Makale

KUR’AN’A GÖRE AİLENİN PSİKOLOJİK TEMELLERİ

KUR’AN’A GÖRE AİLENİN PSİKOLOJİK TEMELLERİ

Doç. Dr. Celal KIRCA
E.U. İlahiyat Fak. öğ. Üyesi

GİRİŞ

Sınırlarını ve kapsamını kesinlikle belirleme imkânı çok zor olan bi­limlerin ’başında, sosyal ve beşerî bi­limler gelmektedir. Psikoloji, Antro­poloji, Ekonomi, Eğitim, Teoloji ve Felsefe bu bilimlerin başlıcalarıdır, Her bilgi veya her bilim, en az o bili­mi yapan açısından İnsanla ilgili ol­duğu halde, insana alt her bilginin pozitif bir değere sahip olduğu da söylenemez, insanın niçin yaratıldı­ğı, hayatın anlamı, mutlak iyi veya mutlak kötünün ne olduğu, ilmi usul­lerle cevaplandırılması mümkün ol­mayan konular arasındadır(1). Bu ko­nulardaki bilgiyi, bize bilim değil, din vermektedir.

Sosyal ve beşeri bilimler, pozitif bilimler gibi zihnin belli olaylara a­dapte olması ve bilinen metotların kullanılmasıyla kurulmuştur. Bilinen bu met odlar ise, gözlem ve deneydir ve bu yollarla genellemeye veya çö­zümlemeye gitmektir, İlmî şüphe, a­raştırmanın .başlangıç noktasını teş­kil eder(2). Soğukkanlılık, peşin hü­kümlerden uzak durma ve tarafsız­lık, ilmî anlayışın ilk ve zorunlu şart­ları olmakla birlikte, Biyoloji ‘de uy­gulanan bir kuramın, evrim (evolu­tion) kuramının sosyal ve beşerî i­limlerde uygulanması (3), aile konu­sunda iki farklı görüşün ortaya çık­masına sebep olmuştur. Evrim teori­sine göre, kainatta her şey, basitten mükemmele doğru gitmektedir. En ileri ve en yüksek psikolojik, sosyo­lojik, ekonomik, tarihi ve dini ku­rumlar, en itidal şekilden başlayarak bugünkü karmaşık ve kompleks yapı­şma kavuşmuştur. Aile kurumu da bu genel kurala tabidir ve insanlık tarihinin ilk dönemi vahşettir ve iptidailiktir, zamanla olgunlaşma ve mükemmelleşmeye ulaşılmıştır, özel­likle 19. yüzyılın son yarısında çok tu­tunan. bu kuram, adeta diğer fikir ve düşüncelere karşı bir fikir istilasın­da bulunmuştur. Etkisi 20. yüzyılın son yansında da devam etmektedir. Bu etkinin tesidiyledir ki, biri sosyal bilimcilere, diğeri de din bilimcileri, ne ait olmak üzere iki görüş ortaya çıkmıştır. Sosyal bilimcilerin aile ko­nusundaki görüşlerini bir tarafa bı­rakarak, dinin bu konudaki görüşünü ve ailenin psikolojik temellerini açık­lamak istiyoruz.

1. TARİHİ SEYRİ İÇİNDE KUR’AN’DA AİLE

Kur’an a göre aile, İnsanlar ta­rafından kurulan ilk sosyal kurum­dur. Zira karı-koca ve çocuklardan müteşekkil bir aile örneğini, ilk defa ilk insan Hz, Adem, eşi Havva ve çocuklarında görmekteyiz, Kur’an’da müstakil bir aile kavramı bulunma­makla birlikte, aile mefhumunun "zevç” kavramı İle ifade edildiğini görmekteyiz. Bilindiği gibi zevç, ka­rı-koca ve çift anlamlarına gelmekle­dir. Bu anlamlarda Kur’an’da zevç, on yedi; çoğulu olan "ezvac” ise, elli iki defa geçmektedir. Bu sayıya türevle­ri dahil değildir.

Kur’an-ı Kerim’de ilk aile kuru­mu ve ilk kurucuları ile ilgili olarak şu bilgiler verilmektedir :

“O, sizi bir tek nefisten yarattı. Gönlü ısınsın diye ondan eşini var etti. Eşini sarıp örtünce (eşiyle bir- leşince) eşi, hafif bir yük yüklendi. Onu gezdirdi. Yükü ağırlaşınca iki­si beraber, Rab’leri Allah’a dua etti­ler. Eğer bize iyi, güzel bir çocuk ve­rirsen şükredenlerden olacağız, dedi­ler” (A’raf, 7/189)

“Ey insanlar, sizi bir tek nefis­ten yaratan ve O’ndan eşini yaratıp ikisinden bir çok erkekler ve kadın­lar üreteli Rabbinizden korkun” (Nisa, 4/l)

“Sizi bir tek candan yarattı. Son­ra O’ndan eşini meydana getirdi ve sisin için davarlardan sekiz çift indir­di” (Zümer, 39/6)

Bu ayetlerden öğreniyoruz ki, ilk insan Hz. Adem ile eşi Havva birleşerek bir aile oluşturmuşlardır. Yeryüzünün bu ilk çifti, çocuklara sahip olmuş ve bilinen ilk çekirdek aileyi meydana getirmişlerdir. Ço­cuklarının sayısı hakkında Kur’an’da kesin bir bilgi mevcut değildir. Ancak “Onlara Adem’in iki oğlunu, gerçek bir kıssa olarak oku ; Hani her biri birer kurban sunmuşlardı, kurban bi­rinden kabul edilmiş, ötekinden e­dilmemişti. (Kurbanı kabul edilme­yen kabul edilene) Seni öldüreceğim demişti. O da, Allah sadece azabın­dan korunanlardan kabul eder, de­di” (Maide, 5/27) ayetinden anlıyo­ruz ki, Hz. Adem’in en az iki erkek evladı mevcuttur. Bu da bilindiği ti­ze re Habil ile Kabil’dir. Kur’an dışındaki kaynaklar ise, Hz. Adem’in go­cuklarının sayısını daha çok olarak zikretmektedir. Fakat Kur’an’daki bilgi, ilk çekirdek ailenin ana-baba ve iki çocuktan teşekkül ettiğini gös­termektedir.

Kur’an-i Kerim’de zikredilen bu ilk çekirdek ailenin dışında, Hz. Nuh ve Hz. Lut’un hanımlarından da söz edilmekte ve "Allah, inkar edenlere Nuh’un karısı ile Lût’un karısını mi­sal verdi. Bu ikisi, kullarımızdan iki salih kulun nikahı altında İdiler, on­lara hıyanet ettiler," (Tahrim, 66/10) denilmektedir. Bu ayet, karı-koca a­rasında bir çok yönden uyum mevcut olsa da, inanç yönünden bir uyumun bulunmadığını göstermektedir. Bu konunun bir darp-ı mesel olarak su­nulması da dikkat çekicidir. Zira her darp-i mesel ’de olduğu gibi, burada da farklı yorumların ve bakış açılarının olması gayet tabiîdir. Bu, fikir ve inanç yönünden uyum içinde olmayan aileye bir teselli olabileceği gibi, baş­langıçta uyum içinde olunsa ¡bile za­manla fikir ve düşünce ayrılıklarına düşüle bilineceğini de ifade etmektedir,

Kur’an-i Kerim’de özellikle Hz, İbrahim ve iki eşi hakkında da yeterli bilgi verilmektedir. Hz. İbrahim’in ilk eşinin çocuğu olmaması nedeniy­le, kocasının ikinci evliliğine müsaa­de etmesi, çocuk özleminin kıskanç­lıktan daha güçlü bir duygu olduğu­nu göstermektedir. Bununla birlik­te ikinci eşin bir çocuğa sahip oldu­ğunda ise, kıskançlığın etkin bir duy­gu haline geldiğini anlıyoruz. Nite­kim Hz. İbrahim’in ilk eşi olan Sare’nin ihtiyarladığı halde bir çocuğu olmamıştır. Bunun üzerine cariyesi Hacer ile kocası Hz. İbrahim’in evlen­mesine müsaade etmiştir. Ancak Hacer’den İsmail dünyaya geldikten son­ra, Allah Teala’nın Sare’ye bir çocuk müjdelemesi (Hûd, 11/71-73) ve so­nunda İshak’ın doğması, Sare’nin ka­dınlık duygularını tahrik etmiş ve Ha­cer ile oğlu İsmail’in yanından uzak­laştırmasını kocasından isteyecek ka­dar ileri gitmesine sebep olmuştur. Hz. İbrahim ve eşiyle ilgili bu olay bize, ailede kadının etkinliğini ve gü­cünü gösterdiği gibi, kıskançlığın acı sonunu da göstermektedir.

Eş seçiminde Kur’an’ın verdiği en güzel Örneklerden biri ise, Hz. Mu­sa’nın Hz, Şuayb’ın kızlarından biriy­le olan evliliği olayıdır, Kur’an’ın be­yanına göre, Hz, Musa Mısır’dan çık­tıktan sonra Medyen suyunun başı­na gelmiş ve orada davarlarını sula­yan bir grup insanın yanında, koyan­larını sulamak üzere bekleyen iki kız görmüştür. Hz. Musa bu iki kızın koyunlarını sulamış ve daha sonra Hz. Şuayb’la konuşarak kızından birisini eş olarak seçmiştir. Bu olayı anlatan Kur’ân ayetleri ise şöyledir : “Med­yen suyuna varınca o, kuyunun ba­şında bir çok insanların hayvanlarını suladıklarını gördü. Onların gerisin­de de, diğerlerinin hayvanlarına ka­rışmasın diye hayvanlarını men eden iki kız buldu. (Hz. Musa) işiniz ne­dir? (Niçin hayvanları suya bırak­mıyorsunuz?” dedi. Dediler ki : Ço­banlar sulayıp çekilmeden biz, onlar­ın İçine sokulup hayvanlarımızı sula­mayız. Babamız büyük bir ihtiyardır. Hemen Musa, onlarınkini de suladı. Sonra gölgeye çekildi. Rabbim dedi, doğrusu bana İndireceğin her hayra muhtacım. Derken o iki kızdan biri, utana utana yürüyerek ona geldi : Babam seni çağırıyor, bizim için hay­vanları sulamanın ücretini verecek, dedi. Musa kızların babalarına gelip, bağından geçen hikayeyi anlatınca o korkma o zalim kavimden kurtul­dun dedi. O kızlardan biri, babacığım dedi : Bunu çoban tut. Çünkü ücretle tutulanların en hayırlısı budur. Hem güçlü ve güvenilir adamdır. Kızların babası Musa’ya dedi ki : bana sekiz yıl hizmet etmen şartıyla şu iki kızım­dan birini sana nikahlamak istiyo­rum. Eğer bu süreyi on yıla tamam­larsan, artık o senin tarafından bir İyilik olacaktır. Ben sana zahmet vermek istemem, inşallah beni iyiler­den bulacaksın” (Kasas, 26/23)

Hz. Musa, Hz. Şuayb’ın kızlarıy­la konuşmuştur. Kızlar da iffet ve o­nurunu koruyarak Hz. Musa ile ko­nuşmuştur. Hz. Şuayb, Hz. Musa’ya kızlarından birini vermek için Hz,. Musa’ya teklif de bulunmuş ve Hz. Musa’da bunu kabul etmiştir. Bundan da anlıyoruz ki, bir kız babası, damat adayına kızım vermek İçin teklif de bulunabilir. Yani teklif etme önceliği sadece erkeklere ait değil, kız baba­sına da ait olabilir. Her ne kadar ör­fümüzde bu uygulanmıyorsa da, bu­nun dinî açıdan bir sakıncası olma­dığını anlıyoruz. Yine ayetlerin muh­tevasından anlıyoruz ki, şer’i ölçülerinde bir kız ile bir erkeğin konuş­masında hiç bir sakınca mevcut de­ğildir. Nitekim Hz. Musa, Hz. Şuayb’- ın evlilik teklifinden önce kızlarıyla konuşmuştur, Kur’ân, bize bunu an­latmaktadır. Ne üslubunda, ne de muhtevasında yasaklayıcı hiç bir ifa­de mevcut değildir. Tam aksine bu olayı tabiî seyri içinde aktarmaktadır.

Ayette dikkat edilecek noktalar­dan biri de, Hz. Şuayb’ın kızımı sana nikahlamak istiyorum, ifadesidir. Evlilikte esas olan akittir. Bu da ni­kahla gerçekleşir. Zira nikah, cinsî dürtünün meşru yoldan tatminini sağlayan tek yoldur.

Kadın-erkek ilişkisi ile ilgili ola­rak Hz. Yusuf ve Mısır vezirinin ha­nımı arasında geçen olay, İslam alim­leri tarafından örnek alınacak bir hadise olarak gösterilirken; Hz. Sü­leyman’la Belkıs arasında geçen o­layın boyutları üzerinde pek durulma­mıştır, Halbuki Hz. Yusuf kıssasın­da anlatılan olayın boyutları ile, Hz. Süleyman ile Belkıs arasında geçen olayın boyutları birbirini tamamlaya­cak ve bir bütünlük arz edecek ma­hiyettedir. Belki de bunun sebebi Hz. Yusuf un kıssasının anlatıldığı sure­ye "Ahsenu’l Kasas” adı verilmiş ol­masındandır. Ama ne olursa olsun, bir konu ele alındığında, bu konuya Kur’an’ın bütünlüğü içinde bakmak gerekmektedir.

Karı-koca ilişkisi açısından Kur’- ân’ da zikredilen dikkate değer bir örnek ise, Firavun ile hanımı Asiye’nin evliliğidir. Hz. Nuh ve Hz. Lût’un tam tersine, Firavun inanmayan, Asi­ye ise, inanan bir kişi olarak evlilik kurumunu yürütmüşlerdir. “Allah I­n an anlara da, Firavun karısını mi­sal gösterdi : Rabbim bana yanında cennetin içinde bir ev yap, beni Firavun dan ve onun kötü işinden kurtar. Ve beni şu zalimler topluluğundan kurtar” (Tahrim, 66/11) ayeti, bu evliliği ve sonuçlarını açıklamakta­dır. Bu olayın örnek olarak zikredil­mesinin hiç şüphesiz bir çok hikmet­leri mevcuttur. Ailenin yapısı açısın­dan bize örnek olacak yönü, Hz. Nuh ve Hz. Lût’un tam tersine bu defa ailede kocanın kötü ve inkarcı, hanı­mın ise, inanan bir kişi olduğudur.

Hz. Zekeriya ve eşi İle ilgili aile içi konu İse, çocuktur. Şu ayetler çocuksuzluğun sıkıntısını dile getirmekte ve Hz. Zekeriya’nın dilinden bu durumu bize nakletmektedir :

"Rabbim, bende kemik gevşedi, baş ihtiyarlık aleviyle tutuştu, Rabbim sana dua ile hiç bir zaman baht­sız olamadım, demişti. Doğrusu ben arkamdan yerime geçecek yakınla­rımın iyi hareket etmeyeceklerinden korktum, karım da kısır. Ne olur ka­tından bana yerime geçecek bir veli lütfet ki, o bana ve Yakup oğullar m a mirasçı olsun. Rabbim, onu beğendi­ğin bir insan yap. Ey Zekeriya biz sana bir oğul müjdeleriz. Adı Yah­ya’dır. Daha önce ona hiç kimseyi a- da§ yapmadık” (Meryem, 19/4-7)

Aile konusunda Hz, Peygamber’- in evlilik hayatı, bir çok konuda ör­nek alınacak hususları kapsamakta­dır. Bu nedenle Kur’an’da Hz. Pey­gamberin evlilik hayatı ile ilgili ola­rak pek çok bilgi verilmektedir. Ha­nımları ile olan ilişkilerinin yanında özellikle ilk olayı (Nur, 24/11-20) Müslümanlar için ibretlerle doludur.

İlk insan ve ilk Peygamber’den son Peygamber Hz. Muhammed’e ka­dar geçen pek çok Peygamber’in ai­lesinin ve aile içi sorunlarla ilgili bil­gilerin Kur’an’da yer alması, bu ku­rumun; zamanla gelişmiş bir kurum olmadığını, tam aksine insanlığın ilk başlangıcından bugüne kadar devam eden ve değişmeyen bir kurum oldu­ğunu göstermektedir. Muhtelif çağ­larda yaşayan peygamberlerin ha­yatları ile ilgili Kur’an’da yer alan bilgiler arasında aile kuramlarından da söz edilmesi, her çağda hu kurum­un mevcut olduğunu açıklamaktadır, tik çekirdek ailede zamanla bazı de­ğişiklikler ortaya çıkmış ve aile fert­lerinde bir genişleme olmuş ise de, aile kurumunun temelini oluşturan ve ona hukukilik kazandıran nikaha dayalı düzende bir değişiklik olma­mıştır. Hz. Şuayb’ın diliyle ifade edi­len nikahlanma olayı ile Hz. Muhammedin getirdiği sistemdeki nikah­lanma olayı arasında hiç bir mahi­yet farta, mevcut değildir. Her iki Peygamber’in getirdiği sistemdeki kavram aynıdır. O da nikahtır. Hz. Şuayb’ın Kur’an’da yer alan ifadesi bu açıdan çok önemlidir. Çünkü O’nun yaşadığı dönemde nikahın bilindiğini ve uygulandığını göstermektedir, ...

2. KUR’AN’A GÖRE AİLENİN PSİKOLOJİK TEMELLERİ

Aile, toplumun ilk yapı taşı ve sosyal bir kurum olmasına rağmen, bir takım sosyolojik, iktisadi, huku­kî ve psikolojik temellere dayanmak­tadır, Onu güçlü kılan da hiç şüphesiz bu temellerin çeşitliliği ve sağlamcılığıdır. Bu temeller içinde en Önem­lisi ve en etkin olanı ise psikolojik olanıdır. Çünkü bu psikolojik temel­ler, insanın fıtrî yapısıyla ilgilidir. Bu nedenle ailede önemli olan insan­dır ve insanın psikolojik yapısıdır.

Aile, cinsiyet farkı olan iki kişi­nin hayatlarını ömür boyu birleştirmek üzere kurdukları bir kurumdur. Bu nedenle ailenin en önemli unsuru, karı-kocadır. Karı-kocayı bir araya getiren ve onları bir aile çatısı altın­da birleştiren ve motive eden şey ise fıtrî temayülleri ve arzularıdır. Bu fıtrî temayüller ve arzular ise insan­da, ihtiyaç konusunu ortaya çıkar­makta ve böylece farklı iki cins, belli İhtiyaçlarım gidermek için birbirine muhtaç olmaktadır. Ancak burada devreye din kurallar girerek, bu ihti­yacın nasıl ve ne şekilde giderileceği konusunda müdahalede ve yönlendir­mede bulunmaktadır. Yani insan, ar­zu ve isteklerini karşılarken tam an­lamıyla serbest bulunmamakta, bila­kis ban kural ve kaidelere bağımlı olmaktadır. Zaten insanı diğer canlı­lardan ayıran özelliklerden biri de, kural ve kaidelere bağımlı oluşudur. Bu sebeple insan din, diğer ifa­de ile insan Kur’an İlişkisine ve bu konuda Kur’an’ın açıklamalarına ku­lak vermek zorundayız. Çünkü insanı yaratan İlahî kudret İle, ona yol göstermek için gelen Kur’an’ın kaynağı tektir, İnsanı yaratan ilahi güç; o­nun nasıl bir varlık olduğunu, temayüllerini, arzularını, duygularını, ve ihtiyaçlarını daha iyi bilmektedir. Gerçi insan da, Allah’ımı kendisine verdiği amirli bir irade ve akıl gü­cüyle, kendisini tanımaya çalışmak­tadır, Ancak bu tanıma sınırlı kal­makta ve yeterli olmamaktadır. Al­exis Carrel’in ifadesiyle insan, meçhullüğünü korumaktadır. Bununla birlikte bu meçhul varlığın önü ta­mamen kapalı değildir. Allah’ın bil­gisine göre, insanın bilgisi az olsa da (Isra, 17/85) yine de insan, kendi sı­nırlarını çözmeye çalışmalıdır. Bunu yaparken bir yandan, bilgi vasıtalılarından olan gözlem ve deneyi kul­lanırken, diğer yandan da vahiy yoluyla kendisine verilen bilgileri kul­lanmalıdır.

Psikoloji, metodu gereği sadece gözlem ve deneyi kullanmaktadır. Fa­kat bu ’bilgi, yukarıda da belirttiğimiz gibi, sınırlı kalmakta ve yeterli ol­mamaktadır. Bu eksikliği tamamla­mak için vahye müracaat edip Al­lah’ın verdiği bilgileri de öğrenmek böylece bu İlahî bilgilerle psikoloji­nin verdiği bilgileri birleştirmek ve bir senteze tabi tutmak zorundayız. Bunu yaptığımız zaman, daha doğru ve daha sağlıklı bir bilgiye kavuş­muş oluruz. Bunun içindir ki ailenin psikolojik temellerini araştırırken, Kur’an’a müracaat etme ihtiyacını hissettik.

Bir başka yaklaşımla ifade ede­cek olursak, Kur’an’ın muhatabı in­sandır. Bu anlamda insan, merkezdir. Bu yaklaşıma göre insan, din için de­ğil, din insanlar için gönderilmiştir. Zira dinin görevi, İnsana yol göster­mek ve kılavuzluk etmektir. Nitekim bu hususu açıklayan bir ayette "Biz emaneti, göklere, yere ve dağlara sunduk, onu yüklenmekten kaçındı­lar. O’nun sorumluluğundan korktu­lar. Fakat onu insan yüklendi” (Ahzab, 33/72) denilmektedir. Ayette geçen emanetten maksat, insanlarda mevcut olan akıl ve düşünme yetene­ğidir. Bu ise insana sorumluluk yük­lemektedir, Çünkü ayet bize, dinin muhatabının insan olduğunu açıkla­maktadır. Zaten realite de bunu gös­termektedir, insan ve cinin dışında hiç bir varlık din ve dinî kurallarla muhatap değildir. Buna göre din-insan ilişkisinde esas olan insandır. Kur’ân ise, insanın bütün problemlerini çö­zecek ve ona. yol gösterecek ilkeleri ve kuralları ihtiva etmektedir, “Yer yüzünde yaş ve kuru, istisnasız her şey apaçık bir kitaptadır” (Enam, 6/ 59), "Biz kitapta, hiç bir şeyi ihmal etmedik” (Enam, 6/38) ve “Biz sana her şeyi açıklayıcı kitabı indirdik” (Nahl, 161/89) ayetleri, bu hususu açıklanmaktadır. Çünkü Kur’an’ın gö­revi, insanların ihtiyaçlarım gider­mek için onlara yol göstermektedir. Aileyi oluşturan psikolojik temeller konusunda da Kur’ân, yol göstericilik ve açıklayıcılık görevini üstlenmiştir. Bu konuda da Kur’an’da bilgi mevcut­tur. Bu bilgilere dayanarak ailenin psikolojik temellerini araştırmak ve Kur’an’a göre sunmak istiyoruz,

1. CİNSİYET

Cinsiyet, bir cinse mensup olma veya bir cins ile ilgili olma demektir. Cins ise, nev’i, çeşit, tür ve soy de­mektir, Cinsiyetten maksat da, can­lılara alt cinsî dürtüdür, öğrenilmesi az, buna karşılık si­nir sistemindeki kalıtımla gelen bağ­lantılara büyük ölçüde bağımlı olan özgün eğilimlere (orijinal tendencies) iç güdü adı verilmektedir (4). iç güdüler veya duygular, büyük öl­çüde insan davranışlarının temelini oluştururlar. Bunlar arasında cinsî arzu, susuzluktan ve açlıktan sonra en şiddetli olanıdır. Alexis Carrel’in (5) bu görüşüne karşılık Watson (6), cinsiyeti, yiyecek bulma, barınma, dinlenme ve uykudan sonra dördüncü bir güç olarak kabul etmek­tedir. Cinsiyet, insanlardan başka bütün canlılarda da görülen bir olgu­dur. Biyolojik yönü ağır basan bir u­yarıdır. Özellikle vücuda yöneliktir. Bu yönüyle sevgiden farklıdır. Bu nedenle ruhî bir ihtiyaç değil, fizyo­lojik bir ihtiyaçtır. Bu ihtiyacı Kur’ân, şehvet kavramı ile ifade etmektedir.

Şehvet; istemek, arzu etmek de­mektir. Diğer .bir ifade ile, cinsî arzu ve isteğe şehvet adı verilmektedir(7). Bununla birlikte Kur’an’da oğul, mal, para, at, kadın v.s. gibi şeylere duyu­lan arzu ve isteklere de şehvet denil­diğini görmekteyiz. “Siz kadınları bı­rakıp erkeklere şehvetle gidiyorsu­nuz, doğrusu siz israfa (azgın) bir kavimsiniz” (A’raf, 7/81) ayetinde geçen şehvet kavramı, özel anlamda cinsî arzuyu ifade ettiği halde, “Ka­dınlardan, oğullardan kantarlarca yı­ğılmış altın ve gümüşten, otlağa sa­lınmış atlardan, davarlardan ve ekin­lerden gelen zevklere aşırı düşkünlük, İnsanlara süslü (cazip) gösterildi” (Âl-i İmran, 5/14) ayetinde geçen şehvet kavramı, hem cinsî arzuyu, hem de bunların dışındaki diğer ar­zuları ihtiva etmektedir.

Cinsiyet ile ilgili Kur’an’da yer alan şu ifade gerçekten dikkat çeki­cidir : “Ant olsun ki kadın, Yusuf’a karşı istekli idi. Rabbinden bir işaret gör meşeydi Yusuf da onu isteyecekti, işte O’ndan kötülüğü ve fenalığı böylece engelledik” (Yusuf, 12/24)

Bu ayet, vezirin karısının açık isteklerine karşılık, Hz. Yusuf’un da ona gizli bir istek duyduğunu açıkla­maktadır. Muhtelif Kur’ân yorumcu­ları, bu arzuyu bir peygambere yakış­tıramadıkları için, bu ayeti, farklı bi­çimlerde yorumlamalardır. Fakat bu yorumların hiç biri tam anlamıyla ayetin zahiri anlamım ifade edecek seviyede ve güçte olmamıştır. Ayetin zahiri anlamına bakacak olursak, in­san bir peygamber de olsa yine de insandır. Biyolojik ve fizyolojik açı­dan insanlar arasında bir fark bulun­madığı gibi psikolojik olarak da bir fark yoktur. Her insan, doğuştan aynı duygulara, hislere, arzulara ve iç güdülere sahiptir. “Zira Allah’ın yaratışında bir değişme yoktur” (Rum, 30/31) Sünnetullah kavramı da bunu açıklamaktadır. Dolayısıyla her insanın yaradılışı aynıdır. Pey­gamberlerin diğer insanlara olan üs­tünlüğü, kendilerine vahiy gelmesi ve devamlı vahyin kontrolünde olma­sıdır. Hz. Yusuf da bir Peygamber’dir. Bu nedenle Allah’ın özel himayesinde ve kontrolündedir. Bir insan belki olarak bir hata işleyecekti, ancak Allah’ın kontrolünde olduğu için böy­le bir hata işleyemedi. O, bir insan ve sonra bir peygamberdir. O da her İnsan gibi cinsî duyguya sahipti. O’nun diğer insanlardan farkı bu dür­tüsünü, helal ve meşru olmayan bir biçimde tatmin etmemiş olmasıdır. O daima Allah korkusunu yüreğinde hissetmiş ve vezirin hanımına “Gü­nah işlemekten Allah’a sığınırım” (Yusuf, l2 /23) diye karşılık vermişti.

Ayet, bize çok veciz bir biçimde ve ahlaki ölçüler içinde cinselliği an­latmaktadır, Bunu da bir peygam­berin şahsında anlatarak bize O’ nu örnek almamızı istemektedir. Çünkü örnek alınacak kişi, daima örnek al an kişiden daha üstün olmak zorun­dadır. Hz. Yusuf ise her yönüyle ör­nek alacak kişilerden daha üstündür. Ayet, Hz. Yusuf bir insan olarak bel­ki kadına istek duyacak ve yaradılı­şında var olan cinsî arzusunu tatmin etmek isteyecekti. Ancak Allah Teala , bir peygamber olduğu için O’nu ko­rudu ve O’nun meşru olmayan bir yo­la sapmasını engelledi, demek iste­mektedir. Ayetin psikolojik açıdan yorumu budur (8).

Cinsî dürtünün insanda mevcudi­yetini belirten bir dinî delil de Hz. Muhammed’in şu sözüdür : “Bana dün­yada üç şey sevdirildi :Kadın, güzel koku ve gözümün nuru namaz” (9) Bu hadisi açıklayan Celalettin es-Suyut ile İmam Sindi (10)cinsî arzuya dikkat çekmiş ve cinsî arzunun tat­min edilmesi için erkeklerin kadınla­ra, kadınların da erkeklere İhtiyaç duyduklarını açıklamıştır. Hadiste cinsiyet İle ilgili kavram “Bana sev­dirildi” ifadesidir. Bu ifade karşı cin­se duyulan sevgiyi anlatmaktadır. Ancak yukarıda da belirttiğimiz gibi, cinsellik ile sevgi arasında bir fark mevcuttur. Bu. kavram, hem cinselli­ği hem de mücerret sevgiyi ifade et­mektedir, Nitekim "Oruç gecesi ka­dınlarınıza yaklaşmak size helal kı­lındı. Onlar sizin elbiselerinizdir, siz de onların elbisesi siniz” (Bakara, 2/187) ayeti de, kadın-erkek arasın­daki cinselliği ve bu cinselliğin bir ihtiyaç olduğunu açıklamaktadır. A­yet, eşlerin bir elbise gibi birbirlerine sarılmalarını, veyahut ta elbisenin ayıplan örttüğü ve kişiyi koruduğu gibi, eşlerin de birbirlerini koruması gerektiğini açıklamaktadır(11).

2. SEVGİ

Sevgi; insanlar arasındaki iliş­kiyi düzenleyen en önemli etkenler­den biri olduğu gibi, eşler arasındaki ilişkiyi de düzenleyen en önemli et­kenlerden biridir. Daha Önce de be­lirttiğimiz gibi cinsellik, vücuda yö­nelik olduğu halde; sevgi, kişiliğe yöneliktir. Bu nedenle sevginin gücü ve etkisi, daha sürekli ve daha faz­ladır. Cinsellik fizyolojik bir ihtiyaç olduğu halde; sevgi, duygusal bir ih­tiyaçtır. Bu nedenle sevgi, fıtrîdir, yani insanın yaradılışında mevcut o­lan ve beraberinde gelen bir duygu­dur. Her insan, doğumundan ölü­müne kadar sevgiye muhtaçtır, her konuda olduğu gibi, karı-koca ilişki­lerinde de sevgi, ailenin temelini o­luşturur.

Nitekim Cenab-ı Hak "İçiniz­den kendileriyle huzura kavuşaca­ğınız eşler yaratıp muhabbet (sev­gi) ve rahmet var etmesi, O’nun varlığının belgele tindendir.” (Rum, 30/21) ayetiyle, eşler arasındaki sev­gi ve şefkatin etkinliğini ve sürek­liliğini açıklamaktadır. Ayette ge­çen "Huzura kavuşma” ifadesi, kar­şılıklı ihtiyacı belirtmektedir. Bu ifadeden sonra sevgi ve rahmet kav­ramlarının zikredilmesi, eşler arasın­da sevgi ve şefkatin bir ihtiyaç ol­duğunu ve bunu tatmin için de bir­birlerine muhtaç olduklarım hatır­latmak içindir. Bu ayette yer alan temel kavramlar; eşler, huzura ka­vuşma, sevgi ve rahmettir. Sevgi, fıtrî olan bir duygudur ve insanı motive eden en etkin duygulardan biridir Konusu çok geni olan bu duygunun, ayette eşleri konu edin­mesi sevginin eşe yönelik olan yünü­nü açıklamaktadır. Huzura kavurma ifadesi ise, karşı cinse olan sevginin eşte tatmin edilmesini, bir başka de­yişle huzur bulmak için sevginin mutlaka eşte aranması gerektiğini belirtmektedir. Ayette ifade edilen eşler kavramından da anlıyoruz , sevginin odak noktası, eşe karşı ola­caktır. Hz. Peygamber de sevginin ege karşı olması gerektiği konusun­da şu ifadeyi kullanmaktadır : “Ba­na dünyada üç şey sevdirildi : Kadın, güzel koku ve gözümün nuru na­maz." Her ne kadar hadiste kadın ifadesi geçiyorsa da, bundan kasıt özellikle eşe karşı duyulan sevgi; genel anlamda ise, bütün kadınlara kargı gösterilecek sevgidir. Genel an­lamdaki sevgi, mücerret sevgidir. Bu da karşı cinse düşmanca bir ta­vır takınmama ve onlara sevgi ile muamele etme anlamındadır. Eşe karşı olan sevgi ise, özel sevgidir ve mücerret olmanın ötesinde müşah­has bir yönü mevcuttur. Odak nok­tası belli olan bir sevgidir. Sevgi, fıtrî bir duygu olmakla birlikte, yön­lendirilmeye ve geliştirilmeye de müsait olan bir duygudur. Bunun için de geliştirilmesi ve yönlendiril­mesi gerekmektedir. Hiç şüphesiz inanan bir kişi için sevginin yönlen­dirilmesi, öncelikle Allah’a ve Resu­lüne daha sonra da anne-baba ’ya, eşine ve çocuklarına, akrabasına, mil­letine ve nihayet bütün insanlara doğru olmalıdır.

Sevgiyi belirleyen ve şekillendi­ren unsurlar ise, “yakınlık”, “kişisel nitelikler’, “tanışıklık”, “ödüllendirici”, “bilişsel denge”, ve “benzer­lik" tir (12) Yakınlık, sevgiyi belirle­yen en Önemli unsurlardan biridir. Yakınlıkta eşlerin birbirine sahip ol­duğu konum, ailenin dışında hiç bir kurumda mevcut değildir. Bu neden­le aile sevgiyi sürekli kılan ve yön­lendiren bir kurum özelliğine sahip­tir. Çünkü karşılıklı iletişim, birbir­lerini sevme doğrultusunda baskı yapmakta, böylece tanışıklığı artır­maktadır. Olumsuz durumlar hariç, tanışıklık daha fazla sevgiye yol aç­maktadır. Ancak yakınlık, kendi ta­biatı İcabı hoş olmayan ve olumsuz olan durumlara karşı, sevgiyi artır­ma eğiliminde değildir. Bu nedenle antipatik olanlar arasında sevgi, ge­nellikle oluşmamaktadır, Buna kar­şılık sempatik olanlar arasında sev­gi, daha kolay oluşmaktadır. Özel­likle İçtenlik, cana yakınlık ve fizikî çekicilik gibi özellikler, daha çok sevgiyi doğurmaktadır. Bu nedenle kişisel niteliklerin sevgide etkin bir rolü olmaktadır.

Sevgiyi belirleyen unsurlar için­de ödüllendirilebildiğin şüphesiz çok ö­nemli bir yeri vardır. Zira insan, de­ğer verdiği ödülleri kendisine veren kişileri daha çok sevme eğiliminde­dir. En güçlü ve en değerli ödüller­den biri de sevginin bizzat kendisi­dir. Bu nedenle her insan, kendisini sevenleri de sever, özellikle sevgi­nin zamanla artması, karşı sevgiyi de artırır. Ailede eşlerin birbirlerini sevmeleri, bu açıdan çok önemlidir. Ancak bu sevginin değeri, eşlerin ni­yet ve samimiyetlerine büyük ölçü­de bağımlı olmaktadır. Şayet eşlerden biri, diğerine kargı olan, sevgi­sinde, bir çıkar beklentisi imajı ve­riyor veyahut eşlerden biri sevgiyi böyle algılıyorsa, sevgide zamanla azalma olmaktadır. Bunun için de sevginin içten ve samimi olması ge­rekmektedir

Sevgiyi belirleyen unsurlardan bir diğeri de, bilişsel denge ’dir. Her insan, kendisiyle aynı fikir ve düşün­cede olanları ’Sevmemektedir. Bu nedenle eşler arasında fikir ve dü­şünce birliğinin olması, değer yargı­larının ve tutumlarının birbirine ya­kınlık arz etmesi, sevginin en kritik belirleyicisidir. Fikir ve düşünce bir­liği ile diğer konulardaki benzerlik­lerin, sevginin oluşumuna etkinliği bilinen bir gerçektir. Bunun içindir ki İslâm dini, eş seçiminde küfüv (denklik) İlkesini bir prensip olarak ortaya koymuştur. Zorunlu haller dı­şında, eş seçiminde inanç, kültür, yaş, mali durum v.s, gibi konular­daki denklik temel esastır. Zira bu ilke, sevgiyi belirleyen bir unsurdur.

Sevgiyi belirleyen unsurlar ne kadar çok olursa, sevgi o kadar güç­lü olur Bunun içindir ki Cenab-ı Hak, eşler arasındaki sevgiden ve şefkatten söz etmektedir. Çünkü sevgi ve şefkat, huzuru getirmek­tedir. Huzur ise ailenin sürekliliği­ni sağlayan en önemli faktördür. Bu psikolojik tahlilin neticesinde âyeti yeniden hatırlamak yerinde olacak­tır : “içinizden kendileriyle huzura kavuşacağınız eşler yaratıp muhab­bet (sevgi) ve rahmet var etmesi, O’nun varlığının belgele tindendi r“ ’.

3. ŞEFKAT

Ailenin psikolojik temelini o­luşturan öğelerden biri de şefkat’tir. Şefkat; acıma, esirgeme ve koruma duygusudur. Bu duygu, Kur’an’da “rahmet” kavramı ile ifade edilmiş­tir( o). Konu İle ilgili ayette “içiniz­den kendileriyle huzura kavuşaca­ğınız eşler yaratıp muhabbet (sevgi) ve rahmet (şefkat) var etmesi, O’nun varlığının belgelerindendir” (Rum 30/21) buyrulmaktadır.

Rahmet kavramı, Allah iğin kul­lanıldığında nimet verme ve üstün kılma anlamlarına, insanlar için kul­lanıldığı zaman ise, incelik, yumu­şaklık ve şefkat anlamlarına gel­mektedir. Ayette, rahmet Allah için kullanıldığına göre, bu ayetin anla­mı; Allah eşler arasında sevgiyi ve birbirlerine karşı acıma, esirgeme ve koruma duygusunu yaratarak kulla­rına nimet verdi, demektir. Fakat rahmet kavramı, aynı zamanda eşlere de yüklenmiştir. Bu da eşlerin birbirlerine karşı rahmetle, yani acı­ma, esirgeme ve koruma duygusuy­la hareket etmesi gerektiğini gös­termektedir.

Rahmet, ve şefkat kavramları, sevgi kavramı gibi kullanım alanı çok geniş olan kavramlardır. Bu as­lanlardan biti de aile içi ilişkilerdir. Karı-kocat birbirlerine sevgi ile şef­katle davranmalıdır. Zira karşılıklı sevgi ve şefkate dayalı bir kurumun, sürekliliği ile, sevgiden ve şefkatten yoksun bir kurumun sürekliliği asla bir değildir. Sürekliliği sağlamak için Cenab-ı Hak, sevginin yanında rahmeti (şefkati) de insan fıtratına yerleştirmiştir. Ancak bu fıtrî duy­gunun da geliştirilmesi ve yönlendi­rilmesi gerekmektedir. Bu da eğitim­le mümkün olmaktadır. Aile bu açı­dan çok önemlidir. Zira sevginin ve şefkatin ilk tatbik edildiği ve çocuk­lara örnek olarak gösterildiği yer, ailedir. Karı-koca arasındaki sevgi ve şefkat ilişkisi, çocuklar için bu­lunmaz bir fırsat ve güzel bir ör­nektir. Dolayısıyla karşılıklı iki ki­şinin birbirine gösterecekleri sevgi ve şefkat, gocuklara da sirayet ede­cek, dolayısıyla aile sağlıklı bir ku­ntun olarak varlığını sürdürecektir. Sevgi ve şefkatten yoksun bir aile ise, dağılmaya ve yıkılmaya müsait­tir ve böyle bir aile iğin potansiyel bir tehlike daima mevcuttur.

4. NESLİ DEVAM ETTİRME

Nesli devam ettirme, türün ko­runması için gerekli olan bir duy­gudur. Bu nedenle bütün çatılı var­lıklar, çoğalmak iğin mukavemet e­dilmesi imkansız bir arzu duyarlar. Canlılar içinde yalnız insan cinsi, ar­zusunun. şiddetine kendi iradesiyle engel olabilir. Türün korunması iğin duyulan isteğin vasıtası ise, cinsî ar­zu ve cinselliktir. Bu nedenle evli­lik kurumunu oluşturan etkenlerden biri de, nesli devam ettirme duygu­sudur.

Nesli devam ettirme duygusu­nun en önemli belirtisi ise, erkek çocuk özlemidir. Bu sebepledir ki, eski çağlardan beri doğacak çocu­ğun cinsiyeti daima merak konusu olmuştur. Çünkü nesli devam ettir­me, büyük ölçüde erkek gocukla mümkün görülmektedir. Bu sebeple dir ki, Hz. Peygamberin erkek ev­ladı ölünce, kendisine soyu kesik an­lamına gelen “ebter” sözü söylen­miştir, Bu sözle, neslinin kesildiği ve sona erdiği kast edilmiştir.

Nesli devam ettirme duygusu, tabiî ve fıtri bir duygudur. Bu duy­guyu Kur’an bize, ilk insan ve ilk peygamberin şahsında çok veciz bir şekilde açıklamaktadır. Taha suresinin 115-121. ayetleri arasında ve­rilen bilgi, bu açıdan çok önemlidir. Hz. Âdem ile ilgili olarak verilen bu bilgide, Hz. Adem’in cennette yo­rulmadığı, acıkmadığı, çıplak kalma­dığı, susamadığı ve güneşten etkilen­mediği anlatıldıktan sonra, “Nihayet şeytan O’na fısıldayıp Ey Âdem, ebe­dilik ağacım ve yok olmayacak bir hükümranlığı göstereyim mi?” de­diği ve bunun üzerine Hz. Âdem’in “o ağaçtan yediği" ifade edilmekte­dir. Bunun üzerine kendilerine kötü yerlerinin göründüğü ve üstlerini cennet yaprağı ile örtmeye başla­dıkları ve neticede Hz. Âdem’in Al­lah’ın emrine karşı geldiği açıklanmaktadır. Daha sonra Hz. Âdem’in tövbe ettiği ve Allah’ın da O’nun tövbesini kabul ettiğini ve O’nu eşi ile birlikte yeryüzüne indirdiği an­latılmaktadır (Taha, 20/122-123)

Ayette geçen “ebedilik ağacı” ve “yok olmayacak hükümranlık” tan maksadı ne olduğu konusunda ke­sin bir şey söylemek mümkün de­ğilse de, Hz. Âdem ile Havva’nın bu ağaçtan yiyince, hemen cinsel organlarının görülmeye başlaması, ağaçla cinsel organ arasında bir bağ bulunduğunu göstermektedir. Ebedi­lik ağacı ifadesiyle ilgili ayetin ön­cesinde yer alan ayetlerde, insanda mevcut olan fizyolojik motifler ele alınmakta ve susuzluk, açlık, yorul­mak ve sıcaktan etkilenmemek gibi motiveler zikredilmektedir. Bu fizyo­lojik motivelerin akabinde ise, ebedi­lik ağacından söz edilmektedir. Bu ifade büyük ihtimalle O ağaçtan ye­dikten sonra cinsî dürtünün ve nesli devam ettirme duygusunun ortaya Çıktığını açıklamaktadır. Ayrıca in­sanlığın çoğalması için erkekle eşi­nin birleşmesi gerekmektedir(13). Bu

Allah’ın değişmeyen bir yasasıdır, Bu yasayı ilk uygulayan ise, Hz. Adem İle Havva olmuştur. Binaen­aleyh ayetin bu yorumu, ilahi yasa­ya da uygunluk arz etmektedir. Ay­rıca §u ayetler de hu yorumu des­teklemektedir :

‘O sizi bir tek nefisten yarattı. Gönlü. ısınsın diye Candan eşini var etti. Eşini sarıp örtünce (eşiyle bir­leşince) eşi, hafif bir yük yüklendi. O’nu gezdirdi. Yükü ağırlaşınca ikisi beraber Rableri Allah’a dua ettiler: Eğer bize iyi güzel bir çocuk verir­sen şükredenlerden olacağız, dediler" (A’raf, 7/189).

“Ey insanlar, sizi bir tek nefis­ten yaratan ve O’ndan eşini var e­dip ikisinden bir çok erkekler kadın­lar üreten Rabbinizden korkun” (Ni­sa, 4/1).

Bu ayetler, Hz. Âdem ile Hav­va’nın birleşerek çocuk meydana getirdiklerini ve çoğaldıklarını an­latmaktadır. İlâhî yasa gereği onlar, yeryüzüne indirilmiş böylece insan­lık bu İki kişiden çoğalmıştır. Bu çoğalmayı sağlayan §ey ise, nesli de­vam ettirme duygusu olmuştur. Bu­gün de bu duygu, ailenin psikolojik temelini oluşturmaya en etkin bir biçimde devam etmektedir. Zira ya­pılan araştırmalar göstermektedir, çocuk sahibi olan ailelerdeki boşan­ma oranı ile çocuksuz ailelerdeki boşanma oranı arasında büyük bir fark mevcuttur. Çocuk sayısı arttık­ça, boşanma oranlarında da büyük düşüşler gözlenmektedir. Bu da gös­teriyor ilk çocuk sahibi olma ve nes­li devam ettirme duygusu, ailenin psikolojik temellerden biridir.

SONUÇ

Yeryüzünün ilk sosyal kurumu olan aileyi, fonksiyonu açısından in­san vücudundaki hücreye benzetebi­liriz. Nasıl ’W hücreler, birleşerek in­san vücudunu meydana getirmişler i­se, aileler de toplumu meydana getir, inişlerdir. Bu nedenle aile, toplumun bölünme ve parçalanma kabul etmeyen en küçük birimdir. Ailenin yıkıl­ması ve bu yıkımın gittikçe çoğalma­sı, sosyal bünyenin de yıkılması de­mektir. Bu açıdan hücrelerin yıkımı ile ailenin yıkımı arasında bir para­lellik mevcuttur. Zira hücrenin ölü­mü, insan bünyesinin; ailenin yıkımı ise sosyal bünyenin ölümü hazırla­maktadır.

Nasıl ki, insan bünyesini koru­mak için bir takım koruyucu hekim­lik kuralları gerekiyorsa, aynı şekil­de aileyi de korumak için bir takım koruyucu hekimlik kurallarına ihti­yaç bulunmaktadır, önemli olan, ai­leyi korumak ve kollamaktır, ailenin sürekliliğini temin eden tedbirleri al­maktır. Ailede esas olan sürekliliktir. Nikah, bu sürekliliği sağlayan bir akittir. Boşanma ise, geçici bir du­rumdur ve zor durumda kalındığında baş vurulacak bir sıkış yoludur.

Nikâh; cinselliğin veya cinsel dürtünün tatmin edildiği dinî ve hu­kuki bir yoldur. Diğer bir ifade ile, cinsel dürtünün tatmin edilmesi için ortaya konan ve bu dürtüye meşru­luk kazandıran dinî bir akittir. Da­ha önce de açıkladığımız gibi Kur’ân, cinselliği fizyolojik bir dürtü olarak kabul eder ve bu dürtünün meşru yoldan tatmin edilmesini ister. Bu­nun için de nikâha dayalı aile kurumunu emredip teşvik ederken, ni­kâhsız beraber yaşamayı da kesin bir şeklide yasaklamaktadır. Nite­kim İslam kadın-erkek ilişkisin­de şiddetle yasakladığı şey, zinadır. Evlilik dışı veya nikâhsız bir arada yaşama şeklinde tarif edebileceğimiz zina, sadece İnsan sağlığım tehdit et­mekle kalmamakta, aynı zamanda ruh sağlığını da tehdit etmektedir. Nitekim Cosmopolitan Raporunun verileri de bunu teyit etmektedir (H) Bu rapora göre, ABD’de zührevî has­talık müthiş bir süratle yayılmak­tadır. Kadınların istedikleri gibi, er­kek seçip onunla evlilik dışı müna­sebette bulunması, sakin ve huzurlu bir hayat yasamalarına gerçekten yardımcı olup olmadığı konusunda da şüphe bulunmaktadır. Böyle bir ortamda kadın-erkek münasebetleri, eskiye kıyasla daha az istekli olmak­tadır. İstatistiklere göre, Amerika’da her iki evlilikten biri, mutlaka bo­şanma ile sonuçlanmaktadır. Evli ol­madan birlikte yaşama deneyimlerin­de ise, ayrılmalar çok daha sık ol­maktadır.

İsveç’te de durum pek parlak değildir, özellikle kadınlar arasında büyük ölçüde düşmanlık, doyumsuzluk ve çatışma olmaktadır. Bir za­manlar her şeyin mümkün olduğu­na-inanılan bu ülkede şimdi, hüzün verici olaylar yaşanmaktadır. Bu ül­kedeki kadınlar ve erkekler, aşka, sevgiye, zevke ve insan sıcaklığına hiç bir zaman bu kadar ihtiyaç duy­mamışlardır. Evlilik dışı münasebet veya yeni bir vücut arzusu, daha zi­yade Batı’nın çok pratikleşmiş ve her şeyde formüller uygulayan toplumuna has bir davranış biçimi ola­rak görülse de, bunun diğer ülkelere de sirayet ettiğini görmekteyiz.

İşin aslına bakılırsa evlilik dı­şı münasebet, insanın kendi temel İlişkilerindeki ana bozukluklardan

kaçması ve onun üzerine gidememe­sinden kaynaklanmaktadır. Bu, işin kolayına kaçmaktır. Ama asla bir çözüm değildir. Çözüm, çiftlerin ken­di aralarındaki bozukluğun ve hu­zursuzluğun üzerine cesaretle gitmelerindendir. Gerçekte sıkıntıya, iç enerjinin yanıp tükenmesine ve di­ğer psikolojik faktörlere karşı ça­re, dışta değil içte aranmalıdır. He­yecan, ihtiras ve neşe sadece içimiz­den kaynaklanmaktadır. Yoksa dış­tan gelen şeyler, insanı heyecanlan­dırmaz, neşelendirmez ve canlı hale sokmaz. Kendi yaşama sevincimizi, İhtirasımızı harekete geçiren yine kendimizdi!-. Eğer bu usulü, haya­tımızın temeli haline getirmez ve ay­ni şeyleri, sağlamak için daima ken­dimize dışarıdan yeni kaynaklar a­rarsak, daha çok kaynak ararız. Her bulunan kişi, bize aradığımız ve bek­lediğimiz şeyleri veremez. Her de­fasında hayal kırıklığına uğrar, ye­nilerinin peşinden koşarız. Bu psiko­lojik davranış, fıtrî diğer duygular­la çatışan bir davranıştır. Bu neden­le insanı, mutlu etmesi asla düşünü­lemez. Huzur, iyi seçim yapılmış ni­kaha dayalı evliliktedir. Ancak evli­likte nikâh, yeterli tek şart değil­dir. Nikâhla birlikte, sevgi, şefkat de gereklidir. Eşlerin birbirlerine karşı gösterecekleri sevgi ve şefkat, hem eşleri mutlu ve huzurlu kılacak, hem de ailenin sürekliliğini sağlayacaktır. Bir de nesli devam ettirme duygusunu gerçekleştiren çocukların dünyaya gelmesi, aileyi daha da güç­lendirecektir.

Celal Kırca, 1945 yılında Espiye’de doğdu. Orta öğrenimini İst. İmam - Hatip Lisesinde tamamladı. Ayrıca Pertevniyal lisesini bitirdi. İstanbul Yüksek İslâm Enstitüsünden mezun oldu. Öğretmenlik ve müdürlük görevlerinde bulundu. Kayseri Yüksek İslâm Enstitüsünde öğretim üyesi olarak çalıştı. 1984 de doktor, 1988 yılında ise doçent oldu. Halen E. Ü. ilahiyat Fakültesinde Tefsir Anabilim Dalı başkanı olarak görev yapmaktadır. Yayınlanmış iki kitabı, birçok makalesi mevcuttur. Ayrıca komisyon üyesi olarak üç dinî ansiklopedinin yazarları arasında yer almıştır.

(1) Bozkurt Güvenç, insan ve Kül­tür, İstanbul, 1978, s. 3.

(2) Cemal Yıldırım, Bilim Felsefesi, İstanbul, 1979, s. 164,

(3) Mümtaz Turhan, Kültür Değiş­meleri, İstanbul, 1969, s. 8.

(4) Rudolf Fintner ve arkadaşları, Eğitim Psikolojisi, Ter. Sabri Akdeniz, İstanbul 1987, s. 55

(5) Alexis Carrel, tasanlar Uyanın, Ter. Leyla Yazıcıoğlu, İstanbul, 1959, s. 61.

(6) R. Pintner, a.g.e., s. 57.

(7) Firuzabadî, Besair, Mısır, 1986, 3/358.

(8) Celâl Kırca, Kur’ân-ı Kerim’de Fen Bilimleri, İstanbul, 1989, s. 270-271.

(9) Nesai, Sünen, K. Işratu’n Nisa,B.Hubbu’n Nisa, Beyrut, Tarih­siz, 7/61, (Suyutî şerhi ve Sin­di haşiyesi ile birlikte)

(10) Nesai, a.g.e., 7/61-62.

(11) Elmalı’ lı Hamdi Yazır, Hak Di­ni, İstanbul, 1935, 1/670.

(12) J.L. Freedman, D.O. Sear, J.M.Carlsmith, Sosyal Psikoloji, Ter. Ali Dönmez, İstanbul, 1989, 145-189.

(13) Firuzabadî, Besair, 3/53.

(14) Seyit Kutup, Fazilet’i Kur’an, Lübnan, 1968, 16/103, Süleyman Ateş, Yüce Kuran’ın Çağdaş Tefsiri, İstanbul, 1990, 5/54-4­455.

(15) Yankı Dergisi, 17-23 Mayıs, 1082, s. 53; Yankı, 29 Haziran 5 Temmuz, 1981, s. 46, Yankı, 8-14 Haziran, 1982, s. 48.