Makale

Tanışma ve Bilişmenin Barışa Katkıları

Tanışma ve Bilişmenin Barışa Katkıları
Ahmet Koç Tatlıcak Beldesi Oğuzlar Mah. Camii İmam-Hatibi

Bir ilişkiden söz edebilmemiz için doğal olarak birbirimizi tanımamız gerekir. Bu nedenle ilişkilerimizi kuracağımız köprünün temeline hoşgörü, sevgi, saygı ve yaratandan dolayı yaratılanı sevme harcını koymalıyız. O hâlde insani ilişkilerimizi gerçek anlamda nasıl canlandırabilir ya da var olan ilişkilerimizi nasıl daha anlamlı kılabiliriz? Bu sorunun cevabı kültürümüzde saklıdır. Tarih boyunca insanımız insani ilişkilerde iyi davranmanın ilahî bir emir olduğu (Nisa, 36.) bilinciyle, din ve mezhep ayrımı yapmaksızın yakın ve uzak komşularla nasıl iyi ilişkiler kurulabileceğinin örneklerini sergilemiştir. O örneklerin yeniden yaygınlaşması, o insanların davranışlarına yön veren değerlerin anlaşılıp yaşatılmasına bağlıdır.
İnsanların farklı dil, ırk ve milletler hâlinde yaratılmış olması ayrışmanın değil, birbirleri ile tanışmanın ve kaynaşmanın nedeni olarak algılanmalıdır. Çünkü toplumların ve milletlerin karşılıklı iyi niyet ve hoşgörülü davranışları; sosyal hayata barış, huzur, güven ve katma değer olarak yansıyacaktır. Bu yaklaşım tarzı, zamanla milletler arası ilişkileri ve dünya barışını da olumlu etkileyecektir. Bu nedenle milletlerin birbirlerine karşı ikili ilişkileri ve davranışları önem arz etmektedir. Ne var ki modern çağımızda bile, bazen kişinin hayat hakkı ve sosyal güvencesi en çok kendi cinsi tarafından tehdit edilmektedir. Nimetlerin ve hakların paylaşımında da yine egoizm duygusu ve şiddet rol oynamaktadır. Daha da tehlikelisi, makam, mevki ve üstünlük duygusu şahsi çıkarlara alet edilmektedir. İktidar ve güç dengesi uğruna savaş ve şiddet bir araç olarak görülmektedir. Sonuçta barış adına kadın, çocuk, yaşlı ve sivil ayrımı yapılmadan nice aile ve insan hayatı sona erdirilmektedir. Doğrusu bu tür çelişkilerin sıkça yaşandığı bu dünyada güvenlik antlaşmalarından, insan haklarından, ülke ve dünya barışından, milletler arası komşuluk ve iyi ilişkilerin geliştirilmesinden söz etmek çok inandırıcı gelmiyor. Fakat bu olumsuz olaylara işaret ederken karamsar bir tablo sergilemenin de doğru olmadığını düşünüyoruz. Tersine, insanlar, istedikleri takdirde sosyal ilişkilerini daha iyi şartlarda sürdürebilirler. Çünkü zorluklar, yanlışlıklar ve haksızlıklar sürekli değildir. Her yokuşun bir inişi, her gecenin bir sabahı, her darlığın da bir genişliği ve rahatlığı vardır. Yeter ki olayların üzerine inanç, azim, sabır ve kararlılıkla gidilsin.
Esasen Kur’an-ı Kerim insanların asıllarının bir olduğunu haber vermektedir. “Ey insanlar! Şüphe yok ki biz sizi bir erkek ve bir dişiden yarattık ve birbirinizi tanımanız için sizi boylara ve kabilelere ayırdık. Allah katında en değerli olanınız O’na karşı gelmekten en çok sakınanızdır.” (Hucurat, 49/13.) Görüldüğü gibi insanlar, boylar, gruplar ve milletler hâlinde farklı yaratılmışlardır. Bu farklılık onların siyasi, kültürel, biyolojik, coğrafi vb. özelliklerine de yansımaktadır. Onlara bu özelliklere bağlı olarak ayrı kimlik sahibi olma ve bu kimlikle tanınma imkânı sağlanmıştır. Nitekim Kur’an’da farklı yaratılmaktan dolayı “Kimlik edinme ve bu kimlikle tanınma ve tanışma” hikmetine onay verilmektedir. Ancak, farklı sosyal ve etnik gruplara mensup olmanın üstünlük vesilesi olarak kullanılması doğru değildir. (Kur’an Yolu Türkçe Meal ve Tefsiri, V, 49.) Buna göre ayetin ortaya koyduğu insanlık değeri ile milletler arası ilişkiyi şöyle özetlemek mümkündür: Bütün insanlar bir tek erkek (Âdem a.s.) ile bir kadından (Havva) yaratılmış, bunların birbirlerine eş olmalarından sonra doğum yoluyla insanlık vücuda gelmiş, üremiş ve çoğalmıştır. O hâlde bütün insanların aslı birdir. Hem kök hem biyolojik temel özellikleri aynıdır. Aralarında bir üstünlük ve aşağılık söz konusu olamaz. Her grup kendi aralarında birleşme ve dayanışma hakkına sahiptir. Ancak bu hakkı başka bir ferdin veya grubun aleyhine kullanamaz. Kur’an’da Allah katında en üstün olanların, O’nun buyruklarına en çok bağlanan, hata ve yanlışlara düşmekten sakınan kimseler olduğu açıklanmıştır. Ne var ki tarihin her döneminde insanlardan eşitlik ilkesini, faziletin soyda ve malda değil ahlakta olduğu prensibini sindirmekte zorlananlar olmuştur. Aslında bu mesaj, Peygamberimizin Veda Hutbesi’nde şöyle açıklanmıştır: “Ey insanlar! Şunu iyi biliniz ki Rabbiniz birdir, Arap’ın başka ırka, başka ırkın Arap’a, beyazın siyaha, siyahın beyaza, dindarlık ve ahlak üstünlüğü dışında bir üstünlüğü yoktur…” (Müsned, 411.) Nitekim 1789 yılında gerçekleşen Fransız İhtilalinin 17 maddelik beyannamesi ile 1948 yılında kurulan Birleşmiş Milletler Teşkilatının Paris Kongresinde imza altına alınan 30 maddelik “İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi” hükümleri de benzer konuları içermektedir.
İnsanlık ailesinin bütün üyeleri, çağın nimetlerinden ve evrensel değerlerinden yararlanmaya layıktır. Topluluklar arasında düşünce ayrılıklarının olması Allah’ın yasası gereğidir. “Rabbin dileseydi insanları (aynı inanca bağlı) tek bir ümmet yapardı. Fakat Rabbinin merhamet ettikleri müstesna onlar ihtilafa devam edecektir.” (Hud, 11/118.) Gerçekten insanlar zekâ, düşünce ve yetenek bakımından farklı yaratılmışlardır. Ancak aralarında düşünce ayrılıklarının olması, düşmanlığa değil; aksine, onları rekabete ve ilerlemeye sevk etmelidir. Çağımızda bütün milletler, iletişim teknolojisi sayesinde birbirlerini daha yakından izleme ve tanıma imkânına sahiptirler. İstendiği takdirde ırk, dil, bölge ayrımı gözetilmeden her türlü sosyal yardımlaşma ve dayanışma imkânları devreye konulabilir. Samimi komşuluk ilişkileri geliştirilerek her türlü haksızlığın ve yanlışlığın üzerine gidilebilir. Açlık çeken ve beslenme imkânı olmayan bütün bölgelere yardımcı olunabilir. Sağlık ve eğitim yardımları gönderilebilir. İşte insanlık ve komşuluk adına din adamlarına, basın ve yayın kuruluşlarına görevler düşmektedir. Unutmayalım ki bütün insanlar aynı kökten, aynı atadan gelen ve aynı gemide bulunan kardeş ve akraba topluluklarıdır. Asıl görevleri adaleti gözetleyerek, hayırda ve iyilikte yardımlaşmaktır. Yoksa ötekine haksızlık etmek, kin ve düşmanlıkta birleşmek ve haddi aşmak değil.
Mevlana’nın toplumsal barışa yönelik evrensel çağrısına göre; “Buluştur, birleştir, ayrılık yoluna ayak basma!”
Toplum hâlinde yaşamak, farklılıkların bir arada yaşaması demek olduğuna göre, barış içinde yaşamakta insan toplumları için ideal bir hedef olmalıdır. Farklılıklara karşı saygılı ve hoşgörülü olmak, farklı özellikleri olanları ötekileştirerek ayırmak değil, benzer yönleri dikkate alarak birleştirmek, buluşturmak daha doğru ve daha bilgece bir tutum olsa gerek.
Günümüzün her geçen gün daha çok kültürlü, çok dilli ve çok dinli hâle gelen toplumlarında, tolere edilebilir farklılıklara saygı ve hoşgörü ile yaklaşabilme özelliğini kazanmak, bu zamana kadar olduğundan daha büyük bir önem arz etmektedir.