Makale

ŞEFKAT VE BARIŞ PEYGAMBERİ HZ. MUHAMMED (S.A.S.)

ŞEFKAT VE BARIŞ PEYGAMBERİ HZ. MUHAMMED (S.A.S.)

Eyüp YAKA
S.Ü. İlahiyat Fakültesi
Araştırma Görevlisi

GİRİŞ

İSLÂM’IN İNSANA BAKIŞI

1) İnsan Hayatı Kutsaldır, Ona Zarar Vermek Yasaktır

İnanıp yaşamaya çalıştığımız yeryüzündeki tek din, dinimiz İslam’dır. Bu din as­lı bozulmamış, orjinalliği korunmuş en son ve en mükemmel dindir. İslam’ı kelime olarak incelediğimizde barış, emniyet, selamet ve kurtuluş, gibi anlamları mevcut­tur.[1] Kur’an’daki kullanımlarından birisi de barış anlamındadır: “Ey iman edenler! Hep birden barışa girin. Sakın şeytanın peşinden gitmeyin. Çünkü o, apaçık düş­manmızdır.”[2]

Bu barış, kiminle kim arasında?!.. Önce bu banş insanın, kendisiyle banşı, daha sonra Rabbi ile, diğer insanlarla, yaşadığı çevre ve tabiatla barışık olmasıdır. Dini­miz İslâm, bunların hepsini temin eden esaslardan oluşmaktadır. İslâm, insan için vardır. Dolayısıyla o, insanın hem dünyada hem de Ahiret’te huzur, emniyet, barış ve saadetini sağlamayı en temel ilke kabul etmiştir. Onun için insan hayatı en önemli şeylerin başında gelir. İnsanın herhangi bir azasına, hatta hayatına ve mukaddes say­dığı değerlerine saldırmayı kesinlikle yasaklamış, bunları koruyucu en köklü ve ni­haî ilkeler getirmiştir. Çünkü İslâm’a göre insan, en güzel şekilde yaratılmıştır: “Biz insanı en güzel biçimde yarattık”[3], “Gökleri ve yeri, yerli yerince yarattı. Sizi şe­killendirdi ve şekillerinizi de güzel yaptı. Dönüş ancak O’nadır.”[4] En şerefli varlık yapılmış: “Biz hakikaten insanoğlunu şan ve şeref sahibi kıldık. Onları, (çeşitli na­kil vasıtaları ile) karada ve denizde taşıdık; kendilerine güzel güzel rızıklar verdik; yine onları, yarattıklarımızın bir çoğundan cidden üstün kıldık.”[5] Melekler bile kendine secde ettirilmiş: “Hani Rabb’in meleklere demişti ki: Ben kupkuru bir ça­murdan, şekillenmiş kara balçıktan bir insan yaratacağım. Ona şekil verdiğim ve ona ruhumdan üflediğim zaman, siz hemen onun için secdeye kapanın! Melekle­rin hepsi de hemen secde ettiler.”[6] Ayrıca kâinattaki bütün varlıklar birer hizmetçi ve rızık olarak onun emrine verilmiştir: “Böylece bunu (bu fetvayı) Süleyman’a biz anlatmıştık. Biz, onların herbirine hüküm (hükümdarlık, peygamberlik) ve ilim verdik. Kuşlan ve teşbih eden dağları da Davud’a boyun eğdirdik. (Bunları) biz yapmaktayız.”[7] En önemlisi de Allah Teâlâ, yarattığı zaman ona kendi ruhundan üflemiştir: “Ona şekil verdiğim ve ona ruhumdan üflediğim zaman, siz hemen onun için secdeye kapanın!”[8]

İşte her insanın taşıdığı ruh, Allah’ın ruhundan bir parçadır. Dolayısıyla Allah, ona verdiği bunca değer ve nimetten sonra, ayrıca insanın hayatını ve yaşama hakkı­nı teminat altına almıştır. Onun öldürülmesini şiddetle yasaklamış ve böyle bir suça hem dünyada hem de Ahiret’te en ağır cezayı vermiştir: “De ki: Gelin Rabb’inizin size neleri haram kıldığını okuyayım: O’na hiç birşeyi ortak koşmayın, ana-babaya iyilik edin, fakirlik korkusuyla çocuklarınızı öldürmeyin sizin de onların da rız­kını biz veririz; kötülüklerin açığına da gizlisine de yaklaşmayın ve Allah’ın ya­sakladığı cana haksız yere kıymayın! İşte bunlar Allah’ın size emrettikleridir. Umulur ki düşünüp anlarsınız.”[9]

“Haklı bir sebep olmadıkça Allah’ın muhterem kıldığı cana kıymayın. Bir kim­se zulmen öldürülürse, onun velisine (hakkını alması için) yetki verdik. Ancak bu veli de kısasta ileri gitmesin. Zaten (kendisine bu yetki verilmekle) o, alacağını al­mıştır.”[10]

"Yine onlar ki, Allah ile beraber (tuttukları) başka bir tanrıya yalvarmazlar, Al­lah ’ın haram kıldığı cana haksız yere kıymazlar ve zina etmezler. Bunları yapan, günahı (nın cezasını) bulur;”[11]

“Ey iman edenler! Karşılıklı rızaya dayanan ticaret olması hali müstesna, mallarınızı, batıl (haksız ve haram yollar) ile aranızda (alıp vererek) yemeyin. Ve kendinizi öldürmeyin. Şüphesiz Allah, sizi esirgeyecektir. Kim düşmanlık ve hak­sızlık ile bunu (haram yemeyi ve öldürmeyi) yaparsa (bilsin ki) onu ateşe koyaca­ğız; bu ise Allah’a çok kolaydır. Kim bir mü’mini kasten öldürürse cezası, içinde ebediyyen kalacağı Cehennem’dir. Allah ona gazap etmiş, onu lanetlemiş ve onun için büyük bir azap hazırlamıştır.”[12]

Hatta bir insanın canına kıymayı bütün insanları öldürmekle eş tutmuş ve bu de­ğerdendir ki, bir canı kurtarmayı da bütün insanlara hayat vermek olarak kabul etmiş­tir: “İşte bu yüzdendir ki tsrailoğullan’na şöyle yazmıştık: Kim, bir cana veya yer­yüzünde bozgunculuk çıkarmaya karşılık olmaksızın (haksız yere) bir cana kıyar­sa bütün insanları öldürmüş gibi olur. Her kim bir canı kurtarırsa bütün insan­ları kurtarmış gibi olur. Peygamberlerimiz onlara apaçık deliller getirdiler; ama bundan sonra da onlardan çoğu yine yeryüzünde aşırı gitmektedirler.”[13]

Efendimiz (s.a.v.) de şöyle buyurmuştur: “Muaviye b. Ebi Süfyan (r.a.) anlatı­yor: Rasûlullah (s.a.v.) buyurdular ki: Her günahı Allah’ın mağfiret buyurması muhtemeldir. Ancak bilerek mü’mini öldüren veya kafir olarak ölen kimse ha­riç.”[14]

Büreyde (r.a.) anlatıyor: Rasûlullah (s.a.v) buyurdular ki: Mü’minin öldürül­mesi, Allah katında, dünyanın zevalinden daha büyük (bir hadise) dir.”[15]

“İbn Mes’ud (r.a.) anlatıyor: “Rasûlullah (s.a.v) buyurdular ki: “Yeryüzünde haksız yere öldürülen bir insan yoktur ki katilin günahından bir misli Hz. Adem’in ilk oğluna (Kabil’e) gitmemiş olsun. Çünkü o, haksız öldürme yolunu ilk açan­dır.”[16]

Ebu Hüreyre (r.a.)’dan, Resûlüllah (s.a.v.) şöyle buyurmuştur: “Şu yedi helak edici şeyden sakınınız, Allah’a şirk koşmak, sihir yapmak, Allah’ın haram kıldığı canı haksız yere öldürmek, yetimin malını yemek, faiz yemek, savaş esnasında cep­heden kaçmak, evli ve namuslu kadınlara zina iftirasında bulunmak.”[17]

Allah’ın kendi canından üflediği bir cana kıymayı ve insana, kendi canına bile kıyma hakkı vermemiş ve intihar etmeyi de şiddetle yasaklamıştır: “Ey iman eden­ler! Karşılıklı rızaya dayanan ticaret olması hali müstesna, mallarınızı, batıl (hak­sız ve haram yollar) ile aranızda (alıp vererek) yemeyin. Ve kendinizi öldürmeyin”[18]

Ebu Hüveyre (r.a.) anlatıyor: Rasûlullah (s.a.s) buyurdular ki: “Kim kendini dağ­dan atarak intihar ederse o Cehennemlik olur. Orada ebedî olarak kendini dağ­dan atar. Kim zehir içerek intihar ederse, Cehennem ateşinin içinde elinde zehir olduğu halde ebedi olarak ondan içer. Kim de kendisine demir saplayarak intihar ederse, Cehennem”de ebedi olarak o demiri karnına saplar.”[19]

İşte İslam, ana kaynaklan olan Kur’an ve hadislerde de gördüğümüz gibi insana ve insan hayatına en büyük kıymeti vermiş, onu korumayı en temel görevlerden ka­bul etmiştir.

2) Bütün İnsanlar Eşittir

Dinimizin bunca değer verdiği ve koruduğu insanın, hemcinsleriyle bu dünyada iyi geçinip huzur ve emniyet içinde yaşaması en tabii hakkıdır. Diğer insanlarla ba­rış içinde yaşamanın en önemli şartı da, eşitlik ilkesidir. Bunu da en güzel şekilde sağlayan İslam’dır. Bu konuda Efendimiz (s.a.s.) şöyle buyuruyor: “İnsanlar, tara­ğın dişleri gibi eşittirler.”[20] İnsanların birbirlerini farklı ve üstün görmeleri, dünya nimetlerini paylaşmada üstünlük, ayrıcalık iddiaları, barışı ortadan kaldıran en büyük sebeplerdendir. Bu konuda insanın ne olduğunu ortaya koymak için dinimiz İslam, üç temel kaide koymuştur:

1) Bütün insanlar topraktandır. 2) Irkçılığı ortadan kaldırmıştır. 3) İnsanın asli görevlerinin Allah’a kulluk olduğu ilkesi.

a) Bütün İnsanlar Topraktandır

Dünya ve beşeriyet barışını bozan sebeplerden en önemlisi, insanlardaki kendini başkalarından üstün görme, kendini unutup haddini bilmemedir. Kur’an-ı Kerim’in insa­na en çok hatırlattığı şeylerden birkaçı şunlardır: Topraktan yaratılması, kendine bir ecel tayin edilmesi, bu dünyada ebedi kalıcı olmadığı ve yaptıklarından hesaba çekileceği.

İnsan topraktan yaratılmış, bedeni bütün ihtiyaçlarını da topraktan karşılamakta ve yine geldiği toprağa geri dönecektir. “Sizi bir çamurdan yaratan, sonra ölüm za­manını takdir eden ancak O’dur. Bir de O’nun katında muayyen bir ecel (kıyamet günü) vardır. Siz hala şüphe ediyorsunuz.”[21]

“Andolsun biz insanı, (pişmiş) kuru bir çamurdan, şekillenmiş kara balçıktan yarattık.”[22]

“Karşılıklı konuşan arkadaşı ona hitaben: “Sen, dedi, seni topraktan, sonra nutfeden (spermadan) yaratan, daha sonra seni bir adam biçimine sokan Allah’ı inkar mı ettin?”[23]

“Sizi ondan (topraktan) yarattık; yine sizi oraya döndüreceğiz ve birkez daha sizi ondan çıkaracağız.”[24] Bu topraktan yaratılma safhaları o kadar detaylı anlatıl­maktadır ki insanın, bu safhalarda en küçük bir şeye müdahalesinin olmadığı göste­rilerek onun, ne kadar aciz olduğu gözler önüne serilmekte ve adeta insanın üstünlük iddiasının haksız, yersiz ve akıl dışı olduğu anlatılmaktadır. “Ey insanlar! Eğer ye­niden dirilmekten şüphede iseniz, şunu bilin ki, biz sizi topraktan, sonra nutfe­den, sonra alakadan (aşılanmış yumurtadan), sonra uzuvları (önce) belirsiz, (son­ra) belirlenmiş canlı et parçasından (uzuvları zamanla oluşan ceninden) yarattık ki size (kudretimizi) gösterelim. Ve dilediğimizi, belirlenmiş bir süreye kadar rahimlerde bekletiriz; sonra sizi bir bebek olarak dışarı çıkarırız. Sonra güçlü çağınıza ulaşmanız için (sizi büyütürüz), içinizden kimi vefat eder; yine içinizden kimi de ömrün en verimsiz çağma kadar götürülür; taki bilen bir kimse olduktan sonra bir şey bilmez hale gelsin. Sen, yeryüzünü de kupkuru ve ölü bir halde görürsün; fa­kat biz, üzerine yağmur indirdiğimizde o, kıpırdanır, kabarır ve her çeşitten (veya çiftten) iç açıcı bitkiler verir.[25]

“Andolsun biz insanı, çamurdan (süzülüp çıkarılmış) bir özden yarattık.”[26]

“O (Allah) ki, yarattığı her şeyi güzel yapmış ve ilk başta insanı çamurdan yaratmıştır.”[27]

“Allah sizi (önce) topraktan, sonra meniden yarattı. Sonra sizi çiftler (erkek-dişi) kıldı. O’nun bilgisi olmadan hiç bir dişi ne gebe kalır ne de doğurur. Bir can­lıya ömür verilmesi de, onun ömründen azaltılması da mutlaka bir kitaptadır. Şüp­hesiz bunlar, Allah’a kolaydır.”[28]

“Şimdi sor onlara! Yaratma bakımından onlar mı daha zor, yoksa bizim ya­rattığımız (insanlar) mı? Şüphesiz biz kendilerini yapışkan bir çamurdan yarat­tık.”[29]

“Rabb’in meleklere demişti ki: Ben muhakkak çamurdan bir insan yarataca­ğım..”[30]

“Sizi topraktan, sonra meniden, sonra alakadan (aşılanmış yumurtadan) son­ra bebek olarak çıkaran, sonra sizi güçlü kuvvetli bir çağa erişmeniz, sonra da ih­tiyarlamanız -ki içinizden daha önce vefat edenler de vardır- ve belli bir vakte ulaşmanız için sizi yaşatan O’dur. Umulur ki düşünürsünüz.”[31]

“Allah insanı, pişmiş çamura benzeyen bir balçıktan yarattı.”[32]

b) İslam, Irkçılığı Ortadan Kaldırmıştır

İnsanlar dil, renk, zayıflık, kuvvet, azalan eksik veya tam gibi birtakım bedeni farklılıklara sahip olarak yaratılmıştır. Bu farklılıklara sahip olmak veya olmamak yine insanının elinde olmayan şeylerdir. Bunlar tamamen yaratılış farklılıkları olup, Yaratıcının tercih ve takdiridir. İnsan, bu farklılıkları bir üstünlük veya aşağılık öl­çüsü kabul ederek yine tarihin her döneminde insanlık barışını bozmaya kalkmıştır. Allah’ın insanı yarattığı toprağın da birçok değişik tondaki renkleri ve özellikleri vardır. “Görmedin mi Allah gökten su indirdi. Onunla renkleri çeşit çeşit meyve­ler çıkardık. Dağlardan (geçen) beyaz, kırmızı, değişik renklerde ve simsiyah yol­lar (yaptık). İnsanlardan, hayvanlardan ve davarlardan da yine böyle türlü renkte olanlar var. Kullan içinden ancak alimler, Allah’tan (gereğince) korkar. Şüphe­siz Allah, daima üstündür, çok bağışlayandır.”[33] Efendimiz (s.a.s.) de buyuruyor ki: “Şüphesiz Allah Teâlâ insanı, yeryüzünün her tarafından aldığı topraktan yaratmış ve Ademoğlu da böylece yeryüzüne gelmiştir. İnsanlardan kızıl, siyah, be­yaz, sarı ve bu ikisi arası renkte; ayrıca mutlu, hüzünlü, habis ve temiz olanları vardır.”[34] İnsanın aslı toprak olduğuna göre, bu yaratılış farklılıkları da tabiidir. İs­lam bu farklılıkları hiç dikkate almamış ve bir üstünlük, bir ayrıcalık sebebi olarak kabul etmemiştir. Yine Yüce Kitabımız insanlığa şöyle seslenmiştir: “Ey insanlar! Doğrusu biz sizi bir erkekle bir dişiden yarattık. Ve birbirinizle tanışmanız için si­zi kavimlere ve kabilelere ayırdık. Muhakkak ki Allah yanında en değerli olanı­nız, O’ndan en çok korkanınızdır. Şüphesiz Allah bilendir, herşeyden haberdar­dır.”[35]

Bugün en gelişmiş, en medeni ve süper devlet olan Amerika’da bile hala siyah-beyaz insan ayrımı ve ırk kavgalannın olduğunu duyuyor ve okuyoruz. Ama bunu 14-15 asır önce Alemlerin Efendisi (s.a.s.) ortadan kaldırmış ve dünyaya bedenen ve­da ettiği Veda Haccı’nda insanlara şöyle seslenmiştir: “Ey İnsanlar! Dikkat ediniz, Rabb’iniz birdir, babanız birdir. Yine dikkat ediniz ki, Arab’ın Arap olmayana, kı­zılın siyaha, siyahın da kızıla herhangi bir üstünlüğü yoktur. Üstünlük ancak tak­va iledir. En üstününüz takva sahibi olanımzdır.”[36]

Böylece yeryüzünde ırkçılığı, insanın Allah’tan başkasına kul-köle olmasını, in­sanların zihninde üstünlük ve aşağılık kompleksinin yerleşmesini önlemiştir. Daha­sı, Yaratıcı’nın insana verdiği üstünlük ve kıymet ölçülerinden başka bütün üstün­lük ve farklılık kriterlerini reddetmiştir. O’nun kabul ettiği tek üstünlük ölçüsü, Al­lah’a kulluk yolundaki takva üstünlüğüdür.

c) İnsanın Yaratılış Gayesi

İnsana en büyük kıymeti veren, dünyadaki bütün nimetleri onun emrine sunan Yaratıcı, bütün bunlann karşılığında ondan birşeyler istemiş ve birtakım vazifeler yüklemiştir. Onun yaratılmasını bir gaye, hedef ve noktaya odaklamıştır. Bu yüce ga­ye de Yaratıcıya kulluktur. “Ben cinleri ve insanları, ancak bana kulluk etsinler diye yarattım.”[37] Yüce Allah’ın insandan istediği tek şey, cesedine üfleyip ona ema­net olarak verdiği ruh parçasının Kendini tanıması, aslını bilip O’na kul olmasıdır. Yoksa insanın yeryüzünde, nimetlerle oyalanıp meşgul olması ve ömrünü onlarla ge­çirmesi değildir. İnsanın şunu bilmesi gerekir: İnsan nimet için değil bilakis, nimet insan için ve insan da Allah için vardır. “Ben onlardan rızık istemiyorum. Beni do­yurmalarını da istemiyorum.”[38]

İslam dini insanoğluna Allah’ın bir kulu olduğunu, asıl vazife ve yaratılış sebe­binin O’na kulluk yapmak olduğunu göstererek onun haddini aşmamasını söylemiş, sınırlarını ve kendini yine kendine tanıtmıştır. İşte insanlar arasında barış, huzur ve güvenin sağlanması için bu noktanın insana anlatılması ve onun da bunu anlaması çok önemlidir. Bugün dünya barışının bozulmasındaki en önemli sebeplerden birisi; insanın bir kul olduğunu unutması, kendini insanüstü görme havalarına girmesi ve haddini bilmemesidir. Aynca, sonuçta topraktan yaratıldığını ve Allah’ın insana ver­diği değeri unutmasıdır.

A) HZ. PEYGAMBER (S.A.V.)’İN GÖNDERİLİŞ GAYELERİ

1) Alemlere Rahmet Olarak Gönderilmiştir

“De ki Ey insanlar! Ben ancak sizin için apaçık bir uyarıcıyım.”[39] Gerçek ba­rışa kavuşturmak, hem dünyada hem de Ahiret’te huzur ve saadeti sağlamak için Alemlerin Rabb’i biricik sevgilisi Hz. Muhammed (s.a.s)’i alemlere rahmet olarak göndermiştir. “(Resûlüm!) Biz seni ancak alemlere rahmet olarak gönderdik.”[40]

“(Yine o münafıklardan:) O (Peygamber, her söyleneni dinleyen) bir kulaktır, di­yerek peygamberi incitenler de vardır. De ki: O, sizin için bir hayır kulağıdır. Çün­kü o Allah’a inanır, mü’minlere güvenir ve o, sizden iman edenler için de bir rah­mettir. Allah’ın Rasulü’ne eziyet edenler için mutlaka elem verici bir azap vardır.”[41]

Yüce Kitab’ın ayetleri, Muhammed (s.a.s)’in getirdiği mesajın evrenselliğini sü­rekli vurgulamaktadır. Risalet’inin, yalnız bir nesle veya ulusa, bir cinse değil, evre­ne olduğunu ilan eder. Bu yüce Rasûl, insanlığa getirdiği, onları kemale götürecek programla bütün zaman ve mekanlarda Allah’ın insanlara rahmeti idi.[42] O öyle bir evrenselliğe sahiptir ki, sevgisi de bütün alemi kuşatmış; rahmet, şefkat sevgi ve mer­hamet kanatlarını bütün insanlığa açmıştır. “Andolsun size kendinizden öyle bir pey­gamber gelmiştir ki, sizin sıkıntıya uğramanız ona çok ağır gelir. O, size çok düş­kün, mü’minlere karşı çok şefkâtlidir, merhametlidir.”[43]

Ruhî bunalımlarda boğulan ve maddeci akımlara kapılıp giden insanlık bugün, yeniden o şefkatli ellere muhtaçtır. O’nun tatlı rüzgârını, yanıp kavrulan kalpler bir an önce beklemektedir.[44] Beşeriyeti kucaklama ve gerçek barış olan İslam’ı tüm ale­me sunma yolunda O, insanlara şefkat, merhamet, sevgi ve banş gülleri uzatmış ama insanların çoğu O’na taş atarak acı vermiş ve eziyet etmişler. Ancak O bütün bunla­ra rağmen, onlara lanet etmemiş, kızıp küsmemiş ve yine insanları sevmiştir. İslam’a davet için gittiği Taif denilen kasabanın halkı O’nu taşa tutmuş, ayaklarını kanatmış, yüreğini kanatmış ama O, sabretmiştir: Ebü Hureyre (r.a) anlatıyor: Rasûlüllah (s.a.v)’a: “Ey Allah’ın Rasûlü! Müşriklere beddua et, onları lanetle!” denilmişti. O, şu cevabı verdi: “Ben rahmet olarak gönderildim, lanetleyici olarak değil!”[45] Çünkü O’na insanların ruhunu temizleme ve insanı kendisiyle, Rabbiyle, diğer insanlarla, bütün varlıklarla banrıştırma ve tanıştırma görevi verilmiştir. “Andolsun ki içlerin­den, kendilerine Allah’ın ayetlerini okuyan, (kötülüklerden ve inkardan) kendileri­ni temizleyen, kendilerine Kitap ve hikmeti öğreten bir Peygamber göndermekle Allah, mü’minlere büyük bir lütufta bulunmuştur. Halbuki daha önce onlar apaçık bir sapıklık içinde idiler.”[46]

2) İnsanlığa En Güzel Örnek Olarak Gönderilmiştir

Peki insan bunları nasıl sağlayacak? Bunun için bir rehber ve önder olması gerekir. İşte bu örnek, bir Peygamberdir, Hz. Muhammed (s.a.v.)’dir. “Andolsun ki, Resûlüllah, sizin için, Allah’a ve Ahiret gününe kavuşmayı umanlar ve Allah’ı çok zikredenler için güzel bir örnektir.”[47], “Deki: Ey insanlar! Ben an­cak sizin için apaçık bir uyarıcıyım.”[48] O, kıyamete kadar bütün insanlığın en mü­kemmel öğretmeni ve eğitimcisidir, insanlık şimdiye kadar keşfettiği ve bundan sonra da keşfedeceği bütün gizli yönlerine en güzel örneği O’nda bulacak; tıkan­dığı, çözümsüzlüğe saplandığı her konuda yine en güzel çözümü ve kurtarıcı çı­kış yollarını O’nda bulacaktır. Çünkü O, kıyamete kadar bütün alemlerin rahmeti­dir. Yaşanılan ve yaşanacak zamanın her döneminde insanlık, O’nun peşine takıl­maya kendini mecbur ve muhtaç olduğunu görmüş ve görecektir de.”

3) Güzel Ahlâkı Tamamlamak İçin Gönderilmiştir

İslam, insanın yaratılış icabı sergilediği bütün davranışlarına en geniş anlam­da ahlak demiştir. Zaten kelime de “Yaratma” anlamına gelen “HLK” kökün­den gelmektedir. Bu davranışları düzeltmeye güzelleştirmeye veya güzel davra­nış ve fiillerin tamamına da İslam, güzel ahlak demektedir. İşte Efendimiz (s.a.s.)’in gönderilişindeki en temel sebep de budur. “Ben, ancak en güzel ah­lakı tamamlamak için gönderildim.”[49] Çünkü O’nun Ahlakı en büyüktür ve Kur’an’dan ibarettir.[50] “Ve sen elbette yüce bir ahlak üzeresin.[51] Allah Taâla bir çok ayetinde güzel ahlakın ve nefislerin arındırılmasının, Hz. Muhammed (s.a.s.)’in gönderilişinin ana gayelerinden olduğunu zikretmiştir.[52] “Nitekim kendi içi­nizden size ayetlerimizi okuyan, sizi kötülüklerden arındıran, size Kitab’ı ve hikmeti talim edip bilmediklerinizi size öğreten bir Resul gönderdik.”[53] Enes (r.a.) diyor ki: “Rasûlüllah (s.a.s.), insanların en güzel ahlaklısı idi.”[54]

Enes (r.a.): “Rasûlüllah (s.a.s.)’in elinden daha yumuşak ne atlas ve ne de ipek tutmadım. O’nun kokuwundun daha hoş (tatlı) bir koku koklamadım.”; “On yıl Hz. Peygamber (s.a.s.)’e hizmet ettim de bana bir defa olsun öf demedi. Yaptığım bir iş hakkında; bunu niçin yaptın veya yapmadığım bir iş hakkında; böyle yapsaydın ol­maz mıydı? demedi.”[55]

Abdullah b. Amr b. el-As anlatıyor: ‘Rasûlüllah (s.a.s.) çirkin söz söylemezdi ve; “sizin en hayırlınız ahlakça en güzel olanmızdır”, buyururdu.’[56]

Peygamberimiz (s.a.s.)’i en iyi tanıyan, onunla en çok beraber olan ve onu en gü­zel şekilde anlatan Hz. Ali (r.a.) şöyle diyor: “Ne kötü bir şey yapar ne de bir şeyi kö­tülerdi. Çarşı pazarda/dışarıda sesini yükseltmezdi. Kötülüğe kötülükle karşılıkta bu­lunmaz, aksine affeder, hoşgörüyle davranırdı. Allah yolunda cihadı müstesna, hiç­bir şeye eliyle vurmamıştır. Allah’ın haramları çiğnendiğinde ise insanların en öfke­lisi olurdu. İki durumdan en kolay olanı seçerdi. Evine girdiğinde diğer insanlar gi­bi elbisesini temizler. Koyununu sağar. Kendi işini kendi görürdü. Ancak kendisini ilgilendiren hususlarda konuşurdu. İnsanlarla kaynaşır, onları nefret ettirmezdi. Her kavmin önde gelenlerine ikramda bulunur, onları gözetirdi. İnsanları uyarır, iyi-kötü demez onları himaye ederdi. Ashabının arasında göremediklerini araştırıp sorar, insanların durumuyla ilgilenirdi. İyiliği hoş karşılayıp destekler, kötülüğü kötü gö­rüp onu ortadan kaldırmaya çalışırdı. Hak hususunda ne taviz verir, ne de aşırılığa kaçardı.”[57] “Çünkü O’nu alemlere rahmet olarak gönderen Alemlerin Rabb’i terbiye etmiştir.” “Beni Rabbim terbiye etti ve ne güzel terbiye etti!”[58] Güzel ahlaka verdiği önemi bu konudaki tavsiye ve sözlerinden bir kısmını zikrederek örnek verelim: “Ebu’d-Derda (r.a)’den, Rasûlüllah (s.a.s) buyurdu ki: “Kıyamet günün­de mü’minin mizanında güzel ahlaktan daha ağır bir şey bulunmaz ve herhal­de Allah Taâla çirkin sözlü kimseyi sevmez.”[59]

Ebu Hüreyre (r.a) anlatıyor: Rasûlüllah (s.a.s) dan, ateşe insanları en çok atan şeyin ne olduğu soruldu. “Ağız ve ferc!” buyurdular. En ziyade neyin insanları Cennet’e soktuğundan sordular: “Allah’a takva ve güzel ahlak!”[60] buyurdular.

Ebu Umame (r.a) anlatıyor: Rasululah (s.a.s) buyurdular ki: “Ben, haklı bile ol­sa münakaşayı terkeden kimseye Cennet’in kenarında bir köşkü garanti edi­yorum. Şaka bile olsa yalanı terkedene de Cennet’in ortasında bir köşkü, ah­lakı güzel olana da Cennet’in en üstünde bir köşkü garanti ediyorum.”[61]

Muaz b. Cebel (r.a) anlatıyor: ‘Rasûlüllah (s.a.s) bana: “Ey Muaz, insanlara kar­şı iyi ahlaklı ol!” dedi.’[62]

Ebu’d-Derda (r.a) anlatıyor: ‘Rasûlüllah (s.a.s) buyurdular ki: “Kıyamet günü mü’minin mizanında güzel ahlaktan daha ağır basan bir şey yoktur. Allah Teala, çirkin, düşük söz ve davranış sahiplerine buğzeder.” Tirmizînin bir başka rivayetinde ise şöyle gelmiştir. “Güzel ahlâk sahibi, ahlâkı sayesinde, namaz ve oruç sahibinin derecesine ulaşır.”[63]

4) Yeryüzündeki İnsanları Değil, Cehalet ve Zulmü İmha İçin Gönderil­miştir

İnsanların ruhunu ve davranışlarını eğitip güzeleştiren Rasûlüllah (s.a.s), bunu ilim, eğitim ve öğretimle yapmıştır. Kötü insan değil, o insandaki kötülüğü yok et­miştir. Aynen hastayı öldürüp kurtulmak yerine, mikrobu yok ederek hem o hasta in­sanı, hem de diğer insanları hastalıktan kurtaran bir doktor gibi. Bunu da ilimle ba­şarmıştır. Böylece insanları en tehlikeli hastalık olan cehaletten kurtarmış; bunun afeti olan “barışın bozulması” anlamındaki zulmü ve haksızlığı da böylece ortadan kaldırmıştır.

a) İlim İçin Yaptığı Faaliyetler ve Tavsiyeleri

O’nun ahlâkı olan Kur’an’da ilimle ilgili bir çok âyet mevcuttur. Burada onlardan sadece birkaçını zikredelim:

“...Rabb’im, ilmimi artır, de!”[64]

“Fakat içlerinden ilimde derinleşmiş olanlar ve mü’minler, sana indirilene ve senden önce indirilene iman edenler, namazı kılanlar zekatı verenler; Allah’a ve âhiret gününe inananlar var ya; işte onlara pek yakında büyük mükâfat verece­ğiz.”[65]

“Bir de, kendilerine ilim verilenler, onun (Kur’an’ın) hakikaten Rabb’in tara­fından gelmiş bir gerçek olduğunu bilsinler de ona inansınlar, bu sayede kalpleri huzur ve tatmine kavuşsun. Şüphesiz ki Allah, iman edenleri, kesinlikle dosdoğru bir yola yöneltir.”[66]

“İşte biz, bu temsilleri insanlar için getiriyoruz; fakat onları ancak bilenler dü­şünüp anlayabilir.”[67]

“...Kulları içinden ancak âlimler, Allah’tan (gereğince) korkar...”[68]

“...(Resûlüm!) Deki: Hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu? Doğrusu ancak akıl sahipleri bunlan hakkıyle düşünür.”[69]

“Ey iman edenler! Size “Meclislerde yer açın” denilince yer açın ki Allah da size genişlik versin. Size “Kalkın” denilince kalkın ki, Allah sizden inananları ve kendilerine ilim verilenleri derecelerle yükseltsin. Allah yaptıklarınızdan haber­dardır.”[70]

“Senden önce de kendilerine vahy ettiğimiz kişilerden başkasını peygamber ola­rak göndermedik. Eğer bilmiyorsanız, bilenlere sorun.”[71]

“Biz senden önce de kendilerine vahiy verdiğimiz kişilerden başkasını peygam­ber olarak göndermedik. Eğer bilmiyorsanız bilenlere sorunuz.”[72]

Efendimiz (s.a.s.), İslâm’da ilk üniversite olan Suffe mektebini kurmuş ve Bedir savaşında esir edilenlere de hürriyetlerinin bedeli olarak, müslümanlara okuma-yazma öğretmelerini şart koşmuştur. Bu da gösteriyor ki, O’nun asıl savaşı cehaletledir ve gerçek hürriyetin bedeli de ilimdir. İlimle ilgili tavsiyelerinden de birkaçı şöyledir.

Ebû’d Derda (r.a) anlatıyor: Rasûlüllah (s.a.s)’ın şöyle dediğini işittim, “Kim ilim öğrenmek için yola çıkarsa, Allah onu Cennete giden yollardan birine dahil etmiş demektir. Melekler, ilim talibinden memnun olarak kanatlarını (üzerlerine) koyar­lar. Semevât ve yerde olanlar ve hatta denizdeki balıklar âlim için istiğfar ederler. Alimler peygamberlerin vârisleridir. Peygamberler, ne dinar ne dirhem miras bı­rakırlar, ama ilim miras bırakırlar. Kim de ilim elde ederse, bol bir nasip elde et­miştir.”[73]

Enes (r.a.) anlatıyor: ‘Rasûlüllah (s.a.s.) buyurdular ki: “İlim talebi için yola çı­kan kimse dönünceye kadar Allah yolundadır.”[74]

Yine Tirmizi’nin Sahbere (r.a.)’den kaydına göre, Rasûlüllah (s.a.s.): “Kim ilim talep ederse, bu işi geçmişteki günahlarına keffaret olur”, buyurmuştur.[75]

“Ebu Hureyre (r.a.) anlatıyor: Rasûlüllah (s.a.s) buyurdular ki: “Kim bir ilimden sorulur, o da bunu gizleyip söylemezse (Kıyamet günü) ateşten bir gem ile gemle­nir.”[76]

b) Adaleti Tesis Edip Zulmü Kaldırmıştır

1) Adaleti Tesisi

İnsanların barış ve huzur içinde yaşamak için en çok muhtaç olduğu şeylerden bi­risi de adalettir. Adalet, hakların ait olduğu yere iade edilmesidir. Yeryüzünde bunu en güzel şekilde gerçekleştiren tek insan Hz. Peygamber (s.a.s)’dir. İslam alimleri adaleti en geniş anlamda 3 kısma ayırmışlardır:

1) İnsanın kendisine karşı adaleti.

2) İnsanın Rabbine karşı adaleti.

3) Diğer varlıklara adaleti.

İslâm’ın ana kaynağı olan Kur’an ve hadisler, adalet üzerinde hassasiyetle durmuş ve Hz. Peygamber (s.a.s.) de kendini, bunu bütün yönleriyle gerçekleştirmeye ada­mıştır. Konuyla ilgili birkaç ayeti burada zikredelim.

“De ki: Rabb’im adaleti emretti. Her secde ettiğinizde yüzlerinizi O’na çevirin ve dini yalnız Allah’a has kılarak O’na yalvarın. İlkin sizi yarattığı gibi yine O’na döneceksiniz.”[77]

“Muhakkak ki Allah, adaleti, iyiliği akrabaya yardım etmeyi emreder, çirkin iş­leri fenalık ve azgınlığı yasaklar. O, düşünüp tutasınız diye size öğüt veriyor.”[78]

“Allah size, mutlaka emanetleri ehli olanlara vermenizi ve insanlar arasında hükmetiğiniz zaman adeletle hükmetmenizi emreder. Allah size ne kadar güzel öğütler veriyor! Şüphesiz Allah her şeyi işitici, her şeyi görücüdür.”[79]

“Ey iman edenler! Allah için hakkı ayakta tutan, adaletle şahitlik eden kimse­lerden olun. Bir topluluğa duyduğunuz kin, sizi adil davranmamaya itmesin. Ada­letli olun; bu, Allah korkusuna daha çok yakışan (bir davranış) dır. Allah’a isyan­dan sakının. Allah yaptıklarınızı hakkıyla bilmektedir.”[80]

“Ey iman edenler! Adaleti titizlikle ayakta tutan kendiniz, ana-babanız ve ak­rabanız aleyhinde de olsa Allah için şahitlik eden kimseler olun. (Haklarında şa­hitlik ettikleriniz) zengin olsunlar, fakir olsunlar Allah onlara (sizden) daha yakın­dır. Hislerinize uyup adaletten sapmayın, (şahitliği) eğer, büker (doğru şahitlik et­mez), yahut şahitlik etmekten kaçınırsanız (biliniz ki) Allah yaptıklarınızdan ha­berdardır.”[81]

“İşte onun için sen (tevhide) davet et ve emrolunduğun gibi dosdoğru ol. Onla­rın heveslerine uyma ve de ki: Ben Allah’ın indirdiği Kitab’a inandım ve aranızda adaleti gerçekleştirmekle emrolundum. Allah bizim de Rabbi’miz, sizin de Rabbi’nizdir. Bizim işlediklerimiz bize, sizin işledikleriniz de sizedir. Aramızda tartışı­labilecek bir konu yoktur. Allah hepimizi bir araya toplar, dönüş de O’nadır. (Âyette Hz. Peygamberin insanlan davet edeceği prensipler açıklanırken, uyacağı esasalar da beyan edilmiştir. Buna göre davete devam edilecek, inanmayanların tek­lif ve ısrarları dinlenmeyecektir)”[82]

Zulmün, yaşadıkları hayat tarzı haline geldiği Mekke toplumunu, insanlann bü­tün haklannı korumaya ve saygı duymaya alıştıran; kendi kız çocuğunu diri diri top­rağa gömen bir insanı, adaletin timsali Hz. Ömer yapan Hz. Muhammed (s.a.v) insanlann en adili idi. İnsanlann en güvenilir ve en doğrusu olan Efendimiz (s.a.v)’in adaletle ilgili sözlerinden bazılannı nakledelim:

Ebu Hureyre (r.a) anlatıyor: Rasûlüllah (s.a.s) buyurdular ki: “Kim müslüman­ların kadılık hizmetini talep etse sonra adaleti zulmüne galebe çalsa cennete girer. Zulmü adaletine galebe çalsa ateş onundur.”[83]

Abdullah b. Amr b. Âs anlatıyor: Rasûlüllah (s.a.s.) şöyle buyurmuştur: “Ailesi­ne ve idaresi altındakilere adaletle hükmeden adil kimseler, Allah katında nurdan minberler üzerinde otururlar ve yüksek mevkilere çıkarlar.”[84]

I’yâz b. Hımar (r.a.)’dan, Rasûlüllah (s.a.s) şöyle buyurmuştur. “Cennet ehli üç sınıftır; adil ve muvaffak hükümdar, hısım ve akrabalarına ve müslümanlara kar­şı yumuşak kalpli ve şefkatli olanlar, ailesi kalabalık olduğu halde harama el uzat­mayan ve haramdan uzak kalmaya çalışanlardır.”[85]

Ebu Hüreyre (r.a.)’den Rasûlüllah şöyle buyurdu: “Haklar, Kıyamet gününde sa­hiplerine iade edilecektir. Hatta boynuzsuz koyunun hakkı boynuzlu koyundan alına­caktır.”[86]

Abdullah b. Amr b. As (r.a) diyor ki, Rasûlüllah (s.a.s.) şöyle buyurmuştur: “Müs­lüman, elinden ve dilinden diğer müslümanların selamette (huzur, barış ve emniyette) olduğu kimsedir.”[87]

Hz. Aişe (r.a.) anlatıyordu: Mahzum kabilesinden hırsızlık yapan Esved kızı Fâtımâ’nın durumu, yani elinin kesilmesi konusu Kureyş’lileri düşündürünce; elinin kesil­memesi için Rasûlüllâh (s.a.s.) ile kim konuşabilir, dediler. Aralannda tartıştıktan son­ra: Buna ancak Rasûlüllâh (s.a.s)’in çok sevdiği Üsâme b. Zeyd cesaret edebilir, dediler. Hz. Peygamber (s.a.s)’e gelip durumu anlatınca O, şöyle buyurdu: “Sizden önceki mil­letler şu sebepten dolayı helak oldular; İçlerinden makam ve şöhret sahibi olanlar, hırsızlık yaptığı zaman onu bırakırlar (cezalandırmazlar), ama güçsüz ve düşkün biri hırsızlık yapınca onu cezalandırırlardı. Allah’a yemin ederim ki, Muhammed’in kızı Fâtımâ dahi hırsızlık yapsaydı mutlaka onun da elini keserim”[88], buyurdu.

2) Zulmü Kaldırması

Adaletin zıddı ise zulümdür. Kelime olarak “Karanlık” anlamına gelir. Hakla­rın sahiplerine verilmediği bir dünya üzerine zulmün karanlığı çökmüştür. Böyle ka­ranlık bir dünyada insanlar nasıl barış, güven ve huzur içinde yaşayacaklar? İşte in­sanlığı bu çıkmazdan ve bu karanlıktan yine Efendimiz (s.a.s.) çıkarmış ve en geniş anlamda zulmü kaldırmıştır. Kur’an’da zulmü yasaklayan ve zalimlerle ilgili birçok ayet vardır. İşte onlardan birkaçı: “İnkâr edip zulmedenleri Allah asla bağışlayacak değildir. Onları (başka) bir yola iletecek de değildir.”[89]; “Kim Allah’a karşı yalan uydurandan daha zalim olabilir? Onlar (kıyamet gününde) Rablerine arzedilecekler, şahitler de: İşte bunlar Rablerine karşı yalan söyleyenlerdir, diyecekler. Bi­lin ki, Allah’ın lâneti zalimlerin üzerinedir!”[90]

“Cennet ehli Cehennem ehline: Biz Rabb’imizin bize vadettiğini gerçek bul­duk, siz de Rabb’inizin size vadettiğini gerçek buldunuz mu? diye seslenir. “Evet!” derler. Ve aralarından bir çağrıcı, Allah’ın lâneti zalimlerin üzerine olsun! diye bağırır.”[91]

Zulmü yasaklayan Efendimiz (s.a.s.)’in de konuyla ilgili sözlerinden birkaçı şöyledir:

Rasûlüllah (s.a.s.) buyurdu ki: “Zulümden sakınınız. Zira zulüm, kıyamet gü­nünde karanlıktır.”;[92]

Eba Zerr (r.a.) anlatıyor: Rasûlüllah (s.a.s.) bir kudsî hadiste Allah Tealâ’nın şöy­le buyurduğunu söyledi: “Ey Kullarım! Ben, zulmü kendime haram kıldığım gibi, sizin aranızda da haram kıldım. Artık birbirinize zulmetmeyiniz.”[93]

Rasûlüllâh (s.a.s.): “Müflis kimdir?” diye sordu. Ashab: Bize göre müflis, hiç malı ve parası olmayan kimsedir, dediler. Efendimiz (s.a.s.): “Ümmetimden müflis olanlar; Kıyamet Günü namaz, oruç ve zekatla gelmiş fakat, şuna sövmüş, buna if­tira etmiş, şunun malını yemiş, onun kanını akıtmış, öbürünü dövmüştür. İşte onun sevabından bunlara verilir. Üzerindeki haklar ödenmeden önce iyilikleri bi­terse, onların hatalarından alınıp ona yüklenir. Sonra da Cehennem’e atılır.”[94]

İbn Abbas (r.a.) rivayet ediyor; Rasûlüllah (s.a.s.) Muaz’ı Yemen’e gönderirken ona: “Mazlumun duasından kork! Çünkü onun duası ile Allah arasında hiçbir perde yoktur”, buyurdu.[95]

Bugün insanlar arasında en çok kavganın çıktığı konulardan birisi de mülklerde­ki sınır ihlâlleridir. Özellikle köy ve kırsal alanlarda bu daha çok görülür. Böyle bir zulüm ve tecavüzü de Efendimiz (s.a.s.) çok şiddetli ve dikkat çekici bir şekilde ya­saklamıştır.

Ebû Seleme b. Abdurrahman rivayet ediyor, Hz. Aişe (r.a.)’nin anlattığına göre Rasûlüllah (s.a.s.) şöyle buyurdu: “Kim (kasten başkasının) arazisine bir karış haksız tecavüz ederse, yedi kat yerin dibine kadar boynuna dolandırılarak (cezalandırılır).”[96]

HZ. PEYGAMBER (S.A.S.)’İN ŞEFKAT VE MERHAMETİ

Daha önce de söylediğimiz gibi alemlere rahmet olarak gönderilen Efendimiz (s.a.s.), bu rahmetin gereği olarak bütün insanları, kucaklayan, hatta Allah’ın yarattı­ğı varlıkları içine alan bir şefkat ve merhamete sahiptir. Bunun sonucudur ki o, in­sanları sevmiş ve onları kardeş ilan etmiştir. Kendisinin bütün insanlara olan sevgi­sinden dolayı onları dünyada kötülüklerden, Ahiret’te de ebedi azaptan kurtarmayı asıl gaye edinmiştir. Buna dair şöyle buyuruyor: “Benim ve sizin misaliniz, gecele­yin ateş yakan ve ateşine pervanelerle çekirgeler düşmeye başlayınca onları engel­lemeye çalışan kimse gibidir. Ben sizi ateşe düşmekten korumak için etekleriniz­den tutuyorum, halbuki siz, benim elimden kurtulmaya çalışıyorsunuz.”[97]

Bundan başka, insanları birbirlerini sevmeye, kardeş olmaya ve merhametli dav­ranmaya teşvik etmiştir. Abdullah b. Ömer b. Hattab (r.a.)’dan, Rasülüllâh (s.a.s.) şöyle buyurmuştur: “Müslüman müslümanın kardeşidir. Müslüman, kardeşine zulmetmez ve onu düşman eline vermez (himaye eder). Her kim müslüman karde­şine yardımda bulunur ve onun ihtiyacını temin ederse, Allah da ona yardım eder. Her kim, bir müslümanın bir sıkıntısını giderirse, Allah da buna mukabil onun Kı­yamet sıkıntılarından birini defeder. Her kim, bir müslüman kardeşinin ayıbını ör­terse Allah da onun Ahiret’te ayıbını örter.”[98]

Abdullah b. Amr b. As (r.a.) anlatıyor, Rasülüllah (s.a.s.) şöyle buyurdu: “Başka­larına merhamet edip acıyınız ki siz de merhamet olunasınız. Affediniz ki sizin de hatalarınız affolunsun.”[99] İbn Abbas (r.a.)’dan, Rasülüllah (s.a.s.) buyurdu ki: “Büyüklere saygı göstermeyen, küçüklere merhamet etmeyen, iyiliği emredip kö­tülükten sakındırmayan bizden değildir.”[100]

Ebû Hüreyre (r.a.)’dan, Rasülüllah (s.a.s.) şöyle buyurdu: “Merhamet ancak kö­tü insanlardan çekilip alınır. İyi insanlar ise şefkatli ve merhametli olurlar.”[101]

1) O’nun Mesajının Temeli Sevgidir

Dil, O’nun sevgisini anlatmaktan acizdir. Bu sevgiyi ancak eşsiz Kitabımız Kur’an anlatıyor: “Andolsun size kendinizden öyle bir Peygamber gelmiştir ki, si­zin sıkıntıya uğramanız ona çok ağır gelir. O, size çok düşkün, mü’miıılere karşı çok şefkatlidir, merhametlidir.”[102]

“Peygamber, mü’minlere kendi canlarından daha yakındır...”[103]

“Sakın onlardan bazı sınıflara verdiğimiz dünya malına göz dikme, onlardan dola­yı üzülme ve mü’minlere alçakgönüllü ol (onları şefkat kanatlarının altına al).[104]

İnsanlara olan sevgisindendir ki onları gerçek huzura ve hidayete kavuşmaları için O’nun gösterdiği olağanüstü çabasını ve halet-i ruhiyesini Kur’an şu çarpıcı ifa­delerle anlatıyor: “Bu yeni Kitab’a; inanmazlarsa (ve bu yüzden helâk olurlarsa) arkalarından üzüntüyle neredeyse kendini harap edeceksin.”[105] “(Rasûlüm!) Onlar iman etmiyorlar diye neredeyse kendine kıyacaksın!”[106]

İnsanları bu kadar seven rahmet Peygamberi (s.a.s.), onlara da birbirlerini sevme­yi emir ve tavsiye etmiş, hatta imanın zirvesine ulaşmayı, birbirini sevme şartına bağlamıştır:

“Mü’minler birbirini sevmekte, birbirlerine acımakta ve yekdiğerini korumak­ta bir vücut gibidir. Vücudun herhangi bir uzvu rahatsız olursa diğer azaları da bu yüzden humma ve uykusuzluğa tutulurlar.”[107]

Enes (r.a.)’in anlattığına göre Rasûlüllah (s.a.s.) şöyle buyurdu: “Sizden biriniz kendisi için sevip istediği şeyi başkası için de istemedikçe imanı kamil olmaz.”[108]

Ebû Hüreyre (r.a.)’den, Rasûlüllah (s.a.s.) şöyle buyurdu: “Nefsim kudret elinde bulunan Allah’a yemin ederim ki, siz iman etmedikçe Cennet’e giremezsiniz ve birbirinizi sevmedikçe de olgun mü’min olamazsanız. Yine bir şey söyleyeyim, onu yaptığınız zaman birbirinizi sevmenize sebep olur, aranızda selamı yayınız”[109]

İslam, insanlann sevgi duygusunu hatta öfkeyi bile kontrol altına almış ve bu duyguları Yüce Yaratıcıya yönlendirmiştir. Yani insanlann sevgileri Allah için ol­malı, öfke ve nefretleri de O’nun için olmalıdır. Bu iki duygu bu yüce gayenin dışın­da başka şeylere tahsis edilince, insanlığın huzur, barış ve güveni bozulur. Bunun için sevgi ve rahmet Peygamberi (s.a.s.), Allah için sevmeyi ve O’nun için buğzetmeyi tavsiye buyurmuştur:

Ebu Hüreyre (r.a.) anlatıyor: Rasûlüllah (s.a.s.) şöyle buyurdular: “Yedi kişi var­dır ki, Allah onları hiçbir gölgenin olmadığı Kıyamet gününde kendi gölgesinde gölgeler: Adil imam, Allah’a ibadet içinde yetişen genç, tekrar dönünceye kadar kalbi mescide bağlı olan kimse, Allah için birbirlerini seven, Allah rızası için biraraya gelip, Allah rızası için ayrılan iki kişi, Güzel ve makam sahibi bir kadın tara­fından davet edildiği halde, ‘Ben Allah’tan korkarım’ deyip icabet etmeyen kimse, Allah’ı tek başına zikrederken gözlerinden yaş boşanan kimse.”[110]

Ebû Hüreyre (r.a.) den, Rasûlüllah (s.a.s.) şöyle buyurdu: “Kıyamet Gününde Al­lah Teâlâ şöyle seslenir: “Nerede birbirini benim için sevenler? Onlar, Benim göl­gemden başka hiçbir gölgenin bulunmadığı bu günde arşımın gölgesinde gölge­lendireceğim.”[111]

Abdullah b. Amr (r.a.)’dan, Rasûlüllah (s.a.s.) buyurdu ki: “Bir adam birini Al­lah için sever de ona: Seni Allah için seviyorum, derse; ikisi de Cennet’e girerler. Sevenin derecesi daha yücedir.”[112]

Ubâde b. Sâmit (r.a.) bir hadis-i kudsi’de Rasûlüllah (s.a.s.) den şöyle naklediyor: “Allah Taala: Benim için birbirlerini sevenlere, birbirleriyle ilgilenenlere, ziyaretleşenlere ve yardımlaşanlara muhabbetim, rahmet ve mağfiretim vacip oldu (onla­rı mutlaka bağışlayıp Cennet’ime koyacağım)” buyurdu.[113]

Ebu Zerr (r.a.)den, Rasûlüllah (s.a.s.) şöyle buyurdu: “Amellerin en faziletlisi Al­lah için sevmek ve Allah için buğzetmektir.”[114]

a) Hoşgörüsü ve Affediciliği

Efendimiz (s.a.s.) sahip olduğu sevgi ve merhametin tezahürü olarak, insanlara devamlı hoşgörülü davranmış ve onlara karşı affedici olmuştur. Bu, O’nu terbiye eden Rabb’inin bir emridir ve O’nun kalbinde yarattığı bir özelliğidir. Kur’an buyu­ruyor ki: “Peygamber, mü’minlere kendi canlarından daha yakındır. Eşleri, onla­rın analarıdır....”[115] “Sakın onlardan bazılarına verdiğimiz dünya malına göz dik­me, onlardan dolayı üzülme ve mü’minlere alçak gönüllü ol (onlara şefkat kanatla­rının altına al).”[116]

“O vakit Allah’tan bir rahmet ile onlara yumuşak davrandın! Şayet sen kaba, katı yürekli olsaydın, hiç şüphesiz, etrafından dağılıp giderlerdi. Şu halde onları affet, bağışlanmaları için dua et, iş hakkında onlara danış. Kararını verdiğin za­man da artık Allah’a dayanıp güven. Çünkü Allah, kendisine dayanıp güvenenle­ri sever.”[117]

“Aııdolsun ki içlerinden, kendilerine Allah’ın âyetlerini okuyan, (kötülüklerden ve inkardan) kendilerini temizleyen, kendilerine Kitap ve hikmeti öğreten bir Pey­gamber göndermekle Allah, mü’minlere büyük bir lütufta bulunmuştur. Halbuki daha önce onlar apaçık bir sapıklık içinde idiler.”[118]

“(Resulüm!) Sen af yolunu tut, iyiliği emret ve cahillerden yüz çevir.”[119]

“O takva sahipleri ki, bollukla da darlıkta da Allah için harcarlar; öfkelerini yutarlar ve insanları affederler. Allah da güzel davranışta bulunanları sever.”[120]

Ayrıca, her zaman hata yapmak yaratılışındaki bir özelliği olan insanları, Efendi­miz (s.a.s.) daima affetmiş, onların ayıplarını ve bilmeden yaptıkları hatalarını de­vamlı örtmüş, görmezlikten gelmiştir. Kendisine yapılan kabalıkları bile eşsiz bir bü­yüklük ve şefkat göstererek affetmiştir. Rasûlüllah (s.a.s.), zatına ilişkin konularda affederdi, çünkü bu gibi durumlarda affetmek fazilettir. Fakat dine dokunan ve Hukukullaha ilişkin konularda affetmezdi. Bu gibi durumlarda affetmek, Allah’ın hak­kına riayette gevşeklik göstermektir.”[121]

Enes (r.a.) anlatıyor: Günün birinde Rasûlüllah (s.a.s.) ile gidiyordum. Üzerinde Necran kumaşından yapılmış sert kenarlı bürdesi vardı. Bu esnada arkasından bir be­devi gelerek O’nun elbisesini şiddetle çekti. Bu çekişin şiddetinden cübbenin kenarı Rasûlüllah (s.a.s.)’ın boynunda iz bırakmıştı. Sonra bedevi: Ey Muhammed (s.a.s.), senin nezdindeki Allah’ın malından bana vermelerini emret, dedi. Rasûlüllah (s.a.s.) bedevinin yüzüne bakıp güldü ve kendisine bir şey verilmesini emretti.”[122]

“Ebû Hüreyre (r.a.)’den, Rasûlüllah (s.a.s.) şöyle buyurdu: “Herhangi bir kul dünyada diğer bir kulun ayıbını örterse, Kıyamet Gününde Allah da onun ayıbını örter.”[123] ‘Ebû Berze Eslemî (r.a.)’den, Rasûlüllah (s.a.s.) buyurdu ki: “Ey Cemaat! Kim sırf diliyle iman ederse, iman kalbine girmemiştir. Müslümanları gıybet etme­yin ve ayıplarını araştırmayın! Kim onların ayıplarını araştırırsa, Allah da onun ayıbını ortaya çıkarır. Allah, ayıbını ortaya çıkardığı kimseyi evinde de olsa rezil rüsvay eder.”[124]

Muâviye (r.a.) anlatıyor; Rasûlüllah (s.a.s.) şöyle buyurdu: “Eğer müslümanla­rın ayıplarını araştırırsan, onlara kötülük yapmış veya onları kötülüğe şevketmiş olursun.”[125]

Ubâde b. Sâmit (r.a.) rivayet ediyor, Rasûlüllah (s.a.s.) şöyle buyurdu: “Biri ta­rafından yaralanan kimse düşmanlarını bağışlarsa Allah Teâlâ, onun yaptığı bu bağışları kadar günahını siler.”[126]

Cerir (r.a.) anlatıyor: “Rasûlüllah (s.a.s.) buyurdular ki: “Allah, insanlara mer­hamet etmeyene rahmette bulunmaz.”[127]

Ebû Hüreyre (r.a.) anlatıyor, Rasûlüllah (s.a.s.) buyurdular ki: “Kuvvetli kimse, (güreşte hasmını yenen) pehlivan değildir. Hakiki kuvvetli, öfkelendiği zaman nef­sini yenen kimsedir.”[128]

Ebu Vâil (r.a.) anlatıyor: “Urve b. Muhammed es-Sâ’di’nin yanına girdik. Bir zat kendisine konuştu ve Urve’yi kızdırdı. Urve kalkıp abdest aldı ve: “Babam, dedem Atiyye (r.a.)’den anlattı ki, o, Rasûlüllâh (s.a.s.)’in şöyle söylediğini nakletmiştir: “Öfke şeytandandır, şeytan da ateşten yaratılmıştır, ateş ise su ile söndürülmekte­dir, öyleyse biriniz öfkelenince hemen kalkıp abdest alsın.”[129]

Ebu Hüreyre (r.a.) anlatıyor: Bir adam: Ey Allah’ın Rasûlü! Bana kısa bir nasihatta bulun, uzun yapma! Tâ ki nasihatini unutmayayım demişti (ve birkaç kere tek­rar etmişti). Rasûlüllah (s.a.s.) da: “Öfkelenme!” cevabını verdi.[130]

Uhud savaşından sonra müslümanlardan bazıları Rasûlüllah (s.a.s.)’a gelerek, müşriklere beddua etmesini istemişlerdi -ki yüzü yaralanmış ve azı dişleri kınlmıştı- cevabı şu oldu: “Ben lanet için değil, ancak insanlarn iyiliğine dua eden ve rahmet olarak gönderildim.”[131]

Sadece susmakla kalmadı, üstelik onları bağışladı da, daha sonra şefkat duygula­rı kabararak acıdı ve doğru yolu bulmaları için dua etti. Çünkü onlar cahil bir toplum idi.[132]

b ) Güleryüzlü ve Tatlı Dilli Olmayı Tavsiye Etmesi

Efendimiz (s.a.s.)’in sahip olduğu hoşgörü ve affediciliğinden kaynaklanan bir başka özelliği de, güleryüzlü ve tatlı dilli olmasıdır. O, insanlara yaklaşırken daima mübarek yüzünde sevgi, rahmet ve şefkat gülleri açmıştır. İnsanlar O’nu görmeye doyamamış ve tatlı dilinden ayrılamamışlardır. Eğitimcilerin en çok dikkat etmesi ve sahip olması gereken vasıfları, güleryüzlü ve tatlı dilli olmaktır. Olanca şiddetiyle kapıldığımız dünya meşguliyetinden, suratımız asıklaşmış, insanların yüzüne gülme­yi ve onlardan bir tebessüm görmeyi unutmuşuz. Bir çift tatlı söze hasret kalmışız. İşte böyle bir asırda O’nun güleryüz ve tatlı diline ne kadar da hasret kalmış ve susa­mışız! Bakın bu hasreti dindirmek ve bu susuzluğu kandırmak için neler buyuruyor: “Enes (r,a.)’den, Efendimiz (s.a.s.) buyurdu ki: “Birbirinize küsmeyiniz, birbirinize düşman olmayınız (sırtınızı dönmeyiniz), birbirinize kızmayınız ve kıskanmayınız. Ey Allah’ın kulları kardeş olunuz! Bir müslümanın, mü’min kardeşine üç günden fazla dargın durması helal değildir.”[133]

İbn Mes’ud (r.a.) anlatıyor: Rasûlüllah (s.a.s) buyurdular ki: “Mü’min ne ta‘n edici, ne lânet edici, ne kaba ve çirkin sözlü, ne de hayasızdır.”[134]

Ebû Mûsa (r.a.) anlatıyor: Rasûlüllâh (s.a.s.) herhangi bir işi için bir adam gön­derse şu tembihte bulunurdu. “Sevindirin, nefret ettirmeyin, kolaylaştırın, zorlaştırmayın.”[135]

İnsanların günlük hayatlarında, gerek aile gerekse toplum içinde olsun en çok muhtaç olduğu tebessüm ve tatlı söze, Hz. Peygamber (s.a.s.) sadaka değeri vermiş ve hatta bunu Cehennem’den kurtuluş vesilesi kabul etmiştir.

Adiyy b. Hâtim (r.a.) dan, Rasûlüllah (s.a.s.) buyurdu ki: “Yarım hurma ile de ol­sa ateşten korunmaya çalışınız. Bunu da bulamazsanız tatlı sözlerle...”[136]

Hasan (r.a.)’dan, Rasûlüllah (s.a.s.) buyurdu ki: “İnsanlara gülümseyerek selam vermen de sadakadır.”[137]

Ebu Hüreyre (r.a.) anlatıyor,. Rasûlüllah (s.a.s.) buyurdu ki: “Tatlı dil de sada­kadır.”[138]

“Kardeşine karşı izhar edeceğin tebessümün bir sadakadır. Emr-i bi’l-ma’rufun ve nehy-i ani’l-münkerin sadakadır. Yolunu kaybeden kimseye yolu gösterivermen sadakadır, gözü sakat kimse için görüvermen sadakadır, yoldan taş, diken, kemik (gibi şeyleri) kaldırıp atman sadakadır, kovandan kardeşinin kovasına su boşaltman sadakadır.”[139]

Bizler bu iki hasleti önemsemiyor ve hatta hafife alıyor olabiliriz. Ama o şefkat Peygamberi (s.a.s.), tatlı dili ve güleryüzü küçük görmememizi emrediyor: “Ebu Zerr (r.a.) anlatıyor: Rasûlüllah (s.a.s.) buyurdular ki: “Kardeşini güleryüzle karşılamak gibi en küçük bir iyilik dahi olsa onu hor görme”[140]

c) Şakaları

Efendimiz (s.a.v.) güleryüzü ve tatlı dili yanında, aşırıya kaçmadan güzel ve eği­tici şakalar da yapmış, aynı şekilde kendisine yapılan şakaları da hüsn-ü kabulle kar­şılamıştır. İşte birkaç örnek:

Enes (r.a.) anlatıyor: Bir adam (s.a.s.)’e gelerek: Ey Allah’ın Rasûlü! Beni bir de­veye bindir! dedi, (s.a.v.) de: “Ben seni devenin yavrusuna bindireceğim!” dedi Adam: “Ey Allah’ın Rasûlü, ben deve yavrusunu ne yapayım (ona binilmez ki!), de­yince (s.a.v.): “Acaba deveyi deveden başka bir mahluk mu doğurur?” buyurdu­lar.[141]

Useyd b. Hudayr (r.a.) anlatıyor: Ensardan mizahçı bir zat vardı. (Birgün yine) konuşup yanındakileri güldürürken Rasûlüllah (s.a.s.) elindeki çubuğu (şaka yollu) adamın böğrüne dürttü. Bunun üzerine adam: “Ey Allah’ın Rasûlü (canımı yaktınız). Müsaade edin kısas yapayım! dedi. Hz. Peygamber de: “Haydi yap!” buyurdu. Adam: Ama üzerinizde gömlek var, benim üzerimde yoktu (kısas tam olması için çı­karmalısınız)!. Adamın talebi üzerine, (s.a.s.) gömleğini kaldırıp böğrünü açtı. Adam, Rasûlüllah (s.a.s.)’ı kucaklayıp böğrünü öpmeye başladı ve: “Ben bunu arzu etmiştim Ey Allah’ın Rasûlü!” dedi.[142]

Ensâr’dan yaşlı bir hanım Rasûlüllah (s.a.s.)’e gelerek: Ey Allah’ın Elçisi, beni af­fetmesi için Allah’a dua et!, dediğinde O: “Sen, ihtiyarların Cennet’e giremeyeceği­ni duymadın mı?” Dedi bunu duyan kadın heyecan ve korkudan bir çığlık attı. Efen­dimiz (s.a.s.), kadının bu haline tebessüm ederek ona: Allah Teâla’nın: “Gerçekten biz hurileri apayrı biçimde yarattık. Onları, bakireler kıldık. Eşlerine düşkün ve yaşıt (56/35-37) âyetini duymadın mı?” buyurdular.[143]

Mahmud b. Rebi‘ beş yaşlarında iken, Rasûlüllah (s.a.s.) ağzına su doldurup yü­züne püskürterek onunla şakalaşmıştır.[144]

Suheyb (r.a.) anlatıyor: Küba’da Rasûluüllah (s.a.s.)’in yanına vardım. Ebû Bekr ve Ömer (r.a.) da yanındaydı. Önlerinde yaş hurma vardı ve ben de yolda trohom hastalığına yakalandığım için şiddetli şekilde gözüm ağrıyordu. Hurma yemek için yanaştım, Ömer (r.a.) dedi ki: Ya Rasûlallah! Suheyb’i görmüyor musunuz, gözü ağ­rıdığı halde yaş hurma yiyor? Efendimiz (s.a.s.) de: “Ey Suheyb, göz ağrısıyla bir­likte hurma yiyorsun ha?” diye sordu. Ben de: Ya Rasûlallah, ben sadece sağlam gözümün gördüğü tarafı yiyorum, dedim. Bu söz Efendimiz (s.a.s.)’in hoşuna gitti ve güldüler.[145]

2) Kadınlara ve Çocuklara Şefkati

Allah Teâlâ topraktan yarattığı Adem (a.s.)’i yalnızlığa terketmemiş, kendi bün­yesinden ona eşini yaratmıştır. “…Onlar sizin için birer elbise, siz de onlar için bi­rer elbisesiniz.”[146] “Sizi topraktan yaratması, O’nun (varlığının) delillerindendir. Sonra siz, (her tarafa) yayılan insanlar oluverdiniz. Kaynaşmanız için size kendi (cinsi)nizden eşler yaratıp aranızda sevgi ve merhamet peyda etmesi de O’nun (var­lığının) delillerindendir. Doğrusu bunda, iyi düşünen bir kavim için ibretler var­dır.”[147]

Kadına en büyük değeri yine İslam vermiş ve onlarla iyi geçinmeyi emretmiştir. “Ey iman edenler! Kadınlara zorla varis olmanız size helâl değildir. Apaçık bir -edepsizlik yapmadıkça, onlara verdiğinizin bir kısmını ele geçirmeniz için de ka­dınları sıkıştırmayın. Onlarla iyi geçinin. Eğer onlardan hoşlanmazsanız (biliniz ki) Allah’ın hakkınızda çok hayırlı kılacağı bir şeyden de hoşlanmamış olabilirsi­niz.”[148]

Kadına annelik görevi veren Allah Teâlâ, bu görevinin mükâfatı olarak, Cennet’i ayaklarının altına serivermiştir. “Cennet annelerin ayaklan altındadır.”[149]

Hz. Peygamber (s.a.s.), evi içinde ev işlerine yardımcı olan vefalı ve mükemmel bir eş idi. Hanımlarına merhamet, şefkat ve yumuşaklığın en güzeli ile davranmıştır. Kadına zulüm ve haksızlığı yasaklamış, onlara iyi davranmayı emretmiştir:

Rasûlüllah (s.a.s.) buyurdu ki: “Ey Allah’ım! Ben iki zaifin, yani yetim ile kadı­nın haklarına tecavüzden men‘ ve tahzir ediyorum.”[150] “Ebu Hüreyre (r.a.)’den, Rasûlüllah (s.a.s.) şöyle buyurdu: “Bir kimse kadına buğzetmesin. Zira hoşlan­madığı huyları varsa, bunun yanında memnun olacağı huyları da vardır.”[151]

Ebu Hüreyre (r.a.)’den, Raûlüllah (s.a.s.) şöyle buyurdu: “Mü’minlerin iman ba­kımından en mükemmel olanı, ahlâken en iyi olanlarıdır ve en hayırlınız da ha­nımlarına karşı hayırlı olanınızdır.”[152]

Allah Teâlâ kadın ve erkeği birbirine eş olarak yaratıp onlara nikah bağı ile bir aile kurmayı emretmiştir. Bu birlikteliğin en güzel meyvesi de çocuklardır. Kur’an onları, dünya hayatının süsü ve ziyneti olarak tavsif etmiştir: “Servet ve oğullar, dünya hayatının süsüdür; ölümsüz olan iyi işler ise Rabb’inin katında hem sevap­ça daha hayırlı, hem de ümit bağlamaya daha layıktır.”[153] Rahmet Peygamberinin merhamet ve şefkatinin zirveye ulaştığı yer, hiç şüphesiz çocuklara olan sevgisidir. Onları çok sevmiş ve şefkat kanatlarının altına almıştır. Bu konuda birçok örnek var­dır fakat, burada biz birkaç tanesini zikrediyoruz:

Ebu Hüreyre (r.a.) anlatıyor: Rasûlüllah (s.a.s.) (bir gün) torunu Hawan (r.a.)’ı öp­müş idi. Bu sırada yanında bulunan Akra‘ b. Habis (sanki bunu tuhaf karşıladı ve: Be­nim on tane çocuğum var. Fakat onlardan hiçbirini öpmedim dedi. Rasûlüllah (s.a. s.) ona bakıp: “Merhamet etmeyene merhamet edilmez” buyurdu. Rezîn ilave etti: (Rasûlüllah (s.a.s.) şunu da söyledi: “Allah, sizin kalbinizden merhameti çıkardı ise ben ne yapabilirim?”[154]

Hüseyin (r.a.)’i omuzuna alır ve: “Allah’ım, onu seviyorum sen de sev”, der­di.[155], O’ndaki çocuk sevgisi, Allah’ın hakkı olan ibadet ve namazda bile kendini gös­termiştir. Ebû Katâde (r.a.)’den, Rasûlullah (s.a.s.) şöyle buyurdu: “(Çoğu kere) ben uzun kılmak niyetiyle namaza dururum da (geriden) bir çocuğun ağladığını du­yunca, annesini üzmeyeyim diye namazımı kısa keserim.[156] Rasûlullâh (s.a.s.) bir secdesini uzatmıştı, Sahabeden birisi: Ey Allah’ın elçisi, sen secde ettin ve secdeyi de uzattın. O kadar ki, biz emir geldi veya size vahiy geldi zannettik, dedi. Efendi­miz (s.a.s.); “Bunların hiçbirisi olmadı ancak, oğlum üzerime çıktı ve ben de onu hemen indirmek istemedim”, buyurdu. Bu çocuk, Hz. Hasan veya Hüseyin (r.a.)’den birisiydi.[157]

Ebû Katâde (r.a.) diyor ki: Rasûlüllah (s.as.)’i, torunu Ümâme omzunda olduğu halde cemaate imam olurken gördüm. Ruku‘a vardığında onu bırakıyor, secdeden ba­şını kaldırdığı zaman tekrar alıyordu.[158]

3) Yetimlere Şefkati

Toplumların en çok imtihan edildiği yetimler ve kimsesizler, Allah Taâla tarafın­dan sanki özel bir koruma altına alınmıştır. Bu konu üzerinde Kur’an titizlikle ve bü­yük bir hassasiyetle durur: “Yetimlere mallarını verin, temizi pis olanla değişmeyin, onların mallarını kendi mallarınıza katarak (kendi malınızmış gibi) yemeyin; çün­kü bu, büyük bir günahtır. Evlilik çağına gelinceye kadar yetimleri (gözetip) dene­yin, eğer onlar da akılca bir olgunlaşma görürseniz hemen mallarını kendilerine verin. Büyüyecekler (de geri alacaklar) diye o malları israf ile ve tez elden yemeyin. Zengin olan (veli) iffetli olmaya çalışsın, yoksul olan da (ihtiyaç ve emeğine) uy­gun olarak yesin. Mallarını kendilerine verdiğiniz zaman yanlarında şahit bulun­durun. Hesap sorucu olarak da Allah yeter. Haksızlıkla yetimlerin mallarını yiyenler şüphesiz karınlarına ancak ateş tıkınmış olurlar; zaten onlar alevlenmiş ateşe gireceklerdir.”[159]

“Rüşd çağına erişinceye kadar, yetimin malına, sadece en iyi tutumla yakla­şın...”[160]

“...Sana yetimler hakkında soruyorlar. De ki: Onları iyi yetiştirmek (yüz üstü bırakmaktan) daha hayırlıdır. Eğer onlarla birlikte yaşarsanız, (unutmayın ki) on­lar sizin kardeşlerinizdir.[161]

“O, seni yetim bulup barındırmadı mı? Öyleyse yetimi sakın ezme!”[162]

Aynı zamanda kendisi de bir yetim olan Hz. Peygamber (s.a.s.), kimsesizlere ve yetimlere olağanüstü bir özen ve şefkat göstermiş, haklarını korumuş ve kötü mu­ameleyi de en şiddetli şekilde yasaklamıştır. Ebu Berze (r.a.) diyor ki, Rasûlüllah (s.a.v.) şöyle buyurdu: “Kıyamet günü bir topluluk, ağızlanndan alevler çıkar bir halde mezarlarından kaldırılırlar.” Yâ Rasûlellâh, onlar kimlerdir? diye sorulunca: “Görmüyor musunuz Allah Taâla: “Yetimlerin mallarını haksız yere yiyenler, ancak karınlarına ateş koymuşlardır.”[163] buyuruyor, cevabını verdi.[164]

Ebû Şureyh Huveylid b. Amr el-Huzârî (r.a.)’den, Rasûlüllah (s.a.s.) buyurdu ki: “Ey Allah’ım! Ben iki zaifin, yani yetim ile kadının haklarına tecavüzden men‘ ve tahzir ediyorum.”[165]

Ayrıca yetimlerle ilgilenenleri de çok büyük mükâfatlarla müjdelemiştir. “Sehl b. Sa’d (r.a.) anlatıyor: Rasûlüllah (s.a.s) buyurdu ki: “Ben ve yetime bakan kimse Cennet’te şöyleyiz, (orta parmağı ile baş parmağını yan yana getirip aralarını açıp ka­payarak işaret etti.!)[166]

İbn Abbâs (r.a.) anlatıyor: Rasûlüllah (s.a.s.) buyurdu ki: “Kim Müslümanlar arasından bir yetim alarak yiyecek ve içeceğine dahil ederse, affedilmez bir günah (şirk) işlememişse, Allah onu mutlaka Cennet’e koyacaktır.”[167]

Amr b. Mâlik el-Kuşeyrî (r.a.)’den, Rasûlüllah (s.a.s.) buyurdu ki: “Her kim, Müslüman anne-babadan doğan bir yetimi yedirmek ve içirmek için yanına alırsa, Cennet ona vacip olur.”[168]

Ebu Ümâme (r.a.)’den, Rasûlüllah (s.a.s.) şöyle buyurdu: “Kim sırf Allah rızası için şefkatle yetimin başını okşarsa, elinin değdiği saçlar sayısınca ecir ve sevap kazanır.”[169]

Ebû Hüreyre (r.a.)’in rivayetine göre Efendimiz (s.a.s.)’e gelerek, kalbinin taş gi­bi kaskatı olduğundan şikayet etti. Ona: “Yetimin başını okşa ve fakirin karnını doyur”[170] buyurdu.

4) Hayvanlara Şefkati ve Tabiata (Çevreye) Karşı Tutumu

a) Hayvanlara Şefkati

Hz. Peygamber (s.a.s.) sadece insanlara değil bütün alemlere rahmet olmasından dolayı, insanların içiçe yaşadığı tabiat ve hayvanlara da son derece müşfik birisiydi. Hayvanlara hiç eziyet etmemiş ve çevreyi de doğal şekliyle koruyup temiz tutmaya son derece özen göstermiştir. Bugün teknoloji ve medeniyet gelişirken aynı zaman­da doğal çevreden, hayvanlardan ve hatta insanlardan acımasızca birşeyler alıp gö­türmüştür. İnsandan merhamet ve sevgi duyguları kalkınca, doğadaki en vahşi hay­vanları bile zevk için öldürüp kürkünü giyerek, bunu lüks ve zenginliğin göstergesi kabul etmektedir. Halbuki Alemlerin Rahmeti Efendimiz (s.a.s.), zevk için hayvan öldürmeyi ve hatta onları dövüştürmeyi yasaklamıştır. Bu konuda şunları söylüyor: “İbn Ömer (r.a.) bir gün Kureyş gençlerine uğramıştı. Bunlar bir kuşu oklarına hedef yapmışlar ve ona ok atıyorlardı. İsabet etmeyen oklar için kuşun sahibine bir şey ve­riyorlardı. Bunlar Abdullah b. Ömer (r.a.)’i görünce dağıldılar. O şöyle dedi: “Bunu kim yaptıysa Allah ona lanet etsin.” Çünkü, Rasûlüllah (s.a.s.) bir hayvanı hedef yapana lanet etti, demiştir.[171]

Hz. Peygamber (s.a.s.), Hayvanları birbirine kışkırtarak seyretmeyi (horoz ve de­ve güreşi gibi) yasaklamıştır.[172]

Enes (r.a.) demiştir ki; “Rasûlüllah (s.a.s.), hapsetmek suretiyle hayvan öldürme­yi yasakladı.”[173]

Ebü Hüreyre (r.a.) anlatıyor: “Rasûlüllah (s.a. s.) buyurdular ki: “Peygamberler­den birini bir karınca ısırdı. O da (öfkelenerek) karıncanın yuvasının yakılmasını emretti ve yakıldı. Allah Teâlâ ona şöyle vahyetti”: “Seni bir karınca ısırmışken, sen tesbih eden bir ümmeti yaktın.”[174]

Her ne kadar hayvanlarda akıl yoksa da, onların da hislerinin olduğunu bu hadis­lerden anlıyoruz. Allahu âlem onlar da (s.a.s.)’in Alemlere Rahmet olduğunu, O’ndaki şefkat ve yüce merhameti hissetmiş ve de hissettirmişlerdir. Şu olaylarda geçtiği gibi:

Abdullah b. Cafer (r.a.) anlatıyor: Rasûlüllah bir seferinde Ensar’dan bir zatın bahçesine girdi. Orada bir deve vardı. Deve Rasûlüllah (s.a.s.)’ı görünce inledi ve gözlerinden yaşlar aktı. Efendimiz (s.a.s.) deveye yaklaştı ve gözyaşlannı sildi. Hay­van sakinleşti. “Bu devenin sahibi kim?” diye sorarak ilgi gösterdi. Ensar’dan bir genç: O bana aittir Ey Allah’ın Rasûlü! deyip ortaya çıkınca Hz. Peygamber (s.a.s.) onu payladı: “Allah’ın sana mülk kıldığı bu deve hakkında Allah’tan korkmuyor musun? Bak! Bu bana şikayette bulundu. Sen bunu acıktırıyor ve fazla çalıştıra­rak da yoruyormuşsun.”[175]

Abdurrahman b. Abdullah, babası Abdurrahman (r.a.)’dan rivayet eder ki şöyle demiştir: Biz bir seferde Rasûlüllah (s.a.s.) ile beraber idik ve O bir ara ihtiyacı için yanımızdan ayrıldı. O sırada Hummara denen bir kuş gördük, iki tane de yavrusu var­dı. (Kuş kaçtı) yavrularını aldık. Kuşcağız etrafımıza yaklaşıp çırpınmaya, kanatlarını çırpıp havada inip çıkmaya başladı. Rasûlüllah (s.a.s.) gelince: “Kim bu zavallı­nın yavrusunu alıp onu ızdıraba attı? Yavrusunu geri verin!” diye emretti. Bir ara, ateşe verdiğimiz bir karınca yuvası gördü. “Kim yaktı bunu?”, diye sorunca: Biz!, dedik. O da: “Ateşle azap vermek sadece ateşin Rabb’ine hastır” buyurdu.[176]

Hz. Aişe (r.a.) bir başka rivayette şunu söyler: Kendisinde dikbaşlılık olan bir de­veye bindim. (Hırçınlık etmeye başlayınca ileri-geri sürmeye başladım. Bunun üze­rine Rasûlüllah (s.a.s.): “Rıfkla, tatlılıkla davran” diye müdahale etti.[177]

İbn Abbas (r.a.) der ki: Bir adam kesmek üzere koyunu yatırdı. Daha sonra bı­çağını bilemeye başladı. Bunu gören Rasûlüllah (s.a.s.): “Karşısında bıçağını bile­yerek koyunu iki defa mı öldürmek istiyorsun? Bıçağını, koyunu yatırmadan önce bilesene!”, buyurdu.[178]

Hayvanlara iyi davranıp yardım etmenin Cennet’e, eziyet ederek kötü davranma­nın da Cehennem’e girmeye sebep olduğunu Efendimiz (s.a.s.) şöyle haber veriyor: “Fahişe bir kadın, sıcak bir günde, kuyunun etrafında dönen bir köpek gördü, su­suzluktan dilini çıkarmış soluyordu. Kadıncağız mestini çıkararak (onunla su çe­kip köpeği suladı). Bu sebeple kadın affolundu.”[179]

İbn Ömer (r.a.) anlatıyor: Rasûlüllah (s.a.s.) buyurdular ki: “Bir kadın, eve hap­settiği bir kedi yüzünden Cehennem’e gitti. Kediyi hapsederek yiyecek vermemiş, yerdeki haşeratı yemeye de salmamıştı.”[180]

Enes (r.a.) anlatıyor: Rasûlüllah (s.a.s.) buyurdular ki: “Bir müslüman bir ağaç diker veya bir tohum eker de bunların mahsülatından bir kuş veya insan veya hay­van yiyecek olsa, bu onun için bir sadaka olur.”[181]

Peygamber terbiyesinde yetişmiş Sahabe bu eğitimin gereğini yapmışlar ve hay­vanlara olan şefkatlerini şöyle göstermişlerdir:

Enes (r.a.) şöyle anlatıyor: Bir yerde konaklayınca (mola verince), hayvanlarımı­zın istirahatını sağlamadan ibadet etmezdik.[182]

b ) Çevreye Karşı Duyarlılığı

Makalemizin başında, insanın topraktan yaratıldığını ayetlerden örnekler vererek anlatmıştık. Ana maddemiz toprak olduğuna göre biz insanlar, hiç şüphesiz ona ba­ğımlı olarak, onun bitirdiği gıdalardan beslenmek ve kısaca çevre dediğimiz tabiatla içiçe yaşamak zorundayız. Allah Taala kainata bu tabiat kanununu koymuştur. “Ölü toprak onlar için mühim bir delildir. Biz ona yağmurla hayat verdik ve ondan da­ne çıkardık. İşte onlar bundan yerler. Biz, yeryüzünde nice nice hurma bahçeleri, üzüm bağları yarattık ve oralarda birçok pınarlar fışkırttık. Ta ki, onların meyve­lerinden ve elleriyle bunlardan imal ettiklerinden yesinler, Hâla şükretmeyecekler mi?”[183]

Yaşanılan çevreyi temiz tutmayı, ağaç dikmeyi ve eziyet veren şeyleri ortadan kaldırmayı emreden Efendimiz (s.a.s.), umuma ait yerleri kirletmenin lanet sebebi olduğunu şöyle haber vermiştir:

Enes (r.a.) anlatıyor: Rasûlüllah (s.a. s.) buyurdular ki: “Bir müslüman bir ağaç diker veya bir tohum eker de bunların mahsülâtından bir kuş veya insan veya hay­van yiyecek olsa, bu onun için bir sadaka olur.”[184]

Ebu Eyyüb el-Ensârî (r.a.)’den, Rasûlüllah (s.a.s.) şöyle buyurdu: “Bir kişi bir fi­dan diker dikmez Allah ona, bu fidandan çıkacak meyve kadar sevap yazar.”[185]

Ebu Hüreyre (r.a.) anlatıyor: Hz. Peygamber (s.a.s.) buyurdu ki: “Bir adam yol­da yürürken, yol üzerinde bir diken dalına rastladı. Onu alıp dışarı attı. Cenâb-ı Hakk bu davranışından memnun kalarak, ona mağfiret etti.”[186]

Ebu Zerr (r.a.)’den rivayet edildiğine göre, Rasûlüllah (s.a.s.) buyurmuştur ki: “Bana ümmetimin, hayır ve şer, bütün amelleri arzedildi. İyi amelleri arasında, ra­hatsızlık veren bir şeyin yoldan atılması da vardı.”[187]

Ebu Hüreyre (r.a.)’den, Rasûlüllah (s.a.s.): “Lanet ve nefrete sebep olacak iki şeyden sakınınız” buyurdu, Ashab-ı Kiram: Bunlar nelerdir? diye sorunca Rasû­lüllah (s.a.s.): “Halkın gelip geçeceği yol üzerine veya gölgelenip istifade edeceği yerlere (su kenarlarına ve mesken civarına) abdest bozmak.”[188] buyurdu.

C) HZ. PEYGAMBER (S.A.V.)’İN BARIŞÇILIĞI

1) İslâm, Barış Demektir ve Selâm da Barışa Çağrıdır

İnsanlar bir toplum oluşturmaya ve birlikte yaşamaya meyilli olarak yaratılmış­tır. “Ey insanlar! Doğrusu biz sizi bir erkekle bir dişiden yarattık. Ve birbirinizle tanışmanız için sizi kavimlere ve kabilelere ayırdık. Muhakkak ki Allah yanında en değerli olanınız, O’ndan en çok korkanınızdır. Şüphesiz Allah bilendir, her şeyden haberdardır.”[189]

İnsan tek başına yaşayamaz ve her alanda başkalarına muhtaçtır. Birlikte yaşa­mak için de en büyük şart; barış, huzur ve güvenin bulunmasıdır. Dinimiz İslam, bunlara çok büyük önem vermiştir. Zaten daha önce de belirttiğimiz gibi İslam keli­mesi; barış, güven ve kurtuluş demektir. Karşılaştıkları zaman insanların birbirlerine söyledikleri ‘Selam’ kelimesi de, dinimizin barışa çağrısıdır. Selam, insanlar arasın­da sevgi ve güvenin artmasına sebep olan bir unsurdur, insanlar arasındaki barışın önemine Kur’an-ı Kerim şöyle dikkat çekmektedir: “Ey iman edenler! Hep birden barışa girin. Sakın şeytanın peşinden gitmeyin. Çünkü O, apaçık düşmanmız­dır.”[190] “Sulh (daima) hayırlıdır.”[191]

“Rahman’ın (has) kulları onlardır ki, yeryüzünde tevazu ile yürürler ve kendi­ni bilmez kimseler onlara laf attığında (incitmeksizin) “selam!” derler (geçer­ler)[192]

“Bir selam ile selamlandığınız zaman siz de ondan daha güzeli ile selamlayın, yahut aynı ile karşılık verin. Şüphesiz Allah, her şeyin hesabını arayandır.”[193]

Hadislerde ise “karşısındakine barış, güven vermek ve başkalarından da güven içinde olmak”, anlamına gelen Selam!a çok önem verilmiştir. İşte birkaç örnek:

Bir adam Rasûlüllah (s.a.s.)’e; İslâm’ın hangi ameli daha hayırlıdır, diye sordu. O da: “Yemek yedirmen ve tanıdığın tanımadığın kimselere selam vermendir”[194] bu­yurdu.

Ebû Yusuf Abdullah Selam (r.a.)’dan, Rasûlüllah şöyle buyurdu: “Ey insanlar! Selamı yayınız, yemek yediriniz, akrabayı ziyaret ediniz, insanlar uykuda iken na­maz kılınız ki selametle Cennet’e giresiniz.”[195]

Ebu Hüreyre (r.a.)’den, Rasûlüllah (s.a.s.) buyurdu ki; “Siz mü’min olmadıkça Cennet’e giremezsiniz, birbirinizi sevmedikçe de mü’min olamazsınız. Yaptığınız takdirde sevineceğiniz birşeyi size haber vereyim mi? Aranızda selamı yayınız!”[196]

Ebu Hüreyre (r.a.)’den, Rasûlüllah (s.a.s.) şöyle buyurdu: “Müslümanın müslü­man üzerinde beş hakkı vardır; Selamını almak, hastalandığında ziyaret etmek, ce­nazesinde bulunmak, davetine gitmek, aksırınca, ‘Allah sana merhamet etsin’, di­ye dua etmek.”[197]

Ebu’d-Derdâ (r.a.)’dan Rasûlüllah (s.a.s.) şöyle buyurdu: “Aranızda sevginin art­ması için selâmlaşınız!”[198]

Barışı bozan en büyük sebep, küçük münakaşalann sürdürülmesi ve herkesin, sa­dece kendinin haklı olduğunu iddia etmesidir. Zaten bir tartışmada taraflar, hakkı ve hakikati bir tarafa bırakır, devreye nefisle şeytan da girince herkes kendisinin haklı olduğunu savunur. Bu durumu bitirip barışa kavuşmanın yolunu Efendimiz (s.a.s.) şöyle gösteriyor:

Ebu Ümame (r.a.) anlatıyor: Rasûlüllah (s.a.s.) buyurdular ki: “Ben, haklı bile olsa münakaşayı terkeden kimseye Cennet’in kenarında bir köşkü garanti ediyo­rum. Şaka bile olsa yalanı terkedene de Cennet’in ortasında bir köşkü, ahlakı gü­zel olana da Cennet’in en üstünde bir köşkü garanti ediyorum.”[199]

2) İnananları Kardeş İlan Etmesi

a) Getirdiği Kur’an, Bütün İnananları Birbirine Bağlayan İlahi Bir İptir

Kuşlar gibi uçmayı öğrendik, artık uçabiliyoruz. Balıklar gibi yüzmeyi de öğren­dik, yüzebiliyoruz. Ama malesef, kardeş olmayı ve kardeşçe yaşamayı beceremedik. İnsanlar arasında banşı sağlamak için dinimiz, onları bir Allah’a ve bir Kitab’a iman etmeye çağırmaktadır. Bu noktada Allah Teâlâ Kur’an’ı, bütün inananları birbirine bağlayan ilahi bir ip olarak tanıtmaktadır. “Hep birlikte Allah’ın ipine (İslam’a) sımsıkı yapışın; parçalanmayın. Allah’ın size olan nimetini hatırlayın: Hani siz birbirinize düşman kişilerdiniz de O, gönüllerinizi birleştirmişti ve O’nun nimeti sayesinde kardeş kimseler olmuştunuz. Yine siz bir ateş çukurunun tam kenarın­da iken oradan da sizi O kurtarmıştı. İşte Allah size âyetlerini böyle açıklar ki doğ­ru yolu bulasınız.”[200]

“İyi davranışlar içinde kendini bütünüyle Allah’a veren kimse, gerçekten en sağlam kulpa yapışmıştır. Zaten bütün işlerin sonu Allah’a varır.”[201]

İşte bütün inananları biribirine bağlayan Allah’ın ipi olunca, onların arasında ilâ­hî bir sevgi bağı, en yüce merhamet ve şefkat duyguları gelişmektedir. İnsanlar ara­sındaki ebedî barış ve huzuru ancak bu duygu bağları temin eder. Kur’an bu duygu bağlarına, iman kardeşliği demekte ve bütün inananlan kardeş ilan etmektedir.

“Mü’minler ancak kardeştirler. Öyleyse kardeşlerinizin arasını düzeltin ve Al­lah’tan korkun ki esirgenesiniz.”[202]

Bu kardeşliğin en güzel örneğini de Hz. Peygamber (s.a.s.), birbirine düşman iki kavmi kardeş ilan ederek göstermiştir. “Hep birlikte Allah’ın ipine (İslam’a) sımsı­kı yapışın, parçalanmayın. Allah’ın size olan nimetini hatırlayın. Hani siz birbiri­nize düşman kişilerdiniz de O, gönüllerinizi birleştirmişti ve O’nun nimeti sayesin­de kardeş kimseler olmuştunuz. Yine siz bir ateş çukurunun tam kenannda iken oradan da sizi O kurtarmıştı. İşte Allah size âyetlerini böyle açıklar ki doğru yolu bulasınız.”[203]

Ayrıca müşrik ve kafirlerin eziyetlerinden kurtulmak için evini, yurdunu ve herşeyini Allah yolunda terkedip Medine’ye hicret eden Muhacir’lerle, onları bağrına ba­san Medine’li müslümanları (Ensar) kardeş ilan ederek, dünyanın benzerini görmedi­ği bir örnek toplum ortaya koymuştur.

“Muhammed, Allah’ın elçisidir. Beraberinde bulunanlar da kâfirlere karşı çe­tin, kendi aralarında merhametlidirler.”[204]

“Daha önceden Medine’yi yurt edinmiş ve gönüllerine imanı yerleştirmiş olan kimseler, kendilerine göç edip gelenleri severler ve onlara verilenlerden dolayı iç­lerinde bir rahatsızlık hissetmezler. Kendileri zaruret içinde bulunsalar bile onları kendilerine tercih ederler. Kim nefsinin cimriliğinden korunursa, işte onlar kurtu­luşa erenlerdir.”[205]

İşte Efendimiz (s.a.s.)’in kardeş yaptığı Medine’li Ensar; Muhacir kardeşleriyle evlerini, lokmalannı, mallarını, bağ ve bahçelerini paylaşmışlardır. İşte bu kardeşlik tablosu, dünyanın hiçbir yerinde gerçekleşmemiş bir barış örneğidir.

b) Komşuluğa Verdiği Önem

İnsanlar bir şehir, köy, mahalle ve bir sokakta topluluk halinde yaşamaktadır. Bu şekilde yaşayanlar her an ve her konuda birbirlerine muhtaçtırlar. Yaşadığı yerde in­sana en yakın olan hiç şüphesiz komşusudur. Çok hızlı gelişen ve değişen dünyamız­da insanlar, doğup büyüdüğü çevreden ve akrabalarından aynlıp rızkını kazanmak için uzak yerlere gitmek zorunda kalıyorlar. İşte bu durumda komşuluğun önemi da­ha da iyi anlaşılıyor. Gerek kendi yurdunda ve gerekse gurbette, insanın yaşadığı her yerde komşu olmak, toplumsal bir zorunluluktur. Kişinin huzurlu ve güvende yaşa­ması için iyi komşu seçmek, onlarla iyi geçinmek, yardımlaşmak birinci ve en önem­li kuraldır. Bunun önemini kültürümüzdeki şu atasözlerinde de görebiliriz:

“Ev alma komşu al”

“Komşu komşunun külüne muhtaçtır.”

Kur’an-ı Kerim’de konu hakkında şöyle buyuruluyor: “Allah’a ibadet edin ve O’na hiçbir şeyi ortak koşmayın. Ana-babaya, akrabaya, yetimlere, yoksullara, ya­kın komşuya, uzak komşuya, yakın arkadaşa, yolcuya, ellerinizin altında bulunan­lara (köle, cariye, hizmetçi ve benzerlerine) iyi davranın; Allah kendini beğenen ve daima böbürlenip duran kimseyi sevmez.”[206]

Efendimiz (s.a.s.) de komşuluk ilişkilerine büyük önem vermiş ve şunları tavsiye etmiştir: Ebu Hüreyre (r.a.) anlatıyor: Rasûlüllah (s.a.s.) şöyle buyurdu: “Cebrail (a.s.) komşu hakkında öyle ısrarla tavsiyede bulundu ki, komşuyu komşuya varis kılacak zannettim.”[207]

Rasûlüllah (s.a.s.) üç defa; “Vallahi mü’min olamaz”, diye tekrarladı. Yâ Rasû­lüllah (s.a.s.), kim mü’min olamaz? diye sordular. O da: “Şerrinden komşusu emin olmayan kimse”, buyurdular. Müslim’in bir rivayetinde ise, Şerrinden komşusu emin olmayan Cennet’e giremez, şeklinde gelmiştir.”[208]

Ebu Hüreyre (r.a.)’den, Rasûlüllah (s.a.s.) buyurdu ki: “Allah’a ve Kıyamet Gü­nüne iman eden, komşusuna eziyet etmesin. Allah’a ve Ahiret Gününe iman eden, misafirine ikram da bulunsun. Allah’a ve Ahiret Gününe iman eden, ya hayır söy­lesin ya da sussun.”[209]

Komşunun her haliyle ilgilenmek ve yediğinden yedirmek Efendimiz (s.a.s.)’in yanında çok büyük bir olaydır.

Enes b. Malik (r.a.)’dan, Rasûlüllah (s.a.s.) şöyle buyurdu: “Yanındaki komşusu aç iken, bunu bildiği halde kendisi geceyi tok olarak geçiren bana inanmış değil­dir.”[210]

Ebu Zer (r.a.)’den, Rasûlüllah (s.a.s.) şöyle buyurdu: “Ey Ebû Zer! Çorba yaptı­ğında suyunu çokça koy ve komşularını da gözet.”[211] Çünkü başkalannı kâle almak insanı, bencilleşmekten kurtarır.

c) İnsanların Arasını Düzeltmek ve Dargınları Barıştırmak

İnsan fıtratına yerleştirilen nefsin arzu ve ihtirasları, doymayan nefsin menfaatle­ri diğer insanlarınki ile çatışınca barış bozulur. Neticede kavgalar ve büyük savaşlar bile çıkabiliyor. Tarih ve günümüz hayatı bunlarla doludur. Dinimiz İslam’ın, adı üs­tünde barış ve emniyet anlamına geldiğini daha önce söylemiştik. Efendimiz (s.a.s.), bu barışı ve ilahî mesajını insanlara ulaştırmak için ortaya hayatını koymuş ve hiçbir zaman saldıran taraf olmamıştır. Bu yolda devamlı olarak engellenmiş olmasına rağ­men, sıcak çatışmaya girmemek, barış içinde kalmak için en son ve en zayıf ihtimal­leri bile kullanmıştır. O, daima uzlaştırıcı ve barıştırıcı olmuştur. Çünkü O, rahmet ve barış Peygamberidir. Zira O’na bu görevi veren Allah Teâlâ böyle emretmiştir: “Eğer onlar barışa yanaşırlarsa sen de ona yanaş ve Allah’a tevekkül et, çünkü O işitendir, bilendir.”[212]

Ancak kendileriyle aranızda antlaşma bulunan bir topluma sığınanlar yahut ne si­zinle ne de kendi toplumlarıyla savaşmak (istemediklerin) den yürekleri sıkılarak si­ze gelenler müstesna. Allah dileseydi onları başınıza bela ederdi de sizinle savaşır­lardı. Artık onlar sizi bırakıp bir tarafa çekilir de sizinle savaşmazlar ve size barış teklif ederlerse bu durumda Allah size, onların aleyhinde bir yola girme hakkı vermemiştir.[213]

Allah’ın barış emri, sadece sıcak savaşta değil; normal hayatta da mü’minler ara­sında ve eşler arasında çıkan aile problemlerinde dahi çok önemli bir emirdir. “Eğer bir kadın kocasının geçimsizliğinden yahut kendisinden yüz çevirmesinden endişe ederse, aralarında bir sulh yapmalarında onlara günah yoktur. Sulh (daima) ha­yırlıdır. Zaten nefisler kıskançlığa hazırdır. Eğer iyi geçinir ve Allah’tan korkarsa­nız, şüphesiz Allah yaptıklarınızdan haberdardır.”[214]

“…O halde siz (gerçek) mü’minler iseniz Allah’tan korkun, aranızı düzeltin, Allah ve Rasûlü’ne itaat edin.”[215]

“Dedi ki: Ey kavmim! ...Ben sadece gücümün yettiği kadar ıslah etmek istiyo­rum. Fakat başarmam ancak Allah’ın yardımı iledir. Yalnız O’na dayandım ve yalnız O’na döneceğim.”[216]

“Eğer mü’minlerden iki grup birbirleriyle vuruşurlarsa aralarını düzeltin. Şa­yet biri ötekine saldırırsa, Allah’ın buyruğuna dönünceye kadar saldıran tarafla savaşın. Eğer dönerse artık aralarını adaletle düzeltin ve (her işte) adaletli davra­nın. Şüphesiz ki Allah, adil davrananları sever. Mü’minler ancak kardeştirler. Öy­leyse kardeşlerinizin arasını düzeltin ve Allah’tan korkun ki esirgenesiniz.”[217]

Hatta yapılan yeminleri bile Allah Teâlâ ıslah ve barışa engel yapmayı yasakla­mıştır;

“Yeminlerinizden dolayı Allah’ı (O nun adını), iyilik etmenize, O’ndan sakın­manıza ve insanların arasını düzeltmenize engel kılmayın. Allah işitir ve bilir.”[218]

Barışçı olmak ve müslümanlann birbirleriyle darılmamaları, dargınların arasını bulup barıştırmak konusunda Efendimiz (s.a.s.) de büyük bir hassasiyetle durmuştur. İslam’da en büyük günahlardan olan ve şiddetle haram kılınan yalan bile, insanların arasını düzeltip barıştırmak için mübah sayılmıştır. Efendimiz (s.a.s.) buyuruyor ki: “Ukbe b. Ebi Muayt’ın kızı Ümmü Gülsüm (r.a.), Rasûlüllah (s.a.s.)’ın şöyle dediği­ni işittim diyor: “İnsanların arasını düzeltmek için yalan söyleyip hayırlı haber ulaştıran, yahut hayır söyleyen kimse yalancı sayılmaz.”[219]

Mü’minlerin birbirleriyle dargın durmaları haram kılınmıştır. Rasûlüllah (s.a.s.) şöyle buyurmuştur: “Bir müslümanırı kardeşini üç geceden fazla terkedip küs dur­ması, helal olmaz; öyle ki, iki mü’min birbirleriyle karşılaşırlarda biri yüzünü bir tarafa diğeri de öbür tarafa çevirir. Halbuki bunların hayırlısı önce selam veren­dir.”[220]

Ebû Hıraş Hadrad el-Eslemî (r.a.)’nin rivayetine göre Rasûlüllah (s.a.s.) şöyle buyurmuştur: “Bir kimse müslüman kardeşine bir yıl küs durursa, onun kanını dök­müş gibi günaha girmiş olur.”[221]

Ebü Hüreyre (r.a.) anlatıyor, Rasûlüllah (s.a.s.) buyurdu ki: “Her Pazartesi ve Perşembe günleri ameller ’Allah’a sunulur. Allah Taala, kendisine ortak koşma­yanlardan sadece mü’min kardeşi ile arasında düşmanlık (dargınlık) olan kimseler hariç hepsini bu günlerde affeder. (Meleklere de) Barışıncaya kadar onları bırakı­nız, der.”[222]

Sonuç olarak diyoruz ki İslam; barıştır, güvendir, hem dünya hem de Ahiret’te en büyük kurtuluş ve mutluluk kaynağıdır. Çünkü onu Alemlerin Rabb’i Allah Taala, alemlere rahmet olarak gönderdiği biricik sevgilisi Hz. Muhammed (s.a.s.)’e vahyetmiş, yaşatmış ve tüm insanlığa tebliğ etmiştir. O’nun bu barış mesajı; kıyamete ka­dar insanlığın tek kurtuluşu, tek mutluluğu, Ahiret’te de tek kurtuluş ve ebedi saadet­tir.



[1] İbn Manzûr, Lisânü’l-Arab, XII, s. 289-295; İbn Fâris, Mu’cemu Makâyisi’l-Luğa, III, s. 90; Cevheri, es-Sıhâh, V, s. 1951-1952; Rağıb, Müfredât, s. 421, 423, Cürcânî, Kitâbü’t-Ta’rifât, s. 23, 57.

[2] Bakara, 2/208.

[3] Tin, 95/4.

[4] Teğabün, 64/3.

[5] İsrâ, 17/70.

[6] Hicr, 15/28-30.

[7] Enbiyâ, 21/79. Ayrıca bkz. : Hacc, 22/36; Sâd, 38/18.

[8] Hicr, 15/29.

[9] En’am, 6/51.

[10] İsrâ, 17/33.

[11] Furkân, 25/68.

[12] Nisâ, 4/29-30, 93.

[13] Mâide, 5/32.

[14] Nesâî, Tahrim, 1.

[15] Nesâî, Tahrim, 2.

[16] Buhâri, Diyât 2, Enbiyâ, l’tisâm 15; Müslim, Kasâme 27; Tirmizî, İlim 14; Nesâî, Tahrîm, 1.

[17] Buhâri, Vesâyâ, 23, Hudûd, 44. Tıbb, 48; Müslim îman, 144; Ebû Dâvûd, Vesâyâ, 10.

[18] Nisa, 4/29.

[19] Tirmîzî, Tıbb 7; Nesâî Cenâiz, 68; Ebû Dâvud, Tıbb, 11.

[20] Aclûnî, Keşfû’l-Hafâ, II, s. 326.

[21] En’am, 6/2.

[22] Hicr, 15/26.

[23] Kehf, 18/37.

[24] Tâhâ, 20/55.

[25] Hacc, 22/5.

[26] Mü’minûn, 23/12.

[27] Secde, 32/7.

[28] Fâtır, 35/11.

[29] Saffât, 37/11.

[30] Sâd, 38/71.

[31] Mü’min, 40/67.

[32] Rahman, 55/14.

[33] Fâtır, 35/27-28

[34] el-Heysemî, Mevâridü’z-Zam’ân, I, s. 159.

[35] Hucurât, 49/13.

[36] Ahmed b. Hanbel, 5/411.

[37] Zâriyât, 51/56.

[38] Zâriyât, 51/57.

[39] Hacc, 22/49.

[40] Enbiyâ, 21/107.

[41] Tevbe, 9/128.

[42] Hâşimî, M. Ali, Kur’an’da Resûlüllah, s. 72.

[43] Tevbe, 9/128.

[44] Hâşimî, M. Ali, Kur’an’da Resûlüllah, s. 69-70.

[45] Müslim, Birr, 87.

[46] Âl-i İmrân, 3/164.

[47] Ahzâb, 33/21.

[48] Hacc, 22/21.

[49] Muvatta’, Hüsnü’l-Huluk, 18; Ahmed b. Hanbel, 2/281.

[50] Müslim, Müsâfırîn, 139; Ebû Dâvûd, Tatavvû’, 26; Tirmîzî, Birr, 69; Nesâî, “Kıyâmü’l-Leyl, 2; İbn Mâce, Ahkâm, 14; Dârimî, Salât, 165.

[51] Kalem, 68/4.

[52] Nedvî, Ebu’l-Hasan, Kur’an ve Sünnette ltikal-tbadet ve Güzel Ahlak, s. 119.

[53] Bakara, 2/151.

[54] Buhârî. Edeb, 112; Müslim, Mesâcid, 267; Ebû Dâvûd, Edeb, I; Ahmed b. Hanbel, 3/27, 6/236, 246.

[55] Buhârî, Savm, 53; Müslim, Fezâil, 82; Dârimî, Mukaddime, 10.

[56] Buhârî, Menâkıb, 23, Fezâil-U Ashabi’n-Nebî 27, Edeb, 38-39; Müslim, Fezâil, 68; Tirmizi, Birr, 47; Ahmed b. Hanbel, 2/161, 189, 193, 328, 448.

[57] Nedvî, Ebu’l-Hasan, Kur’an ve Sünnette Itikat-lbadet ve Güzel Ahlak, s. 123.

[58] Aclûnî, Keşfu’l-Hafâ, I, s. 70.

[59] Tirmizi, Birr, 61. Ebû Dâvûd, Edeb, 7; Ahmed 6/442, 446, 448, 451

[60] Tirmizi, Birr 62.

[61] Ebû Dâvûd, Edeb, 7.

[62] Muvatta’, Hüsnü’l-Hııluk, I.

[63] Tirmîzî, Birr, 62; Ebû Dâvûd, Edeb, 7.

[64] Tâhâ, 20/114.

[65] Nisâ, 4/162.

[66] Hacc, 22/54.

[67] Ankebût, 29/43.

[68] Fâtır, 35/28.

[69] Zümer, 39/9.

[70] Mücâdele, 58/11.

[71] Kehf, 16/43.

[72] Enbiyâ, 21/7.

[73] Ebû Davûd, İlim, 1; Tirmizi, İlim 19; İbn Mâce, Mukaddime 17.

[74] Tirmizi, İlim, 2 İbn Mâce, Mukaddime 17.

[75] Tirmizi, İlim, 2.

[76] Ebû Dâvûd, İlim 9; Tirmizi, İlim, 3.

[77] Â’raf, 7/29.

[78] Nahl, 16/90.

[79] Nisâ, 4/58.

[80] Mâide, 5/8.

[81] Nisâ, 4/135.

[82] Şûrâ, 42/15.

[83] Ebû Dâvûd, Akdiyye, 2.

[84] Müslim İmâre, 18; Nesâî, Âdâbu’l-Kudât 1; Ahmet b. Hanbel, 2/160.

[85] Müslim, Cennet 13; Ahmed b. Hanbel, 4/266.

[86] Müslim, Birr, 60; Tirmizi, Kıyamet 2; Ahmed b. Hanbel, 2/235, 301, 332, 411.

[87] Buhâri, İman 5, Rikak 26; Müslim, İman 64-65; Ebû Davûd, Cihat 2; Tirmizi, Kıyamet 52, İman 12.

[88] Buhâri, Enbiya 54, Fazâil-i Ashabi’n-Nebi 18, Hudûd 12; Müslim, Hudûd 8-9; Ebû Davûd, Hudûd 4; Nesâî, Sârik 6; İbn Mâce, Hudûd 6; Dârîmî, Hudûd 5.

[89] Nisâ, 4/168.

[90] Hud, 11/18.

[91] A’raf, 7/44.

[92] Müslim, Birr, 56-57; Ahmed b. Hanbel, 2/92, 106, 136-137.

[93] Müslim, Birr, 55.

[94] Müslim, Birr, 60; Tirmizi, Kıyamet, 2; Ahmed b. Hanbel, 2/302, 334, 372.

[95] Buhârî, Zekat 63, Mezâlim 9, Cihad 56, Meğâzi 60; Müslim, İman 29; Ebû Davûd, Zekat 5; Nesai, Zekat 1, 46; Tirmizi, Birr, 68; İbn Mâce, Zekat, 1; Muvatta’, Da’vetü’l-Mazlum 1; Ahmed b. Hanbel, 1/223, 3/152.

[96] Buhârî, Bed’ü’l-Halk, 2, Mezâlim, 13; Müslim, Müsakât 142.

[97] Buharî, Enbiya 40, Rıfk 6; Müslim, Fedâil, 17, 19; Tirmîzi, Edeb, 82; Ahmed b. Hanbel, 2/244, 312, 540.

[98] Buhârî, Mezâlim, 3, ikrah 7; Müslim, Birr, 32, 58; Ebû Davûd, iman, 7, İmâre, 36, Edeb, 38; Tirmizi, Hudûd, 3, Birr, 18; İbn Mâce, Ticaret, 65, Keffaret, 14.

[99] Ahmed b. Hanbel, 2/165, 219.

[100] Tirmizi, Birr, 15; Ahmed b. Hanbel, 1/257, 2/207.

[101] Tirmizi, Birr, 16; Ebû Davûd, Edeb, 58; Ahmed b. Hanbel, 2/301, 442, 461, 3/529.

[102] Tevbe, 9/128.

[103] Ahzab, 33/6.

[104] Hicr, 15/88.

[105] Kehf, 18/6.

[106] Şuara, 26/3.

[107] Buhârî, Edeb, 27; Müslim, Birr, 66; Ahmed b. Hanbel, 4/270.

[108] Buhârî, İman 7; Müslim, İmarı 71-72; Tirmizi, Kıyamet 59; Nesâî, İman, 19, 33; İbn Mâce, Mukaddime, 19, Cenâiz, 1; Darîmî, lsti’zân, 5, Rikâk, 29; Ahmed b. Hanbel, 1/89.

[109] Müslim, iman, 93; Tirmizi, Sıfatü’l-Kıyamet, 54, İsti’zân 1; Ebû Davûd, Edeb, 131; İbn Mace, Mukaddime, 9, Edeb, 11; Ahmed b. Hanbel, 1/165, 167.

[110] Buhârî, Ezân 36, Zekât 16, Rik’âk 24, Hudûd, 19; Müslim, Zekât, 91; Muvatta’, Şi’r, 14; Tirmizi, Zühd, 53; Nesâî, Kudât, 2.

[111] Müslim, Birr 38; Tirmizi, Zühd 53; Dârîmî, Rifâk 44; Muvatta’, Şi’r 13; Ahmed b Hanbel, 2/237, 238, 370.

[112] el-Münzirî, et-Terğib ve’t-Terhîb, VI., s. 27

[113] Muvatta’, Şi’r 12; Ahmed b. Hanbel, 4/386, 5/229, 237, 239, 247, 328.

[114] Ebû Davûd, Sünnet 2.

[115] Müslim, Birr 79.

[116] Hicr, 15/88.

[117] Âl-i İmrân, 3/159.

[118] Âl-i İmrân, 3/164.

[119] A’raf, 7/199.

[120] Âl-i İmrân, 3/134.

[121] Hûfi, Rasûl ve Ahlâk, 180.

[122] Buhârî, Libâs 18, Edeb 68; İbn Mâce, Menâsik 30, Libâs 1; Ahmed b. Hanbel, 36153, 210, 4/223-224.

[123] Ahmed b. Hanbel, 2/404.

[124] Ebû Davûd 3/25.

[125] Ebû Davûd, Edeb 37.

[126] Ahmed b. Hanbel, 1/195-196, 2/287, 450, 3/148, 238, 258.

[127] Buhârî, Tevhid 2. Edeb 27; Müslim. Fedai 1 66; Tirmizi, Birr 16.

[128] Buhârî: Edeb 76; Müslim Birr 107; Muvatta’, Hüsnü’l-Hulûk 12.

[129] Ebû Dâvûd, Edeb, 4.

[130] Buhârî, Edeb, 76; Tirmizi, Birr, 73; Muvatta’, Hüsnü’l-Hulûk, 11.

[131] Buhârî, Enbiya 54, Istitâbe, 5, Tıbb, 27; Müslim, Cihad, 101, 103; Tirmizi, Tefsir, 10-11; lbn Mâce, Tıbb 15; Ahmed b. Hanbel, 1/31, 33, 3199, 179.

[132] Hûfû, Rasûl ve Ahlâk, 182.

[133] Müslim, Birr, 24, 31; Tirmizi, Birr, 24; İbn Mâce, Dua, 5; Ahmed b. Hanbel, 113, 5, 7.

[134] Tirmizi, Birr, 48.

[135] Ebû Davûd, Edeb, 20; Müslim, Cihad, 6.

[136] Buhârî, Zekat, 10, Menakıb, 25, Edeb 34; Müslim, Zekât, 68; Nesâî, Zekât, 63; Dârimî, Zekat, 24; Ahmed b. Hanbel, 4/256, 258-259.

[137] el-Münzirî, et-Terğib ve’t-Terhîb, V, s. 283.

[138] Buhârî, Cihad, 128, Edeb, 34; Müslim, Zekat, 56; Ahmed b. Hanbel, 2/216, 274.

[139] Tirmizi, Birr, 36.

[140] Müslim. Birr, 144; Ebû Dâvûd, Libâs, 24; Tirmizi, Et’ime, 30; Ahmed b. Hanbel, 3/483, 5/63-64, 173.

[141] Tirmizi, Birr, 57; Ebû Davûd, Edeb, 92.

[142] Ebû Davûd, Edeb, 160.

[143] İbn Kesîr Tefsiru’l-Kur’an’il-Azîm, IV, s. 292.

[144] Buhârî, İlim 18.

[145] el-Burhânfûrî, Kenzü’l-Umman, II, s. 183.

[146] Bakara, 2/187.

[147] Rûm, 30/20-21.

[148] Nisâ, 4/19.

[149] el-Münâvî, Feyziïl-Kadir, II, s. 36; el-Kudaî, Ebû Abdullah, Miisnedu’ş-Şihâb, 1, s. 102; Aclûnî, Keşfu’l-Hafâ, I, s. 401; Şevkânî, Neylü’l-Evtâr, VII, s. 4.

[150] İbn Mâce, Edeb 6; Ahmed b. Hanbel, 2/429.

[151] Müslim Radâ 63; Ahmed b. Hanbel, 2/229.

[152] Ebû Davûd, Sünnet 14; Ahmed b. Hanbel, 2/250, 472, 527, 5/88-89.

[153] Kehf, 18/46.

[154] Buhârî. Edeb 18; Müslim, Fedâil 65; Tirmizi, Birr 12; Ebû Davûd, Edeb, 156.

[155] Müslim, Fedâilü’s-Sahabe 57-59.

[156] Buhârî, Ezan 65, 163; Müslim, Salât 7; Ebû Dâvûd, Salât 123; İbn Mâce, İkâme 49.

[157] Ahmed b. Hanbel, 3/494, 6/467.

[158] Müslim. Mesâcid 9.

[159] Nisâ, 4/2, 6, 10.

[160] En’am. 6/152.

[161] Bakara 2/220.

[162] Duhâ, 93/6, 9.

[163] Nisâ, 4/10.

[164] el-Münzirî, et- Terğib ve’t-Terhib, VII, s. 47.

[165] İbn Mâce, Edeb 6; Ahmed b. Hanbel, 2/429.

[166] Buhâri, Talâk 14, Edeb 24; Tirmizi, Birr 14; Ebû Davûd, Edeb 131.

[167] Tirmizi Birr 14.

[168] Ebû Davûd, Edeb 122; Ahmed b. Hanbel, 2/244, 5/29.

[169] Ahmed b. Hanbel, 5/250.

[170] Ahmed b. Hanbel, 2/263, 387.

[171] Buhârî, Zebâih 25; Müslim, Sayd 59-60; Ahmed b. Hanbel, 1/297, 338, 2/13, 43, 60, 86.

[172] el-Burhânfûrî, Kenzü’l-Ummâl, V, s. 15.

[173] Buhârî, Zebâih 25; Müslim, Sayd 58; Edâhâ 12; Dahâyâ, 41; İbn Mâce, Zebâih 10; Ahmed b. Hanbel, 2/94, 338,2/13,43,60

[174] Buhârî, Cihad 152, Bed’ü’l-Halk 14; Müslim, Selâm 148; Ebu Davûd, Edeb 176; Nesâî, Sayd 38.

[175] Buhâri, Meğâzî 37, Deâvâ! 35; Müslim, Hayz 79, Cihad 131-132; Ebü Davûd, Taharet 120, Cihad 44; Darîmî, Vudu‘ 72; Ahmed b. Hanbel, 1/297.

[176] Ebû Dâvud, Cihâd, 112, Edeb, 164.

[177] Müslim, Birr, 79.

[178] Hakim, el-Müstedrek, IV, s. 257; el-Hâfız, et-Terğib ve’t-Terhib, IV, s. 469.

[179] Müslim, Tevbe, 155.

[180] Buhârî, Enbiya, 54, Bed’ü’l-Halk 17; Müslim, Selâm, 151-152, Birr, 133-134; Ahmed b. Hanbel, 2/286, 424, 519,3/325.

[181] Buhârî, Hars 1, Edeb, 27; Müslim, Müsâkât, 12; Tirmizi, Ahkâm, 40.

[182] Ebû Davûd, Cihad, 48.

[183] Yâsîn, 36/33-35

[184] Buharî, Hars 1, Edeb 27; Müslim, Müsâkât 12; Tirmizi, Ahkâm 40.

[185] Ahmed b. Hanbel, 5/415.

[186] Buhârî, Mezâlim 28, Cemaat 32; Müslim, Birr 128, İmâret 163; Muvatt’a, Salâtü’l-Cemaat 6; Tirmizi, Birr 38; Ebû Davûd, Edeb 172.

[187] Müslim, Mesâcid 58.

[188] Müslim, Taharet 68; Ebû Davûd, Taharet 14; lbn Mâce, Taharet 21; Ahmed b. Hanbel, 2/277.

[189] Hucurat, 49/13.

[190] Bakara, 2/208.

[191] Nisâ, 4/128.

[192] Furkân, 25/63.

[193] Nisa 4/86.

[194] Buhârî İman 6, 20 tsti’zân, 9. Müslim. İman, 63; Ebû Davûd, Edeb, 131; Nesâî, İman, 12; İbn Mâce, Et’ıme 1; Ahmed b. Hanbel, 2/169.

[195] Tirmizi, Et’ıme 45, Kıyamet 42; İbn Mâce, Etı’me 1, İkâme 174; Ebû Davûd, Et’ıme 39, Salât 156, İsti’zân 4; Ahmed b. Hanbel, 2/156, 170, 196, 5/451.

[196] Müslim, iman 93; Tirmizi, Sıfatü’l-Kıyamet 54, İsti’zân 1; Ebû Davûd, Edeb 131; Ibn Mâce, Mukaddime 9, Edeb 11; Ahmed b. Hanbel, 1/165, 167.

[197] Buhârî, Cenâiz 2; Müslim, Selâm 4-6; İbn Mâce, Cenâiz 1.

[198] Tirmizi, Et’ıme 45, Kıyamet 42; İbn Mâce, İkamet 174, Etı’me 1, Edeb 11; Darimî, Salât 156.

[199] Ebû Davûd, Edeb 7; Tirmizi, Birr 58; İbn Mâce, Mukaddime 7.

[200] Al-i İmrân, 3/103.

[201] Lokman, 31/22.

[202] Hucurât, 49/10.

[203] Al-i İmrân, 3/103.

[204] Feth, 48/29.

[205] Haşr, 59/9.

[206] Nisa, 4/36.

[207] Buhârî, Edeb 28; Müslim, Birr 140-141; Tirmizi, Birr 28; Ebû Davûd, Edeb 123; İbn Mâce, Edeb 4; Ahmed b. Hanbel, 2/85, 160.

[208] Buhârî, Edeb 29; Müslim, İman 73; Tirmizi, Kıyamet 60; Ahmed b. Hanbel, 1/287-288, 2/288, 336, 3/373.

[209] Buhârî, Edeb 31; Müslim, İman 74, 76-77; Ibn Mace, Edeb 4; Darîmî Et’ıme 11; Muvatta’, Sıfatü’n-Nebi 33; Ahmed b. Hanbel, 3/174, 267, 433, 463, 5/24

[210] el-Heysemî, Mecmau’z-Zevâid, VIII, s. 167.

[211] Müslim, Birr 142-143; Dârîmî, Et’ıme 37; Tirmizi, Et’ıme 30.

[212] Enfâl, 8/61.

[213] Nisâ, 4/90.

[214] Nisâ, 4/128.

[215] Enfâl, 8/1.

[216] Hûd, 11/88.

[217] Hucurat. 49/9-10.

[218] Bakara, 2/224.

[219] Buhârî, Sulh 2; Müslim, Birr 101; Ahmed b. Hanbel, 6/403-404.

[220] Buhârî, Edeb 57, 62, Ist’izân 9; Müslim, Birr 23, 25-26; Ebû Dâvûd, Edeb, 47; Tirmizi 21, 24; İbn Mâce, Mukaddime, 7; Ahmed b. Hanbel. 1/176. 183.

[221] Ahmed b. Hanbel. 2/292. 4/220.

[222] Müslim, Birr 35-36; Ebû Dâvûd, Savm 59; Tirmizi, Savm 43; Darımî, Savm 41; Muvatta’, Hüsnü’l-Hulûk 18; Ahmed b. Hanbel. 2/268.