Makale

XIII. Asırda Anadolu'da Tasavvuf ve Yunus Emre

XIII. Asırda Anadolu’da Tasavvuf ve Yunus Emre
Doç. Dr. Osman TÜRER
GİRİŞ
XIII. asır, Türk kültür ve düşünce tarihinde çok Önemli bir za­man dilimidir. Bu asır Türk-İslâm tarihinin fikrî ve sosyal gelişmeler bakımından en hareketli devrelerinden birini teşkil eder. XI. asır­dan itibaren Orta Asya topraklarından kopup gelen Oğuz Türk boy­ları, yeni yurt edindikleri Anadolu’ya her sahada kendi damgalarını vurma gayreti içindedirler. Büyük bir heyecanla İslâm’a gönül ver­miş bulunan Anadolu Türk insanı, Selçukludan devraldığı kültür ve Medeniyet mirasını daha da geliştirerek, asırlarca sürecek yeni bir medeniyetin fikri ve manevî temellerini atmaya çalışmaktadır.
Belli aralıklarla bir kaç asırdır devam eden Haçlı seferlerinin ar­dından doğu’da baş gösteren Moğol istilaları, bir taraftan Anadolu Türk toplumunu birçok sosyal, siyasî ve ekonomik buhranla karşı kar­şıya getirirken, diğer taraftan Anadolu’da büyük bir fikrî ve manevî potansiyelin teşekkül etmesine fırsat hazırlamıştır, özellikle Anadolu tasavvuf fikriyatının teşekkülü açısından, bu olayların müspet rolü açık bir şekilde görülmektedir: Moğol istilaları, Asya topraklarından Anadolu’ya pek çok tasavvuf erbabının gelmesine sebep olmuştur. Bu kimseler arasında, Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî, meşhur “Lemeât” sa­hibi Fehreddîn-i Irak!, Necmeddîn Dâye, Hacı Bektaş-ıVelî vb. bir çok büyük şahsiyetler de bulunmaktadır. Bu-dönemde, .Türkistan’dan Suriye’ye kadar çok geniş bir bölgeden pek çok tarikat mensubunun akın akın Anadolu’ya geldiğini görüyoruz(1).
Yine aynı dönemde, Türk-îslâm tasavvufuna damgasını vuracak ve onu asırlarca etkileyecek olan meşhur mutasavvıf-mütefekkir Muhyiddîn İbnü’l-Arabî (öl. 638)1240)’yi de Anadolu’da görmekteyiz. îbnü’l-Arabî, Endülüs, Kuzey Afrika ve Orta Doğu bölgelerinde edin­diği çok geniş ve zengin fikir birikimiyle te’sîs etmiş olduğu tasav­vuf! düşüncesini Anadolu’da yaymış ve onun bu düşünceleri Anado­lu’da gelişen tasavvuf akımlarının adeta fikrî ve felsefî temellerini oluşturmuştur.
Gerek Doğu’dan ve gerekse Batı’dan gelip Anadolu’ya yerleşen bu büyük mutasavvıfların ve pek çok tarikat erbabın m tesiriyle Ana­dolu’da, İslâm medeniyetinin değişik kültür merkezlerinin etkilerini bir arada toplayan müstakil bir klasik Türk tasavvufu teşekkül et­miş ve bu tasavvuf en önemli eserlerini yine bu dönemde vermiştir. Öyle ki, XIII. asır, Türk tefekkür tarihinde tasavvufî temayüllerin hakim olduğu ve ibu temayüllerin çok kuvvetli bir millî şuur uyan­dırdığı asırdır. Türk tefekkürü, daha Önce hiç bir devirde, bu asırda olduğu kadar tasavvufî düşünce etrafında toplanmamış ve bu dü­şünceyle hayat arasında bu kadar sıkı bir irtibat doğmamıştır (2). XIII. asırda başlayıp, XV. asra kadar devam eden Anadolu’daki bu fikrî ve tasavvufî canlılığın en önemli sebebi, bir taraftan Avrupa’da Rönesans’ı hazırlayan büyük bir kültür merkezi olan Endülüs’teki Mağrip medresesinin, .bir taraftan da Abbasîler ’in başlattığı İlmî faaliyetlerin varisi olarak pek çok sahada büyük hamleler kat etmiş olan Harzem medresesi ile Horasan bölgesindeki tasavvuf erbabının ve Yesevî dervişlerinin bilinen olaylar sonucu, o dönemde yegâne müstakil ve emniyetli müslüman ülke durumunda olan Anadolu’ya sığınmalarıdır (3). Bu iki’önemli kültür merkezini temsil eden düşü­nürler, Anadolu’da yepyeni ve canlı bir îslâm medeniyetinin tesisi için elele vererek canla başla çalışmışlardır. Diğer taraftan, Haçlı seferlerine sahne olan her bölgede görüldüğü gibi, Anadolu’da da, Haçlı seferlerini sürükleyen Hıristiyan tarikatlarının benzerleri olan, muharip ve cengâver tarikatlar.teşekkül ediyordu. Bütün bu faktör­ler, XIII. asır Anadolu’sunda çok kuvvetli bir fikrî ve tasavvufî can­lılığa, siyasî ve medenî bir uyanış hareketine sebep olmuştur(4).
O dönemde Anadolu’da görülen bu fikrî oluşumda tasavvuf ve tarikatların payı çok büyüktür. Bilindiği gibi, Türkler ’in İslâmî’ ka­bul ’ etmelerinde ve ona çabucak ısınmalarında sofi dervişlerin büyük rolü olmuştur. Türk insanı, bu mütevazı Allah adamlarında, eski. İnancında en önemli şahsiyet tipi olan ozanları andıran özellikler: görmüş ve onlan derin bir hürmetle bağrına basmıştı (5). Kısacası, Türklerin hem İslâm’ı kabulleri, hem de O’na hizmetleri daha ziyade tasavvuf ve tarikatlar vasıtasıyla olmuştur. Bunda Türk seciye ve ruhunun mistik temayüllere yatkınlığının da rolü büyüktür(6). Ta- savvuf ve tarikatların Türkler üzerindeki bu tesirine karşılık, Türk insanı da tasavvufî düşüncenin aksiyoner hale gelmesinde ve tari­katlar halinde hızlı bir şekilde yayılmasında çok büyük hizmet et­miştir. Türklerin İslâm’ı ve dolayısıyla tasavvufu tanıdıkları dö­nemde, tasavvuf düşüncesi teorik manada hemen hemen sistemleş­miş ve klasik devrini tamamlama noktasına yaklaşmıştı. Türklerin, İslâm’a girişinden sonraki devre tasavvuf tarihinde asıl itibariyle tarikatlar devresidir. Dolayısıyla Türkler ‘in tasavvuf hareketine kat­kıları, kendini daha çok, tarikatların kurulup yayılmasında göster­miştir. Türk insanı, fıtratında bulunan teşkilatçılık ve devletçilik kabiliyetini, tasavvufun aksiyon-teşkilât cephesini oluşturan tarikatlar alanında da kullanarak, Selçuklu ve Osmanlı gibi büyük imparator­lukların kuruluş ve yükselişinde, tarikatları çok önemli bir vasıta olarak kullanmasını bilmiştir. Zamanla tasavvuf hareketi Türk toplumuyla o derece özdeşleşmiştir ki, Ahmet Yesevî’siz, Tunus Emre’siz, Mevlânâsız, Hacı Bektâş’sız, Hacı Bayram’sız ve Akşemseddîn’siz bir Türk tarihi düşünülmez hale gelmiş, bu şahsiyetler Türk kültür ta­rihinin temel direkleri olmuştur(7). Tasavvufî duygu, düşünce ve ya­şayış tarzı Türk insanının ruhunda ve ahlâk anlayışında zamanla öy­lesine yer etmiştir ki, Ahi civan-mertliğinde, fütüvvet atılganlık ve fedakârlığında, gazi ve alperenlerin hayatı hiçe sayan feragatinde, Nasrettin Hoca’nın hikmet dolu nüktelerinde, Yunus ve Mevlânâ’nın sınırsız insan sevgisi ve hoşgörüsünde, Divan edebiyatının şatafatlı çehresinin arkasında gidi bulunan sonsuza ulaşma gayretinde ve hatta Anadolu köylüsünün dillere destan misafirperverliğin de hep tasavvufî ideal ve esprileri görmekteyiz (6).
XIII. asır, Anadolu Türk toplumunda tasavvufî ideallerin en üst düzeyde benimsendiği ve tarikat faaliyetlerinin büyük bir canlılık kazanmaya başladığı dönemdir. O dönemde, Moğol istilâ ve saldırı­lan sonucu ortaya çıkan siyasî otorite boşluğu ve çeşitli sosyal buh­ranlar karşısında, insanlar huzur ve sükûnu, tarikatların manevî hu­zur dağıtan çatısı altında aramışlardır (9). Bu manevî çatının temel direklerini oluşturan şahsiyetler ise, felsefî ve nazarî plânda îbnü’l- Arabî, sanat ve estetik alanında Mevlânâ, teşkilatçılık ve aksiyon açısından Hacı Bektaş-ı Velî, sosyal dayanışma alanında ve üretimde Ahî Evren, şiir sahasında da Yunus Emre’dir. Bu zirve şahsiyetlerin ve onlar etrafında teşekkül eden tasavvuf muhitinin etkisiyle, tasav­vufî düşünce ve idealler artık Türk kültürüne tam olarak damgasını vurmaya başlamıştır. Yeni kurulan ve kısa sürede akıllara durgun­luk veren bir gelişme grafiği çizerek asırlarca devam edecek olan Osmanlı İmparatorluğu’nun fikrî, sosyal ve manevî temelleri de iş­te bu dönemde atılmıştır.
Yunus’un yaşadığı devrin kültürel Özelliklerine bu kadar temas ettikten sonra, biraz da o dönemde Anadolu tasavvufunun nasıl bir hususiye tarz ettiğinden ve nereden kaynaklandığından bahsetmemiz, Yunus’u yetiştiren manevî ortamı daha yakından tanımak açısından faydalı olacaktır.
XIII. Asır Anadolu Tasavvufunun Özellikleri;
Tasavvuf hareketi, her dönemde olduğu gibi, XIII. asırda da hem fikrî ve felsefî, hem de teşkilatlı (tarikatlar) bir özellik arz etmektedir. Biz burada, Özellikle Yunus’un düşünce sisteminin ve ha­yat görüşünün dayandığı fikrî-tasavvufî temelleri tespit bakımın­dan, Anadolu’daki tasavvuf hareketinin fikrî ve felsefî manzarasına kısaca temas etmekle yetineceğiz.
Söz konusu dönemde Anadolu, gerek dînî, fikrî ve kültürel, ge­rekse tasavvufî açıdan pek çok farklı kaynaktan etkilenen karma ve eklektik bir yapıya sahiptir. O devirde Anadolu, değişik İnanç, kül­tür ve geleneklerin kesiştiği bir odak noktası durumundadır. Bu du­rum Anadolu Türk Tasavvufu için de geçerlidir. Şöyle ki, Anadolu’­da doğup gelişen tasavvufî düşünce üç önemli kaynağa dayanmak­tadır. Bunlardan birisi İbnü’l-Arabî ve Sadreddin-i Konevî’nin tem­sil ettiği ve daha çok Mağrib Mektebi’nin izlerini taşıyan Vahdet-i Vücûd felsefesi; İkincisi Mevlânâ’nm temsilciliğini yaptığı ve İran te­sirlerinin ağırlıkta olduğu estetik tasavvuf anlayışı; üçüncüsü de Hacı Bektaş-ı Velî ve Yunus Emre’nin temsil ettiği, Türk izlerini ta­şıyan Orta Asya-Horasan kökenli ahlakçı tasavvuf anlayışıdır. Ana­dolu insanı bu farklı kaynaklardan gelen ve nisbeten farklı özellik­ler taşıyan tasavvuf telâkkilerini birleştirerek, Islâm tasavvufunu doruk noktasına ulaştırmıştır. Bu yüzden Anadolu tasavvufu, o za­mana kadar farklı bölgelerde gelişen tasavvufî telâkkileri bir araya getirmesi bakımından, tasavvuf tarihinde apayrı bir öneme sahiptir. Bundan dolayıdır ki, o devrin yetiştirdiği Türk mutasavvıflarında, meselâ bir Yunus Emre’de veya daha sonra bir Hacı Bayram-ı Veli’de, aynı andan hem İbnü’l-Arabî’nin hem Mevlânâ’nm, hem de Hacı Bektâş-ı Velî ve Ahmed-i Yesevî’nin tesirlerini görmekteyiz. Şimdi bu farklı kaynaklardan gelen tasavvuf anlayışlarının belirgin vasıf­larını kısaca görelim.
Anadolu’da gelişen tasavvufu, teorik ve felsefi plânda en çok etkileyen şahsiyetlerden birisi ve belki de başta geleni îbnü’l-Arabi’dir. Bu zat, otuz sekiz yaşında memleketi olan Endülüs’ü terk etmek zorunda kalmış, Kuzey Afrika ülkeleri, Orta Doğu ve Anadolu’yu kapsayan yedi yıllık İlmî bir seyahatten sonra Konya’ya yerleşmiş­tir. Konya’da, Selçuklu hükümdarının hürmet ve ikramına mazhar olarak uzun yıllar kalmış, bu esnada Sadreddin-i Konevî’nin dul an­nesiyle evlenerek Konevî’nin özel terbiyesi altında yetiştirmiştir (10).
İki yüzden fazla eser yazmış olan bu büyük mutasavvıf, Endülüs, Mağrib ve Orta Doğu gibi değişik İslâm bölgelerindeki düşünce sis­temlerini yakından tanıdığı gibi Bati felsefesini ve İbranî-Hıristiyan mistisizmini de incelemiş, bütün Bu çevrelerden edindiği zengin fikir birikimini, üstün dehâsının da yardımıyla İslam’ın potasında erite­rek, bugün dahi tüm dünyanın ilgisini çeken yüksek bir tasavvuf felsefesi kurmuştur. Onun Vahdeti Vücûd (varlık birliği) adıyla bilinen tasavvuf felsefesi, bir taraftan Kur’ân-ı Kerîm’in tasavvuf! (işârî) tefsir ve yorumuna; diğer taraftan da Yeni Eflatun Felse­fesi, Islâm İşrak Felsefesi, Kelâm ve Tasavvufa dayanmaktadır. Bu bakımdan onun felsefesi, Islâm felsefesinin en geniş terkîbi ve hat­ta genel anlamda mistik felsefesinin meydana getirdiği en büyük uzlaştırmacı (syncretiste) düşünce sistemidir. Onun felsefesinde .sa­dece birbirine zıt felsefeler değil, aynı zamanda akü ile iman, ilim İle. din ve zâhir ile batın da telif edilmiştir (11). Onun bu son derece girift felsefî abidesinin içerisinde, H. Ziya Ülker’in deyimiyle “anla­yarak değil ancak inanarak” girilebilir(12).
İbnü’l-Arabî’nin felsefi plândaki bu tesirinden başka, üzerinde önemle durulması gereken bir başka husus da şudur : Onun düşün­ce sisteminde ve hayat anlayışında aktiflik ve mücadele ruhu hakim­dir. Felsefi sistemindeki toleransa ve uzlaştırmacı karaktere rağ­men, Hıristiyan Batı âlemine karşı düşmanlık hisleriyle doludur.’ Zi­ra o, Haçlı seferlerinin ıstırabın içinde hisseden ve Hıristiyanlık âleminin İslâm alemine karşı nasıl bir zihniyet ve tavır taşıdığını çok iyi bilen bir düşünürdür. Bu yüzden, devrin Selçuklu hükümdarı İzzeddin Keykâvus’un kendisine yazdığı bir mektuba verdiği cevap­ta, onun müslamanlara yapacağı en büyük hizmetin, İslâm’ın namu­sunu yükseltmek ve küfre tahakküm etmek olduğunu açıkça ifade etmiştir (13). Biraz ileride bahsedileceği üzere Mevlânâ’nın tasavvuf anlayışında görülen mutlak sulhçülük (pasifisme), insaniyetçilik ve "yetmiş iki millete bir gözle bakma” anlayışına karşılık, İbnü’l-Arabî Anadolu tasavvufuna mücadele, düşmana karşı savaş ve vatanper­verlik fikrini yerleştirmiştir (14).
İbnü’l-Arabî’nin yazmış olduğu pek çok eserden, bilhassa "Fusûsu’l-Hikem” ve "Fütûhât-ı Mekkiyye” adlı eserleri, Anadolu’da ge­lişen Türk tasavvuf düşüncesinin en Önemli temel taşlarındandır. -Vahdet-i Vücûd felsefesinin temel kaynağı olarak kabul edilen bu meşhur eserlerden “Fosûsu’t-Hıkem”, Sadreddin-i Konevî’den başla­yarak zamanımıza kadar defalarca tercüme ve şerh edilmiştir (15). Ibnü’l-Arabi’n in fikirlerinin Anadolu’da yayılmasında, Konevî has­ta olmak üzere Molla Camî, Fahreddîn-i Irakî, Davûd-ı Kayseri ve daha birçok mutasavvıfın önemli rolü olmuştur,
Anadolu’da doğup gelişen tasavvuf akımına damgasını vuran en önemli şahsiyetlerden birisi, de hiç şüphesiz Mevlânâ Celâleddîn-i Rumî (1200-1273) ’dir. Horasan’ın Sultânu’l-Ulemâ adıyla şöhret bu­lan ve büyük bir âlim ve mutasavvıf olan babası Bahâeddîn Veled ile birlikte, Moğolların baskısı üzerine küçük yaşta Konya’ya gelip yer­leşmiştir(17). Babasınm medresesinde tedris faaliyetini sürdürürken, İran’lı bir sûfî olan Şems-i Tebriz’ ile karşılaşmalarından sonra ta- mamiyle tasavvufa yönelen Mevlânâ, şahsiyeti ve düşünceleri ile Anadolu tasavvufuna yeni bir renk ve canlılık kazandırmıştır.
İbnü’l-Arabî’nin aksiyoner, ahlâkçı ve teşkilatçı tasavvuf telâk­kisi yanında, Mevlânâ, daha çok sanat ve estetiğe ağırlık yeren ye sınırsız bir insan sevgisi ve hoşgörü esasına dayanan bir tasavvuf an­layışını geliştirmiştir. Onun tasavvufu, pasif, estetik ve sevgi ağır­lıklı bir yapıya sahiptir(17).’Nazarî ve felsefî plânda İbnü’l-Arabî’nin Vahdet-i Vücudunu benimseyen Mevlana’da Iran tesirlerini görmekteyiz. Eserlerini Farsça ile yazmış olmasının yanında, İran edebiya­tının ve estetik anlayışının etkilerini taşımaktadır. Aynca o, Necmeddîn Kübrâ veya babası Bahaeddin Veled’in şeriata bağlı tasav­vuf anlayışı ile Hakîm-i Senâî ve Ferîdüddîn-i Attâr’ın mistik edebi­yatının ve Ibnü’l-Fânz’ın lirik sanatının izlerini taşımaktadır. Mev­lânâ bu geniş kültür ve sanat birikimini gerçek anlamda kendine has üslûbuyla Anadolu’da ortaya koymuş, Türk tasavvuf kültüründe yeni bir çığır açmıştır. O, ortaya koyduğu sevgi ve hoşgörüye da­yalı İnsanî ve estetik tasavvuf anlayışı ile, Haçlı seferleri, Moğol is­tilâları ve çeşitli iç kargaşalardan bıkıp usanan Anadolu insanına ma­nevî huzur bahşeden bir kaynak durumundadır. Onun bedîı tasavvufu, mistik dünya görüşünü şiirle ifade etmekle kalmamış, geliş­tirdiği yeni “semâ” şekli ve musiki tarzı ile Anadolu tasavvuf haya­tına yeni estetik boyutlar kazandırmıştır (18). Eserlerindeki kuvvet ve yüksek şahsiyetinin tesiriyle gittikçe taraftarı çoğalmış ve kısa sürede bütün Anadolu’yu etkisi altına almıştır.
Ancak unutmamak gerekir ki, Mevlânâ’nın tesiri daha çok saray çevresinde ve şehir merkezlerinde olmuş; medrese muhiti ile kasaba ve köylerde fazla etkili olamamıştır. Zaten onun kullandığı Farsça Badece saray muhitinde ve yüksek tabaka arasında kullanılmaktay­dı. Köylerde ve kırsal kesimde yaşayan geniş halk kitlesi ise Türkçe konuşup yazıyordu. Onun saraydaki ve yüksek memurlar üzerindeki tesiri ise çok büyük olmuştur. Sultan Rükneddin Efkâfî’ye göre, onun müridi idi. Mevlânâ’nın estetik tasavvuf anlayışı Anadolu’da sadece tasavvuf çevresini etkilemekle kalmamış, genel olarak Osmanlı dö­neminde edebiyat ve musikinin inkişafını sağlayan en büyük faktörlerden biri olmuştur(19).
Şu halde, Anadolu’da gelişen klâsik Türk tasavvufunun teme­linde asıl itibariyle İbnü’l-Arabî ile Mevlânâ’yı görüyoruz. Bu iki büyük şahsiyetten birincisi Anadolu tasavvufunu inşa etmiş, diğe­ri de adeta bu binayı her yönüyle tezyin ederek, onu oldukça çe­kici ve estetik bir sanat abidesi haline getirmiştir. Elbette bu şah­siyetleri yetiştiren fikir ve düşünce ortamının ve o dönemde yeti­şen nice tasavvuf büyüğünün Türk tasavvufunun doğup gelişme­sinde katkıları olmuştur. Ancak onların yaptığı tesir, sanki bu şahsiyetlerin potasında erimiş ve bu zatlar bize göre Anadolu tasavvu­funa yön veren şahsiyetlerin en önde gelenleri olarak tarihe geç­miştir. Biri Mağrib tesirlerini, diğeri de Doğu tesirlerini temsil eden ve henüz kendi kültür kaynaklarına bağlı kaldıkları İçin Türkçe yazmaya başlamamış olan bu iki mutasavvıf, ileride yetişecek olan nice büyük Türk mutasavvıfına rehberlik etmiş ve Anadolu Türk Tasavvufunda kuruculuk vazifesi görmüşlerdir. Artık Türk tasav­vuf şiirinin şaheserini ortaya koymuş olan Yunus Emre, tasavvufî nesri kemale erdiren Sinan Paşa, tasavvuf felsefesine dair üstün eserler kaleme alan Burs ah İsmail Hakkı, tasavvufî ahlâkı bir halk düsturu haline koyan Erzurumlu İbrahim Hakkı ve daha nice büyük Türk mutasavvıfı, nazarî sahada İbnü’l Arabî ve Mevlânâ’nın ha­zırlayıp işlemiş olduğu zemin üzerinde yürümüşlerdir. Bundan dola­yı, Anadolu’da yapılmış olan bütün tasavvufa ait edebî, felsefi ve didaktik eserleri fikrî temellerini bu iki şahsiyette bulmamız müm­kündür (20). Anadolu’da tasavvufî sahada en çok şerh edilen eser­lerin İbnü’l-Arabî’nin “Fusûsu’l Hilcem ile Mevlânâ’nın Mesnevi" si (21)olması da, onların Türk tasavvuf fikriyatında ne derece et­kili olduklarını gösteren bir başka delil durumundadır.
Bu iki önemli kaynağa istinat ederek gelişen klasik tasavvuf geleneğine paralel olarak, Anadolu’da gördüğümüz bir başka tasav­vufî akım da, Orta Asya-Horasan kaynaklı halk tasavvufudur. Ho­ca Ahmed-i Yesevî ve Necmeddin-i Kübra’nın tesiriyle gelişen Orta Asya-Horasan Türk tasavvuf anlayışının Anadolu’daki uzantısı olan ve daha ziyade Türk kültür ve inanç unsurlarını taşıyan bu tasav­vuf anlayışı, XIII. asır ve sonrasında, Mevlânâ’nın estetik tasav­vufunun aksine, köy ve kasabalarda yaşayan geniş halk tabakası arasında kabul görmüştür, Türk millî kültür ve seciyesi ile karış­mış olan, bundan dolayı da İran tasavvufunun aksine aktif, ahlâ­kî, cengâver ve hayatla bütünleşmiş bir özellik arz eden bu halk ta­savvufu, Anadolu’da diğer tasavvufî temayüllerle de birleşerek, Yu­nus Emre gibi Türk tasavvuf şiirinin ölümsüz üstadını, Hacı Bek- taş-ı Velî gibi müstesna bir teşkilâtçı tarikat pirini ve bir noktada Ahilik gibi bir tasavvufî-iktisadî teşekkülü ortaya çıkarmıştır.
Şu halde, XIII. asırda Anadolu’da görülen aktif ve mücadele ruhuna sahip tasavvuf anlayışım, felsefî plânda ve genelde üst ta­bakada îbnü’l-Arabî’nin tasavvufu temsil ederken; alt tabakayı oluşturan geniş halk kitlesi içerisinde ve müşahhas sosyal-dinî müesseseler halinde Orta Asya Türk tasavvufu temsil etmiştir. Bu her iki aktif tasavvuf anlayışına sahip şahsiyet ve tarikatlar, Osmanlı devletinin kurulup gelişmesinde en önemli itici gücü teşkil etmişlerdir.
Netice itibariyle görüyoruz ki, XIII. asır Anadolu tasavvufu, Endülüs, Mağrib, İran ve Orta Asya-Horasan gibi İslâm aleminin değişik bölgelerinde görülen, birbirinden nisbeten farklı temayül ve karakteristiklere sahip tasavvuf anlayışlarını bünyesinde top­lamış ve onlan birbiriyle mezcederek, Anadolu’ya has orijinal, can­lı ve bütüncül bir tasavvuf vücuda getirmiştir. O dönemde îbnü’l- Arabî’nin dinamik ve mücadele ruhuna sahip -uzlaşmacı Vahdet-i Vücûd felsefesini, Mevlânâ’nın insan sevgisine ve sınırsız bir İlahî aşka ağırlık veren bediî tasavvufunu, ve nihayet Hacı Bektaş-ı Velî ve diğer Yesevî dervişlerinin Orta Asya-Horasan bölgesinden getirdiği aktif, cengâver, vatanperver ve ahlâkçı özelliklere sahip Türk halk tasavvufunu bir araya getiren bir kavşak noktası Özel­liği taşıyan Anadolu, çok canlı ve hareketli bir tasavvuf hayata sahne olmuştur. Bir yandan tasavvufun takdim ettiği ulvî değer­ler hararetle benimsenirken, diğer taraftan tasavvufî düşüncenin sosyal hayattaki müesseseleri olan tarikatlar hızla yayılmaya baş­lamıştır. XIII. asırdan itibaren, başta Mevlevi’ye ve Bektaşi’ye ol­mak üzere bir çok tarikat, tekke, zaviye ve dervişleriyle Anadolu’yu bir ağ gibi sarmaya başlamıştır. Kısa zamanda teşekkül eden bu tasavvuf atmosferi, Anadolu insanının ruh ve gönül dünyasının bes­leyip geliştiren, sıkıntılı dönemlerinde ona huzur bahşeden ve hattâ ona Allah adına fetihler yapıp, İslâm’ı tüm dünya insanlığına etme idealini aşılayan en güçlü dînî, fikri ve manevî kaynak olmuştur. işte bu manevî atmosferin doruk noktada olduğu bir do­nemde yetişen ve bu atmosferin asırlarca müslüman Türk’ün ru­hunda yaşamasında en büyük pay sahibi olan müstesna şahsiyetler­den biri de Yunus Emre’dir. Sözün burasında, Yunus’un Anadolu tasavvufî hayatındaki yerinden bir nebze bahsedelim.
Anadolu tasavvufunda Yunus Emre’nin yeri:
Yunus Emre gibi, bugün sadece Türk-îslâm aleminin değil, tüm dünyanın gönül verip hatırasını ye düşüncesini yaşatmaya ça­lıştığı büyük bir şahsiyeti, böyle bir yazı çerçevesinde her yönüyle tanıtmamız elbette imkânsızdır. Kaldı ki, şu ana kadar Yunus hak­kında pek çok kitap ve makale yazılmış (22). Zaman zaman da bazı dergiler onun adına “özel sayılar yayınlayarak (23) onu çeşitli yön­leriyle tanıtmaya çalışmışlardır. Biz burada, şimdiye kadar onun hakkında yazılanların dışında, bir takım “orijinal buluşlar” yap­ma iddiasında da değiliz. Sadece, Anadolu’nun yetiştirdiği büyük
bir mutasavvıf-şair olarak Yunus’un bu kadar şöhret bulmasının ve ölümsüzleşmesinin gerçek sebeplerine kısaca işaret etmek isti­yoruz.
Yunus Emre (1239 ?-1321?) XIII. asrın sonları ile XIV. as­rın başlarında Anadolu’da yaşamış büyük bir Türk mutasavvıf-şâiri- dir. Şiirlerindeki üstünlük, düşüncelerindeki sınırsız genişlik ve de­rinlik göz Önüne alındığında, onun sıradan “ümmî” bir çoban veya çiftçi olduğu iddialarının ne kadar yersiz olduğu hemen anlaşılır. Onun toprakla haşir-neşir olan bir kimse olmanın yanında, uzun bir sür şehirde oturduğu ve yüksek düzeyde tahsil gördüğü her halin­den anlaşılmaktadır (24).
Hayatı hakkında teferruatlı bilgiye sahip olmadığımız Yunus hakkında şunu çok iyi biliyoruz ki, o yüksek düzeyde tasavvuf eği­timinden geçmiş, tasavvuf kültür ve düşüncesinin bütün incelikle­rine vakıf bir şahsiyettir. Daha da Önemlisi tasavvufu öğrenmenin, ötesinde, onu hayatıyla özdeşleştirmiş, duygu, düşünce ve aksiyon plânında adeta tasavvuf deryasına gark olmuştur. Bunun bir sonu­cu olarak kendini tümüyle Hakk’a adamış, dünyanın süflîliklerinden, nefsin saptırmalarından ve beşerî zaaflardan kurtularak, tam bir gönül eri ve Allah âşığı sıfatıyla İslâm’a ve insanlığa hizmet et­miştir,
Yunus’un şiirleri tümüyle incelendiğinde, onun, tipik bir Ana­dolu mutasavvıfı olduğu hemen anlaşılır. O, Anadolu tasavvufunun eklektik özelliğini şiirlerinde aksettirmektedir. Bir taraftan Yesevîliğin temsil ettiği Orta Asya tasavvufunun açık izlerim sergilerken, aynı zamanda Mevlânâ’nın sevgi ve yüksek hoş görüye dayanan es­tetik tasavvufunun bir temsilcisi durumundadır. Kısacası Yunus, farklı bölgelerden gelerek Anadolu kavşağında birleşen tasavvufî temayüllerin hepsinden nasibini almış bir Türk mutasavvıfıdır. Onun düşünce sistemi, hayata bakışı ve üzerinde durduğu ana temalar, esas itibariyle kendisinden önce gelip geçmiş nice tasavvuf büyü­ğünün elinde sistemleşerek kemâle eren Anadolu Türk tasavvufu­nun tam bir yansımasından başka bir şey değildir. Bundan dolayı Yunus’un felsefi manâda İslâm tasavvufuna fazla bir şey ilave et­tiğini söyleyemeyiz. O halde onu bu derece yücelten ve asırlardır milletin gönlünde yaşatan Özellik nedir?
Kanaatimizce Yunus’un. en büyük özelliği, bütün varlığıyla tes­lim olduğunu ve gönül verdiği tasavvufî idealleri, akıllara durgun­luk veren bir ustalıkla, son derece tabiî ve sade bir Türkçe ile şiir­leştirmiş olmasıdır. Bundan dolayı o, bir tasavvuf teorisyeni olmak­tan ziyade, samimî ve usta bir sûfî-şâir olarak tarihe geçmiştir. Onun şiirdeki kudretini ve sonraki şairlere tesirini, meşhur Türk âlim ve mutasavvıfı Bursalı İsmail Hakkı, “Yunus’un nazmettiği marifetler, Türk lisanı üzere hiç kimseye nasip olmamıştır. Ve cümle ondan sonra gelip nazım-ı maarif edenler, onun sofrasında tufeyli olmuşlardır.” sözleriyle ifade etmiştir (25). Kısacası o bunca şöhretini, bir derviş olarak inanıp gönül yerdiği ideallere bağlılıktaki büyük samimiyetini, şiirdeki devasa ustalığıyla birleştirmiş olmasına borç­ludur.
Gerçekten de Yunus dervişlikte ve kullukta müstesna bir sami­miyet örneği sergilemiş; gerçek bir müslüman dervişte aranan va­sıfları gürleriyle diğer İnsanlara da hatırlatmıştır. Onda müşahede ettiğimiz önemli vasıflardan bazılarım, şahsiyeti hakkında bir fikir vermek için hatırlatmamızda fayda vardır.
Yunus’un şahsiyeti her şeyden önce “sevgi” üzerine kurulmuş­tur. Kaynağını Allah sevgisinden alan bu sevgi anlayışı, onun pratik hayatında tüm insanları ve yaratıkları kapsamaktadır. Onun hayat anlayışında kavganın ve basit çekişmelerin asla yeri yoktur. O,
“Ben gelmedim dava için,
Benim işim sevi için.”
diyerek hayat düsturunu net olarak dile getirmiştir. Ondaki Allah sevgisi, O’nun yarattığı her şeye sevgi ve merhametle bakmayı da beraberinde getirmiştir.
“Yaratılmışı hoş gördük
Yaratan’dan ötürü.”
diyen Yunus, insanları daima iyi ve güzel vasıflarıyla görmeye ça­lışmış, onların kusurlarım görmemeyi ve gizlemeyi tercih etmiştir. Ayrıca o insanları değerlendirirken daima “kalp” den hareket et­miş; bu meyanda,
“Dosttan (Allah’tan) artık kimse bilmez
Kâfir müslüman kimdiğin.” (26).
sözlerinden de anlaşılacağı üzere, kalbi Allah’ın tahtı ve nazargâhı olarak değerlendirilmiş; bu yüzden kalp kırıp gönül yıkmayı iki ci­handa bedbahtlık sebebi olarak kabul etmiştir ;
“Gönül Çalap’ım tahtı, Çalap gönüle baktı,
İki cihan bedbahtı, kim gönül yıkar ise.”
“Bir kez gönül yıktın ise bu kıldığın namaz değil,
Yetmiş iki millet dahi elin yüzün yumaz değil.”
Yunus, bazı dervişlerde görülen tarikat taassubunun dışında kalarak, bütün mü’minleri kucaklayan, bir düşünce yapışma sahip­tir. Herhangi bir tarikatın şeklî ve fiilî unsurlarına takılıp kalma­mış, dervişliğin kalpte ve davranışlarda gerçekleşeceğini savunmuş­tur. Şu güzel sözleri ile bu hususu dile getirmektedir :
"Dervişlik dedikleri hırka ile taç değil,
Gönlün derviş eyleyen hırkaya muhtaç değil.”
“Dervişlik olsa idi tâc ile hırka,
Biz de alır idik oktuza hırka.”
Gerçekten de Yunus, kalbine Allah aşkım öylesine yerleştir­miştir ki, Rabbi ’ne olan yakınlığın dışında ne dünyevi ne de uhrevî hiç bir nimete ve zevke aldırış etmez. Ona göre :
"Aşık ol kişidir, bu dünya malın,
Âhiret korkusun bir çöpe saymaz.”
Yunus’a lâzım olan, sadece ve sadece Hakk’a kavuşmaktır :
“Sekiz uçmak hurisi bezenip gelir ise,
Senin sevginden başka gönlüm kabul etmeye.”
“Ne varlığa sevinirim, ne yokluğa yerinirim,
Aşkın ile avunurum, bana seni gerek seni.
Cennet cennet dedikleri bir köşk ile birkaç hûri isteyene ver onlan, bana seni gerek seni."
Böylesine İlahî aşka kendini kaptırmış olan Yunus, adeta ken­dinden geçmiş, Hak ile var olmuştur.
“Beni benden demen bende değilim,
Bir ben vardır bende benden içeru,” sözleri bunun ifadesidir.
Sonsuz bir ihlâsla kendini Allah’a "adayan Yunus’un dili açıl­dıkça açılmış, sonsuz güzellikteki şiirlerinde nice hikmetler saçıl­mıştır. Bu haliyle adeta Yunus’un diliyle konuşan, Hak Teâlâ’nın kendisi gibidir. Nitekim Yunus bir şiirinde, söylediği sözlerin ger­çek sahibinin Cenâb-ı Hak olduğunu açıkça itiraf etmekten çekin­memiştir :
“Ey sözlerin asim bilen, gel, de, bu söz nerden gelir,
Söz aslını anlamayan, sanır bu söz benden gelir.
Söz karadan aktan değil, yazıp okumaktan değil
Bu yürüyen halktan değil, Hâlık âvâzından gelir.”(27).
Sözün kısası, Yunus’u Yunus yapan, onu asırlardır gönülleri­mizde yaşatan şey, almış olduğu yüksek tasavvuf kültürü içinde her haliyle “Vahdet” in sırrına ermiş ve bu yolda fâni olmuş büyük bir sûfî olmasının yanında; yazmış olduğu son derece sade, akıcı ve vahi hikmetleri terennüm eden şiirleriyle âdeta Hakk’ın kelâ­mının bir tercümanı olmasıdır.
Yunus Emre, tasavvufî inceliklere derin vukûfîyeti, sûfiyane yaşantıdaki yüksek ihlâs ve samimiyeti, duygu ve düşüncelerini şiir diline aktarmadaki büyük ustalığı İle, döneminin sembol şahsiyetle­rinden biri olarak Anadolu’nun kültür, edebiyat ve tasavvuf tari­hinde yerini aldığı gibi; o günden bu güne müslüman Türk insanı­nın gönlünde taht kurmuş müstesna bir şahsiyettir. Anadolu’nun pek çok yerinde mezarının varlığından bahsedilmesi (28) de, Yunus’un Anadolu insanının gönlünde sahip olduğu yerin ayrı bir gösterge­sidir.
Yunus gibi, Mevlânâ gibi büyük şahsiyetler kendiliğinden or­taya çıkmamıştır. Bu şahsiyetleri yetiştiren şey, XIII. asır Anado­lu’sunda yaşanan yüksek düzeydeki yoğun tasavvufî hayattan baş­ka bir şey değildir. Milletimiz, o devirlerin ruh, iman ve heyecanına sahip olduğu takdirde, ümit ediyoruz ki daha nice Mevlânâ ve Yunus’lar yetiştirecektir. Ancak şu anda görünen odur ki, Türk insanı ve özellikle Türk gençliği Yunus’tan, Mevlânâ’dan çok uzak­lardadır ve onları yeterince tanımamaktadır. Artık yabancı hayran­lığından ve taklitçiliğinden kurtulup, kendi benliğimize, tarihimize, özümüze, kültürümüze, Yunus’umuza ve Mevlânâ’mıza sahip çıkma­mızın zamanı çoktan gelmiştir. Lâyıkıyla anlaşıldığı takdirde, Yu­nus’un günümüz Türk insanına, hatta tüm insanlığa vereceği pek çok şey vardır.
(1) Y. Nuri Öztürk, Tarihi Boyunca Bektaşilik. İst., 1990. s. 61.
(2) Hilmi Ziya (Ülken), Türk Tefekkürü Tarihi, İst., 1934, c. II, s. 89.
(3) Ahmet Kabaklı, Türk Edebiyatı, 4. baskı, İst., 1978, c. II, s. 147.
(4) H. Ziya, a.g.e., c. II, s. 90-92.
(5) Prof. Dr. Fuat Köprülü, Türk Edebiyatında ilk Mutasavvıflar, D.Î.B. Yayınları, Ank., 1984, s. 19.
(6) Y. Nuri Öztürk, Tasavvufun Ruhu ve Tarikatlar, İst., 1988, s. 113-114; Nihat Sami Banarlı, Resimli Türk Edebiyatı Tarihi, İst., 1971, s. 276.
(7) Y. Nuri Öztürk, a.g.e., s. 113-114.
(8) A.g.e., s. 114.
(9) Ahmet Kabaklı, A.g.e., s. 147-148.
(10) Hayatı hakkında geniş bilgi için bk.: Nihat Keklik, Muhyiddîn İbnü’l Arabî
Hayatı ve Çevresi, İst., 1966; Ahmet Ateş, "Muhyiddîn Arabi” maddesi, İslam Ansiklopedisi, c. 8, s. 533-555.
(11) Hilmi Ziya (Ülken), a.g.e., s. 136
(12)A.g.e., s. 106. Vahdet-i Vûcûd felsefesi hakkında geniş izahlar için bk.;
Ebul-A’lâ Afganî, Muhyiddin İbn Arabi’nin Tasavvuf Felsefesi, trc.: Mehmet
Da£, Ankara, 1975; t Fennî Ertuğrul, Vahdet-i Vücûd ve Muhyiddin Arabî,
îst., 1928; Ferid (Kâm), Vahdet-i Vücûd, İst., 1331.
(13)H. Ziyâ, a.g.e., c. II, s. 135, dipnot: 2 (Fıthât-ı Mekkiyye, c. IV, s. 604-
605’ten).
(14)A.g.e., c. II, s. 136.
(15) “Fusûs”ıın belli başlı şerhleri için bk;: Muhyiddîn-i Arabi Fusûsu’l-Hİkem,
çeviren : M. Nuri Genç Osman, İst., 1981, s. XV-XVI.
(16) Hakkında pek çok eser ya2ilmış olan bu meşhur şahsiyetin hayatı hakkında ■ meselâ bk.; Abdülbakî Gölpınarlı, Mevlânâ Celâleddin, İst, 1952; H. iyâ, a.g,e„ c. II, s. 173-185; Prof. R.A, Nicholson, Mevlânâ Celâleddin Rûmî, Çe­viren: Ayten Lermioğlu, Tercüman 1001 Temel Eser; 53, İst., tarihsiz, s.15-25.
(17) H. Zıya, a.£.e„ c. II, s. 79-80, 150-151.
(18) A.g.e., c. u, s. 178.
(19) A.g.e., c. II, s. 172-173.
(20) Mesnevinin şerhleri için bk.: A. Gölpınarlı, Mevlânâ’dan sonra Mevlevilik, İs., 1983, s. 141-145.
(21) A.g.e,, c, II, s. 90-94.
(22) Yunus hakkında 1970 yılına kadar yazılmış olan kitap ve makaleler için bk., İsmet Binark Nejat Sefercioğlu, Yunus Emre Hakkında- Bir Bibliyog­rafya Denemesi, Ankara, 1970.
(23) Mesela “Türk Yurdu" dergisi, V. cilt 319. şayısmi (1966); “Özgür” dergisi 11. sayısını (1963); “Emre” dergisi II. cilt 15. sayısını (1965); “Karamanın Koyunu” dergisi 6. sayısını (1965) Yunus’a tahsis etmişlerdir.
(24) A. Kabaklı, Türk Edebiyatı, C. II, s. 174-175.
25) A.g.e.. c. II, s. 280-181.
(26) Prof. Dr. İbrahim Agâh Çubukçu, İslâm Düşünürleri, Ank., 1977, s. 93.
(27) A. Gölpınarlı, Yunus Emre, Hayatı ve Bütün Şiirleri, İst., 1971, s. 272. .
(28) Yunus’a izafe edilen mezarlar İçin bk.: A. Kabaklı, a.g.e:, s. 179-180. Ay­rıca, Yunus’un mezarı hakkında yazılmış çeşitli makaleler hakkında bk.: İsmet Binark-Nejat Sefercioğlu, Yunus Emre Hakkında Bir Bibliyografya Denemesi, Ank., 1970. s. 21-35.
Doç. Dr. Osman TÜRER

1953’te Silifke’nin Kavak köyünde doğdu. İlkokulu köyünde okudu. İmam-Hatlp Lisesl’ni Ankara’da 1972 yılında bitirdi. 1977’de Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesinden mezun oldu. 1980’de Atatürk Üni­versitesi İslâmî İlimler Fakülcesi’ne asistan olarak atandı. 1962’de dok­torasını tamamlayan TÜRER, 1987’de yardımcı doçent, 1988’de de doçent oldu. Halen aynı fakültede Tasavvuf Tarihi bilim dalında öğ­retim üyesi ve Dekan Yardımcısı olarak görev yapmakta olan TÜRER, Evli ve bir çocuk babasıdır.