Makale

Değişen Şartlar Karşısında İSLÂM AİLE YAPISI

Değişen Şartlar Karşısında

İSLÂM AİLE YAPISI

Doç. Dr. Hayreddin KARAMAN
M.Ü. İlahiyat Fak. Öğretim. Üyesi

GİRİŞ

İslam’ın ana kaynaklarında (Kur’an-ı Kerîm’de ve Sünnette) yalnızca inanç, ibadet ve ahlâk konularına yer verilmemiş, bunların yanında fert ve toplum olarak müslümanların sosyal hayatları, çe­şitli ilişkileri ile ilgili kaideler konmuş, kimi detay, kimi çerçeve mahiyetinde hükümler sevk edilmiştir. Bu cümleden olarak Sünnet kaynağını ihtiva eden kitaplarda (hadis kitaplarında) “nikâh, ta­lâk, iddet, nafaka, nesep, ferâiz” gibi ’başlıklar altında aile hukuku, yapı ve ilişkileri ile ilgili hadisler rivayet edilmiş, Kur’ân-ı Kerîm’- de de, onun özel metodu ve üslûbu içinde, birçok âyet bu konuya tahsis edilmiştir. Prensip olarak bu iki kaynağa dayalı bulunan Fıkıh (İslam Hukuku) ve ahlâk kitapları ise aile konusunu, kendi metot ve sistemleri içinde ele alarak işlemişler, ayet ve hadisleri, akıl, Örf ve âdet, maslahat (fayda-zarar) ölçüleri içinde yorumla­yarak değişen şartlar karşısında ortaya çıkan bilgi, düzenleme ve hükme bağlama ihtiyaçlarına cevap vermişlerdir.

Değişen şartlar karşısında İslâm’ın tavrı daima direnme, mev­cudu muhafaza etme, değişme ve yenileşmeye karşı çıkma şeklin­de olmamıştır. Bunun en ikna edici delili, İslâm’ın, küçük bir site devlet olduğu kadar, cihan hâkimiyeti mefkuresine ulaşmış büyük devletlere ve toplumlara da muhtaç oldukları kaideleri vermiş, reh­berliği yapabilmiş olmasıdır. İslâm bunu gerektiği yerde, gerektiği kadar muhafazakâr olma, gerektiği yer ve zaman da da gelişme ve değişme özellikleri ile başarmıştır.

İslâm’da değişmeyen saha, “Allah, kâinat ve insan hakkındaki temel bilgi ve inanç, İslam insanının ulaşması gereken yüce amaç­lar ve manevî yapısında ver vermesi gereken faziletler {yüksek ah­lâk prensipleri) sahasıdır. İnsan, tefekkür, ibadet ve iyi işler, iyi davranışlar sayesinde eğitilerek bu amaçlara ulaşır, dünya ve âhiret mutluluğunu elde eder. Dünyanın nimetleri, çeşitli imkânlar, ku­rumlar ve kuruluşlar, düzenler ve düzenlemeler “bir Allah’a kul­luk” cümlesiyle özetlenebilecek yüce amacın araçlarıdır. Araçlar, ge­rektiği zaman, amaçlar, doğrultusunda gelişmeye ve değişmeye açık­tır. İslam’ın karşı çıktığı, direndiği değişme; yüce insanlık ve fıt­rat amaçlarına ters düşen, insanı geriye götüren, şuursuz canlılar seviyesine indiren değişmelerdir. Çoğu kez madde ötesi ve Allah ite ilişkisini koparmış insanların yönlendirdiği bu gibi değişmeler İslam’a göre münkerdir, bidattir, sapmadır; bunlara karşı eğitim ve müeyyide ile tedbir almak gerekir. İnsanı, varoluş, yaratılış amacı­na ulaştıran değişme ve gelişmeler ise İslam’da daima teşvik gör­müş, ibadet sayılmıştır, “insanın ömür sermayesini nasıl kullandı­ğının kendisine sorulacağım”, “iki günü eşit geçen insanın ziyanda olduğunu” ifade eden hadisler ile “İnsanlığın ve Allah’ın düşman­larına karşı caydırıcı güç edinilmesini” ve dolayısıyla müslüman­ların, yaşadıkları çağın en üstün bilim ve teknolojisine sahip ol­malarının gerektiğini bildiren ayet (En fal : 8/60) burada örnek olarak hatırlanabilir.

Aile yapısı ve ilişkileri ile ilgili İslâmî kurallar ve düzenleme­lerin Örf ve âdete, içtihada, mesâlihe (fayda-zarar prensibine) da­yalı olanları, amaca uygun yenileri He her zaman değiştirilebilir. Ayet ve hadîslere dayalı olup devamlı oldukları anlaşılan kurallar ise uygulamada güçlük veya imkânsızlık görüldüğü zaman zaru­ret prensibi gereği askıya alınabilir. Şu halde tabiî olan; yani Allah’ın insan ve eşya için koyduğu tabiî kanunlara, insanlığın yüce amaçlarına uygun ’bulunan bir değişme ve gelişmeye İslam’ın engel ol­ması söz konusu değildir.

Yapı Fonksiyon ve İlişkiler Açısından Çağımızda Aile :

Önce sanayi inkılabı, arkasından sanayi ötesi çağın getirdiği değişikliklerden ailenin etkilenmemesi düşünülemez. Ancak küçülme­sine, ilişkilerde ve rollerde bazı değişikliklere uğramasına rağmen, en önemli fonksiyonları ile ailenin hâlâ varlığım sürdürdüğü ve bir alternatifinin bulunmadığı anlaşılmaktadır. Bazı sonuçlarını alıntı­lar halinde sunacağımız araştırmalar bu gerçeği açıkça ortaya koy­maktadır :

"Erkeklerin ve kadınların iyi ana babalar olmak için evvelâ sağlam, her yönden eksiksiz bir insan olmaları gerekir... Erkekle kadın daima bir yandan dünya işlerini yürütmek, aile kurup ço­cuk yetiştirmek zorunda kalmışlar, bir yandan da dünyadan elde edebildikleri kadar haz edinmeye çalışmışlardır. Ama bugün, yine de eskisinden daha çok şaşkınlık içindeyiz... Kadınları eski gele­neksel durumları birdenbire ve tamamıyla değişmiştir. Bir zaman­lar, kadını sadece ailesine verirken, şimdi kendisine her yandan im­kân ve fırsatlarla dolu kapılar açılmıştır... Eski tip kadın artık yok olmaktadır, ama bazılarının sandığı gibi bu, modem kadının kendi görevini unutmuş olmasından, veya çocuklarım daha az sev­mesinden değildir. Kadın hoppalarmış, hafifleşmiş değildir, ama dünyamız değişmektedir, bu gidişe ayak uydurmak zorundadırlar. Güzel bir yaşantının temeli olan şeyleri —sevgi, yuva, çocuklar ve bir işe yaramak duygusu bütün bu eski şeyleri kadınlar hâlâ is­temektedir. Ama aynı zamanda, modern dünyada var olan en iyi şey­leri de istemektedirler. Bugünün kadını ihtimal teyzelerden, hala­lardan, abla ve yaşlı görümcelerden uzak bir aile özgürlüğünün ta­dını çıkarmaktadır. Bu özgürlüğe bedel olarak, kendisine yardım edecek kimselerden yoksundur... Eskiden geniş aile çevresinin ço­cuğa sağladığı şeyleri bugün başka yollardan sağlamak zorundayız... (Naciye öncül, Ana Babaların Sorunları (A.B.D. Çocukları İnceleme Demeği Raporları), İst. 1970, s. 220, 248 vd.)

“Aileyi tahrip eden felâketlerden ziyade kültür ve inanç buh­ranlarıdır. Bugün gösteriş merakı, lüks tüketim, kendi değerleriyle çatışma, istikrarsız ve bünyeye uymayan değişme aileyi daha çok yıpratıyor. Fakat bu menfi gidiş de süreklilik kazanmıyor. Bazı meniî devrelerden’ sonra tekrar iyileşmenin başladığı da bir gerçektir... Amerika, Almanya ve Rusya’da bir zamanlar revaçta olan —hukukî ve ahlâkî olmayan— “fiilî aile” erkenden gözden düşmüş, ahlâkî şileye dönüş başlamıştır. (Yümnî Sezen, Sosyolojide ... Temel Bil­giler ve Tartışmalar, İst., 1990, s. 130).

Aile sosyalleştirme, şahsiyeti geliştirme fonksiyonunu îfâ eden, bugün de bu fonksiyonunu koruyan bir sosyal ünitedir. Yeni kuru­luşlar (kreşler yurtlar, okullar, çeşitli teşekküller) bu fonksiyonu paylaşmaya kalksa da her şeye rağmen ailenin yerini tutamayaca­ğı anlaşılmıştır... (Y. Sezen, s. 120; öncül, s. 246).

“Eğitimciler hangi yaşta olursa olsun evin, çocuklar üzerine olan etkisine fazla önem vermişler ve onun üstünde durmuşlardır. Akıl hastalığının yahut sapıklığın kökleri çok kere bozuk aile mü- nas ebetlerindendir. Akıl hastalığına tutulmuş yetişkinler üzerinde yapılmış olan bir çok araştırma, bu kimselerin hayatlarının ilk yıl­larını geçirdikleri evlerin karakteristikleri ile hastalıkları arasında ilgi bulunduğunu gösteren verileri ortaya koymuştur. (L. Cole ve J.B. Morgan, Çocukluk ve Gençlik Psikolojisi, Çev. S.H. Vassaf, îst. 1968, s. 205)

“Şahsiyet, çocuk altı aylık iken, hatta çok kere ondan evvel kendini belli etmeye başlar. Okul çağına gelmeden evvel belli başlı yönelişlerinin birçoğu kökleşmiş, yerleşmiş olur. Ana baba ve öğ­retmenler çocukların kötü huy ve yönelişlerini bulup çıkarmakta uya­nık davranmalı ve bunların yerine istenilen, beğenilen huy ve yö­nelişleri koymaları için yardım ve teşvikte bulunmalıdırlar, (s. 396)

“Çocuğun muhtaç olduğu şey, ortaya çıkan üzüntülerin dur­madan gereğine bakan, fakat aynı zamanda çocuğuna bol vakit ayı­ran ve bol ilgi gösteren bir ana babadır; çocuğa, bütün kusurları­na rağmen onu içten sevdiklerini ve onunla beraber bulunmaktan şevk duyduklarını duyuran bir anne baba!” (öncül, s. 12)

“Çocukların küçükken evde annelerine muhtaç olduğu zaman­lar olacağı muhakkaktır. O zaman annenin işleri ve dışardaki sorum­lulukları ikinci derecede kalır. Kaçınılmaz çekişme ve çelişmeleri açıkça karşılayıp daha baştan asıl görevinin ne olduğunu bilmeyen bir kadın, hem evinin dışında çalışıp, hem de çoluk çocuğunu başarı ile yetiştiremez. Tabiî dışardaki işi ve kazancı biraz aksayacaktır... Ama buna gerek de yoktur, buna karşılık hayatına, kendisini daha mutlu kılan şeyler girmiştir. (Öncül, 246)

“Bugün insanlar istedikleri yaşta evlenme, istedikleri kadar çocuk sahibi olma imkânlarını elde etmişlerdir... Küçük çocuklu ka­dınlar bile ev kadını olma veya evin dışında çalışmaya karar vere­bilirler. Bunlar evlerinde oturarak çocuklarını kendileri yetiştire­bilir, yahut iş ve meslek hayatına atılarak bütün gün çocuklarından uzak kalabilir. Eğer böyle yaparsa çocuklarına baktırmak için tür­lü yollardan birini seçebilir, fakat bu hal çarelerinin de uzun za­man devam edemeyeceğini anlayacaktır.”

‘‘Konserveler ve çeşitli modem araçlar ev işini kolaylaştırmış­tır, artık kadınların istediği gibi harcayacağı hayli boş zamanlan vardır. Bütün bunlar görünüşte kadım özgürlüğe kavuşturuyor ve İstediğini yapmasını kolaylaştırıyor gibiydi; fakat gerçekte bu ko­laylıklar ve araçlar az çocuk, istediğini yapmakta özgür olmak da­ha başka bir takım problemler doğurdu. Bütün özgürlüğüne rağmen, evde didinip harap olmaktan kurtulmasına rağmen kadın halâ ken­dini, çocukların bakımı ve yetiştirilmesinden esas sorumlu görüyor. Ne kadar yardım ve kolaylık sağlanırsa sağlansın çocuk meydana getirmek ve yetiştirmek, kadının hayatında öyle önemsiz bir şey­miş gibi düşünülemez. İstediğimiz yolu seçmekte serbest olmak bir Özgürlük olarak kabul edilir de bunun doğurduğu sorumluluk ve çekişmeler üzerinde yeterince durulmaz nedense!...”

“Zamanımızda ailenin üzerinde müthiş bir yük vardır. Bu hem duygusal ve ruhsal bir yük, hem de çok zaman fiziki bir yüktür. Çünkü birçok kadın, çocuklarına bakacak iyi bir yardımcı bulama­dan iş hayatına atılıyor. Her adımda anneler, müşküllerini çözüm­leme yolundaki çabalarında baltalanmışlardır. Çünkü “annenin yeri evidir” şeklindeki eski düşünce hâlâ devam etmektedir. Gelenek­lere ve peşin hükümlere aldırmayan kadınlar çokluk müfrit, aşırı kadınlardır; çocuklarının kişisi ve ruhsal ihtiyaçlarından çok mes­leklerini, veya aylıklarının sağladığı maddî rahatı düşünürler. Böyle kadınlar yaptıklarında aşırı gitmişlerdir. Bunlar normal anneler için de yolu açacak yerde kapatmışlardır. Çünkü onların yaptıklarını gören normal bir anne şöyle düşünür : “Ben bunu yapmak İste­mem, üç yaşında çocuğumu kışlan yatılı bir pansiyona, yazları da yatılı bir kampa yerleştirmek istemem, hayır şimdi tuttuğum yol­da düşe kalka yürümeyi tercih ederim.” Tabiî bu bir ’ya hep, ya hiç” meselesi değildir... Birçok kadınlar, hem kendileri, hem de ço­cuklarını memnun eden çareler bulmuşlardır, fakat bunlar, parlak meslek kadınlarına kıyasla bu bakımdan işlerini sessiz sedasız yü­rütürler...” (Öncül, s, 222. 245).

Psikoloji, eğitim ve sosyoloji bilim dallarında yapılan araştır­maların sonuçlarından yaptığımız aktarmalar şu gerçekleri ortaya koymaktadır :

1. Aile, önemli bir sosyal ünite olarak yerini korumaktadır.

2. Şehirlerde ana baba ve çocuklardan oluşan çekirdek aile­ler, geleneksel geniş ailenin yerini almıştır. ’

3. Kırsal bölgelerde büyük anne, büyük baba ve kardeşler de sile içinde yer almaktadır,

4. İnsanın verimliliği, mutluluğu, ruh ve beden sağlığını ko­ruması için aile vazgeçilmez bir kurumdur.

5. Aile millî varlığın ve kültürün yaşamasını, gelecek nesil­lere aktarılmasını sağlayan araçların en önemlisidir.

6. Çocukların ruh ve beden sağlığı içinde doğup büyümesi, kişilik ve ahlâk eğitimi, sosyalleştirilmesi ailesiz mümkün olmamak­tadır.

7. Bu kadar önemli fonksiyonlara sahip bulunan bir kurumun korunması ve geliştirilmesi toplumun ve devletin en önemli görev­lerinden biri olmalıdır.

İslâm’ın Bakışı :

A — Yapı :

Allah Teâlâ kadını ve erkeği insanlık ve Allah’a kulluk açı­sından eşit yaratmış, her iki cinsi insanlık ve kulluk amaçlarına ulaşabilecek kabiliyet ve imkânlarla donatmış, bu bakımdan fırsat eşitliği vermiş, sorumlulukta da eşit kılmıştır. İnsan üreyip ço­ğalmasını yaratılış amacı yönünde gelişmesini iki cinsin bu mak­satla bir araya gelmesine bağlı kıldığından, maksada en uygun bir­liği evlilik içinde gerçekleştirmiş, evlilik dışı cinsî ilişkileri, amacı­na ters düştüğü ve aile birliğini bozduğu için yasaklamıştır. İnsan­lığa gönderdiği son din olan İslâm’da Allah Teâlâ, aile yapısı için belli bir sınır çizmemiş, bunu örf ve âdete (marufa), kültür ve medeniyetin gelişmesine paralel gelişme ve değişmeye açık bırak­mıştır, Bu sebebe geniş aile yapısı ne kadar İslâm’a uygun ise çekirdek aile de o kadar uygundur. Ancak ailenin yapısı geniş ol­sun, dar olsun, kişiler başta ana baba olmak üzere akraba ile ilgi­lenecek (sılatu’r-rahim) onlarla bağlarını koparmayacak, maddî ma­nevî dayanışma içinde olacaktır. Bu husus hukukî ve ahlâkî müey­yidelere bağlanmıştır.

“İmkânınıza uygun olarak oturduğunuz yerde kadınlarınızı da oturtun... Bak (Talâk : 65/7)/’ ...onlara (kadınlarınıza) örf ve âde­te göre (iyi) davranın...” (Nisa: 4/19) mealindeki ayetler, kocaya, sosyal ve ekonomik seviyesine uygun bir mesken temini yükümlü­lüğünü getirmektedir. Diğer ayet ve hadisler ile evlenme akdinin bu hükmi sonuçlarından hareket eden fukahâ (İslâm hukukçuları), 1917 tarihli Hukuk-ı Aile Kararnamesinin kanunlaştırdığı (rnd. 72) şu kai­deyi ortaya koymuşlardır : Kadın razı olmadıkça koca, evinde, temyiz çağına gelmemiş çocuğundan başka yakınlarını oturtamaz. Kadın da kocasının rızası olmadan kendi çocuklarını ve yakınlarına kocasının evinde oturtamaz.” Bu maddeye göre eşler evde ancak Öz çocukları ile —daha önceki eşlerinden olma— küçük çocuklarını oturtabilmektedirler, bunların dışında kalan yakınların evde otur­tulması karşı tarafın rızasına bağlıdır; yâni İslâm çekirdek aileyi Öngörmekte, geniş aileye de kapıyı açık tutmaktadır.

B — Roller ;

Aile birliğinde eşlerin yerine getirecekleri roller iki istisna dışında da örf ve âdete bağlanmıştır. Örf ve âdete bağlamak ise za­man ve çevre şartlarına göre değişme ve gelişmeye açık bırakmak demektir. istisnalar erkeğin “aile reisliği” ve maişet temini ile il­gilidir. Reislik hükmünü getiren âyet önce “kadınların Ödev ve sorumlulukları kadar haklarının da bulunduğunu ifade etmekte, son­ra da “erkeklerin aile reisliğine” işaret etmektedir (Bakara: 2/228). İsviçre ve Türk Medenî Kanunlarından (Md. 153/161) farklı olarak îslâmda erkeğin aile reisliği, kadın soyadını değiştirmesini gerek­li kılmamaktadır; kadın evlendikten sonra da kendi soy adını taşı­yabilmektedir. Hz. Peygamber (s.a.s.) “Üç kişi bir yolculuğa çık­tığında içlerinden birini reis tayin etsinler” buyurmuştur (Ebû- Dâvûd, Cihat, 80) Birliklerde, toplu faaliyetlerde başarı, düzen ve disipline bağlıdır; düzen ve disiplinin şartı da görev ve sorumlu­lukların belirlenmesi ve iş bölümü yapılmasıdır. Müslümanların bü­tün işlerini danışma ile yürütmeleri de ilgili ayetlerle emredilmiştir (Âl-i İmran : 3/159 ; Şûra : 42/38) “Devlet başkanı, erkek, işçi, kendi sürülerinden sorumlu oldukları gibi, kadın da evinin ve çocuklarının çobanıdır ve sürüsünden sorumludur” (Buhârî, Nikâh, 80, 89) mea­lindeki hadis, güzel bir benzetme ile zevceye de kişilik, salahiyet ve sorumluluk vermektedir. Bütün bunlara göre koca, aile reisli­ğini, gerektiğinde eşi ve çevresi ile danışmalar yaparak aile men­faatine en uygun bir şekilde yürütmek durumundadır. Ayrıca aile­nin geçimini sağlamak vazifesi de yalnızca kocaya aittir.

Aile reisliği ve geçimin sağlanması dışında evde ve ev haricin­de kadının ve kocasının evlilik birliğinin bir gereği olarak— han­gi rolleri üslenecekleri, vazifelerinin neler olacağı konusunda ilk uy­gulama Örnekleri vardır. Bu cümleden olarak Hz. Ali ile eşi Fâtıma’ ki Hz. Peygamber’in kızıdır müracaatları üzerine Peygam­berimiz “evin içindeki işleri (o zamana göre su taşımak, un öğüt­mek, hamur ve ekmek yapmak, ev temizliği vb.) Hz. Fâtıma’nın, dışardaki işleri ise Hz, Ali’nin yapmasını söylemiştir (Ibnul-Kayyim, Zâdu’l-Me’âd, C. V, s. 186), Bunlara ek olarak büyük sahabe Hz. Zübeyir’in eşi Esma’nın, kocasının atına baktığı ve şehir dışındaki bahçesinden sırtında yem taşıdığı bilinmektedir. Bu Örnekleri ve hadisleri yorumlayan fıkıhçılardan bazılarına göre bunlar devamlıdır ve bağlayıcı kaidelerdir. Mâlik, Şafi’yi, Ebû-Hanife gibi müetehidlere göre hadisler örfe bağlı tavsiye niteliğindedir, uygulamalar da ah­lâkîdir, karşılıklı anlaşma ve fedakârlık örnekleridir. Eşler arasın­daki görev taksimi Örf ve adete, âdâl ve ahlâk anlayışına bağlı ola­rak karşılıklı rızaya ve anlaşmaya bırakılmıştır. (İbnu’I-Kayyim, a. esr., a. yer)

Aile birliği içinde kadının en önemli vazifesinin çocuk yapmak ve çocuk kendisine muhtaç olduğu müddetçe ona bakmak olduğu­nu aşağıda göreceğiz. Bunun dışında kadın, evinin içinde ve dışında —kocası ile anlaşarak çeşitli iş ve görevlerde çalışabilir. îslâmda bunu engelleyen hiçbir nas ve kaide yoktur. Hz. Peygamber zama­nından bugüne kadar da İslâm kadını, evde, tarlada, bahçede, cephe­de, okulda, atölyede çeşitli işlerde çalışmış, ticaret yapmış, aileye ve topluma önemli katkılarda bulunmuştur. Hz. Peygamber ve ilk halifeler devrinde, aynı zamanda meclis olarak kullanılan mescitte kadın temsilcileri bulunmuş, gerektiğinde haklarını savunmuşlardır. Bu konu ile ilgili naslar ve uygulamalar incelendiğinde iki önemli prensibin bulunduğu anlaşılmaktadır :

1. Kadınlar ve erkekler arasında yapılacak işbölümünde, fiz­yolojik ve psikolojik kabiliyetlere göre öncelik esasına riayet edil­mesi. Cemaat imamlığının, aile reisliğinin erkeğe, ayrılma halinde küçük çocuğun kadına verilmesi bu prensibe dayalı örneklerdir.

2. Kadın çalışsın çalışmasın ekonomik özgürlüğün sağlanma­sı. îslâmda kadının geçimi normal ihtiyaçlarının karşılanması evli iken kocasına, bekâr iken babasına, babası yoksa en yakın erkek akrabaya aittir. Onlar bunu bir sadaka olarak değil, bir hukukî yü­kümlülük olarak yerine getirmek mecburiyetindedirler. İslam toplumun da kadın, aç ve açık kalma korkusuyla çalışmak, yahut mutlu olmadığı bir evliliğe katlanmak durumunda değildir. Çalışmak isti­yorsa bunu zevk, topluma katkıda bulunma, kendini yetiştirme ve geliştirme gibi sebeplerle yapacaktır. İslâm aile birliğinde mal ay­rılığı prensibi vardır. Bu sebeple kadının kazancı kendine ait olup onun üzerinde dilediği gibi tasarrufta bulunabilir. Bu sebeple fı­kıh kitaplarında, kadının zengin, kocasının ise fakir olması halinde zekâtını kocasına vermesinin cevazından bahsedilmiştir.

C — Fonksiyonlar :

İslâm’ın aileden beklediği fonksiyonların önemlilerini şöylece sıralamak mümkündür.: Sevgi, huzur, mutluluk ve sağlık ortamı elması, neslin ve kültürün gelişerek yasamasını sağlaması, millî birlik ve beraberliğe katkıda bulunması...

1, “O’nun {Allah’ın varlık ve kudret) işaretlerinden biri de size kendinizden, huzur ve mutluluk bulacağınız eşler yaratmasıdır ve Allah, karşılıklı olarak (gönüllerinize) sevgi ve şefkat koymuş­tur." (Rum: 30/21)

“Onlar (zevceleriniz) sizin için elbisedir, siz de onlar için el­bisesiniz.” (Bakara: 2/187)

Bu benzetmede eşlerin, karşılıklı olarak birbirini zararlı etkile­re karşı koruduklarına, ruh ve beden sağlığı kazandıklarına, sosyal itibar sağladıklarına... işaret edilmiştir.

Bu ayetler aynı zamanda, aileyi kuran iradenin yalnızca cinsî ihtiyaç veya ekonomik menfaatten güç almadığım, sevgi, şefkat, huzur ve mutluluk gibi manevî ve insani ihtiyaçların saik olarak rol oynadığım göstermektedir.

2. Neslin devamı, kadınla erkeğin çocuk yapmak ve doğan ço­cukların bakım ve eğitimlerini —ihtiyaç duyulan süre içinde— üst­lenmek üzere bir araya gelmelerine, birlik kurmalarına bağlıdır. Bunun insanlık tarihi boyunca en uygun, hatta yegâne şekli aile ol­muştur. Aile ve akrabası olmayan insan yalnızdır ve kimliksizdir. Bu sebeple İslâm çocuk sahibi olmayı ve çocuğa bakıp büyütmeyi evlenmenin, aile olmanın amacı kılmış, eş seçiminde bu amaca uy­gun niteliklerin aranmasını tavsiye etmiştir. “Evlenin çoğalın, baş­ka ümmetlere karşı sizinle iftihar edeceğim” (Avnu’l-Mabûd, I, 17.) mealindeki hadis bu konuda canlı bir teşvik Örneğidir.

Yine aynı maksatla İslâm, evlilikte sadâkati şart koşmuş, zi­nayı yasaklamış, zinaya götüren yollan kapamış, evlilik birliği için­de doğan çocuğu —sadakatsizlik hallerinde bile— nikâhlı kocanın çocuğu saymış, zinayı çocuk meyvasından mahrum bırakmıştır.

İslâm’ın ana kaynaklan, ana babaya çocuklarını eğitme, onlara din eğitimi verme, millî kültürü aşılama, içinde yaşayacağı toplum ite bütünleşmesini sağlama vazifesini veren ııaslarla doludur. Ba­zı örnekler : Ayet ve hadisler, bin bir zahmet ve mahrumiyete kat­lanarak çocuk sahibi olan, çocuğuna bakıp büyüten anayı övmüş, ana baba hakların da ona öncelik vermiştir (Lokman: 31/14; Ah- qâf : ’46/15; Tırmizî, Bir, 1; Ebû-Davud, Edep, 120).

Kur’ân-ı Kerim, Hz. Lokman ile oğlunu örnek alarak çocuk eğitiminin metodu ve çocuğa eğitim yoluyla kazandırılacak manevî değerlere bir sayfaya yakın yer vermiştir (Lokman: 31/12-19).

Hz. Lokman’ın sözlerine “yavrucuğum” diye başlaması, ebeveyn ile çocuklar arasında tatlı bir diyalogun kurulması, eğitimin sevgi ve karşılıklı anlayış temeline oturması gerektiğine işaret etmektedir. Bundan sonra Hz, Lokman üzerinde durduğu ilk şey sağlam bir iman ve din eğitimidir. Aile İçinde inanç ve düşünce farklarının olabi­leceği, buna rağmen çocuklar ile ebeveyn arasındaki ilişkinin karşılık­lı sevgi ve saygı çerçevesinden çıkmaması gerektiği canlı bir şekilde vurgulanmıştır” Ana baban seni, hakkında bilgi sahibi olmadığın bir şeyi bana ortak koşman için zorlarlarsa onların bu sözlerini dinleme ama dünya hayatında -yine de- onlara iyi (evlâda yakışır şekilde) dav­ran...’’ Sonra Hz. Lokman namaz ve emir bi’l-ma’rûf üzerinde duru­yor. Bunlardan birincisi ferdin iyi bir insan ve iyi bir Allah kulu ol­ması için benzeri bulunmaz ¡bir vâsıtadır. İkincisi ise insanın, içinde yaşadığı toplumla ilgili en önemli görevidir. “Toplum için iyi ve fayda­lı olanı gerçekleştirmeye, kötü ve zararlı olanı da ortadan kaldırma­ya” yönelik bulunan emir bi’l-marûf nehiy ani’l-münker vazifesi, ye­tişen nesillerin sosyalleştirilmesini, toplumun kültür ve ahlâkını, meş­ru düzenini korumaya, bozulmayı Önlemeye çalışacak şekilde yetişti­rilmesini gerekli kılmakta, ayetler ana bahaya bunu telkin etmekte­dir. Hz. Lokman, çocuğunun şuuruna, Allah’ın her şeyi bilip gördüğü­nü, hiç bir şeyin O’ndan gizlenemeyeceğini, insanın her an O’nun gözetimi altında bulunduğunu yerleştirdikten sonra sosyal ahlâk eği­timine geçiyor, insanları küçük görmeyi, büyüklük kompleksine ka­pılmam ayı, aşırılıklardan sakınmayı ve her şeyi Allah sevgisi için, Al­lah sevgisi içinde yapmayı öğretiyor.

Hz. Peygamber (s.a.s.) çocukları ile yakından ilgilenmiş, onların maddî ve manevî ihtiyaçlarını karşılamaya çalışmış, çocukları evin­de bulunduğu müddetçe sevgiye dayalı örnek bir eğitim vermiş, evle­nip ayrıldıktan sonra ilgisini, rehberliğini devam ettirmiş, böylece ümmetine Örnek olmuştur. Ve şöyle buyurmuştur : “Ailenin çocuğa en büyük hediyesi iyi bir terbiyedir eğitimdir, güzel ahlâktır” (Tirmizi, Edep)

“Ey iman edenler ! Kendinizi ve ailenizi, yakıtı insanlar ve taş­lar olan ateşten koruyun...” (Tahrim Suresi :6) mealindeki ayet 4 ailenin, eğitim konusundaki fonksiyon ve sorumluluğunu- kesinleştir­mektedir.

3. Millet vücudunun hücresi ailedir. Millet ve ümmet olmadığı zamanlar da aile olmuştur; fakat aile olmadan millet ve ümmetin oluş­tuğu görülmemiştir, insanı toplumuna bağlayan, onunla ’bütünleşti­ren bağ, aracı kurum ailedir. Kişiliği, temel eğilimleri, uğrunda yaşa­yacağı ülküleri küçük yaşta oluşan insan, millet ve memleket sevgisi­ni aile sayesinde kazanacak, ailesinin de bir parçasını teşkil ettiği top­lumun, milletinin menfaat ve bekası için fedakârlık etme faziletine aile yuvasında sahip olacaktır, insanların büyük, küçük sosyal gurup­lara ayrılmasını, kabile, kavim, millet... olmasını tabu gören İslam (Rum : 30/22; Hucurât: 49/13) aileyi sağlam kurmak ve sağlam tut­mak, ona baştan eğitim olmak üzere önemli görev ve sorumluluklar yüklemek suretiyle kültür temeline dayalı millet birliğine varmayı ve onu korumayı hedeflemiştir.

Sonuç :

Çağımızda ailenin yapısı ve aile fertleri arasındaki ilişkiler ile rol dağıtımı önemli Ölçüde değişmiş bulunmakla beraber tarih boyunca insanları, aile kurmaya iten ihtiyaçlar ve bu ihtiyarlara en iyi cevabı ailenin verdiği gerçeği değişmemiştir, önemsiz sapmalar ve aşırılık­lar hesaba katılmazsa bugün dünya yeniden hukuki ve ahlâkî aileye dönüş eğilimi içindedir. Kadın ve erkek olarak insanların çoğunluğu aile kurmak, karşı tarafa sadık kalmak, çocuk sahibi olmak, çocuğu­nu evinde bizzat büyütüp eğitmek arzusu, hatta özlemi içindedirler. Bugün istenmeyen ve önemli ölçüde iyiye doğru değişen husus ailede kadının ezilmesi, eve hapsedilmesi, yükünün büyük kısmını çekmeye mahkûm olmasıdır. Ancak bu olumsuz sonucun sebepleri arasında İslâm yoktur. İyiye doğru değişmelerin, arzular ve özlemlerin İslâm ile çatışmasından değil, onun desteğine mazhar olmasmdan söz edile­bilir; çünkü İslâm tabiî, iyi, âdil, doğru, faydalı ve güzel olanı engel­lemek için değil, var etmek ve desteklemek için gelmiştir.

1934 yılında Çorum’da doğdu. İlk tahsilinden sonra Çorum’da ve Konya’da Arapça, Farsça dersleri aldı. İmam-Hatip Okulunu Konya’da Yüksek İslam Enstitüsü’nü İstanbul’da bitirdikten sonra ‘iki yıl İst, İ.H. Okulunda meslek dersleri öğretmenliği yaptı. 1965 de Enstitüye Fıkıh asistanı oldu. "İslâm Hu­kukunda içtihat” adli tezini ikmal, edip, İzmir Yüksek İslâm Enstitüsü Fıkıh öğretim üyeliğine tayin edildi. M. Ü. İlahiyat Fakültesinde İslâm Hukuku öğretim üyesi olan Karaman, Arap Dili ve Edebiyatı dersleri de vermekledir. Çoğu basılmış, bir kısmı müşterek ve bir kısmı ders kitabı olarak 30 kadar eseri vardır. Bazılar:

Mukayeseli İslâm Hukuku I-II; İslâm Hukuku Tarihi, İslâm Hukukunda Mezhepler, Günlük Hayatımızda Haramlar Helaller, İslam’ın Işığında Günün Meseleleri l - II, Fıkıh Usulü, Arapça - Türkçe Yeni Kamus...