Makale

KUR'AN'I YANLIŞ ANLAMADA TAASSUB FAKTÖRÜ

KUR’AN’I YANLIŞ ANLAMADA TAASSUB FAKTÖRÜ

Yrd. Doç. Dr. Abdulcelil CANDAN
Yüzüncü Yıl Üniversitesi
İlahiyat Fakültesi Öğretim Üyesi

Giriş
Kur’an’ın en önemli hedeflerinden biri, insanı taklid ve taassubtan kurtarıp akıl ve duyu organlarını kullanmaya götürmesidir. Çünkü Allah insanı akletme, düşünme ve doğruyu bulma kabiliyetinde yaratmıştır. Bu kabiliyeti bozmak, yani başkasının düşüncesiyle düşünmek, onun gözüyle görmek, toplum ve bireyler için tehlikeli sonuçlar doğurmaktadır. İslâm toplumunun karşılaştığı önemli problemlerden birisi düşünseldir. Yani, neyi ve nasıl düşünmesini halletmemiş olmasıdır. Taassub, sübjektifliğin bir tezahürüdür. Peygamberlerin karşılaşmış oldukları en büyük engel de taassub ve taklit idi. Onlara karşı koyanlar, sahip oldukları her değerden vazgeçebileceklerini, ancak ata ve geçmişlerinin yol, yöntem ve inançlarından asla ödün vermeyeceklerini ifade ediyorlardı.
Bu makalemizde düşünsel bir hastalık olan taassubun, Kur’an’ı yanlış yorumlamadaki etkisi üzerinde durmaya çalışacağız. Taassubu tanıttıktan sonra İslâm toplumunda açtığı yaraları, çeşitli ekollerin taassuptan dolayı Kur’an’ı anlamada düştükleri hataları örneklendirerek işlemeye çalışacağız.
I. TAASSUBUN TANIMI
I.I. Taassubun Sözlük Anlamı
Asebe sülâsi fiilinin `tefe’ul’ vezninden bir masdardır. Sülâsi babtaki anlamı, birleştirme, bir araya getirme, sevme ve bir şeye rıza gösterme anlamındadır. Taassub ise bağlama, ihata etme anlamındadır. ’İnsanlar bir araya geldi’ anlamını taşır. Taassub, asabiyet sahibi olmak anlamındadır, asabiyet de nisbî mastarlardandır. Asabeye mensub olmak demektir.

1.1. Taassubun Istılahî Anlamı
Taassub, birtakım ufak nüanslarla tarif edilmiştir. Hepsinin birleştiği nokta taassubun tarafgirlik manasını içermesidir. Taassub, haklı haksız ayırımını yapmaksızın birinin başkalarını tarafına çağırması, taraftarlık ve hizipçilik yapmasıdır. Akraba ve mensup olduğu kavmin fertleri hakkında yardım ve tarafgirlik yapmak veya delil ortaya çıktıktan sonra herhangi bir tarafa olan meyilden dolayı hakkı kabul etmemektir.
1.2. Taassub-Taklit İlişkisi
Taklit, başkasına ait söz veya hareketlerin doğruluğuna inanarak delilleri araştırmadan ve üzerinde düşünmeden uymaktır. Taassubun tarifini de haklı haksız demeden birinin başkalarını taraftarlığına çağırması ve bilerek hakkı kabul etmemesi şeklinde yapmıştık. İkisinde de ortak öğe, aklın kullanılmaması, hatada ısrar edilmesi, yanlış doğru demeden birinin görüşünde ısrar edilmesidir. Merhum, Elmalılı, taklidi tarif ederken onu taassupla beraber zikreder ve şöyle der: Taklid, bedaheten malum olmayan hususlarda delilsiz söz söylemek, o yolda hareket etmek, bilmediği bir şeyi Allah’a iftira olarak söylemek ve şeytana uyup cehalet ile hareket etmektir. Nitekim, "Allah’ın indirdiği Kur’an ve diğer delil ve hüccetlere tabi olun" denildiği zaman Arap müşrikleri taassub ile, böyle yapmış ve böyle söylemişlerdi. Onun üzerine şu âyet nazil oldu. “Onlara Allah’ın indirdiğine uyun denildiği zaman onlar, hayır ‘biz atalarımızı üzerinde bulduğumuz yola uyarız’ dediler. Ya ataları bir şey anlamamış doğruyu da bulmamış idiyseler.” Bu âyet gösteriyor ki, icmalî ve tafsilî gerçek bir delile dayanmayan bir taklid İslâm’da men edilmiştir. Cehalet ve dalalete dayalı taklit doğru görülmemektedir. Binaenaleyh taassub ve taklid müşrik ve kafirlerin şiarıdır.
Onlar (müşrikler) körü körüne bir taklid sonucu küfürde kalmayı tercih etmişlerdir. Her şeyden vazgeçebileceklerini fakat atalarının yolundan ise asla vazgeçmeyeceklerini söylüyorlardı.

1.3. Taassubun Sakıncaları
İrade ve düşünsel hastalık olan taassubun aklı selim tarafından kabullenmesi mümkün değildir. Mutassıb biri, başkası adına konuşur, onun adına ahkam keser, onun gözüyle meseleleri görmeye çalışır, elindeki meşaleyi söndürür, körü körüne yürümeye çalışır, başkalarının mumuyla görmeye uğraşır. Taassub, şahıs adına olduğu gibi, cemaat, ekol veya görüşlerde de olabilmektedir. Taassub, peygamberle tanınmış olan ismet sıfatını insanlara tanımaktır.
İbn Teymiyye, taassubu sapmanın bir nedeni olarak ele alır ve konuya şu ayetleri delil gösterir."Kendilerine Allah’ın indirdiğine iman edin denilince, ’biz sadece bize indirilene inanırız’ derler ve ondan başkasını inkar ederler. Halbuki o Kur’an, kendi ellerinde bulunan Tevrat’ı doğrulayıcı olarak gelmiş hak kitaptır. Onlara: Şayet siz gerçekten inanıyor idiyseniz daha önce Allah’ın peygamberlerini neden öldürüyorsunuz deyiver." “Daha önce kafirlere karşı zafer isterlerken kendilerine Allah katından ellerindeki Tevrat’ı doğrulayan bir kitap geldi de (Tevrat’tan) bilip öğrendikleri gerçekler karşılarına dikilince onu inkar ettiler. İşte Allah’ın laneti böyle inkarcılaradır." Allah, son âyette, Yahudilerin önceden bir peygamberin geleceğini bildiklerini haber vermektedir. Beklenen peygamber gelince de sırf taassublarından dolayı ona karşı çıkıp inkar etmişlerdir. Dolayısıyla onlar "hakkı" mensup bulundukları taifeye özgü kılmışlardı. Düşünsel hastalık taklid ve taassubun yapıldığı alan konusunda da İbn Teymiyye şunları der: "Yahudi geleneğinde olduğu birçok Fatih ve mutasavvıf taslağı bu zafiyete düşmektedir. Bazıları da kanılarınca büyük sayılan şahıslara mutlak anlamda bağlanmak biçimiyle taassub gösterirler. Şeyhülislam İbn Teymiyye’nin de belirttiği gibi taassub, Yahudilerin bariz bir vasfıdır. "Dinlerini parçalayan ve bölük bölük olanlardan (olmayın bunlardan) her fırka kendilerinde olan ile böbürlenmektedir." Bu ve benzeri ayetler Müslümanların müşrik ve inkarcıların içine düştükleri tefrikaya düşmemelerini öğütlemektedir. Onlar, (taassubtan dolayı) hak dinden ayrılıp içine düştükleri bidatlarla sevinip kendilerini hak üzere gördükleri için kendilerini mutlu sanmaktadırlar. M. Zeki Pakal’ın, ömrünün çoğunu taassuba karşı mücadele ile geçiren Muhammed Abduh’tan şunları nakleder: "Taassub, belanın zirvesi ve her musibetin asıl sebebidir. Asabiyetle muttasıf olanlara fevz ve felah (muvaffakiyet ve selamet) arasına gerilmiş en kalın bir perde olduğu vehmedilen bu lafız söylenince zihinlere kusurlardan ve rezâilden ibaret bir örnek geliyor." Taassub, İslâm toplumunun arasına bölünme ve çekişmelerin oluşmasına meydan vermektedir. Bu da değişik tarafları birbirlerini tekfire kadar götürmektedir. Taassub, o boyutlara varmıştır ki zaman zaman değişik mezhep ve görüş sahiplerini (hâşâ) Allah’a sebetmeye kadar götürmüştür. Bu bağlamda, "Allah’ın iradesi" konusunda Eşariyye ve Mu’tezile arasında meydana gelen ihtilaflar gösterilebilir. Her iki ekol Allah’ı (c.c.) muhalifinden ayrı bir biçimde tarif etmeye çalışmıştır. Mu’tezilî bir âlim Eşarî bir âlimle tartışırken, "Allah’ı kötülük işlemekten tenzih ederim" demiş, ona cevap olarak da Eşari âlim, "mülkünde dilediğini yapan Allah’ı, tüm kötü sıfatlardan tenzih ederim" diye cevap vermiştir. Taassub, zaman zaman ölüm ve yağmalamaya varan olaylara sebebiyet vermiş ve neticede Kudüs, Endülüs ve Avrupa’nın bir kısmı küffarın eline geçmiştir.
Bu bağlamda "dinde sebat göstermek" ile "taassub"u ayırmak gerekir. İki kavram bazı yönlerle benzerlik arz ederken yöntem ve netice itibariyle tamamıyla farklılık arz etmektedir. Şöyle ki; taassubta akıl yerine his, taklid, irade zafiyeti ve heyecan hakim iken, "dinde sebat"ta ise akıl, delil, azimet, sebat, cesaret söz konusudur. Birisinde doğru ve hakta direnme söz konusu iken, diğerinde batıl ve yanlışta direnme mevcuttur.
Taassub ve hakta sebatı örneklendirmek gerekirse, İslâm tarihinde meydana gelen ve birçok acı olayla neticelenen "mihne" hadiseleri zikredilebilir. Ahmed b. Hanbel bu imtihanda en güzel örneği sergileyip inancından ödün vermezken, dinde sebatın en güzel örneğini ortaya koymuştur. Muarızı idareciler ise, yanlış ve batılda kalmaya devam ederek kötü taassubun örneğini sergilemişlerdir.
1.4. Taassubun Türleri
Taassubu etimoloji yönüyle incelediğimizde onun taraf olma, bir yere çakılıp bağlanma, bir yerde toplanma ve herhangi bir görüş, ekol veya şahıs veya topluluğu sevme anlamlarına geldiğini göreceğiz. Tüm bu haslet ve özellikler kötü yönde kullanılabildiği gibi, iyi yönde de kullanılabilir. Bundan hareketle, taassubu iki kategoride inceleyebiliriz.


1.4.1 Genel Anlamda Taassub
a) Müspet Taassup: Nakle ve akla uygun hususlarda ifrata varmadan yapılan taassuptur.
b) Menfi Taassub: Nakle ve akla uygun olmayan hususlarda ısrar etmektir.
1.4.2 Yapıldığı Alan İtibariyle
a) Kabile taassubu.
b) Irkçılıktan kaynaklanan taassub.
c) Dinî taassub.
d) Mezhep ve ekol taassubu.
e) Görüş, şahıs ve taraf tutma taassubu.
Yukarıda geçtiği gibi tarih boyunca İslâm alimlerinin akide ve dinlerinde sebat ve azim göstermeleri taassubun müspet olanını, hizip, şahıs ve yanlış görüşlerde ısrar etme ve onlar için mücadele etmek de menfi olan taassubu oluşturmaktadır.
1.5. Taassubun Nedenleri
1-Tabi olunan veya taklid edilen kişi, ekol ve şahsiyetleri masum görme inancı. Böyle bir inanç İslâm akidesine aykırıdır. Peygamberlerin bile hata edip etmemeleri ihtilaflı bir konudur.
2-Mezhep, ittiba, tarikat, mürşid gibi kavramların bilinmemesi.
3-Dinin aslının bilinmemesi.
4-Aslolan insanların, hak ölçüleriyle bilinmesi iken, hakkın, insanlara göre değerlendirilmesi.
5-"Eskiler yenilere bir şey bırakmamıştır" inancı. Bu anlayış, İslâm’ın tecdid ve ictihad müesseselerine aykırı bulunmaktadır. Çünkü ictihad ve tecdid bir ihtiyaçtan kaynaklanmaktadır. Her zamanda müctehidlerin bulunması ve her yüz yılda birçok müceddidin gönderilmesi de bu savı reddetmektedir.
6-İslâm toplumunda taklitçiliğin yayılması. İçtihad kapısının kapalı olma ile Kur’an’ın anlaşılmaz bir kitap olma inançları.
7-Müçtehid ve müfessirlerin azalması. Zira cumhur ulemaya göre mukallid "âlim"sayılmaz. Suyutî, (911/1505) mukallidin âlim olmadığı konusunda icmadan bahseder.
8-Bazı şahsiyetlerin, menfaat ve çıkarlarına dokunulmak istenmemesi.
9-Sadece kendi mezhep ve meşreplerini hak bilen mukallidlerin çoğalması. Başka bir ifade ile hakkı kendi mezheplerine hasredenlerin ortaya çıkması ve yayılması.
10-İnsanın taklid ettiği veya kendisi için taassuba gittiği lider veya imamları bilmemesi. Hicri 4. asra kadar taklid, İslâm toplumunda yerilen bir husustu. Bundan dolayı da âlimler kendilerinin taklid edilmesini nehyediyorlardı.
2. TAASSUBTAN KAYNAKLANAN TEFSİR ÖRNEKLERİ
Hariciliğin görülmeye başladığı Hicri ilk asırdan sonra tefsir hareketlerinde taassubtan kaynaklanan bir sapma söz konusuydu. Haricî, Şiî ve Mutezilî hareketler ortaya çıkmadan böyle bir sapma söz konusu değildi. Şimdi de Ehl-i Sünnetten başlamak üzere taassubun ekollere yansımasını ele alalım:
2.1. Ehl-i Sünnet
Bid’at fırkaları dışında kalan Ehl-i Sünnet ekollerinde de zaman zaman taassubtan kaynaklanan sapmaların meydana geldiğini görmekteyiz. Bu bağlamda meşhur Hanefi âlimi Kerhi, (v. 340/951) "Mezhebimize muhalif düşen her âyet ve hadis ya müevvel (yoruma açık) ya da neshedilmiştir." demiştir. Tefsirde taassub zaman zaman insanları, mezhep imamları arasında yersiz ve gereksiz kıyaslama ve değerlendirmelere götürmüştür. Malikî mezhebine mensup müfessir İbnu’l Arabi (v. 435/1148), İmam Malik ile İmam Şafii’yi karşılaştırırken şöyle demektedir: "İmam Şafii’nin söylediği her şey İmam Malik’in ilminden alınmış bir cüzdür. Ondan nakledilen her konu onun ilim deryasından bir damladır. İmam Malik, İmam Şafi’den daha zeki ve ondan daha anlayışlıdır. Arapça’da da ondan beliğ ve ediptir." Zaman zaman tefsirinde taassuba karşı olduğunu ifade eden İbnu’l Arabi’nin bu karşılaştırması, mezhep taassubunu çağrıştırmaktadır.
Celaleyn tefsirine haşiye yazan Ahmed b. Muhammed es-Sâvî (v.1241/182) ilmi otoritesine rağmen, "Kur’an ve sünnetin zahiriyle amel etmek, küfrün temelidir. Dört mezhebin görüşleri Kur’an, sünnet ve sahabenin görüşlerine aykırı bile olsa onlara muhalefet etmek asla caiz olmaz. Dört mezhebin dışında çıkan biri, hem kendisini hem de başkalarını dalalete düşürmüştür. Onun küfre düşmesinden korkulur." Çağdaş müfessir, Muhammed Emin eş-Şinkiti, tefsirinde bu delilsiz ve sakıncalı görüşe 150 sayfalık ilmî bir reddiye yazmıştır. Böyle bir görüşün ilmî, naklî ve aklî bir dayanağını bulmak mümkün değildir. Kur’an ve sünnet için söylenebilecek bir hükmü isabet ve hata etmeleri mümkün olan şahsiyetler için ortaya koymanın mantığını anlamak oldukça güçtür. Bu tür taassuba şiddetle karşı çıkanların başında Râzi gelmektedir. "Yahudiler Allah’ı bırakıp bilginlerini, Hristiyanlar da rahiplerinin ve Meryem oğlu Mesih’i (İsa’yı) Rabler edindiler. Halbuki onlara ancak tek ilaha kulluk etmeleri emrolundu. Ondan başka tanrı yoktur. O bunların ortak koştukları şeylerden uzaktırlar." Râzi, bu âyetin tefsirinde şunları demektedir. Âyette geçen "Rabler"den kasıt Evren Tanrıları" değildir. Bilâkis öncülerinin emir ve yasaklarına mutlak olarak uyanlar hakkındadır. Resûlullah Tevbe Sûresini okuyup yukarıdaki ayete gelince, huzurunda bulunan ve henüz Müslüman olmayan Adiy b. Hatem şöyle dedi: “Ey Allah’ın Resûlü biz onlara ibadet etmiyorduk. Bunun üzerine Resûlullah (s.a.v.) şöyle dedi: Siz, onların Allah’ın helal kıldıklarını haram, helal kıldıklarını da haram kılmıyor muydunuz? dedi. Evet öyle idi dedim. Resûlullah, işte onlara ibadet etmenin anlamı budur”, dedi. Rebi anlatıyor, Ebi Aliye’ye, İsrail oğullarında "Rububiyetin" nasıl olduğunu sordum. O da şöyle dedi. Onlar, kitaplarında (Tevrat’ta) açıkça ruhban ve papazların görüşlerine aykırı şeyleri gördükleri hâlde onların görüşlerini alıp Allah’ın Kitabına muhalefet ederlerdi. Razi, bu görüşleri serdettikten sonra hocasından şunları nakleder: Birçok fakih taslağını gördüm. Onlara çeşitli konularda ayetler okudum. Ekollerine uymadığı için bu ayetleri kabul etmediler ve şaşkın şaşkın şunu dediler: Ekolümüze uymayan bu ayetleri nasıl kabul edebiliriz? Günümüzde bu kötü hastalığın birçok kişinin kanına işlediğini görürsün.
Tefsir tarihinde bu tür taassubla mücadele edenler de eksik olmamıştır. Son asır müfessirlerinden Muhammed Abduh, tefsir dersini verirken, hazır olanlardan biri ona itiraz ederek şöyle demişti. Üstad! Söylediklerin "Cemel" tefsirinin söyledikleriyle ters düşmektedir. Bunun üzerine Abduh, benim için önemli olan verdiğim anlamın Celil olan Allah’ın muradına muvafik olmasıdır. "Cemel" ve "hımar" (deve ve merkep) anlayışlı kişilerin görüşlerine uyup uymaması o kadar önemli değildir." dedi. Abduh’un bu cevabı söylediği ortam, Kur’an ve sünnetle amel etmenin dalalet olarak algılandığı bir ortamdı. Muhakkik ulema, imamların görüşleri naslara muhalif düştüğü için nasları onların görüşlerine tercih etmişlerdir. Bu bağlamda şu iki örneği vermekle yetineceğiz:
A) Kurtubî: (671/1272) "Oruç gecesinde kadınlarınıza yaklaşmak size helal kılındı, onlar sizin için birer elbise siz de onlar için birer elbisesiniz, sizin kendinize kötülük ettiğinizi bildi ve tövbenizi kabul edip sizi bağışladı." Kurtubî, bu ayetin tefsirinde unutarak yiyen ve içenin durumunu izah ederken mezhep imamına muhalefet etmiş ve "Oruçlu, bilmeden yer içerse, Allah’ın kendisine gönderdiği rızkı yemiştir, binaenaleyh kaza tutmasına gerek yok." hadisini delil göstererek kaza etmesine gerek olmadığını söylemiştir.
B) İbnu’l Arabî (v. 543/1148), yerin bitirdiği mahsulün zekat durumlarını incelerken, maliki olduğu hâlde, her çıkan mahsulden zekatı vacip kılan Hanefi mezhebini, Kitap ve Sünnete daha yakın olduğu için amel edilmeye daha uygun görmüştür.
2.2. Zahiriyye
Nasları zahir manalarına göre tefsir edip hüküm veren ve tevili reddeden ekoldür. Bu ekolün başında Davud-i Zahiri ve İbn Hazm gelmektedir. Zahiriyye, taklid ve içtihadı şiddetle reddettiği için birçok âyeti taklidin mutlak anlamda haram olduğuna dair delil göstermiştir.
"Onlara Allah’ın indirdiğine uyun denildiği zaman onlar "Hayır biz atalarımızı üzerinde bulunduğumuz yola uyarız" derler. Ya ataları bir şey anlamamış doğruyu da bulamamış idiyseler?" "Onlara Allah’ın indirdiğine ve Resulüne gelin denildiği vakit babalarımızı üzerinde bulduğumuz (yol) bize yeter derler. Ataları, hiçbir şey bilmiyor ve doğru yol üzerinde bulunmuyor iseler de mi?" "Hakkında bilgin bulunmayan şeyin ardına düşme." "Onlara Allah’ı indirdiğine uyun denildiğinde, hayır biz babalarımızı üzerinde bulunduğumuz yola uyarız derler, ya Şeytan onları alevli ateşin azabına çağırıyor idiyse?" "Hayır sadece biz babalarımızı din üzerinde bulduk, biz de onların izinde gidiyoruz, derler" Zahiriyye’nin ayetleri iniş maksatlarından saptırıldıklarını savunan Şinkitî şöyle demektedir: "Bilmeyenin bilenden sorması, dinen bilinmesi zaruri olan hususlardandır. Asr-ı Saadette avam, Ashaptan fetva sorarlar ve onlardan gereken cevapları alırlardı. Bunların bu durumunu inkâr eden de çıkmazdı. Keza ehil şahsiyetlerin, Kur’an ve Sünnette bulunmayan konularda içtihada başvurdukları da bilinen diğer bir gerçektir." Zahiriyye ekolünün bu yaklaşımı, birçok âyet ile çakışmaktadır. "Bilmiyorsanız zikir ehlinden sorunuz." "Bana yönelenin yoluna uyun." Bu âyetler, körü körüne, delil aramadan ve düşünmeden inkâr edenlerin peşine düşenleri kastetmektedir. Âyetlerin sarahaten belirttiği gibi, bir Müslüman’ın ilim ve takva ehli olduğuna kanaat getirdiği şahsiyetlerden istifade etmesinin herhangi bir sakıncası yoktur.
Zahiriyye’nin kıyası inkâr için getirmiş olduğu delillerden bir tanesi de şudur: "İhtilafa düştüğümüz herhangi bir şeyde hüküm vermek Allah’a mahsustur." Bu âyetin kıyasın reddi ile herhangi bir ilgisi yoktur. Çünkü hakkında sarih nas olan konularda kıyasa gidilmediği usulde bilinen konulardandır.
2.3. Mutezile
Mutezile, kelam ve tefsirde en çok ismini duyuran ekollerdendir. Mu’tezile tefsir ekolu başlı başına bir çalışmayı gerektirir. Bu makalemizde mutezilenin yer yer taassuba girdiğine dair birkaç örnek göstereceğiz. Mutezilenin en gözde müfessiri Zemahşeridir. Tefsirinde bunu açıkça görmek mümkündür. Nitekim tefsirinin girişinde bunu fark etmek mümkündür. Mezhep taassubunu her fırsatta ortaya koymaktan geri kalmamıştır. Zehebî, bu konuda şu ilginç olayı aktarır: Bir arkadaşını ziyaret etmeye gider, kapıcıya şöyle der: Git kapıda Mutezile mezhebinden Ebu’l- Kasım’ın (Zemahşeri’nin) beklemekte olduğunu söyle." Tefsirini ilk yazdığında, "Kur’an’ı yaratan Allah’a hamd olsun" cümlesi ile başlamıştı. Ancak gelen tepkiler üzerine sonradan onu değiştirdiği nakledilir. "Halku’1-Kur’an" fikri, Yahudiler tarafından İslâm toplumunun arasına atılmış bir fitneydi. Mutezile onu, Ca’d b. Dirhem ile Cehm b. Sefvan’dan almıştır. Bu fitnenin diğer bir kaynağı da Hıristiyanların İsa (a.s) için sarf ettikleri "kelimullah" akidesidir.
Zemahşeri, birçok âyetin kendi mezhebine işaret ettiğini savunmuştur. "Allah kendisinden başka ilah olmadığına şahitlik etti. Melekler ve ilim sahipleri de O Aziz ve Hakim olanlardan başka ilah olmadığına hak ve adaletle şahitlik ettiler." ayetini tefsir ederken ayette geçen "ilim sahipleri"ni, "Mutezile" ile tefsir etmiştir. Âyette geçen "ilim sahipleri"nin H. II. asırda çıkacak bir mezhebe işaret etmesi "taassubi" ve "batini" bir yaklaşımdan başkası değildir.
Mu’tezile ulemasından bazıları, tassubtan dolayı Kur’an’ın orijinalitesini değiştirmeye bile yeltenmiştir. Zemahşeri, "Allah Musa ile konuşmuştu" ayetini tefsir ederken, lafza-ı celalenin harekesini Musa’ya (a.s) vermeye çalışmıştır. "Musa Allah ile konuştu" anlamını vermek istemiştir. Oysa, "Musa tayin ettiğime gelip de Rabbi onunla konuşunca" ayeti, Zemahşeri’nin iddiasını reddetmektedir. Mutezile, "Yüzler vardır ki o gün parıldayacaklardır. Rablerine bakacaklardır" ayetini tefsir ederken, " /bakacak" kelimesini "bekleyecek" anlamında tefsir etmiştir.
Mü’minlerin, rüyetullahla mükafatlandırılacakları mütevatir derecesindeki hadislerle sabit olmuştur. Zemahşeri, "Allah onların kalplerini ve kulaklarını mühürlemiştir. Onların gözlerine de bir çeşit perde getirilmiştir ve onlar için büyük bir azap vardır" âyetini tefsir ederken,"mühürleme" olayının söz konusu olmadığını, âyette temsil ve istiarenin söz konusu olduğunu savunmuştur. İnkâr edenlerin, küfre düşmeleri, kalplerinin mühürlenmiş olmasından dolayı değildir. İnkâra gittikleri için kalp ve duyu organları işlevsiz kalmıştır. Âyet, kendilerine uyarı yapanların uyarılanlarından, yüz çevirdiklerinden, dalalet ve sapıklıkta ısrar etmelerinden dolayı kalp ve duyu organlarının mühürlenmiş olduğunu bildirmektedir ve bu organları kullanmadıklarından bahsetmektedir, beyan etmektedir. Çünkü Kur’an’a göre, akıl ve duyu organlarını kullanmayanlar, beyinsiz körler konumundadırlar. "Onların kalpleri vardır, onlarla kavramazlar. Gözleri vardır onlarla görmezler, kulakları vardır, onlarla işitmezler, işte onlar hayvanlar gibidirler. Hatta daha da şaşkındırlar.” Kur’an kalp ve diğer bazı organların niçin ve nasıl işlevsiz hale getirildiğinin nedenlerini de açıklamaktadır. "Biz, azgınların kalplerini mühürleriz." "Allah her kibirli ve azgının kalbini mühürler." "Küfürlerinden dolayı Allah kalplerini mühürlemiştir."
Mutezile, "Bilakis kim bir günah kazanır da suçu kendisini kuşatmış olursa, onlar cehennem halkıdır ve orada ebedi olarak kalacaklardır" âyetini öne sürerek, büyük günah işleyenlerin ebedi olarak cehennemde kalacaklarını iddia etmiştir. Mutezilenin bu görüşüne göre, ömrünün tamamını ibadetle geçirip sonunda büyük bir günah işleyen birinin, tüm ömrünü şirk ve diğer günahlarda geçiren biriyle eşit olması gerekir ki aklıselim böyle bir yaklaşımı reddeder. "İyilikler, kötülükleri götürür." Âyette geçen "İnsanı kuşatan günahtan" kasıt, tövbe etmeden şirk üzerine ölenlerin durumudur.
2.4. Şia
Şia, Hz. Ali ve taraftarlarının, diğer bütün ashaptan üstün olduğunu iddia eden ekol olarak bilinir. Diğer bazı mezheplerde olduğu gibi özellikle Şia’nın "gülat" kesiminde de tevile kâbil olmayan sapmalar görülmüştür. Şia, birçok âyeti Hz. Ali ve Ehli Beyt’in imametine delil göstermeye çalışmıştır. Küfrü gerektiren te’viller Şia’nın mutedil ve muhakkik birçok müfessiri tarafından reddedilmiştir. Şia’nın gülat kesimi ise zaman zaman küfre varan tevillerde bulunmuştur. "Ebu Leheb’in iki eli kurusun" âyetinde geçen "iki el"den kastın, Ebu Bekir (r.a) ve Ömer (r.a) olduğunu söylemiştir. Keza onlara "Küfrün önderlerine karşı savaşın" âyetinde geçen "önderlerden" maksat "Talha" ve "Zibeyr"dir. "Şüphesiz sana da senden öncekilere de şöyle vahyolunmuştur ki Allah’a ortak koşarsan amelin boşuna gidecek ve hüsranda kalanlardan olursun" âyeti de Hz. Ali’ye hilafette ortak koşanların, amellerinin boşuna gideceğini haber verir demektedirler. "İki denizi birbirine kavuşmak üzere salıverdi. Aralarında bir engel vardır, birbirine geçip karışmazlar.” "İkisinden de inci ve mercan çıkar." Âyette geçen "iki deniz", Hz. Ali ve Hz. Fatma’dır. "İnci " ve "Mercan"dan kasıt da Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin’dir." Gulat-ı Şia’dan "el-Beyaniyye" fırkası, "Onlar ille de buluttan gölgeler içinde Allah’ın ve meleklerin gelmesini mi bekliyorlar?" âyetinde söz konusu edilen ve gölgeler arasında gelenin "Hz. Ali" olduğunu söylemiştir. Sebeiyye fırkasının öncüsü Beyan b. Sem’an, "Bu (Kur’an) bütün insanlığa bir açıklamadır. Takva sahipleri içinde bir hidayet ve bir öğüttür." âyetinde geçen "beyan hidayet ve mucizenin" bizzat kendisi olduğunu iddia etmiştir. "Biz her şeyi apaçık bir kitapta sayıp yazmışızdır." Kitaptan kasıt Hz. Ali’dir. Diğer bazı âyetler hakkındaki görüşleri de şöyledir: "Birbirlerine neyi soruyorlar? Ayrılığa düştükleri haberi mi?" "Büyük haberden" kasıt "Hz. Ali"dir. "Musa kavmine, Allah sizi bir sığır kesmenizi emrediyor dedi." Âyette geçen "sığırdan" gaye "Hz. Aişe’dir". "Süleyman Davud’a varis oldu" Âyetinde geçen "Süleyman"dan kasıt "Hz. Ali’dir." Çünkü O, Resûlullah’ın ilmini almıştır. Kâ’beden kasıt "Hz. Resûlullah", kapısı da "Hz. Ali"dir. Kur’an ve Sünnet hakkında mahdut bir kültüre sahip olanların bile bu tür komik durumlara düşmeyecekleri muhakkaktır. Taassub insanın duygularını köreltip düşünmez hale getirmektedir.
Gulat-ı Şia dışında birçok mu’tedil Şia ulemasının da taassuba düştüklerini görmekteyiz. Bu bağlamda Şi’anın çağdaş önemli iki şahsiyeti, Seyyid Muhammed Hüseynî et-Tabatabâî ile Muhammed Cevad Mağniyye zikredilebilir. Tabatabâî, "Onlardan faydalanmanıza karşılık mihirlerini bir hak olarak verin" âyetinî tefsir ederken, fuhşun önüne geçebilmek için, muta nikahının, Allah tarafından insanlara bahşedilmiş bir rahmet ve kolaylık olduğunu iddia etmiştir. Keza, ayakların meshi konusunda da mezhebî taassuba varacak boyutta görüşler ortaya koymuştur. Halifenin Ehl-i Beytten ve masum olmasının gerekliliği ile ilgili görüşlerini belirtirken de kendisini taassubtan alıkoyamamıştır.
Muhammed Cevad Mağniyye de Tabatabâî gibi, "Allah; ahdim zalimlere ermez buyurdu" âyetini, Şiadaki masumiyet inancına delil göstermektedir. Bu tezini güçlendirmek için de Ehl-i Sünnetin masumiyet vasfını tüm ümmete verdiğini iddia ederek şöyle demektedir: Hıristiyanlar papalarını, komünistler Marks’ı, Suriye’deki Milliyetçi Parti, Anton Suada’yı, İhvan da Hasan el-Benna’yı masum görmüşlerdir." Geniş bir kültüre sahip olduğuna inandığımız ve zaman zaman Ehl-i Sünnet ve Şia’yı birleştirme çabaları olan Mağniyye’nin, Komünist ve Hıristiyanların lider taassubu ile ilim ve ihlas sahibi bir kesim Müslüman’ı taassubta aynı kefeye koymasına anlam vermek güçtür. "Allah malları ve canları ile cihad edenleri derece bakımından oturanlardan üstün kılmıştır.” Mağniyye, bu âyeti delil göstererek, Hz. Ali’nin Hz. Ebubekir’den daha çok savaşa katıldığını ve dolayısıyla da ondan daha üstün olduğunu savunmuştur.
Mağniyye, "Bu gün sizin dininizi ikmal ettim, üzerinize nimetimi tamamladım ve size din olarak İslâm’ı seçtim" âyetini, taassubî bir yaklaşımla şöyle tefsir eder: "Allah Teala, Hz. Ali’nin hilafetini nas ile belirtmek suretiyle dinini kemale erdirmiştir. İslâm’ın bekası güçlü bir otoritenin varlığıyla mümkündür. Bunu da Resûlüllah’tan sonra Hz. Ali gerçekleştirmiştir." Hz. Ali’nin döneminden önce Hz. Ebu Bekir, Hz. Ömer ve Hz. Osman’ın dönemlerinde, mürtetlere karşı yapılan mücadeleler ile İslâmi fetihleri görmezlikten gelmek taassuptan kaynaklanmaktadır.
2.5. Hariciler
Haricilerin ortaya çıkışları belki iyi niyete dayanmakta idi. Onların çıkış gayeleri Kur’an’a tazim ve ona ittiba etmekten kaynaklanıyordu. Fakat sünnete muhalefet için iyi niyetleri bir şey ifade etmedi. "Recm" ve "el kesme" konularında sarahaten sünneti ihlal ettiler. Peygamberin bile zulüm yapabileceğini iddia ettiler. Hz. Osman ve Hz. Ali’yi Kur’an’a göre hüküm vermemekle itham ettiler. "Allah’ın indirdikleriyle hükmetmeyenler, kafirlerin ta kendileridir" âyetini delil göstererek, Müslümanları tekfir ettiler.
2.6. Cebriye
Cebriye, Allah, insanın bütün fiillerini ve hareketlerini bilir. İnsana yapacak bir şey kalmamış diyen ekoldür. Allah ile, eşyaya ibadet etmeyi bir görerek müşriklere benzemişlerdir. Diğer birçok bidatçi ekol gibi onlar da sapık görüşlerini Kur’an ile delillendirmeye çalışmışlardı. Tatarlar, İslâm âlemine saldırınca onlarla birleşip Müslümanların karşısında yer aldılar. İşin daha garibi bu çirkin hareketlerine de Kur’an’dan deliller getirerek yaptıklarını meşrulaştırmaya çalışmışlardır.
Kendilerine delil olarak öne sürdükleri âyetlerden bazıları şunlardır: "Şirk koşanlar, eğer Allah dilemiş olsaydı biz de babalarımız da şirk koşmaz ve hiçbir şeyi haram etmezdik, diyeceklerdir." "Allah dilediğini yapar." “O, (Allah) yaptığından sorulmaz, ama onlar ona karşı sorumludurlar.” Cebriye, yaptıklarını ilâhî iradeye havale ederek, asla Allah’ın iradesi dışına çıkmadıklarını iddia ederler.
Cebriye’nin öne sürdüğü deliller, insan iradesinin yok olduğuna ve onun sorumsuz olduğuna delil olmayıp, bilakis Allah’ın mutlak irade ve sonsuz gücünü ortaya koymaktadır. Çünkü birçok âyet insanın irade sahibi olduğunu göstermektedir. "Kim doğru yola gelirse ancak kendi lehine yola gelmiş, kim de saparsa ancak kendi aleyhine sapmıştır." “De ki (yapacağınızı) yapın. Allah da, Resûlü de, mü’minler de yaptıklarınızı görecektir.” "İyilik ederseniz kendinize iyilik etmiş olursunuz, kötülük ederseniz de o kendinizedir.” "Dilediğinizi yapın, o yaptıklarınızı görendir." "Ben, erkek olsun kadın olsun içinizden çalışan hiç kimsenin yaptığını boşuna çıkmayacağım."
Cebriyye’nin anlayışı doğru olsaydı, Allah’ın hiçbir kitab ile hiçbir peygamberi göndermesine gerek kalmaz, Cennet ile Cehennemin yaratılışları abes olurdu. Katil ile maktul, Ebubekir ile Ebucehil arasında hiçbir fark kalmazdı. Çünkü iddialarına göre her ikisi de ilâhî iradeye alet olmuşlardır.
Sonuç
Bu çalışmamız bize Kur’an’ı yanlış anlamada düşünsel bir zafiyet olan taassubun ne ölçüde etkin olduğunu gösterdi. Keza, taassuba gitmeden aklıselim ve tefsir kuralları ışığında, Kur’an’ı doğru anlamanın mümkün olabileceği sonucuna vardık. İslâm toplumunda, başta bölünme ve ihtilaflar olmak üzere görülen bir çok problemin, taassub ve onun bir yansıması olan taklitten kaynaklandığı sonucuna vardık. Bu nedenle sağlıklı bir tefsir, taassub ve taklitten arındırılmış tefsirdir. Kur’an’ı, lider, ideoloji, hizip ve ekollere göre değil, tüm bunları Kur’an’a göre anlamalı ve değerlendirmeliyiz.

BİBLİYOGRAFYA
ABDULCEBBAR, Kadi İmamuddin Eb’il Hasan, Tenzihu’l-Kur’an, Beyrut, ts. ÂLÛSÎ, Mahmut Şakir, Ruhu’l Meâni, Beyrut, ts.
ATEŞ, Süleyman, Yüce Kur’an’ın Çağdaş Tefsiri, İst. 1989.
BEYDÂVÎ, Nureddin Abdullah b. Ömer el-Kâdî, Envâru’t-Tenzil ve Esrâru’t-Te’vil, Beyrut, 1990.
BUHARİ, Ebu Abdullah Muhammed b. İsmail, el-Câmiu’s-Sahih, İst. 1981.
CÜRCÂNÎ, Seyyid Şerif, et-Ta’rifât, Beyrut, 1990.
EBU ŞEHBE, Muhammed b. Muhammed, el-İsrailiyyât, Beyrut, 1992.
EMİN, Ahmed, Duha’l-İslâm, Beyrut, ts.
GAZALİ, Muhammed, Keyfe Neteamelu mea’l-Kur’an, A.B.D., 1992.
İBNU’L ARABİ, Ebu Bekir Muhammed b. Abdillah, Ahkamu’l Kur’an, Thk: Ali Muhammed el-Becevî, Beyrut, ts.
İBN MANZÛR, Ebu Fazl Muhammed b. Mükrim el-İfrikî, Lisanu’l-Arab, Beyrut, 1985.
İBN TEYMİYYE, Şeyhu’1-İslâm Ahmed b. Abdülhakim, et-Tefsiru’l-Kebir, Tah: Abdurrahman Ümeyre, Beyrut, ts.
-Muhezzebu İktidâi’s-Sirati’l Müstekîm.
el-AKK, Halid Abdurrahman, el-Usulu’l-Fıkhiyye li Menheci’s-Selefiyye, Beyrut, 1995.
KURTUBİ, Ebu Abdillah Muhammed b. Ahmed el-Ensârî, el-Câmiu li Ahkâmi’l-Kur’an, Beyrut, ts.
MAĞNİYYE, Muhammed Cevad, et-Tefsiru’l-Kâşif, Beyrut, 1990.
MÜSLİM, Ebu Hüseyin Müslim b. Haccac en-Nisaburi, es-Sahih, İst. 1981.
PAKALIN, M. Zeki, Osmanlı Tarih Deyimleri, M.E.B. İst. 1993.
RÂĞIB, İsfehanî, Ebu’1-Kasım, Hüseyin b. Muhammed, el-Müfredât fi Garâibi’l- Kur’an, Beyrut, ts.
RÂZÎ, Ebu Abdillah Muhammed b. Ömer b. Hüseyin b. Hasan b. Ali et-Temimiu el- Bekri Fahruddin, Mefâtihu’l-Gayb, Tahran, ts.
RIZA, Muhammed Reşid, Tefsiru’l-Menar, Beyrut, ts.
SABIK, Seyyid, Fıkhussüne, Beyrut, ts.
SÂVÎ, Muhammed b. Muhammed, Hâşiyetu’s-Sâvi ale’l-Celâleyn, Mısır, ts.
ŞINKİTÎ, Muhammed Emin, Âdvâu’l-Beyan fi İzahi’l-Kur’ani bi’l-Kur’an, Beyrut, 1984.
TABATABÂÎ, Muhammed Hüseyin, el Mizân fi Tefsiri’l-Kur’an, Tahran, 1972.
TABERÎ, Ebu Cafer Muhammed b. Cerir b. Yezid, Câmiu’l-Beyan fi Tefsiri’l-Kur’an, Beyrut, 1988.
TEHÂNEVÎ, Muhammed b. Ali b. Ali b. Kadi, Keşşâfu İstilâhâti’l-Fünûn, İst. 1984.
YAZIR, Muhammed Hamdi Elmalılı, Hak Dini Kur’an Dili, İst. 1979.
ZEHEBÎ, et-Tefsir ve’l-Müfessirun, Beyrut, 1976.
ZEMAHŞERÎ, Ebu’l-Kasım Mahmud b. Ömer Carullah, Keşşâf, Beyrut, ts.
ZUHAYLÎ, Vehbe, el-İ ’tikad fi ’t-Tedeyyün, Beyrut, 1992.

---------------------
İbn Manzur, Ebu Fazl Muhammed b. Mukrim el-İfrikî, Lisanu’l-Arab, Beyrut, 1996, IX/232.
Rağıb, İsfehâni Ebu’l Kasım Hüseyin b. Muhammed, el-Müfredat fi Ğaribi’l-Kur’an, Beyrut, ts., S.336. Firuzâbadi, Besâiru Zevi’t-Tebsir fi Letâifi Kitabi’l-Aziz, Beyrut, 1975, IV/70.
Pakalın, M. Zeki, Osmanlı Tarih Deyimleri, M.E.B. İst., 1993/III/363.
İbn Manzur, a.g.e., IX/232.
Pakalın, a.g.e., II/936.
Tehânevi, Muhammed Ali b. Ali b. Kadi, Keşşafu İstilahati’l-Fünûn, 1984, Cürcânî, Seyyid Şerif, et-Ta’rifat, Beyrut, 1980, s. 67.
Cürcânî, Seyyid Şerif.
Yazır, Hak Dini Kur’an Dili, İst., 1979, I/586.
Bakara, 2/170.
Yazır, a.g.y.
Bakara, 2/91.
Bakara, 2/89.
İbn Teymiyye, Muhezzebu iktidai’s Sirati’l-Müstekîm Muhalefetu Ashabi’l-Cehim, Neşr. Abdurrahman Abdulcebbar, İst., 1996, s.26.
Rum, 30/32.
Mağniye Muhammed Cevad, et-Tefsiru’l-Kâşif, Beyrut, 1990., III/290.
Taberî, Camiu’l-Beyan fi Te’vili’l-Kur’an, Beyrut, 1992, X/184.
Pakalın, a.g.e., s. 364.
Rıza, Muhammed Reşit, Tefsiru’lMenar, Beyrut, ts., III/258.
Rıza, a.g.e., s.364.
Bkz. İbn Manzur, a.g.e., IX/230-234.
Bkz. Pakalın, a.g.e., II: 363.
Bkz. Zuhaylî, Muhammed, el-İ’tidalu fi’tTedeyyün. Beyrut, 1992, s. 152-172.
Bkz. Muhammed Ebu Zehra, Tarihu Mezahibi’lİslâmiyye, Mısır, 1974, Abdulcelil İsa, İctihadu’rResûl, Mısır, 1967.
Suyutî, Celaluddin Abdurrahman, erReddü ala Men Ahlede İle’lArd ve Cehile Enel İctihade Fardun fi Külli Asr, Beyrut, 1983, s. 137.
Bkz. Şa’ranî, Abdulvahhab, Mizânu’lKübrâ, Beyrut, ts., S. 59: İbn Kayyım, Şemsuddin Ebu Abdillah Muhammed b. Ebi Bekir ezZerî, İ’lammu’lMuvakkiin an RabbilÂlemin, Beyrut, 1973, I/18.
S. Sabık, Fıkhussüne, Beyrut, ts., I/14; Muhammed Gazzali, Keyfe Neteamelu meâl Kur’an, Suudi Arabistan, 1992, s. 19. Zehebi, Muhammed Hüseyin, et-Tefsir ve’lMüfessirun, Beyrut, 1976, II/434.
İbnu’l Arabi, Ebubekir Muhammed b. Abdillah b. Ahmed elMeârifi, Ahkâmu’lKur’an, Beyrut, ts., I/314.
esSâvî, Ahmed b. Muhammed, el-Haşiye Ale’l-Celaleyn, İst., ts., III-10.
Bkz. Şinkitî, M. Emin, Advâu’lBeyân, Beyrut, 1996, VII/279.
Tevbe, 9/31.
Râzî, Ebu Abdillah Muhammed b. Ömer b. Hüseyin b. Hasan b. Ali etTemimî, MefatihulĞayb, 1997, VI/31.
Zehebî, a.g.e., II/559.
Bakara, 2/187.
Buharî, Yemin. 15.
Kurtubî, Ebu Abdillah Muhammed b. Ahmed elEnsârî, elCamiu li Ahkâmi’lKur’an, Beyrut, ts., II/322.
İbnu’l Arabi, a.g.e., II/759.
Bakara, 2/170.
Maide, 5/104.
İsrâ, 17/36.
Lokman, 31/21.
Zuhruf, 43/22.
Daha fazla bilgi için bkz. Şinkitî, a.g.e., VII/279.
Nahl, 16/43.
Lukman, 31/15.
Şuarâ, 42/10.
Bkz. Ahmed Emin, Duha’lİslâm, Beyrut, ts., II/236.
Bkz. Zehebî, a.g.e., I/430.
Bkz. Zehebî, a.g.e., I, 431.
Bkz. Ahmed Emin. a.g.e., III/162-163.
Ali İmran, 3/18.
Zemahşerî, Keşşâf, Beyrut, 1995, I/339.
Nisa, 5/164.
Zemahşerî, a.g.e., 1/579.
Â’raf, 7/143.
Kıyame, 76/22-23.
Kadi, Abdulcebbar, İmamuddin Ebi’lHasan, Tenzilu’lKur’an, Ani’lMetâin, Beyrut, ts., s. 442.
Buharî, Mevakit, 16.; Müslim, İman, 302; Tirmizi, Cennet, 15; İbn Mace, Mukaddime, 13.
Bakara, 2/7.
Bkz. Zemahşerî, a.g.e., I/17.
A’raf, 7/79.
Yunus, 10/74.
Ğafir, 40/35.
Nisa, 4/155.
Bakara, 2/81.
Ahmed Emin, a.g.e., III/63:Râzî. a.g.e., I/568.
Hûd, 11/115.
Bkz. Râzî, Tefsir a.g.e. I/570. Mağniyye, a.g.e., I/137.
Tebbet, 111/1
elAkk, Halid, Abdirrahman, elUsulu’lFikriyye lilMenahici’s Selefiyye, Beyrut, 1995, s. 294.
Tevbe, 9/12.
elAkk, a.g.y.
Zümer, 39/65.
el-Akk, a.g.y.
Rahman, 56/19-20.
Rahman, 56/22.
el-Akk, a.g.y.
Bakara, 2/210.
Şehristâni, Muhammed b. Abdulhekim b. Ahmed, elMilel ve’n Nihal, Beyrut, 1992, I/150.
Ali İmran, 3/138.
Bağdadî, Abdulkadir, elFirak Beyne’lFirak¸ Beyrut, 1985, s. 237.
Yasin, 36/12.
Nebe, 78/1-2.
elAkk, a.g.e., s. 295.
Bakara, 2/67.
Neml, 127/16.
Ebu Şehbe, a.g.y.
Nisa, 4/24.
Tabatabâî, Muhammed Hüseyin elMizân, IV/267.
Tabatabâî, a.g.e., V/222.
Tabatabâî, a.g.e., I/274.
Bakara, 2/126.
Mağniyye, a.g.e., I/199-200.
Bkz. Mağniyye, a.g.e., I/199-200.
Nisa, 4/95.
Mağniyye, a.g.e., II/415.
Maide, 5/3.
Mağniyye, a.g.e., III/14-15.
Maide, 5/44.
İbn Teymiyye, Şeyhul İslâm Ahmed b. Abdulhekim, etTefsiru’lKebir, Thk: Abdurrahman Umeyra, Beyrut, ts., II/9.
En’am, 6/148.
Hac, 22/18.
Enbiya, 21/23.
İbn Teymiyye, Tefsir, a.g.e., II/17-18.
İsrâ, 17/15.
Tevbe, 9/105.
İsrâ, 17/15.
Fussilet, 41/40.
Ali İmran, 3/195.