kur’ân hedeflediği dinî düşüncenin oluşmasında, ibadetler ve mu­amelat denilen sosyal hayatla ilgili uygulamaları belli disiplinler haline getirir­ken hep bu metodu izlemiştir. Örneğin Islâm’ın ilk yıllarından itibaren iki re­kat ve iki vakit olarak gündeme getirilen namaz, Miraç olayı ile beş vakit ola­rak emredilmiştir. İlk olarak Aşure orucu ile başlayan oruç, Medine dönemin­de Ramazan orucu olarak farz kılınmıştır. Vahyin ilk günlerinden itibaren gün­deme getirilen infak ve yardımlaşma, Medine döneminde zekat olarak kurum- laştırılmıştır. içki, kumar ve faizin yasaklanmasıyla ilgili olarak da benzeri bir metodun izlendiğini söyleyebiliriz.65

Burada bir fikir verebilmek için, Islâmm ilk dönemlerinde inen şu ayetlere bir bakalım: Yaratan Rabbinin adıyla oku. (96 Alak 1)

Nun. Kalem ve yazdıklarına andolsun.. Elbette sen, büyük bir ahlak üzere­sin.. O Kur’ân alemler için bir zikirdir / öğüttür. (68 Kalem 1, 4, 52.) Sonraki ayetlerde Ahiret mükafat ve cezaları/ cennet ve cehennem konulan anlatılmak­tadır.

Ey örtünen! Gecenin birazı hariç olmak üzere kalk.. Yavaş yavaş Kur’ân oku.. Hem Rabbinin ismini an. Kendini herşeyden çekerek Rabbine yönel.. Müşriklerin dediklerine katlan.. (13 Müzzemmil 1, 2, 4, 8, 10.) Sonraki ayet­lerde Ahiret mükafat ve cezaları/ cennet ve cehennem/konuları anlatılmaktadır.

Ey örtünüp bürünen! Kalk ve uyar. Rabbini yücelt. Elbiseni temiz tut. Her türlü pislikten sakın. Yaptığın iyiliği çok görme. Rabbin için sabret.. (74 Müd- dessir 1-7.) Sonraki ayetlerde Ahiret mükafat ve cezaları/cennet ve cehennem konuları anlatılmaktadır.

Hamd alemlerin Rabbi, Rahman, Rahim ve din gününün sahibi olan Al­lah’adır. (1 Fatiha 1-3.)

ilk inen bu beş surede özetle, bilgiyi kuşanmak, sağlam bir Allah ve ahiret inancı, etik değerler ele alınmaktadır. Mekke’de inen ayetler genellikle bu te­maları işlerler. Sınırları belirlenmiş olarak ibadetler ve sosyal hayatı düzenle­yen emirler, yasaklar, cezalar hep Medine dönemindeki ayetlerde ele alınmış­tır. Tabiki tüm bu konular Kur’ân’ın kendine özgü uslübüyle, inanç-davranış, dünya-ahiret, madde-mana, birey-toplum bütünlüğü içerisinde işlenmiştir. Kur’ânın bu metodu her zaman yolumuzu aydınlatmalıdır.

Sonuç olarak şunları söyleyebiliriz: Dini anlatma gibi önemli bir göreve ta­lip olanlar, sorumlululuklarının bilincinde, önce kendi durum ve seviyelerini gözden geçirmeli, sonra da muhataplarının durumlarım iyi tesbit etmeli, dini insanlara ulaştırma görevinin en öncelikli şahısları olan Peygamberlerin davet metodlarmdan da yararlanarak, çağın gerekleri ve yaşanılan şartlar doğrultu­sunda yeni yaklaşım ve metodlar geliştirmeli, Allah’ın tüm kullarını kucaklasın diye gönderdiği evrensel dini, temel kaynaklara bağlı olarak, doğru ve net bir biçimde anlatabilmek için, hiç bir fedakarlıktan kaçınmadan ne gerekiyorsa onu yapmalıdırlar. Unutmayalım ki, biz insanları dinden soğutmak, dinin aş­kın değerlerinden kaçırmak için değil; onları dine kazandırmak, dinin güzellik­lerinden herkesi yararlandırmakla görevliyiz.

Selam olsun gerçek davetçi ve elçilere. Hamdolsun alemlerin Rabbi Allah’a.

* Cumhuriyet Üniversitesi İlahiyat Fakültesi öğretim Üyesi.

** Bu tebliğ, Sivas II Müftülüğünce 05.05.2001 tarihinde tertip edilen konferansta sunulmuştur.

1 Bkz. M. Doğan Karacoşkun, Pisiko-Soyal Açıdan hnan-Amel ilişkisi, Samsun, 1998, s. 56-57.

2 Aynı tez, s, 78-92. Aynı araştırmaya göre, yalan söylememenin dini bir gereklilik olduğuna inananların ora* m % 94.6, hiç yalan söylemeyenlerin oranı ise % 30.6 {Gıybet oranları da hemen hemen aynı) bkz. s, 104- 113.

3 29 Ankebut 45.

4 4 Nisa 136.

5 8 Enfa! 2-4.

6 Buhârî, îman 13; Müslim, Siyam 74; Muvatta’, Siyam 13; Ahmed, III, 317.

7 47 Muhammed 17.

8 18 Kehf 13.

9 20 Tahâ 114.

10 12 Yusuf 21.

11 Bazı tefsirciler söz konusu bürhanm, evin tavanında zinaya yaklaşma yazısını, yahut babası Hz. Yakub’u, yahut Cebrail’i görmesidir, yahut da fuhşa düşmesine engel olan peygamberliktir , diyenler de olmuşsa da bunlar uzak yorumlardır. Bkz. Razî, Mefâtihu’l-Gayby XVIII, 119-120.

12 55 Rahman 46.

13 79 Naziat 40-41.

14 5 Maide 28.

15 Buhârî, Ezan 36, Zekat 16, Rİkâk 24; Müslim, Zekat 91; Tirmizî, Zühd 53.

16 16 Nahl 125.

17 3 Âl-i Imran 19.

18 3 Âl-i Imran 83.

19 3 Âl-İ Imran 85.

20 10 Yunus 105-106.

21 39 Zümer 2-3.

22 40 Ğafir 14, 65.

23 39 Zümer 11, 14; 98 Beyyine 5.

24 2 Bakara 193; 8 Enfal 39.

25 4 Nisa 46; 5 Maide 13, 41.

26 Bkz. Razî, Mefâtibu’l-Gayb, III, 338; Ihnü’l-Cevzî, Zâdü’l-Mesîr, II, 99; Elmalılı, Hak Dini Kur’ân Dili, II, 1362.

27 6 EnJam93.

28 16 NahI 116.

29 Buharî, iman 43; Müslim, îman 95; Ebu Davud, Edeb 59.

30 Nesâî, iman 28; Buharî, iman 29; Ahmed, V, 69.

31 Gümüşhanevî, Râmuz, i, 189 (Deyiemî).

32 8 Enfal 2,4.

33 23 Mü’minün 57.

34 23 Mü’minün 60-61.

35 22 Hac 35.

^6 39 Zümer 23.

37 Zemahşeri, Keşşaf, II, 35.

38 Müslim, Kader 34.

39 2 Bakara 25, 82, 277; 3 Âl-i Imran 57; 4 Nisa 57, 122, 124, 173.

40 18 Kehf 46.

41 19 Meryem 76.

42 3 Âl-i Imran 110.

43 Geniş bilgi için bkz. İbn Kayyım el-Cevziyye, Cennetteki Hayat, Uysal Kitabevİ, Konya, ty.

44 Muhammed Hamidullah, Hz. Peygamberin Savaşları, s, 225, İstanbul, 1981.

45 25 Furkan 52.

46 9Tevbe41.

47 22 Hac 78.

48 2 Bakara 193; 8 Enfal 39.

49 2 Bakara 179.

50 2 Bakara 62; 5 Maide 69.

51 2 Bakara 232; 65 Talak 2,

52 1 Fatiha 6.

53 47 Muhammed 17. Ayrıca bkz. 19 Meryem 76.

54 18 Kehf 13.

55 Tirmizi, İlim 19.

56 Buharı, İlim II, Müslim, Cihada 5.

57 Bkz. Beyza Bilgin, Eğitim Bilimi ve Din Eğitimi, s, 149.

58 2 Bakara, 44.

59 Bkz. 2 Bakara 41, 79, 174; 3 Âl-i Imran 187, 199; 5 Maide 44.

60 Suyûtî, Câmiu’s-Sağîr, I, 52.

61 43 Zuhruf 5.

62 2 Bakara 208.

63 15 Hıcr 90-92.

64 22 Hacc 11.

65 Bkz. Arslan Durmuş, Metodolojik Yönden Kur’ân’ın Tedrîciliğİ, Basılmamış Yüksek Lisans Tezi, Sivas, 1999.