KUR’AN’A GÖRE AİLENİN PSİKOLOJİK TEMELLERİ
GİRİŞ
Sınırlarını ve kapsamını kesinlikle belirleme imkânı çok zor olan bilimlerin ’başında, sosyal ve beşerî bilimler gelmektedir. Psikoloji, Antropoloji, Ekonomi, Eğitim, Teoloji ve Felsefe bu bilimlerin başlıcalarıdır, Her bilgi veya her bilim, en az o bilimi yapan açısından İnsanla ilgili olduğu halde, insana alt her bilginin pozitif bir değere sahip olduğu da söylenemez, insanın niçin yaratıldığı, hayatın anlamı, mutlak iyi veya mutlak kötünün ne olduğu, ilmi usullerle cevaplandırılması mümkün olmayan konular arasındadır(1). Bu konulardaki bilgiyi, bize bilim değil, din vermektedir.
Sosyal ve beşeri bilimler, pozitif bilimler gibi zihnin belli olaylara adapte olması ve bilinen metotların kullanılmasıyla kurulmuştur. Bilinen bu met odlar ise, gözlem ve deneydir ve bu yollarla genellemeye veya çözümlemeye gitmektir, İlmî şüphe, araştırmanın .başlangıç noktasını teşkil eder(2). Soğukkanlılık, peşin hükümlerden uzak durma ve tarafsızlık, ilmî anlayışın ilk ve zorunlu şartları olmakla birlikte, Biyoloji ‘de uygulanan bir kuramın, evrim (evolution) kuramının sosyal ve beşerî ilimlerde uygulanması (3), aile konusunda iki farklı görüşün ortaya çıkmasına sebep olmuştur. Evrim teorisine göre, kainatta her şey, basitten mükemmele doğru gitmektedir. En ileri ve en yüksek psikolojik, sosyolojik, ekonomik, tarihi ve dini kurumlar, en itidal şekilden başlayarak bugünkü karmaşık ve kompleks yapışma kavuşmuştur. Aile kurumu da bu genel kurala tabidir ve insanlık tarihinin ilk dönemi vahşettir ve iptidailiktir, zamanla olgunlaşma ve mükemmelleşmeye ulaşılmıştır, özellikle 19. yüzyılın son yarısında çok tutunan. bu kuram, adeta diğer fikir ve düşüncelere karşı bir fikir istilasında bulunmuştur. Etkisi 20. yüzyılın son yansında da devam etmektedir. Bu etkinin tesidiyledir ki, biri sosyal bilimcilere, diğeri de din bilimcileri, ne ait olmak üzere iki görüş ortaya çıkmıştır. Sosyal bilimcilerin aile konusundaki görüşlerini bir tarafa bırakarak, dinin bu konudaki görüşünü ve ailenin psikolojik temellerini açıklamak istiyoruz.
1. TARİHİ SEYRİ İÇİNDE KUR’AN’DA AİLE
Kur’an a göre aile, İnsanlar tarafından kurulan ilk sosyal kurumdur. Zira karı-koca ve çocuklardan müteşekkil bir aile örneğini, ilk defa ilk insan Hz, Adem, eşi Havva ve çocuklarında görmekteyiz, Kur’an’da müstakil bir aile kavramı bulunmamakla birlikte, aile mefhumunun "zevç” kavramı İle ifade edildiğini görmekteyiz. Bilindiği gibi zevç, karı-koca ve çift anlamlarına gelmekledir. Bu anlamlarda Kur’an’da zevç, on yedi; çoğulu olan "ezvac” ise, elli iki defa geçmektedir. Bu sayıya türevleri dahil değildir.
Kur’an-ı Kerim’de ilk aile kurumu ve ilk kurucuları ile ilgili olarak şu bilgiler verilmektedir :
“O, sizi bir tek nefisten yarattı. Gönlü ısınsın diye ondan eşini var etti. Eşini sarıp örtünce (eşiyle bir- leşince) eşi, hafif bir yük yüklendi. Onu gezdirdi. Yükü ağırlaşınca ikisi beraber, Rab’leri Allah’a dua ettiler. Eğer bize iyi, güzel bir çocuk verirsen şükredenlerden olacağız, dediler” (A’raf, 7/189)
“Ey insanlar, sizi bir tek nefisten yaratan ve O’ndan eşini yaratıp ikisinden bir çok erkekler ve kadınlar üreteli Rabbinizden korkun” (Nisa, 4/l)
“Sizi bir tek candan yarattı. Sonra O’ndan eşini meydana getirdi ve sisin için davarlardan sekiz çift indirdi” (Zümer, 39/6)
Bu ayetlerden öğreniyoruz ki, ilk insan Hz. Adem ile eşi Havva birleşerek bir aile oluşturmuşlardır. Yeryüzünün bu ilk çifti, çocuklara sahip olmuş ve bilinen ilk çekirdek aileyi meydana getirmişlerdir. Çocuklarının sayısı hakkında Kur’an’da kesin bir bilgi mevcut değildir. Ancak “Onlara Adem’in iki oğlunu, gerçek bir kıssa olarak oku ; Hani her biri birer kurban sunmuşlardı, kurban birinden kabul edilmiş, ötekinden edilmemişti. (Kurbanı kabul edilmeyen kabul edilene) Seni öldüreceğim demişti. O da, Allah sadece azabından korunanlardan kabul eder, dedi” (Maide, 5/27) ayetinden anlıyoruz ki, Hz. Adem’in en az iki erkek evladı mevcuttur. Bu da bilindiği tize re Habil ile Kabil’dir. Kur’an dışındaki kaynaklar ise, Hz. Adem’in gocuklarının sayısını daha çok olarak zikretmektedir. Fakat Kur’an’daki bilgi, ilk çekirdek ailenin ana-baba ve iki çocuktan teşekkül ettiğini göstermektedir.
Kur’an-i Kerim’de zikredilen bu ilk çekirdek ailenin dışında, Hz. Nuh ve Hz. Lut’un hanımlarından da söz edilmekte ve "Allah, inkar edenlere Nuh’un karısı ile Lût’un karısını misal verdi. Bu ikisi, kullarımızdan iki salih kulun nikahı altında İdiler, onlara hıyanet ettiler," (Tahrim, 66/10) denilmektedir. Bu ayet, karı-koca arasında bir çok yönden uyum mevcut olsa da, inanç yönünden bir uyumun bulunmadığını göstermektedir. Bu konunun bir darp-ı mesel olarak sunulması da dikkat çekicidir. Zira her darp-i mesel ’de olduğu gibi, burada da farklı yorumların ve bakış açılarının olması gayet tabiîdir. Bu, fikir ve inanç yönünden uyum içinde olmayan aileye bir teselli olabileceği gibi, başlangıçta uyum içinde olunsa ¡bile zamanla fikir ve düşünce ayrılıklarına düşüle bilineceğini de ifade etmektedir,
Kur’an-i Kerim’de özellikle Hz, İbrahim ve iki eşi hakkında da yeterli bilgi verilmektedir. Hz. İbrahim’in ilk eşinin çocuğu olmaması nedeniyle, kocasının ikinci evliliğine müsaade etmesi, çocuk özleminin kıskançlıktan daha güçlü bir duygu olduğunu göstermektedir. Bununla birlikte ikinci eşin bir çocuğa sahip olduğunda ise, kıskançlığın etkin bir duygu haline geldiğini anlıyoruz. Nitekim Hz. İbrahim’in ilk eşi olan Sare’nin ihtiyarladığı halde bir çocuğu olmamıştır. Bunun üzerine cariyesi Hacer ile kocası Hz. İbrahim’in evlenmesine müsaade etmiştir. Ancak Hacer’den İsmail dünyaya geldikten sonra, Allah Teala’nın Sare’ye bir çocuk müjdelemesi (Hûd, 11/71-73) ve sonunda İshak’ın doğması, Sare’nin kadınlık duygularını tahrik etmiş ve Hacer ile oğlu İsmail’in yanından uzaklaştırmasını kocasından isteyecek kadar ileri gitmesine sebep olmuştur. Hz. İbrahim ve eşiyle ilgili bu olay bize, ailede kadının etkinliğini ve gücünü gösterdiği gibi, kıskançlığın acı sonunu da göstermektedir.
Eş seçiminde Kur’an’ın verdiği en güzel Örneklerden biri ise, Hz. Musa’nın Hz, Şuayb’ın kızlarından biriyle olan evliliği olayıdır, Kur’an’ın beyanına göre, Hz, Musa Mısır’dan çıktıktan sonra Medyen suyunun başına gelmiş ve orada davarlarını sulayan bir grup insanın yanında, koyanlarını sulamak üzere bekleyen iki kız görmüştür. Hz. Musa bu iki kızın koyunlarını sulamış ve daha sonra Hz. Şuayb’la konuşarak kızından birisini eş olarak seçmiştir. Bu olayı anlatan Kur’ân ayetleri ise şöyledir : “Medyen suyuna varınca o, kuyunun başında bir çok insanların hayvanlarını suladıklarını gördü. Onların gerisinde de, diğerlerinin hayvanlarına karışmasın diye hayvanlarını men eden iki kız buldu. (Hz. Musa) işiniz nedir? (Niçin hayvanları suya bırakmıyorsunuz?” dedi. Dediler ki : Çobanlar sulayıp çekilmeden biz, onların İçine sokulup hayvanlarımızı sulamayız. Babamız büyük bir ihtiyardır. Hemen Musa, onlarınkini de suladı. Sonra gölgeye çekildi. Rabbim dedi, doğrusu bana İndireceğin her hayra muhtacım. Derken o iki kızdan biri, utana utana yürüyerek ona geldi : Babam seni çağırıyor, bizim için hayvanları sulamanın ücretini verecek, dedi. Musa kızların babalarına gelip, bağından geçen hikayeyi anlatınca o korkma o zalim kavimden kurtuldun dedi. O kızlardan biri, babacığım dedi : Bunu çoban tut. Çünkü ücretle tutulanların en hayırlısı budur. Hem güçlü ve güvenilir adamdır. Kızların babası Musa’ya dedi ki : bana sekiz yıl hizmet etmen şartıyla şu iki kızımdan birini sana nikahlamak istiyorum. Eğer bu süreyi on yıla tamamlarsan, artık o senin tarafından bir İyilik olacaktır. Ben sana zahmet vermek istemem, inşallah beni iyilerden bulacaksın” (Kasas, 26/23)
Hz. Musa, Hz. Şuayb’ın kızlarıyla konuşmuştur. Kızlar da iffet ve onurunu koruyarak Hz. Musa ile konuşmuştur. Hz. Şuayb, Hz. Musa’ya kızlarından birini vermek için Hz,. Musa’ya teklif de bulunmuş ve Hz. Musa’da bunu kabul etmiştir. Bundan da anlıyoruz ki, bir kız babası, damat adayına kızım vermek İçin teklif de bulunabilir. Yani teklif etme önceliği sadece erkeklere ait değil, kız babasına da ait olabilir. Her ne kadar örfümüzde bu uygulanmıyorsa da, bunun dinî açıdan bir sakıncası olmadığını anlıyoruz. Yine ayetlerin muhtevasından anlıyoruz ki, şer’i ölçülerinde bir kız ile bir erkeğin konuşmasında hiç bir sakınca mevcut değildir. Nitekim Hz. Musa, Hz. Şuayb’- ın evlilik teklifinden önce kızlarıyla konuşmuştur, Kur’ân, bize bunu anlatmaktadır. Ne üslubunda, ne de muhtevasında yasaklayıcı hiç bir ifade mevcut değildir. Tam aksine bu olayı tabiî seyri içinde aktarmaktadır.
Ayette dikkat edilecek noktalardan biri de, Hz. Şuayb’ın kızımı sana nikahlamak istiyorum, ifadesidir. Evlilikte esas olan akittir. Bu da nikahla gerçekleşir. Zira nikah, cinsî dürtünün meşru yoldan tatminini sağlayan tek yoldur.
Kadın-erkek ilişkisi ile ilgili olarak Hz. Yusuf ve Mısır vezirinin hanımı arasında geçen olay, İslam alimleri tarafından örnek alınacak bir hadise olarak gösterilirken; Hz. Süleyman’la Belkıs arasında geçen olayın boyutları üzerinde pek durulmamıştır, Halbuki Hz. Yusuf kıssasında anlatılan olayın boyutları ile, Hz. Süleyman ile Belkıs arasında geçen olayın boyutları birbirini tamamlayacak ve bir bütünlük arz edecek mahiyettedir. Belki de bunun sebebi Hz. Yusuf un kıssasının anlatıldığı sureye "Ahsenu’l Kasas” adı verilmiş olmasındandır. Ama ne olursa olsun, bir konu ele alındığında, bu konuya Kur’an’ın bütünlüğü içinde bakmak gerekmektedir.
Karı-koca ilişkisi açısından Kur’- ân’ da zikredilen dikkate değer bir örnek ise, Firavun ile hanımı Asiye’nin evliliğidir. Hz. Nuh ve Hz. Lût’un tam tersine, Firavun inanmayan, Asiye ise, inanan bir kişi olarak evlilik kurumunu yürütmüşlerdir. “Allah In an anlara da, Firavun karısını misal gösterdi : Rabbim bana yanında cennetin içinde bir ev yap, beni Firavun dan ve onun kötü işinden kurtar. Ve beni şu zalimler topluluğundan kurtar” (Tahrim, 66/11) ayeti, bu evliliği ve sonuçlarını açıklamaktadır. Bu olayın örnek olarak zikredilmesinin hiç şüphesiz bir çok hikmetleri mevcuttur. Ailenin yapısı açısından bize örnek olacak yönü, Hz. Nuh ve Hz. Lût’un tam tersine bu defa ailede kocanın kötü ve inkarcı, hanımın ise, inanan bir kişi olduğudur.
Hz. Zekeriya ve eşi İle ilgili aile içi konu İse, çocuktur. Şu ayetler çocuksuzluğun sıkıntısını dile getirmekte ve Hz. Zekeriya’nın dilinden bu durumu bize nakletmektedir :
"Rabbim, bende kemik gevşedi, baş ihtiyarlık aleviyle tutuştu, Rabbim sana dua ile hiç bir zaman bahtsız olamadım, demişti. Doğrusu ben arkamdan yerime geçecek yakınlarımın iyi hareket etmeyeceklerinden korktum, karım da kısır. Ne olur katından bana yerime geçecek bir veli lütfet ki, o bana ve Yakup oğullar m a mirasçı olsun. Rabbim, onu beğendiğin bir insan yap. Ey Zekeriya biz sana bir oğul müjdeleriz. Adı Yahya’dır. Daha önce ona hiç kimseyi a- da§ yapmadık” (Meryem, 19/4-7)
Aile konusunda Hz, Peygamber’- in evlilik hayatı, bir çok konuda örnek alınacak hususları kapsamaktadır. Bu nedenle Kur’an’da Hz. Peygamberin evlilik hayatı ile ilgili olarak pek çok bilgi verilmektedir. Hanımları ile olan ilişkilerinin yanında özellikle ilk olayı (Nur, 24/11-20) Müslümanlar için ibretlerle doludur.
İlk insan ve ilk Peygamber’den son Peygamber Hz. Muhammed’e kadar geçen pek çok Peygamber’in ailesinin ve aile içi sorunlarla ilgili bilgilerin Kur’an’da yer alması, bu kurumun; zamanla gelişmiş bir kurum olmadığını, tam aksine insanlığın ilk başlangıcından bugüne kadar devam eden ve değişmeyen bir kurum olduğunu göstermektedir. Muhtelif çağlarda yaşayan peygamberlerin hayatları ile ilgili Kur’an’da yer alan bilgiler arasında aile kuramlarından da söz edilmesi, her çağda hu kurumun mevcut olduğunu açıklamaktadır, tik çekirdek ailede zamanla bazı değişiklikler ortaya çıkmış ve aile fertlerinde bir genişleme olmuş ise de, aile kurumunun temelini oluşturan ve ona hukukilik kazandıran nikaha dayalı düzende bir değişiklik olmamıştır. Hz. Şuayb’ın diliyle ifade edilen nikahlanma olayı ile Hz. Muhammedin getirdiği sistemdeki nikahlanma olayı arasında hiç bir mahiyet farta, mevcut değildir. Her iki Peygamber’in getirdiği sistemdeki kavram aynıdır. O da nikahtır. Hz. Şuayb’ın Kur’an’da yer alan ifadesi bu açıdan çok önemlidir. Çünkü O’nun yaşadığı dönemde nikahın bilindiğini ve uygulandığını göstermektedir, ...
2. KUR’AN’A GÖRE AİLENİN PSİKOLOJİK TEMELLERİ
Aile, toplumun ilk yapı taşı ve sosyal bir kurum olmasına rağmen, bir takım sosyolojik, iktisadi, hukukî ve psikolojik temellere dayanmaktadır, Onu güçlü kılan da hiç şüphesiz bu temellerin çeşitliliği ve sağlamcılığıdır. Bu temeller içinde en Önemlisi ve en etkin olanı ise psikolojik olanıdır. Çünkü bu psikolojik temeller, insanın fıtrî yapısıyla ilgilidir. Bu nedenle ailede önemli olan insandır ve insanın psikolojik yapısıdır.
Aile, cinsiyet farkı olan iki kişinin hayatlarını ömür boyu birleştirmek üzere kurdukları bir kurumdur. Bu nedenle ailenin en önemli unsuru, karı-kocadır. Karı-kocayı bir araya getiren ve onları bir aile çatısı altında birleştiren ve motive eden şey ise fıtrî temayülleri ve arzularıdır. Bu fıtrî temayüller ve arzular ise insanda, ihtiyaç konusunu ortaya çıkarmakta ve böylece farklı iki cins, belli İhtiyaçlarım gidermek için birbirine muhtaç olmaktadır. Ancak burada devreye din kurallar girerek, bu ihtiyacın nasıl ve ne şekilde giderileceği konusunda müdahalede ve yönlendirmede bulunmaktadır. Yani insan, arzu ve isteklerini karşılarken tam anlamıyla serbest bulunmamakta, bilakis ban kural ve kaidelere bağımlı olmaktadır. Zaten insanı diğer canlılardan ayıran özelliklerden biri de, kural ve kaidelere bağımlı oluşudur. Bu sebeple insan din, diğer ifade ile insan Kur’an İlişkisine ve bu konuda Kur’an’ın açıklamalarına kulak vermek zorundayız. Çünkü insanı yaratan İlahî kudret İle, ona yol göstermek için gelen Kur’an’ın kaynağı tektir, İnsanı yaratan ilahi güç; onun nasıl bir varlık olduğunu, temayüllerini, arzularını, duygularını, ve ihtiyaçlarını daha iyi bilmektedir. Gerçi insan da, Allah’ımı kendisine verdiği amirli bir irade ve akıl gücüyle, kendisini tanımaya çalışmaktadır, Ancak bu tanıma sınırlı kalmakta ve yeterli olmamaktadır. Alexis Carrel’in ifadesiyle insan, meçhullüğünü korumaktadır. Bununla birlikte bu meçhul varlığın önü tamamen kapalı değildir. Allah’ın bilgisine göre, insanın bilgisi az olsa da (Isra, 17/85) yine de insan, kendi sınırlarını çözmeye çalışmalıdır. Bunu yaparken bir yandan, bilgi vasıtalılarından olan gözlem ve deneyi kullanırken, diğer yandan da vahiy yoluyla kendisine verilen bilgileri kullanmalıdır.
Psikoloji, metodu gereği sadece gözlem ve deneyi kullanmaktadır. Fakat bu ’bilgi, yukarıda da belirttiğimiz gibi, sınırlı kalmakta ve yeterli olmamaktadır. Bu eksikliği tamamlamak için vahye müracaat edip Allah’ın verdiği bilgileri de öğrenmek böylece bu İlahî bilgilerle psikolojinin verdiği bilgileri birleştirmek ve bir senteze tabi tutmak zorundayız. Bunu yaptığımız zaman, daha doğru ve daha sağlıklı bir bilgiye kavuşmuş oluruz. Bunun içindir ki ailenin psikolojik temellerini araştırırken, Kur’an’a müracaat etme ihtiyacını hissettik.
Bir başka yaklaşımla ifade edecek olursak, Kur’an’ın muhatabı insandır. Bu anlamda insan, merkezdir. Bu yaklaşıma göre insan, din için değil, din insanlar için gönderilmiştir. Zira dinin görevi, İnsana yol göstermek ve kılavuzluk etmektir. Nitekim bu hususu açıklayan bir ayette "Biz emaneti, göklere, yere ve dağlara sunduk, onu yüklenmekten kaçındılar. O’nun sorumluluğundan korktular. Fakat onu insan yüklendi” (Ahzab, 33/72) denilmektedir. Ayette geçen emanetten maksat, insanlarda mevcut olan akıl ve düşünme yeteneğidir. Bu ise insana sorumluluk yüklemektedir, Çünkü ayet bize, dinin muhatabının insan olduğunu açıklamaktadır. Zaten realite de bunu göstermektedir, insan ve cinin dışında hiç bir varlık din ve dinî kurallarla muhatap değildir. Buna göre din-insan ilişkisinde esas olan insandır. Kur’ân ise, insanın bütün problemlerini çözecek ve ona. yol gösterecek ilkeleri ve kuralları ihtiva etmektedir, “Yer yüzünde yaş ve kuru, istisnasız her şey apaçık bir kitaptadır” (Enam, 6/ 59), "Biz kitapta, hiç bir şeyi ihmal etmedik” (Enam, 6/38) ve “Biz sana her şeyi açıklayıcı kitabı indirdik” (Nahl, 161/89) ayetleri, bu hususu açıklanmaktadır. Çünkü Kur’an’ın görevi, insanların ihtiyaçlarım gidermek için onlara yol göstermektedir. Aileyi oluşturan psikolojik temeller konusunda da Kur’ân, yol göstericilik ve açıklayıcılık görevini üstlenmiştir. Bu konuda da Kur’an’da bilgi mevcuttur. Bu bilgilere dayanarak ailenin psikolojik temellerini araştırmak ve Kur’an’a göre sunmak istiyoruz,
1. CİNSİYET
Cinsiyet, bir cinse mensup olma veya bir cins ile ilgili olma demektir. Cins ise, nev’i, çeşit, tür ve soy demektir, Cinsiyetten maksat da, canlılara alt cinsî dürtüdür, öğrenilmesi az, buna karşılık sinir sistemindeki kalıtımla gelen bağlantılara büyük ölçüde bağımlı olan özgün eğilimlere (orijinal tendencies) iç güdü adı verilmektedir (4). iç güdüler veya duygular, büyük ölçüde insan davranışlarının temelini oluştururlar. Bunlar arasında cinsî arzu, susuzluktan ve açlıktan sonra en şiddetli olanıdır. Alexis Carrel’in (5) bu görüşüne karşılık Watson (6), cinsiyeti, yiyecek bulma, barınma, dinlenme ve uykudan sonra dördüncü bir güç olarak kabul etmektedir. Cinsiyet, insanlardan başka bütün canlılarda da görülen bir olgudur. Biyolojik yönü ağır basan bir uyarıdır. Özellikle vücuda yöneliktir. Bu yönüyle sevgiden farklıdır. Bu nedenle ruhî bir ihtiyaç değil, fizyolojik bir ihtiyaçtır. Bu ihtiyacı Kur’ân, şehvet kavramı ile ifade etmektedir.
Şehvet; istemek, arzu etmek demektir. Diğer .bir ifade ile, cinsî arzu ve isteğe şehvet adı verilmektedir(7). Bununla birlikte Kur’an’da oğul, mal, para, at, kadın v.s. gibi şeylere duyulan arzu ve isteklere de şehvet denildiğini görmekteyiz. “Siz kadınları bırakıp erkeklere şehvetle gidiyorsunuz, doğrusu siz israfa (azgın) bir kavimsiniz” (A’raf, 7/81) ayetinde geçen şehvet kavramı, özel anlamda cinsî arzuyu ifade ettiği halde, “Kadınlardan, oğullardan kantarlarca yığılmış altın ve gümüşten, otlağa salınmış atlardan, davarlardan ve ekinlerden gelen zevklere aşırı düşkünlük, İnsanlara süslü (cazip) gösterildi” (Âl-i İmran, 5/14) ayetinde geçen şehvet kavramı, hem cinsî arzuyu, hem de bunların dışındaki diğer arzuları ihtiva etmektedir.
Cinsiyet ile ilgili Kur’an’da yer alan şu ifade gerçekten dikkat çekicidir : “Ant olsun ki kadın, Yusuf’a karşı istekli idi. Rabbinden bir işaret gör meşeydi Yusuf da onu isteyecekti, işte O’ndan kötülüğü ve fenalığı böylece engelledik” (Yusuf, 12/24)
Bu ayet, vezirin karısının açık isteklerine karşılık, Hz. Yusuf’un da ona gizli bir istek duyduğunu açıklamaktadır. Muhtelif Kur’ân yorumcuları, bu arzuyu bir peygambere yakıştıramadıkları için, bu ayeti, farklı biçimlerde yorumlamalardır. Fakat bu yorumların hiç biri tam anlamıyla ayetin zahiri anlamım ifade edecek seviyede ve güçte olmamıştır. Ayetin zahiri anlamına bakacak olursak, insan bir peygamber de olsa yine de insandır. Biyolojik ve fizyolojik açıdan insanlar arasında bir fark bulunmadığı gibi psikolojik olarak da bir fark yoktur. Her insan, doğuştan aynı duygulara, hislere, arzulara ve iç güdülere sahiptir. “Zira Allah’ın yaratışında bir değişme yoktur” (Rum, 30/31) Sünnetullah kavramı da bunu açıklamaktadır. Dolayısıyla her insanın yaradılışı aynıdır. Peygamberlerin diğer insanlara olan üstünlüğü, kendilerine vahiy gelmesi ve devamlı vahyin kontrolünde olmasıdır. Hz. Yusuf da bir Peygamber’dir. Bu nedenle Allah’ın özel himayesinde ve kontrolündedir. Bir insan belki olarak bir hata işleyecekti, ancak Allah’ın kontrolünde olduğu için böyle bir hata işleyemedi. O, bir insan ve sonra bir peygamberdir. O da her İnsan gibi cinsî duyguya sahipti. O’nun diğer insanlardan farkı bu dürtüsünü, helal ve meşru olmayan bir biçimde tatmin etmemiş olmasıdır. O daima Allah korkusunu yüreğinde hissetmiş ve vezirin hanımına “Günah işlemekten Allah’a sığınırım” (Yusuf, l2 /23) diye karşılık vermişti.
Ayet, bize çok veciz bir biçimde ve ahlaki ölçüler içinde cinselliği anlatmaktadır, Bunu da bir peygamberin şahsında anlatarak bize O’ nu örnek almamızı istemektedir. Çünkü örnek alınacak kişi, daima örnek al an kişiden daha üstün olmak zorundadır. Hz. Yusuf ise her yönüyle örnek alacak kişilerden daha üstündür. Ayet, Hz. Yusuf bir insan olarak belki kadına istek duyacak ve yaradılışında var olan cinsî arzusunu tatmin etmek isteyecekti. Ancak Allah Teala , bir peygamber olduğu için O’nu korudu ve O’nun meşru olmayan bir yola sapmasını engelledi, demek istemektedir. Ayetin psikolojik açıdan yorumu budur (8).
Cinsî dürtünün insanda mevcudiyetini belirten bir dinî delil de Hz. Muhammed’in şu sözüdür : “Bana dünyada üç şey sevdirildi :Kadın, güzel koku ve gözümün nuru namaz” (9) Bu hadisi açıklayan Celalettin es-Suyut ile İmam Sindi (10)cinsî arzuya dikkat çekmiş ve cinsî arzunun tatmin edilmesi için erkeklerin kadınlara, kadınların da erkeklere İhtiyaç duyduklarını açıklamıştır. Hadiste cinsiyet İle ilgili kavram “Bana sevdirildi” ifadesidir. Bu ifade karşı cinse duyulan sevgiyi anlatmaktadır. Ancak yukarıda da belirttiğimiz gibi, cinsellik ile sevgi arasında bir fark mevcuttur. Bu. kavram, hem cinselliği hem de mücerret sevgiyi ifade etmektedir, Nitekim "Oruç gecesi kadınlarınıza yaklaşmak size helal kılındı. Onlar sizin elbiselerinizdir, siz de onların elbisesi siniz” (Bakara, 2/187) ayeti de, kadın-erkek arasındaki cinselliği ve bu cinselliğin bir ihtiyaç olduğunu açıklamaktadır. Ayet, eşlerin bir elbise gibi birbirlerine sarılmalarını, veyahut ta elbisenin ayıplan örttüğü ve kişiyi koruduğu gibi, eşlerin de birbirlerini koruması gerektiğini açıklamaktadır(11).
2. SEVGİ
Sevgi; insanlar arasındaki ilişkiyi düzenleyen en önemli etkenlerden biri olduğu gibi, eşler arasındaki ilişkiyi de düzenleyen en önemli etkenlerden biridir. Daha Önce de belirttiğimiz gibi cinsellik, vücuda yönelik olduğu halde; sevgi, kişiliğe yöneliktir. Bu nedenle sevginin gücü ve etkisi, daha sürekli ve daha fazladır. Cinsellik fizyolojik bir ihtiyaç olduğu halde; sevgi, duygusal bir ihtiyaçtır. Bu nedenle sevgi, fıtrîdir, yani insanın yaradılışında mevcut olan ve beraberinde gelen bir duygudur. Her insan, doğumundan ölümüne kadar sevgiye muhtaçtır, her konuda olduğu gibi, karı-koca ilişkilerinde de sevgi, ailenin temelini oluşturur.
Nitekim Cenab-ı Hak "İçinizden kendileriyle huzura kavuşacağınız eşler yaratıp muhabbet (sevgi) ve rahmet var etmesi, O’nun varlığının belgele tindendir.” (Rum, 30/21) ayetiyle, eşler arasındaki sevgi ve şefkatin etkinliğini ve sürekliliğini açıklamaktadır. Ayette geçen "Huzura kavuşma” ifadesi, karşılıklı ihtiyacı belirtmektedir. Bu ifadeden sonra sevgi ve rahmet kavramlarının zikredilmesi, eşler arasında sevgi ve şefkatin bir ihtiyaç olduğunu ve bunu tatmin için de birbirlerine muhtaç olduklarım hatırlatmak içindir. Bu ayette yer alan temel kavramlar; eşler, huzura kavuşma, sevgi ve rahmettir. Sevgi, fıtrî olan bir duygudur ve insanı motive eden en etkin duygulardan biridir Konusu çok geni olan bu duygunun, ayette eşleri konu edinmesi sevginin eşe yönelik olan yününü açıklamaktadır. Huzura kavurma ifadesi ise, karşı cinse olan sevginin eşte tatmin edilmesini, bir başka deyişle huzur bulmak için sevginin mutlaka eşte aranması gerektiğini belirtmektedir. Ayette ifade edilen eşler kavramından da anlıyoruz , sevginin odak noktası, eşe karşı olacaktır. Hz. Peygamber de sevginin ege karşı olması gerektiği konusunda şu ifadeyi kullanmaktadır : “Bana dünyada üç şey sevdirildi : Kadın, güzel koku ve gözümün nuru namaz." Her ne kadar hadiste kadın ifadesi geçiyorsa da, bundan kasıt özellikle eşe karşı duyulan sevgi; genel anlamda ise, bütün kadınlara kargı gösterilecek sevgidir. Genel anlamdaki sevgi, mücerret sevgidir. Bu da karşı cinse düşmanca bir tavır takınmama ve onlara sevgi ile muamele etme anlamındadır. Eşe karşı olan sevgi ise, özel sevgidir ve mücerret olmanın ötesinde müşahhas bir yönü mevcuttur. Odak noktası belli olan bir sevgidir. Sevgi, fıtrî bir duygu olmakla birlikte, yönlendirilmeye ve geliştirilmeye de müsait olan bir duygudur. Bunun için de geliştirilmesi ve yönlendirilmesi gerekmektedir. Hiç şüphesiz inanan bir kişi için sevginin yönlendirilmesi, öncelikle Allah’a ve Resulüne daha sonra da anne-baba ’ya, eşine ve çocuklarına, akrabasına, milletine ve nihayet bütün insanlara doğru olmalıdır.
Sevgiyi belirleyen ve şekillendiren unsurlar ise, “yakınlık”, “kişisel nitelikler’, “tanışıklık”, “ödüllendirici”, “bilişsel denge”, ve “benzerlik" tir (12) Yakınlık, sevgiyi belirleyen en Önemli unsurlardan biridir. Yakınlıkta eşlerin birbirine sahip olduğu konum, ailenin dışında hiç bir kurumda mevcut değildir. Bu nedenle aile sevgiyi sürekli kılan ve yönlendiren bir kurum özelliğine sahiptir. Çünkü karşılıklı iletişim, birbirlerini sevme doğrultusunda baskı yapmakta, böylece tanışıklığı artırmaktadır. Olumsuz durumlar hariç, tanışıklık daha fazla sevgiye yol açmaktadır. Ancak yakınlık, kendi tabiatı İcabı hoş olmayan ve olumsuz olan durumlara karşı, sevgiyi artırma eğiliminde değildir. Bu nedenle antipatik olanlar arasında sevgi, genellikle oluşmamaktadır, Buna karşılık sempatik olanlar arasında sevgi, daha kolay oluşmaktadır. Özellikle İçtenlik, cana yakınlık ve fizikî çekicilik gibi özellikler, daha çok sevgiyi doğurmaktadır. Bu nedenle kişisel niteliklerin sevgide etkin bir rolü olmaktadır.
Sevgiyi belirleyen unsurlar içinde ödüllendirilebildiğin şüphesiz çok önemli bir yeri vardır. Zira insan, değer verdiği ödülleri kendisine veren kişileri daha çok sevme eğilimindedir. En güçlü ve en değerli ödüllerden biri de sevginin bizzat kendisidir. Bu nedenle her insan, kendisini sevenleri de sever, özellikle sevginin zamanla artması, karşı sevgiyi de artırır. Ailede eşlerin birbirlerini sevmeleri, bu açıdan çok önemlidir. Ancak bu sevginin değeri, eşlerin niyet ve samimiyetlerine büyük ölçüde bağımlı olmaktadır. Şayet eşlerden biri, diğerine kargı olan, sevgisinde, bir çıkar beklentisi imajı veriyor veyahut eşlerden biri sevgiyi böyle algılıyorsa, sevgide zamanla azalma olmaktadır. Bunun için de sevginin içten ve samimi olması gerekmektedir
Sevgiyi belirleyen unsurlardan bir diğeri de, bilişsel denge ’dir. Her insan, kendisiyle aynı fikir ve düşüncede olanları ’Sevmemektedir. Bu nedenle eşler arasında fikir ve düşünce birliğinin olması, değer yargılarının ve tutumlarının birbirine yakınlık arz etmesi, sevginin en kritik belirleyicisidir. Fikir ve düşünce birliği ile diğer konulardaki benzerliklerin, sevginin oluşumuna etkinliği bilinen bir gerçektir. Bunun içindir ki İslâm dini, eş seçiminde küfüv (denklik) İlkesini bir prensip olarak ortaya koymuştur. Zorunlu haller dışında, eş seçiminde inanç, kültür, yaş, mali durum v.s, gibi konulardaki denklik temel esastır. Zira bu ilke, sevgiyi belirleyen bir unsurdur.
Sevgiyi belirleyen unsurlar ne kadar çok olursa, sevgi o kadar güçlü olur Bunun içindir ki Cenab-ı Hak, eşler arasındaki sevgiden ve şefkatten söz etmektedir. Çünkü sevgi ve şefkat, huzuru getirmektedir. Huzur ise ailenin sürekliliğini sağlayan en önemli faktördür. Bu psikolojik tahlilin neticesinde âyeti yeniden hatırlamak yerinde olacaktır : “içinizden kendileriyle huzura kavuşacağınız eşler yaratıp muhabbet (sevgi) ve rahmet var etmesi, O’nun varlığının belgele tindendi r“ ’.
3. ŞEFKAT
Ailenin psikolojik temelini oluşturan öğelerden biri de şefkat’tir. Şefkat; acıma, esirgeme ve koruma duygusudur. Bu duygu, Kur’an’da “rahmet” kavramı ile ifade edilmiştir( o). Konu İle ilgili ayette “içinizden kendileriyle huzura kavuşacağınız eşler yaratıp muhabbet (sevgi) ve rahmet (şefkat) var etmesi, O’nun varlığının belgelerindendir” (Rum 30/21) buyrulmaktadır.
Rahmet kavramı, Allah iğin kullanıldığında nimet verme ve üstün kılma anlamlarına, insanlar için kullanıldığı zaman ise, incelik, yumuşaklık ve şefkat anlamlarına gelmektedir. Ayette, rahmet Allah için kullanıldığına göre, bu ayetin anlamı; Allah eşler arasında sevgiyi ve birbirlerine karşı acıma, esirgeme ve koruma duygusunu yaratarak kullarına nimet verdi, demektir. Fakat rahmet kavramı, aynı zamanda eşlere de yüklenmiştir. Bu da eşlerin birbirlerine karşı rahmetle, yani acıma, esirgeme ve koruma duygusuyla hareket etmesi gerektiğini göstermektedir.
Rahmet, ve şefkat kavramları, sevgi kavramı gibi kullanım alanı çok geniş olan kavramlardır. Bu aslanlardan biti de aile içi ilişkilerdir. Karı-kocat birbirlerine sevgi ile şefkatle davranmalıdır. Zira karşılıklı sevgi ve şefkate dayalı bir kurumun, sürekliliği ile, sevgiden ve şefkatten yoksun bir kurumun sürekliliği asla bir değildir. Sürekliliği sağlamak için Cenab-ı Hak, sevginin yanında rahmeti (şefkati) de insan fıtratına yerleştirmiştir. Ancak bu fıtrî duygunun da geliştirilmesi ve yönlendirilmesi gerekmektedir. Bu da eğitimle mümkün olmaktadır. Aile bu açıdan çok önemlidir. Zira sevginin ve şefkatin ilk tatbik edildiği ve çocuklara örnek olarak gösterildiği yer, ailedir. Karı-koca arasındaki sevgi ve şefkat ilişkisi, çocuklar için bulunmaz bir fırsat ve güzel bir örnektir. Dolayısıyla karşılıklı iki kişinin birbirine gösterecekleri sevgi ve şefkat, gocuklara da sirayet edecek, dolayısıyla aile sağlıklı bir kuntun olarak varlığını sürdürecektir. Sevgi ve şefkatten yoksun bir aile ise, dağılmaya ve yıkılmaya müsaittir ve böyle bir aile iğin potansiyel bir tehlike daima mevcuttur.
4. NESLİ DEVAM ETTİRME
Nesli devam ettirme, türün korunması için gerekli olan bir duygudur. Bu nedenle bütün çatılı varlıklar, çoğalmak iğin mukavemet edilmesi imkansız bir arzu duyarlar. Canlılar içinde yalnız insan cinsi, arzusunun. şiddetine kendi iradesiyle engel olabilir. Türün korunması iğin duyulan isteğin vasıtası ise, cinsî arzu ve cinselliktir. Bu nedenle evlilik kurumunu oluşturan etkenlerden biri de, nesli devam ettirme duygusudur.
Nesli devam ettirme duygusunun en önemli belirtisi ise, erkek çocuk özlemidir. Bu sebepledir ki, eski çağlardan beri doğacak çocuğun cinsiyeti daima merak konusu olmuştur. Çünkü nesli devam ettirme, büyük ölçüde erkek gocukla mümkün görülmektedir. Bu sebeple dir ki, Hz. Peygamberin erkek evladı ölünce, kendisine soyu kesik anlamına gelen “ebter” sözü söylenmiştir, Bu sözle, neslinin kesildiği ve sona erdiği kast edilmiştir.
Nesli devam ettirme duygusu, tabiî ve fıtri bir duygudur. Bu duyguyu Kur’an bize, ilk insan ve ilk peygamberin şahsında çok veciz bir şekilde açıklamaktadır. Taha suresinin 115-121. ayetleri arasında verilen bilgi, bu açıdan çok önemlidir. Hz. Âdem ile ilgili olarak verilen bu bilgide, Hz. Adem’in cennette yorulmadığı, acıkmadığı, çıplak kalmadığı, susamadığı ve güneşten etkilenmediği anlatıldıktan sonra, “Nihayet şeytan O’na fısıldayıp Ey Âdem, ebedilik ağacım ve yok olmayacak bir hükümranlığı göstereyim mi?” dediği ve bunun üzerine Hz. Âdem’in “o ağaçtan yediği" ifade edilmektedir. Bunun üzerine kendilerine kötü yerlerinin göründüğü ve üstlerini cennet yaprağı ile örtmeye başladıkları ve neticede Hz. Âdem’in Allah’ın emrine karşı geldiği açıklanmaktadır. Daha sonra Hz. Âdem’in tövbe ettiği ve Allah’ın da O’nun tövbesini kabul ettiğini ve O’nu eşi ile birlikte yeryüzüne indirdiği anlatılmaktadır (Taha, 20/122-123)
Ayette geçen “ebedilik ağacı” ve “yok olmayacak hükümranlık” tan maksadı ne olduğu konusunda kesin bir şey söylemek mümkün değilse de, Hz. Âdem ile Havva’nın bu ağaçtan yiyince, hemen cinsel organlarının görülmeye başlaması, ağaçla cinsel organ arasında bir bağ bulunduğunu göstermektedir. Ebedilik ağacı ifadesiyle ilgili ayetin öncesinde yer alan ayetlerde, insanda mevcut olan fizyolojik motifler ele alınmakta ve susuzluk, açlık, yorulmak ve sıcaktan etkilenmemek gibi motiveler zikredilmektedir. Bu fizyolojik motivelerin akabinde ise, ebedilik ağacından söz edilmektedir. Bu ifade büyük ihtimalle O ağaçtan yedikten sonra cinsî dürtünün ve nesli devam ettirme duygusunun ortaya Çıktığını açıklamaktadır. Ayrıca insanlığın çoğalması için erkekle eşinin birleşmesi gerekmektedir(13). Bu
Allah’ın değişmeyen bir yasasıdır, Bu yasayı ilk uygulayan ise, Hz. Adem İle Havva olmuştur. Binaenaleyh ayetin bu yorumu, ilahi yasaya da uygunluk arz etmektedir. Ayrıca §u ayetler de hu yorumu desteklemektedir :
‘O sizi bir tek nefisten yarattı. Gönlü. ısınsın diye Candan eşini var etti. Eşini sarıp örtünce (eşiyle birleşince) eşi, hafif bir yük yüklendi. O’nu gezdirdi. Yükü ağırlaşınca ikisi beraber Rableri Allah’a dua ettiler: Eğer bize iyi güzel bir çocuk verirsen şükredenlerden olacağız, dediler" (A’raf, 7/189).
“Ey insanlar, sizi bir tek nefisten yaratan ve O’ndan eşini var edip ikisinden bir çok erkekler kadınlar üreten Rabbinizden korkun” (Nisa, 4/1).
Bu ayetler, Hz. Âdem ile Havva’nın birleşerek çocuk meydana getirdiklerini ve çoğaldıklarını anlatmaktadır. İlâhî yasa gereği onlar, yeryüzüne indirilmiş böylece insanlık bu İki kişiden çoğalmıştır. Bu çoğalmayı sağlayan §ey ise, nesli devam ettirme duygusu olmuştur. Bugün de bu duygu, ailenin psikolojik temelini oluşturmaya en etkin bir biçimde devam etmektedir. Zira yapılan araştırmalar göstermektedir, çocuk sahibi olan ailelerdeki boşanma oranı ile çocuksuz ailelerdeki boşanma oranı arasında büyük bir fark mevcuttur. Çocuk sayısı arttıkça, boşanma oranlarında da büyük düşüşler gözlenmektedir. Bu da gösteriyor ilk çocuk sahibi olma ve nesli devam ettirme duygusu, ailenin psikolojik temellerden biridir.
’
SONUÇ
Yeryüzünün ilk sosyal kurumu olan aileyi, fonksiyonu açısından insan vücudundaki hücreye benzetebiliriz. Nasıl ’W hücreler, birleşerek insan vücudunu meydana getirmişler ise, aileler de toplumu meydana getir, inişlerdir. Bu nedenle aile, toplumun bölünme ve parçalanma kabul etmeyen en küçük birimdir. Ailenin yıkılması ve bu yıkımın gittikçe çoğalması, sosyal bünyenin de yıkılması demektir. Bu açıdan hücrelerin yıkımı ile ailenin yıkımı arasında bir paralellik mevcuttur. Zira hücrenin ölümü, insan bünyesinin; ailenin yıkımı ise sosyal bünyenin ölümü hazırlamaktadır.
Nasıl ki, insan bünyesini korumak için bir takım koruyucu hekimlik kuralları gerekiyorsa, aynı şekilde aileyi de korumak için bir takım koruyucu hekimlik kurallarına ihtiyaç bulunmaktadır, önemli olan, aileyi korumak ve kollamaktır, ailenin sürekliliğini temin eden tedbirleri almaktır. Ailede esas olan sürekliliktir. Nikah, bu sürekliliği sağlayan bir akittir. Boşanma ise, geçici bir durumdur ve zor durumda kalındığında baş vurulacak bir sıkış yoludur.
Nikâh; cinselliğin veya cinsel dürtünün tatmin edildiği dinî ve hukuki bir yoldur. Diğer bir ifade ile, cinsel dürtünün tatmin edilmesi için ortaya konan ve bu dürtüye meşruluk kazandıran dinî bir akittir. Daha önce de açıkladığımız gibi Kur’ân, cinselliği fizyolojik bir dürtü olarak kabul eder ve bu dürtünün meşru yoldan tatmin edilmesini ister. Bunun için de nikâha dayalı aile kurumunu emredip teşvik ederken, nikâhsız beraber yaşamayı da kesin bir şeklide yasaklamaktadır. Nitekim İslam kadın-erkek ilişkisinde şiddetle yasakladığı şey, zinadır. Evlilik dışı veya nikâhsız bir arada yaşama şeklinde tarif edebileceğimiz zina, sadece İnsan sağlığım tehdit etmekle kalmamakta, aynı zamanda ruh sağlığını da tehdit etmektedir. Nitekim Cosmopolitan Raporunun verileri de bunu teyit etmektedir (H) Bu rapora göre, ABD’de zührevî hastalık müthiş bir süratle yayılmaktadır. Kadınların istedikleri gibi, erkek seçip onunla evlilik dışı münasebette bulunması, sakin ve huzurlu bir hayat yasamalarına gerçekten yardımcı olup olmadığı konusunda da şüphe bulunmaktadır. Böyle bir ortamda kadın-erkek münasebetleri, eskiye kıyasla daha az istekli olmaktadır. İstatistiklere göre, Amerika’da her iki evlilikten biri, mutlaka boşanma ile sonuçlanmaktadır. Evli olmadan birlikte yaşama deneyimlerinde ise, ayrılmalar çok daha sık olmaktadır.
İsveç’te de durum pek parlak değildir, özellikle kadınlar arasında büyük ölçüde düşmanlık, doyumsuzluk ve çatışma olmaktadır. Bir zamanlar her şeyin mümkün olduğuna-inanılan bu ülkede şimdi, hüzün verici olaylar yaşanmaktadır. Bu ülkedeki kadınlar ve erkekler, aşka, sevgiye, zevke ve insan sıcaklığına hiç bir zaman bu kadar ihtiyaç duymamışlardır. Evlilik dışı münasebet veya yeni bir vücut arzusu, daha ziyade Batı’nın çok pratikleşmiş ve her şeyde formüller uygulayan toplumuna has bir davranış biçimi olarak görülse de, bunun diğer ülkelere de sirayet ettiğini görmekteyiz.
İşin aslına bakılırsa evlilik dışı münasebet, insanın kendi temel İlişkilerindeki ana bozukluklardan
kaçması ve onun üzerine gidememesinden kaynaklanmaktadır. Bu, işin kolayına kaçmaktır. Ama asla bir çözüm değildir. Çözüm, çiftlerin kendi aralarındaki bozukluğun ve huzursuzluğun üzerine cesaretle gitmelerindendir. Gerçekte sıkıntıya, iç enerjinin yanıp tükenmesine ve diğer psikolojik faktörlere karşı çare, dışta değil içte aranmalıdır. Heyecan, ihtiras ve neşe sadece içimizden kaynaklanmaktadır. Yoksa dıştan gelen şeyler, insanı heyecanlandırmaz, neşelendirmez ve canlı hale sokmaz. Kendi yaşama sevincimizi, İhtirasımızı harekete geçiren yine kendimizdi!-. Eğer bu usulü, hayatımızın temeli haline getirmez ve ayni şeyleri, sağlamak için daima kendimize dışarıdan yeni kaynaklar ararsak, daha çok kaynak ararız. Her bulunan kişi, bize aradığımız ve beklediğimiz şeyleri veremez. Her defasında hayal kırıklığına uğrar, yenilerinin peşinden koşarız. Bu psikolojik davranış, fıtrî diğer duygularla çatışan bir davranıştır. Bu nedenle insanı, mutlu etmesi asla düşünülemez. Huzur, iyi seçim yapılmış nikaha dayalı evliliktedir. Ancak evlilikte nikâh, yeterli tek şart değildir. Nikâhla birlikte, sevgi, şefkat de gereklidir. Eşlerin birbirlerine karşı gösterecekleri sevgi ve şefkat, hem eşleri mutlu ve huzurlu kılacak, hem de ailenin sürekliliğini sağlayacaktır. Bir de nesli devam ettirme duygusunu gerçekleştiren çocukların dünyaya gelmesi, aileyi daha da güçlendirecektir.
Celal Kırca, 1945 yılında Espiye’de doğdu. Orta öğrenimini İst. İmam - Hatip Lisesinde tamamladı. Ayrıca Pertevniyal lisesini bitirdi. İstanbul Yüksek İslâm Enstitüsünden mezun oldu. Öğretmenlik ve müdürlük görevlerinde bulundu. Kayseri Yüksek İslâm Enstitüsünde öğretim üyesi olarak çalıştı. 1984 de doktor, 1988 yılında ise doçent oldu. Halen E. Ü. ilahiyat Fakültesinde Tefsir Anabilim Dalı başkanı olarak görev yapmaktadır. Yayınlanmış iki kitabı, birçok makalesi mevcuttur. Ayrıca komisyon üyesi olarak üç dinî ansiklopedinin yazarları arasında yer almıştır.
(1) Bozkurt Güvenç, insan ve Kültür, İstanbul, 1978, s. 3.
(2) Cemal Yıldırım, Bilim Felsefesi, İstanbul, 1979, s. 164,
(3) Mümtaz Turhan, Kültür Değişmeleri, İstanbul, 1969, s. 8.
(4) Rudolf Fintner ve arkadaşları, Eğitim Psikolojisi, Ter. Sabri Akdeniz, İstanbul 1987, s. 55
(5) Alexis Carrel, tasanlar Uyanın, Ter. Leyla Yazıcıoğlu, İstanbul, 1959, s. 61.
(6) R. Pintner, a.g.e., s. 57.
(7) Firuzabadî, Besair, Mısır, 1986, 3/358.
(8) Celâl Kırca, Kur’ân-ı Kerim’de Fen Bilimleri, İstanbul, 1989, s. 270-271.
(9) Nesai, Sünen, K. Işratu’n Nisa,B.Hubbu’n Nisa, Beyrut, Tarihsiz, 7/61, (Suyutî şerhi ve Sindi haşiyesi ile birlikte)
(10) Nesai, a.g.e., 7/61-62.
(11) Elmalı’ lı Hamdi Yazır, Hak Dini, İstanbul, 1935, 1/670.
(12) J.L. Freedman, D.O. Sear, J.M.Carlsmith, Sosyal Psikoloji, Ter. Ali Dönmez, İstanbul, 1989, 145-189.
(13) Firuzabadî, Besair, 3/53.
(14) Seyit Kutup, Fazilet’i Kur’an, Lübnan, 1968, 16/103, Süleyman Ateş, Yüce Kuran’ın Çağdaş Tefsiri, İstanbul, 1990, 5/54-4455.
(15) Yankı Dergisi, 17-23 Mayıs, 1082, s. 53; Yankı, 29 Haziran 5 Temmuz, 1981, s. 46, Yankı, 8-14 Haziran, 1982, s. 48.