Makale

İNANÇ ÖĞRETİMİNİN PSİKO-PEDAGOJİK TEMELLERİ

İNANÇ ÖĞRETİMİNİN PSİKO-PEDAGOJİK TEMELLERİ

Dr. Osman TAŞTEKİN
Samsun İlkadım İlköğretim Okulu
Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi Öğretmeni

a. Giriş
Eğitim bilimi, temelde insanı tanımaya çalışarak, bireyi hem kendi hem çevresi ve belki daha evrensel anlamda dünya milletleri içerisinde daha uyumlu bir varlık haline getirmeyi, kısaca insana hizmet etmeyi ve onu mutlu etmeyi hedefleyen bir çaba içerisindedir. Bu yüzden eğitim, “birey ve bireyin davranışlarıyla uğraştığı için psikoloji, toplumsal bir kurum olduğu için sosyoloji, ekonomik bir yatırım olduğu için ekonomiyle yakın ilişkilidir.” Hatta, evrende toplumsal barışı sağlamak için gerekli öğrenme imkanları sunmayı amaçlayan ve dünya literatürüne yeni girmiş bir bilim dalı olan Barış Eğitimi (Peace Education); “insanlara sevgi ve saygıyla hareket etmeyi, kişiler arası sağlıklı ilişkiler kurmayı, kargaşa ve anlaşmazlıkları çözmeyi, sosyal adaleti temin etmeyi, dünya doğal kaynaklarından eşit şekilde istifade etmeyi, savaşın sebeb ve sonuçları hakkında bilgilendirmeyi, tabiat-insan-Allah ilişkisini düzenlemeyi, kişinin komşusuyla, diğer insanlarla birlikte barış içinde yaşamayı amaçlayan bir sosyal bilim dalı” olarak karşımıza çıkar ve eğitimin amaçlarını ve uygulama alanını evrensel platforma taşır.
Ancak eğitime ister genel anlamda isterse ekonomi, politika, din, aile gibi toplumsal kurumlarla ilişkisi açısından bakılsın, ortak payda insanın işlenmesidir. Aslında tüm bilimlerin insanların öğrenme merakı ve ihtiyaçları sonucu oluştuğunu ve geliştiğini söyleyebiliriz. Bu ihtiyaçların yalnızca maddi alanda olmadığı, duygusal ve zihinsel ihtiyaçların tatminini de kapsadığı açıktır. Nitekim, Türk Milli Eğitiminin genel amaçlarından birincisi; Türk milletinin milli, ahlaki, insani, manevi ve kültürel değerlerini benimseyen, koruyan ve geliştiren... yurttaşlar yetiştirmek, ikincisi; beden, zihin, ahlak, ruh ve duygu bakımından dengeli ve sağlıklı şekilde gelişmiş bir kişiliğe ve karaktere sahip kişiler yetiştirmektir.
Bu amaçların gerçekleştirilmesinde en etkili yaklaşımı gösterecek bilim alanı ise, din eğitimi ve öğretimi olarak karşımıza çıkmaktadır. Özellikle “Batı ülkeleri, insanın içinde bulunduğu ruhi ve sosyal problemlerin çözümünde dinin moral gücüne sığınmanın gerektiğini çoktan görmüşler, onun için eğitim çalışmalarında din eğitimine çok büyük bir değer vermişlerdir.” Ülkemizde de özellikle son yıllarda, Din Eğitimi ve Öğretimi alanında yapılan bilimsel etkinliklerin varlığı gözlenmektedir.
Bu alanda yaşanan olumlu gelişmelerin önemli bir nedeni, din eğitiminin çocuk psikolojisi, gelişimi, sosyal psikoloji, antropoloji, pedagoji vb. ile kurduğu başarılı koordinasyondur. Şunu kabul etmek gerekir ki, “din eğitimcisi artık sadece dini bilgilere sahip ve bunları anladığı şekliyle aktaran bir kişi konumunda olmayacaktır. Öğretimini yaptığı alana hakimiyetinin yanında, çocuğun sosyal, duygusal ve zihinsel özelliklerini de göz önüne almayı ve onun anlayış kapasitesini zorlamadan, alabileceği kadarını vermeyi ilke edinmek durumundadır. Zira gelişim basamakları dikkate alınmadan yapılacak din eğitimi çocuğun ruhsal yapısını olumsuz yönde etkileyecek ve başarısızlıkla sonuçlanacaktır.
Dini hayatın temelini inancın oluşturduğu ve iman edilen kavramların soyut olduğu gerçeği göz önüne alındığında, din eğitiminin bilimsel ve kollektif olma zorunluluğu daha net olarak görülebilmektedir. Bu durum özellikle, somut düşünce evresinde olan ve henüz soyut kavramları algılayabilecek zihinsel olgunluğa ulaşmamış olan çocukların din eğitiminde önemli bir problemdir. Yapılan bir araştırmada öğretmenler şunları söylemektedir: “Dinsel bilgiler, çocuğun içinde bulunduğu zihinsel gelişimine uygun olarak verilmelidir. Din dersi, tarih dersi gibi sadece olayların bilgisi olarak öğretilemez. Allah, melek, cennet, cehennem gibi iman konuları var, helal, haram, sevap gibi kavramlar var. Öğrenciler bunların mahiyetini bilmek istiyor. Fakat bazı konular bizi aşıyor ve yanlış cevap vermemek için yüzeysel geçiyoruz.”
O halde, din eğitiminde önemli bir yer tutan soyut konuların ve kavramların öğretilmesinde bir takım sorunlar vardır ve bunların çözümü dini kavramların çocuklara hassasiyetle ve çocuk psikolojisinin tespit ettiği bilimsel çizgiler dahilinde verilmesi ile mümkün olacaktır. Aksi halde zihinsel gelişim düzeyleri dikkate alınmadan verilecek dini kavramlar onların hem ruh sağlığına hem de buna paralel olarak bedensel gelişmelerine olumsuz etki edeceklerdir.
Bu çalışma, dini hayat içerisinde önemli bir yer tutan inanç konusunu;
1. Din Eğitimindeki yeri ve önemi,
2. Okul çağı çocukluğuna ilişkin psikolojik, zihinsel gelişim özellikleri,
3. Yanlış inanç eğitiminin psikolojik sonuçları ve,
4. Söz konusu dönem çocuğunun inanç öğretiminde uyulması gereken ilkeler ve takip edilebilecek metotlar açısından ele almayı hedeflemektedir.

b. İnancın Din Eğitimindeki Yeri ve Önemi
Hayatın pürüzsüz ve problemsiz olmadığını herkes bilir. Sosyo-ekonomik konumları ne olursa olsun tüm insanlar yoğunluğu kişiden kişiye değişebilen bir çok sıkıntıyla karşı karşıyadır. Bunu hem kendimizde açıkça tecrübe eder hem de çevremizde gözlemleyebiliriz. Bazı güçlükler kişisel çabalarla halledilebilse de bazıları hayatın tümüne yayılıp, çözümü imkansız bir şekilde bizimle var olmaya devam ederler. Küçük yaşta anne veya babasını kaybeden, geçirdiği trafik kazası nedeniyle sakat kalan vs. insanlar böyle değil midir?
Kur’an, insanların korku, açlık, mallardan, canlardan ve ürünlerden azaltma ile sınandığına ve bunlara karşı sabırlı olunması gerektiğine işaret eder. Her insanın mutlaka kendine göre bir takım sıkıntılarının olması kaçınılmazdır. Bunu, ‘Dertsiz kul olmaz, dert derde uymaz’ atasözümüz de doğrular.
Bu noktada, manevi hayatımızı, eğitimle tüm bu sıkıntıları karşılayacak güce ulaştırma ihtiyacı önem kazanır. Açıkçası, bir tür “İnanç Pedagojisi” stratejisinin oluşturulması, insanın kognitif (zihinsel) ve psiko-sosyal özellikleri dikkate alınarak özel bir eğitim işlevinin uygulanması kaçınılmazdır. İnanan kimse için Allah, insanın üstesinden gelemediği tüm sıkıntıları giderecek güç ve kudrete sahiptir. O, tüm duygu, üzüntü, tasa, şikayet ve ihtiyaçlarını Allah’a açar. Çünkü Allah ona yakındır ve isteklerine cevap verir , maddi manevi karanlıklardan, sıkıntılardan O kurtarır. Hastalandığında şifa verir. Günahları örtecek, tövbeleri ve duaları kabul edecek olan O’dur. Rahmetinden ümit kesilmesini istemez , yardım eder , zerre kadar haksızlık etmez.
Benzerleri çoğaltılabilecek daha bir çok ayet göstermektedir ki, insan, tüm ruhi özelliklerini kuşatan Yüce Bir Varlık himayesindedir. Huzursuzluk, endişe, kaygı vb. ruhsal olumsuzluklarla her an iç içe olduğumuz yaşamımızda bize bizden daha yakın Mutlak Bir Koruyucu’ya bağlanmak gerçek ve sonsuz mutluluğu yaşamanın anahtarı olacaktır.
Yapılan bir araştırma göstermiştir ki, 7-9 ve 10-12 yaşlarındaki iki farklı gruba; “Size Allah’dan hiç bahsedilmeseydi, yine de Allah’ı tanır mıydınız?” sorusuna çocuklar, olumlu ve gerekçeli cevaplar vermişlerdir. Hz. İbrahim (a.s)’in imana ulaşmayı gösteren akli yaklaşımı da Yaratanı tanıyabilmenin doğallığını göstermiyor mu?
Görülüyor ki, inanç eğilimi insanda doğuştan vardır ve akıl, irade, vicdan gibi kabiliyetlerin de varlığı ile dini hayatı kabulün alt yapısı hazır hale gelir. Kişi, kul olduğu bilincini inanç aşamasında kazanır ve Yüce Yaratıcı’yı kabul eder. Ancak sorumluluğu yaratıcısını tanımakla bitmez. Dini oluşturan tüm ilahi kuralları tatbik etmek durumundadır. İman, bir taraftan Yaratan ile yaratılan arasındaki özel ilişkiyi sağlayan ibadetleri zorunlu kıldığı gibi diğer taraftan bireyleri olgunlaştırıp, sosyal hayatın ideal anlamda dengeli ve disiplinli olmasını hedefler. Kimsenin yalan söylemediği, birbirini aldatmadığı, güvendiği, hırsızlığın olmadığı, kapılara güçlü kilitlerin, taşıtlara alarm sistemlerinin takılmadığı, insanların değil elle, dille bile incitilmediği, fakirin doyurulup, yetimin korunduğu, namus güvenliğinin olduğu, haklar açısından güçlü-güçsüz ayırımı yapılmayan, zulümden uzak, çalışkan, yardımsever, yapıcı ve üretici vs. bir toplumdur bu ve asla ütopik değildir. Belki, düşünen ve yüksek seviyede inançlı bireylerin azlığı veya yalnızca bu düzeyde inananların bir arada olduğu özel bir toplumun oluşturulmasındaki imkansızlık yukarıdaki niteliklere sahip sosyal yaşamın yokluğunu açıklayabilir.
Günümüzde iç huzura duyulan ihtiyacın gün be gün arttığı açıktır. Özellikle büyük şehirlerde yaşayan büyük çoğunluğun yüzlerindeki tebessümü, ağızlarındaki selamı terk ederek adeta robotlaşması, trafikte, spor karşılaşmalarında, sokaklardaki kavgalar, artan intiharlar, gelir dağılımındaki dengesizlik sonucu yaşanan gerginlikler, bunalımlar, stres vs. ruhun doyurulamaması sonucu oluşan bir iç boşluğu göstergesi değil midir? “Modern toplumlarda görülen ruh bozuklukları, sinir hastalıkları hep ümidini ve manevi desteğini kaybeden imansız ve ümitsiz kimseler arasında görülür. İstatistikler de ispat etmektedir ki, intiharlar, dua etmesini bilen imanlı kimseler arasında görülmez. İntiharların %95’i imansız, manen desteğini kaybetmiş kimseler arasında görülür.” Bazı çevrelerce bu olumsuzlukların sebebi, teknolojik gelişmelere bağlı olarak insanların ihtiyaçlarının artması ve bunlara sahip olmak veya kaybetmemek için harcanan olağan üstü hırs ve korku olarak açıklansa da “insanların strese mahkum olmaları teknolojik ve kültürel şartların etkisinden ziyade, dini inançların zayıflaması ve ruhların manevi destekten mahrum olmalarıdır. Bu destek ancak Allah’a inanmak, sadece O’na kul olmak ve hayatın gerçek gayesini anlayıp ona göre hareket etmekle sağlanır.”
Özellikle ahiret inancı, kanaatkarlık, sabır, yokluğa, acılara, hastalıklara tahammül gibi hasletler ile iyilik ve faydalı davranışlara yöneltmesi açısından son derece etkindir. Dünya nimetlerinin birer süs, Allah katında olanların ise, daha iyi ve devamlı olduğu inancı nefsi duygulara sınır getirirken, topluma çok yönlü yararlı olmanın anahtarı olur.
Allah sevgisine dayalı bir inanç yaratılan her şeyin sevilmesine sebep olur. Yunus’un “Yaratılmışı severiz, yaradan”dan ötürü’ sözü bu gerçeği vurgular. İnançlı insan bilir ki, var olan canlı cansız her şey Allah’ın eseridir ve her biri bir amaca ve faydaya yönelik yaratılmışlardır. Bu yüzden yalnızca insanları değil, hayvanları, bitkileri, tabiatın tüm güzelliklerini korur, sevgiyle yaklaşır. İnançlı kişi, yapay değil gerçek anlamda bir çevre, barış ve sevgi gönüllüsü olarak Yaratıcı’sının rızasına uygun ve kendi içinde tutarlı davranışlar sergiler. İçindeki sevgi, her türlü güçlüğü yenmesine, üzüntü ve sıkıntıyı yok ederek hayatı zevkli ve yaşanır hala getirmesine yeter. Kişi tüm olumsuzlukları daha mantıklı ve sağlıklı değerlendirir. Olay ve eşya da ilk gördüğü şey çirkinlikler değil güzelliklerdir. Modern psikolojinin ulaştığı en önemli tespitlerinden biri şudur: İnsan, mutlu olabilmek için hayatın bazı zevklerinden vazgeçebilmeli, diğer insanlara karşı fedakar olmalı ve kendini disipline edebilmelidir. Kişinin yalnızca egosunu ve bireysel çıkarlarını düşünmesi, onu bencilliğe götürür ki, bu da mutsuzluğu doğurur. Oysa inançlı olmanın gereği, şefkat, sevgi, fedakarlık, merhamet ve yardımlaşmayı sevmektir. Diğer bir deyişle din, psikanalitik kuramda yer alan ve kişiliğin ahlaki yönünü oluşturduğu iddia edilen süperego (üstbenlik)’nun gelişmesinde önemli bir yer tutar.
Bu yönüyle inanç, kişiliğin oluşmasında en etkin ruhi bir faktör olarak karşımıza çıkar. Nitekim “gerçek bir dini inancın gerek zihniyet yönünden gerekse psikolojik ve ahlaki yönden kendi içinde tutarlı ve dengeli, aşırılıklardan uzak, bütünleşmiş bir kişilik tipinin oluşmasında önemli bir etken olduğu ileri sürülebilir.” Ayrıca “düşünen ve farklılaşmış yüksek seviyede inançlara sahip insanlar arasında ön yargı nadiren görülmektedir. Araştırmalar, dini aktivitesi olan samimi dindar kişilerin toplumda en az önyargılı ve başkalarına karşı en çok yardımsever olduklarını ortaya koymaktadır. Diğer taraftan dindar olmayan ve dini faaliyetlere nadiren katılanlar en çok önyargılı ve başkalarına en az yardım edenlerdir.”
Kişiliğin oluşmasında diğer etkin bir değer ise, güven duygusudur. “Temel güven duygusu ilk çocuklukta aile fertlerinin desteğine bağlı iken yaşın ilerlemesiyle birlikte daha aşkın objeler aramaya başlar. Objesi ilahi olan dini güven, bireye hayatının her safhasında öz değerinin oluşması için katkıda bulunur. Kendisinden ve alemden farklı ve kudretli olana sığınma, güven ve emniyet hissi kişinin öz güvenini ve öz saygısını artırmasına yardım eder.” Amerika Psikoloji Araştırmaları Dairesi’nce 15,321 kadın ve erkek üzerinde yapılan bir inceleme ve araştırma sonunda ulaşılan sonuç, inançlı ve ibadethanelere devam eden insanlarda kişilik ve karakterin, dine karşı ilgisiz ve mabetlere gitmeyenlerden daha güçlü ve üstün olduğu yolundadır.
İnanç, yalnızca bireysel yaşayışın değil sosyal yapının da en büyük ihtiyacı ve düzenleyicisidir. Kişilerin birbirleriyle olan ilişkilerini, toplumdaki düzen ve ahengi sağlayabilmek için kanunlar, gelenekler, adetler vb. yaptırımlara ihtiyaç duyulur. Fakat bunlar her ne kadar maddi manevi cezai müeyyideler içerseler de gerçek inanç sonunda oluşan kurallar sistemi kadar etkili, etraflı yani toplumlar ve milletler üstü olamazlar. Zira inanç, vicdan ve gönüllere yerleşen en etkin kuvvet olarak karşımıza çıkar ve beşeri kuralların üstünde bir disiplin ve otorite oluşturur. Sözgelimi; Amerika’da içki yasağı, alınan her türlü tedbire rağmen başarılı olamamış ve 1938 yılında kullanımı ve satışı serbest bırakılmıştır. Öyle ki, bu konuda birçok devlet bütçesinin üstünde harcamalar yapılmış, broşürler bastırılarak halkın eğitimi hedeflenmiş, birçok insan tutuklanmış, yaralanmış, öldürülmüş hatta özel radar sistemleri kurularak hangi ev veya depoda içki saklandığı tespit edilmiş ancak başarı sağlanamamıştır. İslam tarihinden bize ulaşan bilgiler gösteriyor ki, sarhoşluk veren içkileri içmeyi haram kılan ayetin tebliği ile birlikte tüm müslümanlar evlerindeki tüm şarapları, hiçbir zaptiye nezareti olmadan sokaklara dökebilmişlerdir. Bu durum imanın, diğer kuvvetler karşısındaki üstünlüğüne işaret eden ilginç bir örnektir. Ayrıca emniyet yetkililerinin zaman zaman televizyon veya radyolara yaptıkları açıklamalardan öğreniyoruz ki, kutsal ay, gün ve gecelerde, ramazan ayına rastlayan yılbaşlarında suç işleme oranı diğer zamanlara nispetle yok denecek kadar azdır.
c. Okul Çağı Çocukluğunun Zihinsel Gelişim Özellikleri (7-12 yaş):
Çocuğun hem zihinsel gelişim hem de psikolojik özelliklerinin dikkate alınması, sağlıklı din eğitimi verilebilmesinin de vazgeçilmez şartı olarak kabul edilmelidir. Dört yaşındaki çocuk, artık dini dünyaya ilgi göstermeye başlamıştır. Bu dönemden itibaren, “dini kavramların çocuklara hassasiyetle ve çocuk psikolojisinin tespit ettiği bilimsel çizgiler dahilinde verilmesi” zorunludur. Aksi halde, “doğru verilmeyen kavramlar daha sonra duygu sapmalarına ve yorumlamasına sebep olabilmektedir.” Bu nedenle, “onlara öğretilenler, gelişi güzellikten kurtarılmalı, duygularına uygun dozda ve doğru bilgiler olmalıdır.” Kısacası, çocuk psikolojisi bilinmeden yapılacak dini bir eğitimden yarar beklenmesi düşünülemez.
3-6 yaş çocuğunun Allah tasavvuru tamamen somut bir yapıdadır. Çocuk, kendisine bahsedilen varlık ne tür olursa olsun (ister soyut bir varlık, isterse gözlemleyemediği somut bir varlık), onu ancak kendi zihinsel algılayış sınırları içerisinde yorumlayacak ve ifade edecektir. Söz konusu Allah tasavvuru olduğunda, animist* düşünce yapısına bağlı olarak antropomorfist** bir düzeyden öteye gidemeyecektir ve bu durum doğaldır. Bu çağ çocuğu, Allah’ı zihninde hem insani çizgilerle canlandırır hem de eylemleri insanlarınkiyle aynıdır. Onlar için Allah, gökyüzünde oturan sakallı bir dede veya terasları olan bir evde ikamet eden, çiçek toplayan bir varlıktır. Allah’ın Büyük ve her şeyi gören olduğu bilgisini öğrenen bir çocuğun: “Allah deveden daha mı? büyüktür, Allah bizi kapının deliğinden mi? görüyor” soruları da bu dönem çocuğunun zihinsel yapısı gereği doğal karşılanmalıdır. Ayrıca Hz. Peygamber (a.s)’in, ergen olmayanın, dini açıdan sorumlu tutulmadığı yolundaki ifadesi , çocuğun bu tür düşünce ve sözlerinin İslamiyet açısından bir problem oluşturmadığını ortaya koymaktadır.
7-12 yaş Zihinsel Gelişim Özellikleri
Zihinsel gelişimin en etkin ve hızlı olduğu dönem, yedinci yaş ile başlayan okul yıllarıdır. Ancak algılama, düşünme, bellek, muhkeme, kavrama gibi zihinsel süreçlerin, bu dönemi içine alan altı yıllık süre içinde bir bütün olarak ele alınması uygun olmayacaktır. Zira, yedi yaşındaki bir çocuk ile on iki yaşındaki bir çocuğun zihinsel yapısı arasında ciddi farklılıklar bulunmaktadır. Üstelik, on yaş civarlarında “ön ergenlik” denilen bir dönem yaşanır ki, somut düşünce artık yerini tam anlamıyla olmasa da yavaş yavaş soyut düşünceye bırakmaya başlamıştır. Bu nedenle söz konusu döneme iki aşamada bakmak pratik yarar sağlayacaktır.
1. 7-9 yaş Dönemi:
Çocuk salt somut düşünce evresindedir ve zihinsel işlemlerin somut nesnelerle yapılması zorunluluğu vardır.
Önceki evrelere oranla daha dengeli ve düzenli bir zihinsel gelişim çağının başlamış olmasına karşın çocuk hala somut düşünce safhasındadır. Bu yüzden öğrenme faaliyetleri somut motiflere dayalı olmadıkça başarılı sağlanamaz. Mantıksal düşünme başladığı için “A, B’den büyüktür. B, C’den büyüktür. O halde A, C’den büyüktür” şeklinde işlemler yapılabilse de özellikle matematiksel işlemler ancak somut nesneler, mesela; abaküs, sayı çubukları, çizimler, sayı doğruları, nohut veya fasulye taneleri vb. kullanılarak kavratılabilecektir. Katı somut düşünce yapısı ancak 8-9 yaş civarında yerini bazı soyut konuların bir dereceye kadar da olsa anlaşılabileceği döneme bırakır.
İkinci soru çağı başlamıştır.
Bu dönemde çocuk, hem öğrenme isteğindeki artış hem de çevresindeki varlık ve olaylara duyduğu merakı giderebilmek için sorular sorar. Bunun sonucu olarak biriken algılar, düşünce alanını genişletir. Ancak düşüncelerini, duygularının yönlendirdiği unutulmamalıdır.
Animist düşünce yavaş yavaş terk edilmektedir.
Daha önceki dönemde görülen ve somut düşüncenin oluşumunda etkili olan animist anlayışlar, artifisyalist* sebepler ve evrensel finalizmden** vazgeçilmeye başlanır. Animizm, yani, her varlığın canlı olduğu ve belli amaçlara yönelik hareket ettiği düşüncesi tamamen yok olmamıştır. Piaget’nin bu konudaki bir örneği ilginçtir; 8 yaşındaki bir çocuğa, eşyanın canlı olup olmadığı sorulur. “Onlar bir şey hissetmezler” cevabı alınır. “Kırılırsa bir şeyler hisseder mi?” dendiğinde, “evet”, “niçin” diye sorulduğunda, “çünkü kırılmıştır” der. Animist düşünce özellikle hareket eden maddeler üzerinde daha çok görülür. Ancak 9 yaş civarında tabiat olayları arasında mekanist açıklamalar yapabilecektir. Sözgelimi; ağaç artık hareket etmek istediği ve kendisine özgü bir kuvveti olduğu için değil, rüzgar onu harekete geçirdiği için dalları kımıldamaktadır.
Hayal gücü dış aleme daha fazla dönük hale gelir.
Çocuk, çevresi hakkında daha gerçekçi düşünmeye başlar. Hayal oyunları azalır ve sekiz yaş dolaylarında hayal ile gerçeği tamamen ayırt edebilir. Sekiz yaşındaki bir çocuk karanlıktan ve yırtıcı hayvanlardan korkmasına rağmen korkusunu yenebilmek için çaba gösterir. Özellikle karanlık korkusunun giderilebilmesi için en uygun dönemdir. Çocuk, korku hissini yaşayacağı ortamlardan uzak tutulmalı (karanlık gibi), bu duyguyu oluşturacak sözler kullanılmamalıdır. Bu olumsuzlukların ortadan kaldırılmasında annenin vereceği güven duygusu son derece önemlidir.
Gruplama, sınıflama vb. yetenekler gelişir.
Dönem içerisinde çocuk, gruplama yeteneğini geliştirir. Bu, onda sınıflama, sıralama, değişmezlik, sayı ve mekan kavramlarının oluşmasına ayrıca organize etme ve sistem kurma yeteneğinin gelişmesine neden olur. Ancak dokuz yaşına kadar, sınıflar arası ilişkilerin anlaşılmasında zorluklar yaşanır. Sözgelimi; güller, laleler ve diğer çiçeklerin hepsinin çiçekler sınıfına girdiğini ve tüm çiçeklerin öldüklerini bildikleri halde güllerin ya da lalelerin oldukları gibi kaldıklarını öne sürebilirler. Zira, onlar için alt sınıflar hala bir ölçüde farklı bir varlıklardır. Aynı kargaşa düşünce işlevi için de geçerlidir. Düşünme mantığa dayalıdır ancak mantıksal sonuç çıkarma yeteneği o kadar mükemmel değildir.
Genel manalarına ulaşılmasa da şekil, boyut, zaman, sayı kavramları kazanılır, dil hızla gelişir.
Bu dönemde bir takım kavramların kazanılmaya başlandığı gözlemlenir. Sağ-sol kavramı, şekil, boyut ve uzaklık kavramları, sayı kavramları, zaman kavramı mükemmel olmasa da elde edilir. Altı yaş öncesindeki bir çocuk için top, sadece oynanan bir şeydir ve onu kullanım amaçlı düşünür. Sekiz yaşa doğru ise topu şekli, boyu, maddesi ve rengiyle tanımlayabilir. Bu gelişimi destekleyen etkenlerden biri de sözcük dağarcığının hızla zenginleşmesi hatta zaman zaman yetişkinlere nispet edercesine ustaca kullanılmasıdır.
Zaman ve benlik kavramı paralelinde “ölüm” kavramı kazanılır.
Bu dönem içerisinde “ölüm” kavramının da gerçek manasına yakın olarak algılandığı görülür. “Çocukların, ölümü anlayabilmek için “zaman” ve “benlik” kavramlarına sahip oldukları bir gelişme aşamasına sahip olmaları gerekir. Ölümün ebedi olduğunu anlayabilmek zaman kavramını gerektirir. Benlik kavramı ise çocukların her bireyin özel olduğunu ve yerine başka birisinin konulamayacağını fark etmeleri için gereklidir. Her iki kavram da çocuğun gelişimi ileri olmadıkça 7-8 yaşından önce gelişmez.” Gelişimin bu noktası, çocuğun ölüm ve ötesine ait meraklarını soru yapmasına ve cevap aramaya itebilir.
Bir önceki dönemde tamamen somut motiflere dayalı olan Allah tasavvuru, yerini daha canlı ve sürekli ancak hala gelişme süreci devam ettiğinden değişken ve kökleşmemiş Allah anlayışına bırakır. Allah’ın varlığı ile ilgili olarak, büyüklüğünü, nasıl ve nerede olduğunu, neden eşi ve benzeri olmadığını, aslını merak ederek soru yaparlar. O’nun mekanını, genelde “gök” olarak düşünseler de yiyip içmediğini, uyumadığını, hiçbir şeye ihtiyacı olmadığını, yüce ve her şeyden büyük olduğunu, her şeyi yarattığını, bildiğini, duyduğunu, gördüğünü, iyi kullarını koruyup kötüleri cezalandırdığını kavramışlardır. Aslında animist yapısı gereği bir çocuk, her hangi bir suçun kötü bir rastlantıdan doğan bir olayla cezalandırılmış olduğuna otomatik olarak inanmaktadır. Mesela; köprü, altından kaçmakta olan bir hırsızın üstüne çöker. Ancak çocuğun buradaki animizmi dini değildir. Fakat, din eğitimi görmüş çocukların bu kendi kendine var olan adaleti kendiliklerinden Allah’ın iradesine bağladıkları kaydedilmektedir.
2. 10-12 Yaş Dönemi:
Bu dönem hem çocukluk hem de gençlik çağına hazırlığın bazı özelliklerinin bir arada yaşandığı, zihinsel öğrenmenin duygusal öğrenmeye ağır bastığı yani bilgilerin daha çok akılla kavranılmaya çalışıldığı bir evredir ve “ilk gençlik” veya “ön ergenlik çağı” olarak bilinir. Doğaldır ki, 9-12 yaş çocuğu, 7-9 yaş grubu çocuğu ile kıyaslandığında, zihinsel süreçlerin gelişimine bağlı olarak farklılıklar görülecektir. Bu döneme genel özellikleri açısından bakıldığında şu noktalar dikkati çeker:
Bilgiyi elde etme yolu artık zihinseldir.
Okul dönemi çocukluğunun son dönemi olan bu evrede, duygu durgunlaşmakta, zeka gelişmektedir. Bu çağ çocuğu benzerleri birleştirme ve sınıflama, kelimeleri varlıklardan ayırabilme, düzen aksatıcı nedenleri seçebilme gibi zihinsel işlevleri yapabilmektedir. Artık verilen her bilgi olduğu gibi kabul edilmez. Bu aşama, bilgilerin itirazsız kabul edilemeyeceğini ve akla vurulacağını gösterdiği gibi tenkitçi düşünce yapısının da ortaya çıkmasına neden olur. Piaget bu durumu “Biçimsel Düşünme” olarak ifade eder.
Zihinsel süreçler gelişmekte, kavramlar birikmektedir.
Bu dönemde bellek gibi zihinsel süreçler gelişmekte, algı ve kavramlar birikmektedir. Özellikle, yer ve zaman kavramları gelişmiştir. Artık zaman ve sürat arasındaki ters orantıyı tam olarak fark edebilmektedir. Daha önce süreyi kat edilen mesafe ile karıştıran çocuk, 8-9 yaşlarında, her ikisi arasındaki ilişkiyi kavramaya başlar. Ancak araştırma sonuçlarına göre, bu dönemi yaşayan çocukların büyük bir çoğunluğu tarih olmuş geçmişin soyut şeklini kavrayamazlar. Onlar şimdiki zamanı yani içinde yaşadıkları zamanı kavrayabilmektedirler.
Soyut düşünme yeteneği kendini gösterir.
6-12 yaşlar arası zihinsel gelişimimin temel özelliklerinden birisi, çocuğun somut düşünce yapısına sahip olmasıdır. Kesin çizgilerle ayrılmasa da soyut düşünce kabiliyetinin 11-12 yaş civarında kendini göstermesi beklenir ve bu yaşa gelinceye kadar formel mantığı ve matematik problemlerine ait soyut açıklamaları anlama kapasitesi tam olarak gelişmiş sayılmaz. Çocuk söylenen her şeye inanmamaya başladığı gibi, gördüğü, işittiği ve söylediği şeyler hakkında hüküm vermesini öğrenir. Ancak bu yeteneğini bazen aşırı kullanır ve her şeyi mesele yapmaya ve tartışmaya başlar. Artık hayal dünyasından uzaklaşmaktadır.
Zihinsel gelişimin bu çağında, din eğitiminin inanca ilişkin bilgilerinin de verilebileceği görülür. Zihinsel süreçlerin gelişimi normal seyrinde ise, dini sembolik ifadelerin ve soyut dini kavramların anlaşılacağı düzey yakalanmıştır.

d. Yanlış İnanç Öğretiminin Psikolojik Sonuçları
İman, kişinin hem ruhsal yapısı ve kişilik oluşumuna olumlu etkileri hem de sosyal yapının ilahi iradeye bağlı olarak disipline olabilmesi için sahip olunması gereken vazgeçilmez bir değer olarak karşımıza çıkıyor. İnsanın yaratılışında doğal olarak yer alan bu eğilim onun öğrenmeye, çevresini algılamaya kısacası zihinsel etkinliğe başlaması ile birlikte ilkel düzeyde olsa da somut olarak gözlemlenebilir. “Bulgular, doğdukları ilk birkaç günden sonra bebeklerin öğrenmeye başladıklarını, gördükleri ve duyduklarının zihinlerinde izler bıraktığını ortaya koysa da dini tezahür için ilk 2-3 yaş döneminin atlatılmış olması gerekir. Zira biliyoruz ki, çocuğun dini davranışlarla ilgilenmeye başladığı en erken dönem üçüncü yaştır ve dini nitelikte bir korkunun yaşanması da bundan sonra başlar. Ancak bu dönemde iman, büyüklerin inancı oluşturan telkinlerde bulunması, ibadetlerinin, dini törenlerin gözlemlenmesi ve taklit edilmesiyle bilinçsiz etkilenme sonucu oluşmaya başlar. Halen duygusal düzeyde olan bu tanışma, iki yolla olur.
1. Dil öğrenmeye paralel olarak: Allah, peygamber, melek, cennet, cehennem vb. kavramlar, dil öğrenirken karşılaşılan ve soru yapılan kavramlardır.
2. Zihinsel ve duygusal gelişmeye paralel olarak: Ölümler ve benzeri felaketler karşısında büyüklerin çaresizliği, çocukların bu hayattan sonrasını da soru yapmalarına yol açar. Yine bu dönemde çocuklar, yaramazlıkları sebebi ile de dini kavramlarla karşılaşabilmektedir. Olumsuz bir davranışta bulunduğunda; “Allah kızar, taş yapar, cehenneme atar..” vs. şeklindeki sözler, menfi yönde de olsa çocuğun dini kavramlarla tanışmasını sağlar.
Çocukların soru kelimeleri olan kavramları anlamaya ve kullanmaya başladıkları, dini kavramları belleklerine alıp yorumlayabildikleri bu dönem, artık dini eğitim alanında ciddi tedbirlerin alınmasını da zorunlu kılar. “Bir çok konuda olduğu gibi, din söz konusu olduğunda da, çocuğu korkutarak eğitmeyi yeğlemek büyüklerin genel yaklaşımı olarak bilinmekte ve daha tehlikeli olarak doğru- yanlış ayırımı yapılmaksızın dini motiflerin yaptırım gücü olarak kullanıldığı görülmektedir. Düşünülmeden yanlış ve zamansız verilen dini bilgiler ve telkinler ise çocuğun ruh sağlığının bozulmasına yol açabilmektedir.” Bu konuda yapılan bir çalışmadan ilginç örnekler bulmak mümkündür:
Çocuk psikiyatrisi kliniğine başvuran hasta sayısının giderek arttığı ifade edilmektedir. Aşırı kaygı ve korku hissi, bağırıp çağırma vb. davranış bozukluğu gösteren çocukların, psikiyatrik incelemeleri sonucu, bu durumlarının aşırı derecede gelişmiş “Allah korkusu” ndan kaynaklandığı sonucuna ulaşılmıştır.
Yine bir psikiyatri kliniğine getirilen üç yaşındaki bir çocuğun, anormal davranışlarının sebebi araştırıldığında görülmüştür ki, dede, torununun her kötü davranışını Allah korkusu ile önlemeye çalışmıştır.
Sol omuzu düşük olarak yürümeye başlayan bir çocuk psikiyatra getirilir ve yapılan uzun görüşmelerden sonra bu durumun, çocuğun dini eğitiminde yapılan bir yanlışlıktan kaynaklandığı tespit edilir: “Her insanın omuzlarında iki melek bulunduğu, bunlardan birinin sevapları, diğerinin ise günahları yazdığı” bilgisi çocuk zihninde şöyle algılanmıştır; her yaramazlık yaptığında, sol omuzundaki melek bunları yazmış, nihayet defter o kadar dolmuştur ki, sol omuzu bu ağırlığı taşıyamayacak hale gelmiştir.
Çocuğun anlayış kapasitesi düzeyinde bir din dili oluşturulamamasına bağlı olarak, onun algılayamayacağı ifadeler kullanmak, bazen akıl almaz trajik sonuçlar doğurabilmektedir. Bir ilkokul öğrencisinin ders aralarında hiç koşmamaya başladığı öğretmeni tarafından gözlemlenir. Daha önce oldukça hareketli olduğu bilinen çocuk artık arkadaşlarının oyunlarına katılmamakta ve koşmamaktadır. Öğretmen ve veli işbirliğiyle bu durumun sebebi araştırılır ve bir süre sonra, bu davranışının altında yatan gerçek tespit edilir. Çocuk, “şirk koşmak günahtır” bilgisini öğrenmiştir. Ancak “şirk” kelimesini, koşmanın bir türü olarak algılamış ve günahkar olmamak için bu eylemi yapmamayı tercih etmiştir.
Kabir hayatı, kıyamet ve alametleri ile ahiret kavramlarının, ilköğretim 6. 7. ve 8. sınıf öğrencilerinin ruhsal yapısı üzerinde ne tür olumlu veya olumsuz etkiler oluşturduğunun sorgulandığı bir doktora çalışmasında da menfi yöndeki tesirin ciddi boyutlarda olduğu ve daha önceki evrelerde maruz kaldıkları yanlış din eğitimine ilişkin bilgileri tolere edemedikleri görülmüştür. Çocukların ifadelerinden birkaç örnek vermek yerinde olacaktır;
Sınıf 6: “Komşumuz; ‘ölülerin ruhları, akşam namazından sonra dışarı çıkar’ dedi. Ben artık akşamları sokağa çıkamaz oldum.”
“Bir gece masamızın etrafına oturmuş bu konuları konuşuyorduk. Sonra elektrikler söndü. Korktum. Daha sonra o masada her yemek yiyişimizde, aynı şeyleri tekrar hatırladım ve korktum. Aslında o masada yemek yemeyi hiç istemiyorum.”
“Ben, uyumaktan korkuyorum. Çünkü uyuduğumuzda, ruhumuz vücudumuzdan ayrılırmış. ‘Ruhum ya geri gelmezse!’ diye, endişeleniyorum.”
Sınıf 7: “Melekleri gördüğümde korkup, sorulara cevap veremem diye korkuyorum.”
“Cici annem, hep kabir gibi konulardan bahseder. O bize geldiğinde ben o yüzden onunla yatmam.”
“Mezardan çiçek koparmıştım. Arkadaşlarım bana; ‘Ölüler seni yanına çağıracak’ dediler. Çok korktum ve tövbe ettim. Artık çiçek koparmıyorum.”
Sınıf 8: “Kabirdeki hayat aklıma geldiğinde uyuyamıyorum. Daha önceleri annemin yanına gider uyurdum. Ancak şimdi uyuyamıyorum. Kendime cesaret verip kalkıyor ve ışıkları yakıyorum. Abdest alıp namaz kılıyorum.”
“Fazla düşünüyorum. Bazen dünyadaki her şey anlamsız geliyor.”
“Dedem ölmüştü. Anneannem, onun kelebek olduğunu ve gelebileceğini söyledi. O günlerde, divana uzanıp biraz uyumuştum. Kalktığımda, bir kelebek gelip önce omzuma sonra yanağıma ve lambaya kondu. Tekrar dalmışım. Uyandığımda, kapının arkasında dedemin ceketini gördüm. Onu almak için uğraşırken, yere düştü ve içinden kelebekler çıktı. Dışarı çıkıp, dedemi gördüğümü söyledim. Bana kızıp, kovdular. Ben de çilek tarlasına gittim. Dedem buna çok kızardı. Sanki ‘yeme, haram ederim’ der gibi geldi bana. Ama yedim. O sırada bir karga, evin damına kondu. Anneannem; ‘Karga gelirse, evden bir acı çıkar’ derdi. Ben, dedemin beni de yanına alacağını zannedip, çok korktum. Ablam beni yatıştırdı. Bunların hayal olduğunu söyledi ve ‘dua edersen geçer’ dedi. Din Kültürü öğretmeninin öğrettiği duayı bana da öğretti: Bismillahi Birsin/Yebin nahi nursun/Yetmiş iki katu kursun/Dört tarafımızda melekler dursun. Ben bu duayı her zaman okudum. Bu dua öylesine içime işledi ki, her korktuğumda okur ve rahatlarım. Ancak ilk zamanlar öyle etkilenmiştim ki, son satırını okuyamaz, kekelerdim. Bunları anlatırken bile içim sıkılıyor ve ateşleniyorum.”
Bahsi geçen çalışmada, diğer anlatımlar da bir bütün olarak değerlendirildiğinde görülmüştür ki, olumsuz etkiler, çocuğu ruh sağlığı açısından rahatsız edebilecek boyutlara ulaşmış, günlük yaşamlarına tesir etmiştir. Söz konusu bilgilere dayalı olarak, çocuklarda oluşan korku türleri şu şekilde tespit edilmiştir:
• “Ölümden (hemen ölecekmiş hissi)”, “yalnız kalmaktan”, “hayvanlardan”, “uyumaktan”, “bu tür bilgileri öğrenmekten”, “gece tuvalete gitmekten”, “tek başına yatmaktan”, “meleklerden”, “kapalı yerde kalmaktan”, “mezar ve mezarlıktan”, “cenaze merasimlerinden”, “ölen kişinin resmine bakmaktan”, “akşam sokağa çıkmaktan” korkmak,
Ayrıca;
• Korkunç rüyalar görmek,
• Evde tek başına kalamamak,
• Kendi evine veya cenaze çıkan eve gidememek,
• Dünyanın anlamsız gelmesi, hiçbir şeyden zevk almama,
• Vücuduna zarar verme pahasına, yanlışı telafi yoluna gitme (mezarı gösteren parmağını, dişleri ve ayakları altında ezmek gibi),
Ancak bu korku türlerine karşı, bazı çocuklar, lambaları açık bırakmak, anne veya kardeşlerle yatmak, ilaçlar kullanmak, oda kapısını kilitlemek, abdest alıp dua ve ibadetler etmek, günahlardan tövbe etmek, Allah’a sığınmak ve yalnızca Allah’dan korkulacağına inanmak şeklinde savunma mekanizmaları geliştirmişlerdir.
Söz konusu araştırmada, kıyamet ve alametlerine dayalı bilgilerin de çocukları ruhsal açıdan etkiledikleri görülmüştür. Bildikleri kıyamet alametlerinden kendilerini ürküten bilgiler varsa, aktarmaları istenmiş ve ilginç ifadeler bulunmuştur. Bunlardan bir kaçına yer vermek, genel bir fikir edinebilmek için yararlı olacaktır:
Sınıf 6: “Yağmurlu, şimşekli bazı geceler, kıyametin kopacağı aklıma gelince, içime sıkıntı ve korku giriyor. Sabah kalkıp bakıyorum, havalar aydınlık, o zaman rahatlıyorum.”
“Kıyamete yakın, yeraltından yaratıklar çıkacak, insan kılığına girip dünyayı saracakmış. Sonra kapıları çalıp, kim kapısını açarsa, onu öldürecekmiş. Bu yüzden ben, gece kapı çalınınca korkuyorum. Kapı açamaz oldum.”
“Şu anda karıncalardan küçük olan bir varlık, kıyamete yakın palyaço şekline girecekmiş. ‘Bu varlık, bulutların üstüne çıkacak ve öldüreceği insanları gözetleyecek’ dediler. Ben palyaçoları izlerken, hep bu aklıma geliyor ve ürperiyorum. Acaba bu, o varlık mı? Diye düşünüyorum.”
“Gece uyuyunca, daha hiç sabah olmayacak diye korkuyorum.”
Sınıf 7: “Ben karanlıktan korkarım. Kıyamete yakın, güneşin ışığını kaybedip, on yıl gece olacağını duyduğumda da çok korktum.”
“Cuma günleri, akşam okuldan çıktığımda, ‘anneme ulaşamaz mıyım?’ Diye korkarım.”
“Beni en fazla ürküten şey; deccalın, insanların sevdiklerinin kılığına girip, onları öldürmesi.”
Sınıf 8: “Kıyamette insanların en yakınlarından bile kaçması, her tarafın karanlık olması ve lavlarla kaplanması kısaca çaresiz olmak beni korkutuyor.”
“Cuma sabahı Kur’an kursunda sabah namazı kıldık. Sonra hava kızardı. Şiddetli yağmur ve gök gürültüsü başladı. Sınıfta beş kişi idik. Yanımızda mezarlık ve orman vardı. Kıyamet kopacak sandık ve çok korktuk. Ben, anne ve babamı istedim. Hoca beni sakinleştirdi.”
“Sur denilen düdüğün, şu anda bile İsrafil’in iki dudağı arasında olduğunu biliyorum ve onu her an çalabilir diye korkuyorum. Çünkü bir çok kıyamet alameti başladı.”
Çalışmada yer alan tüm ifadeler bir bütün olarak değerlendirildiğinde, çocuklarda oluşan endişe ve korku türü rahatsızlıklar şu şekilde tespit edilmiştir:
• Karanlıkta kalma ve sabahı görememe korkusu,
• Öğrenilen bilgilere dayalı rüyalar görme,
• Hayal gücüne bağlı olarak, anormal fiziki özelliklerdeki canlıların varmış gibi düşünülmesi sonucu oluşan korku,
• Cuma günleri ve özellikle akşam ve yatsı namazları arasında meydana gelen tabiat olayları karşısında duyulan korku,
• Müzik dinleme ve televizyon seyretme korkusu,
• Söz konusu varlıkların, günlük hayattaki canlılara yönelik anlatılması veya olabilirliğinin hissettirilmesi sonucu oluşan korku (Palyaço benzetmesi veya deccal gelebilir endişesiyle kapıyı açamama gibi),
• Açlık ve susuzluk korkusu,
• Deniz kenarında yaşama korkusu,
• Tüm bu felaketleri, anne ve babadan uzak yaşama korkusu,
• Çaresizliğin neden olduğu korku,
• Kıyamet kopacağı zaman yaşıyor olma korkusu.
Aynı çalışmada, ahiretle ilgili bazı kavramların veya bu kavramlara ait anlatımların öğrenciler üzerinde ürküntü ve endişe verici etkiler oluşturduğu görülmüştür. Bu konuda, “cehennem (%59.3)”, “sırat köprüsü (%44.4)” ve “mahşer (%22.9)” kavramlarının ilk sıraları aldığı tespit edilmiştir. Ayrıca Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi öğretmenlerinin, bu konuların anlatımı sırasında öğrencilerin ruhsal olarak etkilenebildiklerini, bunu bazen mimik ve hareketleriyle gösterdiklerini bazen de sözlü olarak itiraf ettiklerini ifade etmektedirler:
“Öğrenciler, anlatılanlara ilgi gösteriyorlar. Ancak sinirlerde kasılma, masumiyet ve hareketsizleşme meydana geliyor.”
“Bu konuları işlerken, bazı öğrenciler müdahale ederek; ‘Bize bunlardan bahsetmeyin, korkuyoruz’ diyorlar.”
“Cenaze töreni konusunu işleyeceğimiz gün, bazı öğrencilerin konudan korktukları için okula gelmediklerini öğrendim. Bu hemen hemen her sene olur. Ben daha sonra bu öğrencilerle konuşup, tedirginliklerini gidermeye çalışırım ama pek başarılı olduğum söylenemez.”
e. İnanç Öğretiminde Temel İlkeler ve Yaklaşımlar
İnanç, ibadet ve ahlaki tutumlar, dini hayatı meydana getiren ve tamamlayan üç önemli unsurdur. Ancak özellikle iman ve ibadet noktasında hangisinin öncelikli olduğu bireyin dini yapı ile tanıştığı gelişim düzeyi ile alakalıdır. Bir yetişkin için dini yaşama geçiş inançla olurken, bir çocuk için aynı şey söylenemez. O, dini hayatı içinde yaşadığı çevrede hazır olarak bulur ve ilk etapta dini söylemler ve ibadetlerle tanışır. İç güdüleri ve doğuştan getirdiği kalıtsal kabiliyetleri dışında hiçbir şey bilemeyen çocuğun öğrenme faaliyeti, çevresindeki kişilere bağlıdır. Ancak henüz zeka ve kavrayış düzeyi oldukça sınırlı olduğundan, öğrenme işlevi genellikle doğrudan bilgilendirilme şeklinde olmaz. Diğer bir deyişle, içinde bulunduğu zihinsel gelişim düzeyi, bilgiyi alıp yorumlamasına ve onaylamasına uygun değildir. Her şeyden önemlisi, dil gelişimindeki yetersizlik buna mani olur. Ancak bu durum onun dini hayatla ilgili tecrübeler edinmesine engel teşkil etmez. O, ilk çocukluk devresi olan 2-6 yaşları arasında iyi bir gözlemci ve taklitçidir. Bu sayede, henüz tam anlamıyla düzgün konuşmayı veya okuma-yazmayı öğrenmeden dini hayat hakkında çok şey öğrenir. Ancak taklit, sadece davranışların tekrarıyla sınırlı kalmaz. Zamanla duygular ve heyecanlar da taklit edilir. Böylece, çoğu zaman bilinçsizce taklit edilen dini davranışların hissi yönü kazanılmış olur. Bu, tahkiki anlamda olmasa da çocukta imanın oluşumu anlamına gelir.
Çocukta özgün yani salt kendisine ait inancın oluşması ne zaman olacaktır? “Gözlemler, ana-babanın çocuk için her yönden yeterli olabildiği devrenin sonunda, artık onların her şeye kadir olamadıkları gerçeği çocukta belirdiğinde, inanma alanına bir yönelişin, şuurlu bir arayışın başladığını göstermektedir.” Hem bu noktadan sonra hem de bundan önceki evrede çocukta beliren duygu ve soruların sağlıklı bir şekilde cevaplanması zorunluluğu vardır. Zira, inanç, dışarıdan alınan bilgilerle biçimlenecektir. Önce aile ve yakın çevrede başlayan inancın şekillenmesi faaliyeti, daha sonra okul veya daha farklı ve geniş çevrede devam edecektir. Ancak bu eğitimin, din eğitimi biliminin rehberliğini hiçe sayarak gelişigüzel yapılması, psiko-patolojik bir ruh yapısının oluşmasına sebep olacağı gibi, sevgisiz, düzensiz, güvensiz ve düşünce yapısı gelişmemiş olumsuz kişilik yapısına neden olması da muhtemeldir. Öyleyse, öğrenmenin duygusal ağırlıklı olduğu ergenlik öncesi dönemde, çocuğun ruhsal yapısının ve algılama kapasitesinin dikkate alındığı metot ve ilkeler doğrultusunda bir yaklaşım sergilenmelidir.
Bireylerin, ruh ve beden sağlığını koruyarak huzurlu bir hayat sürmenin imkanlarını sunan din eğitiminde, dini soyut bilgilerin öğretimiyle ilgili bazı problemlerin yaşanmasında şu hususlar rol oynamaktadır:
1. Öğretimi yapılan alana hakim olunmaması,
2. Çocuğun zihinsel ve duygusal gelişim basamaklarının, özellikle, soyut ve somut düşünce evrelerine ait temel karakteristiğin göz ardı edilmesi ya da bilinmemesi ve buna bağlı olarak,
3. Anlayış kapasitesinin üstünde bilgi verilmesi ve
4. Korku öğesinin kullanılması ki bu durum ruhsal problemlerin ortaya çıkmasında oldukça etkili olmaktadır. Zira, korku duygusu, hayatın hiçbir evresinde hoş karşılanmasa da, özellikle çocukluk döneminde yoğunluğuna bağlı olarak daha ciddi ve rahatsız edici boyutlara ve sonuçlara ulaşabilmektedir.
Söz konusu dönemde, çocuğun ruhsal yapısında olumlu ve olumsuz yönde etki yapabilecek iki zıt duygu görüyoruz; “Sevgi ve Korku”. İnanç öğretiminde bu iki duygunun beslenmesi ne gibi sonuçlar doğurur? Hangisi esas alınmalıdır? sorularının cevabı, bu konudaki temel ilkeyi belirlememize yardımcı olacaktır.
Yalnızca bir çocuğun değil yetişkin bir bireyin de belki verme konusunda değil ama alma konusunda en fazla ihtiyaç hissettiği temel duygu sevgidir. Yaratılıştan var olan bu güdü, din ile de en çok ilgisi olan bir duygudur ve sevgi telkin etmeyen bir dini yapının düşünülmesi imkansızdır. Kur’an, baba-oğul ilişkilerindeki hitap şeklinde “oğulcuğum” gibi yumuşak ve sevgi ifade eden ifadeler kullandığı gibi, Hz.Peygamber (a.s) de çocuklara şefkat gösterilmesini istemiş ve kendi yaşamında bunu bizzat uygulamıştır.
Öğrenmenin duygusal ağırlıklı olduğu somut düşünce evresinde, özellikle inanca dayalı konuların öğretiminde yaklaşım şekli sevgiye dayalı olmalıdır. Diğer bir deyişle, inanca dayalı konuların öğretiminde olumlu bakış açısı yakalanmalıdır. Zira dinin genel yapısına ilişkin imaj bu dönemde, yani çocukluk evresinde oluşmaktadır. Sevgi ağırlıklı bir inanç öğretimi olumlu bir din ve kişilik yapılanmasını doğuracaktır. Korku ve baskının hakim olduğu bilgilendirme ise hoşgörü ve sevgiden uzak, bağnaz bir din anlayışına ve hatta bazen inanç öğelerinin inkarına kadar uzanan tehlikelere neden olabilecektir. Sözgelimi; Allah’ı kızan, ceza veren, cehenneme atan ve hatta bazı yetişkinlerin kendi otoritelerini kurabilmek için söyledikleri gibi; taş yapan, gözleri kör eden, çarpan vs. bir varlık olarak tanıtmanın, çocuğa Allah inancını kazandırmada en küçük bir olumlu katkısı yoktur:
“Bir çocuğa annesi babası her zaman, en çok Allah’ımızı, sonra peygamberimizi, sonra da diğer yakınlarımızı sevmemiz gerektiğini öğretirlerken çocuğun bir tepkisi çıkmıştır ortaya. Çocuk itiraz etmiştir: ‘Ben en çok Allah’ımızı değil, Peygamberimizi seviyorum!’ demiştir. ‘Niçin’ diye sormuşlardır şaşkınlıkla. Allah beni cehenneme atacak, Peygamber ise kurtaracak’ demiştir.”
Bir gün “Allah Sevgisi” konusunu işlerken, bir öğrencim, arkadaşının Allah hakkındaki duygularını şu şekilde dile getirmişti:* “Bir arkadaşım var. Henüz on bir yaşında. Yaşı küçük olmasına rağmen babası ondan din konusunda çok şey bekliyor. Onu geceleri yatağından kaldırıp namaz kıldırıyor. Kılmazsa bağırıyor, hırpalıyor. Arkadaşımın kafasında şimdi yanlış bir fikir oluştu. Ona göre, babası ona Allah yüzünden kızıyor. Ne yazık ki, o artık Allah’ı sevmiyor. Korku onda öyle bir hal almış ki, sevgiyi ezmiş, yok etmiş.”
Ya da ölüm sonrası yaşamla ilgili varlık veya olayları kesin olmayan bilgilerle, abartılı ve korkunç bir şekilde anlatmanın ahirete iman duygusunun kazandırılmasında doğru bir tarafı yoktur:
“Komşumuz; ‘Ölülerin ruhları, akşam namazından sonra dışarı çıkar’ dedi. Ben artık akşamları dışarı çıkamaz oldum.”
“Bana, ahiret gününde karşımıza iki kapının çıkacağını söylediler. Biri cennet, biri cehennem kapısı olacak ve onların birini seçeceğiz. Ama biz hangisinin cennet kapısı olduğunu bilmiyoruz. Ya yanlışlıkla cehennem kapısını seçersek diye korkuyorum.”
Bir gün bir öğretmen arkadaşım, o zamanlar bir ortaokul öğrencisi olan çocuğunun, öğretmeninden “deccal” tasvirini dinledikten sonra gece tuvaletine gidemez olduğunu ve bu durumun kendilerini tedirgin ettiğini söyledikten sonra bu konuda neler yapılabileceği hususunda fikir talep etmişti. Çocuklarımızı korkutmak gerçekten çok kolay görünüyor. Ancak kolay olan her zaman doğru olan değildir.
Diğer taraftan, kabir hayatına ilişkin bilgilerin, öğrenciler üzerinde ne tür etkiler oluşturduğunun sorgulandığı aynı çalışmada olumlu ifadeler de bulmak mümkün olmuştur:
“Allah’ın bağışlayıcı olduğunu biliyorum. Bu yüzden korkmuyorum”.
“Bizi bir yaratan olduğuna göre, bir de hesap soran olacaktır. Bu yüzden normal karşılıyorum”.
“Bazen korkuyorum. Ama her gece yatmadan önce Allah’a dua ediyorum. O zaman korkmuyorum. O beni koruyor”.
“Allah’ın çok adil olduğunu anlıyorum”.
Muhtemeldir ki, yukarıdaki olumlu yaklaşımları gösteren çocuklar, ailesinden ve çevresinden sevgi gören, dolayısıyla olaylara olumlu bakabilme inceliğini kazanan ve Allah’ın cezalandırıcı yönünden çok, affedici ve merhamet sahibi olduğu yolunda telkinlerle iman terbiyesi alanlardır.
İnanç eğitimini, korku verici faktörleri mümkün olduğunca kullanmadan yapmanın gerekliliği, çocuğun ruhsal ve zihinsel gelişim özellikleri dikkate alındığında da net bir şekilde görülecektir. Ancak diğer özelliklerini de göz önüne alarak bu tür öğretime katkıda bulunmak yararlı olacaktır. Olumsuzlukların en aza indirilebilmesi için, inanca dayalı dini kavramlar hakkında çocuğa bilgi kazandıran kişiler, aşağıda bahsedilen hususları dikkate almak zorundadırlar:
1. Somut düşünce dönemi çocuğu, ikinci soru sorma çağını yaşamakta ve düşünce yapısı gelişmektedir. Bu nedenle, “çocuğu, Allah ve din konusunda düşünmeye ve soru sormaya teşvik etmek, bu çeşit soruları canlı tutmak” inanç terbiyesinin verilmesinde faydalı olacaktır. Somut ve basit ifadeler kullanılarak düşünce ve algılarının zenginleştirilmesi, ince derin bakış açısının kazandırılması ve dini konulara yoğunlaşması böylece mümkün olacaktır.
2. Çocuğun gün geçtikçe çoğalan kelime dağarcığına, din ile ilgili kavramların eklenmesini sağlamak, inanç öğretimine olumlu katkı sağlayacaktır. Dini terminoloji, okul dönemi çocuğunun kullandığı kelime ve kavramlardan oldukça farklı ve yabancıdır. Burada onun dil gelişim seviyesine uygun bir din dilinin geliştirilmesi ihtiyacı doğmaktadır. İman esaslarının işlendiği dua ve ayetlerin basit ve şiirsel anlatımla verilmesi, hem çocuğun ilgisini çekecek hem de anlamasını kolaylaştıracaktır.
3. Dua, kulun Allah ile aracısız iletişim kurduğu, isteklerini, aczini ifade ettiği, af dilediği ve dolayısıyla yalnızlığını giderdiği, moral ve güç bulduğu anlamlı bir ibadettir. Tüm insanların istekleri, güçsüzlükleri, yalnızlıkları vardır ve bu durum çocuklar için de geçerlidir. Onlara dua mantığını kavratmak, Allah kavramını, Allah-kul ilişkisinde doğru bir şekilde algılanmasına sebep olacaktır. Doğru bir şekilde kavranmış dua bilinci, çocuğu rahatlatmanın yanında, Allah’a olan güvenini kuvvetlendirecektir.
4. İbadetler, inancı canlı tutan faktörlerdendir. Zihinsel kabullenmenin göstergesi davranışlardır. Bu durumda imanın gözlemlenebileceği yegane yol da, ibadetlerdir. Bu nedenle, ibadet eğitimini ihmal etmemek gerekir. Özellikle dini gün ve gecelerde topluca yapılan ibadetlere katılım, çocuğun inancını hem güçlendirecek hem de canlı tutacaktır. Hepimizin çocukluğunda tecrübe ettiği bireysel ve toplu ibadetlerin, bugünkü dini yaşamımızda etkin olduğu bir gerçektir. Ancak bu tecrübelerin olumlu izler bırakması yine bazı konularda titiz davranılmasına bağlıdır. Camilerde çocuk olduğu gerekçesiyle horlanması veya gülme ve sesli konuşma gibi çocuksu birkaç davranışın büyüklerce hazmedilememesi sonucu kovulması ve hatta bazen dövülmesi bir çocuğun, ibadethanelerden soğumasına ve hatta yetişkinlikte dahi devam edecek din karşıtı bir düşüncenin oluşmasına sebep olabilecektir. Ayrıca tedricîlik esasına uymadan, baskı ile ibadetlere yöneltme de yetişkinlerin, çocukların ibadet alışkanlıklarına ve dolayısıyla inanç yapılarına zarar verebilecek en büyük kötülüklerdendir.
5. Soyut kavramları ve anlatımları tam anlamıyla algılayabilme kabiliyetleri olgunlaşmamıştır. Bu yüzden iman esaslarının öğretiminde felsefi soyut ifadeler değil, basit ve örneklendirmeye dayalı anlatımlar kullanılmalıdır. Aksi halde bu alandaki öğretim başarılı olamayacak ve anlaşılamayan bilgiler çocuğun hem kişisel hem de ruhsal yapısında olumsuzluklara neden olabilecektir.
6. O, artık hayalde canlandırılan değil, zihinle anlaşılan bir dini anlamaya başlamıştır. Öğrendiği, dini ve ahlaki bilgilerin somut ve hayatın içinde gerçekleştirilebilir olmasını ister. Hayata uymayan, zihniyle kavrayamadığı ve imgelemin uydurduğu hayallerden tiksindiği için imanını kolayca kaybeder.
7. İlk gençlik çağı çocuğu, henüz çocukluk çağının özelliklerini tam olarak terk etmemiştir. Daha haşin ve az sokulgan görünse de çevresine gösterdiği sevgiden daha fazlasına muhtaçtır. Bu nedenle, öğretimde onun duygusal yanının ihmal edilmemesi gerekir. İnanç esaslarının öğretiminde de duygusal yönden desteklenmesi uygun olacaktır.
Sonuç:
İnsan yaratılışı gereği, inanç sahibi olmaya eğilimlidir. Evrende yaratılan en zeki ve dolayısıyla en güçlü varlık konumunu koruması ancak yaşayabileceği olumsuzlukları göğüsleyebilecek manevi olgunluğu yakalamasıyla mümkündür.
Bu noktada, iman, manevi boşlukları doldurabilecek etkin bir değer olarak karşımıza çıkar. Bireyin, hayatın türlü sıkıntıları içerisinde daha ümitli, korkusuz, verimli ve kendi iç dünyası ile barışık olabilmesi bu duyguyu doğru yönde ve şekilde yaşamasına bağlıdır.
Ancak yanlış inanç öğretimi, özellikle çocuklarda, günlük yaşamını etkileyebilecek ruhsal olumsuzlukları yaşamasına ve dolayısıyla menfi kişiliğin oluşmasına da neden olabilir. İnancın çocukluk döneminde kazanılmaya başlandığı dikkate alınınca bu konudaki öğretimin gelişigüzellikten uzak olması kaçınılmazdır. Çocuğun psikolojik ve zihinsel gelişim özelliklerinin bilinmesi, algılayabileceği kadarının verilmesi ve korku yerine sevgi öğesinin ağır bastığı öğretim tarzının tercih edilmesi, onun iç dünyasında meydana gelebilecek olumsuzlukları önlemede yardımcı olacaktır.
-----------------------------

Münire Erden, Yasemin Akman, Eğitim Psikolojisi, Ankara 1995, s. 14
Mustafa Köylü, “Gençlik ve Barış Eğitimi İslami Bir Yaklaşım”, Gençlik Dönemi ve Eğitimi, Ensar Neşriyat, s. 230
Milli Eğitim Temel Kanunu, Sayı:1739, Yıl:1973. Madde: 2.
Halis Ayhan, Eğitime Giriş ve İslamiyetin Eğitime Getirdiği Değerler, 2. Baskı, Damla Yayınları, İstanbul 1986, s. 68.
Osman Taştekin, Kıyamet ve Ahiretle İlgili Kavramların Öğretimi, Basılmamış Doktora Tezi, Samsun 1998, s. IV.
Mualla Selçuk, “İlköğretimde Din Dili ve Sembolik Anlatım” Din eğitimi ve Din Hizmetleri Semineri (8-10 Nisan 1988), Ankara 1991, s. 336-337.
Taştekin, a.g.e., s. 20.
Kur’an, Bakara (2): 155.
Hüseyin Peker, “Dini İnanç ve Stres İlişkisi” Din Eğitimi Dergisi, Sayı: 38, s. 53.
J.U.Nef, Sanayileşmenin Kültür Temelleri, (Çev: E. Güngör). M.E.B 1000 Temel Eser, İstanbul 1971, s. 125.
Kur’an,Yusuf (12): 86.
Kur’an, Bakara (2): 186.
Kur’an, En’am (6): 63-64.
Kur’an, Şuara (26): 80.
Kur’an, Mümin (40): 1-3; Tevbe (9): 104; Şura (42): 26; Saffat (37): 75.
Kur’an, Yusuf (12): 87.
Kur’an, Al-i İmran (3): 13.
Kur’an, Nisa (4): 40.
Kur’an, Kaf (50): 16.
Kerim Yavuz, Çocukta Dini Duygu ve Düşüncenin Gelişimi, Ankara 1983, s. 134 vd.
Kur’an, En’am (6): 76-79.
Osman Pazarlı, Din Psikolojisi, Remzi Kitabevi, Ankara 1968, s. 176.
Peker, a.g.m., s. 57.
Kur’an, Kasas (28): 60.
Pazarlı, a.g.e., s. 33.
Hökelekli, a.g.e., s. 190.
Hökelekli, a.g.e., s. 191.
Yurdagül Mehmedoğlu, “Bir Eğitim Sorunu Olarak Dini Duygu ve Düşüncenin Gelişimi”, Çocuk Gelişimi ve Eğitimi, Tartışmalı İlmi Toplantılar Dizisi: 27, Ensar Neşriyat, İstanbul 1998, s. 111.
Pazarlı, a.g.e., s. 32.
Taştekin, a.g.e., s. 20.
Beyza Bilgin, Çocuğun Manevi Eğitimi, Din Öğretimi Dergisi, Sayı: 6, s. 28.
Beyza Bilgin-Mualla Selçuk, Din Eğitimi Özel Öğretim Yöntemleri, Ankara 1991, s. 66.
Peker, a.g.e., s. 38.
* Çocuk, cansız varlıkları sanki canlı imiş gibi kabul eder ve değerlendirir. Bebeğine vurulduğunda canının yandığını sanır. Onun dünyasına göre dağ, taş, ağaç vs. canlı ve iradeli varlıklardır. (Bkz. A.Yörükoğlu, Çocuk Ruh Sağlığı, 11. Baskı, Ankara 1986, s. 10.)
** Allah’ı insana benzeten düşünce yapısı
Ay, a.g.e., s. 74.
Erdoğan Fırat, Üniversite Öğrencilerinde Allah İnancı ve Din Duygusunun Din Psikolojisi Açısından Araştırılması, (Basılmamış doktora tezi), Ankara 1976, s. 35.
Araştırmacının kendi gözlemi
Tirmizi, Hudud, 1.
J. Piaget, Genetik Epistemoloji, (Çev: Ali Çengizkan), Ankara 1984, s. 27.
Taştekin, a.g.e., s. 22.
* Egosantrik düşüncenin bir şekli olan artifizyalizm, tabiatın insan tarafından meydana getirildiğini düşünmektir. Çocuğa göre, ırmakların yatağını kazan, güneşi ileri doğru iten, rüzgarı estiren çok büyük ve güçlü bir insandır. (Bkz. Guy Jacquin, Çocuk Psikolojisinin Ana Çizgileri, (Çev: M.Toprak), II. Baskı, İstanbul 1969, s. 78.)
** Ben-merkezci düşüncenin diğer bir şekli de finalizm olup, çocuk düşüncesinin finalizmine göre, her şey insanın bir işine yaramak için yapılmıştır. Her şeyin hayatımızda görecek bir görevi vardır. (Bkz. Jacquin, a.g.e., s. 78.)
Jacquin, a.g.e., s. 102.
C.I.Sandström, Çocuk ve Gençlik Psikolojisi, (Çev: Refia Şemin), İstanbul 1971, s. 44-45.
Haluk Yavuzer, Çocuk Psikolojisi, İstanbul 1994, s. 116.
Sandström, a.g.e., s. 128.
Yavuzer, a.g.e., s. 117-118.
J. Pearce, Çocuklarda Büyüme ve Gelişme, (Çev: A. Yeşildağlar), Ankara 1996, s. 74.
Yavuz, a.g.e., s. 83, 159-171.
Vergote, a.g.m., s. 324.
Taştekin, a.g.e., s. 25.
Taştekin, a.g.e., s. 25.
Erdener, a.g.e., s. 108.
Taştekin, a.g.e., s. 14.
M.Emin Ay, Çocuklarımıza Allah’ı Nasıl Anlatalım, III. Baskı, Timaş Yayınları, İstanbul 1995, s. 27.
Taştekin, a.g.e., s. 20.
Hüseyin Peker, Din ve Ahlak Eğitiminin Psikolojik ve Metodik Esasları, Samsun 1991, s. 41.
Taştekin, a.g.e., s. 1.
Bakınız: Mualla Öztürk, “Din Eğitimi ve Çocuk Ruh Dağlığı”, Türkiye I. Din Eğitimi Semineri, Ankara 1981, s. 206-211.
Taştekin, a.g.e., s. 67-74; 80; 106-115; 164; 229.
Peker, a.g.e., s. 36.
Beyza Bilgin, “Çocuğun Manevi Eğitimi”, Din Eğitimi Dergisi, M.E.G ve S.B Yay., Sayı: 6, s. 35.
Ay, a.g.e., s. 104.
Kur’an, Hud (11): 42, Yusuf (12): 5, Lokman (31): 13, 16, 17.
Müslim, Birr, 87.
Beyza Bilgin, İslam ve Çocuk, Diyanet İşleri Başkanlığı Yay., Ankara 1991, s. 85.
* Öğrencinin sözlü olarak aktardığı olayı, yazılı olarak ifade etmesi istenmiştir. Yukarıdaki anlatım, öğrencinin orijinal ifadesinden aynen aktarılmıştır.
Taştekin, a.g.e., s. 68.
Taştekin, a.g.e., 145.
Taştekin, a.g.e., s. 4.
Bilgin, a.g.m., s. 35.
Jacquin, a.g.e., s. 132-133.